Felsefede temel araç kavramlar ise, kavramların tarihsel dönüşümünü bilmek, gerçek anlamda felsefe yapabilmenin önkoşuludur diyebilir miyiz? Yani tarih bilgisinden ayrı bir felsefe bilgisi düşünülemez dersek yanılmış olur muyuz?
İnsan bilinci sürekli dönüşen bir yapı ortaya koyuyor. Bu bilinçte dönüşen şeyin özü ne dersek, bu dönüşen şeyin adı, elbette kavramlar. Kavramlar dediğimiz şey de bilgi birimleridir ama bunlar salt nesnel bilgiler gibi düşünülmemelidir. Aynı zamanda bunlar duygu yükleri de olan bilgi birimleri olarak da düşünülmelidir. Mesela bir elma kavramı benim için bir bilgi sorunudur elbette ki ama benim özellikle geçmişimle ilgili olarak elmayla olan ilişkilerim ona ayrıca bir duygu yükü yüklememi getiriyor. Diyelim ki ben denizden korkan bir insansam, deniz kavramının duygu yükü bende olumsuz oluyor. Ama bir deniz tutkunuysam denizin duygu yükü çok daha sevinç yüklü, istek dolu oluyor. Demek ki kavramlar yalnızca nesnel bilgi birimleri değil aynı zamanda öznel bilgi birimleridir. Tabii bunu, tek bir bilinç için, bireysel bilinç için düşünüyoruz. Yoksa kavramların bütün bilinçlerde ortak bir duygu yükü vardır demek abes olur. Kavramlar yaşamın dönüşmesiyle dönüşüyorlar. Yani yaşam sürekli dönüştükçe bizim yaşamla ilgili bilgilerimiz de değişiyor. Fakat yaşamla ilgili bilgilerimizin değişmesi, yaşamı dönüştürmemiz için bir temel dayanak oluyor. Yani hiçbir zaman yaşam bilinci belirler ama bilinç yaşamı belirlemez diye bir düşünce koyamayız, bu çok yanlış olur. Yaşam ve düşünce arasında sürekli bir etkileşim vardır. Hem ben yaşamı dönüştürüyorum hem de yaşam beni dönüştürüyor. Ama bende dönüşen şey kavramların kendileridir. Demek ki her kavram, tarihselliğiyle kavramdır. Bireylerin bilincinde tarihselliğiyle kavramdır her şeyden önce. Ama genel olarak kavramların nesnel içeriklerine baktığımız zaman, yani onları ortak bilinç açısından ele aldığımız zaman ortak dönüşüm koşullarının da var olduğunu görüyoruz. Yani sağlıklı her bilinçte sorduğumuz bazı sorular benzer yanıtlar getirecektir. Diyelim ki, ‘Aydınlanma nedir’ diyorsam, bilinçli bir insanın bana yanıtı, ‘Aydınlanma 18. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan ve yetkeye karşı kendini ortaya koyan bir düşünce biçimi’ olacaktır. Bir başkası yine buna yakın bir tanımda bulunacaktır, ama biri çıkıp derse ki, ‘Aydınlanma Newton’la başlamıştır’, bu saçma olacaktır. Demek ki, kavramların bana göre olan yapılarıyla toplumsal bilinçteki ya da evrensel bilinçteki yapıları arasında büyük bir ayrılığın büyük bir çelişkinin olmaması gerekiyor. Ama hepimizin zihninde bütün kavramlar aynı dolgunlukta olmaz. Bir gemicinin kafasındaki gemi kavramıyla benim kafamdaki gemi kavramı aynı dolgunlukta değildir ya da bir baleci pasdedeux dediği zaman ne anlıyorsa ben pasdedeux dediğimde onun anladığının ancak onda birini anlıyorumdur. Ama önemli olan nedir? Önemli olan her ikisi arasında temelde çelişkinin bulunmamasıdır. Yani ikimizin bunlardan başka şeyler anlamamasıdır. Eğer ikimizden biri bunlardan başka şeyler anlıyorsak ki başka bir şey anlayan benim olmam gerekir, daha az bildiğime göre, o zaman da pasdedeux kavramını doğru oluşturmamışım demektir. Zihnimizde oluşan bütün içeriği bozuk kavramlar, zihnimizde bozucu etkiler taşırlar. Bozuk ya da yetersiz bilinç dediğimiz şey bozuk kavramlarla oluşturulmuştur. Buna açık açık yabancılaşmış bilinç de diyebiliriz.
Örneğin bir ortamda demokrasi kavramını tartışıyoruz. Bu kavramın tüm tarihsel süreç içinde geçirdiği aşamaları bilmeden, bugün demokrasi üzerine sağlıklı bir tartışma yürütemeyiz desek?
Tabii… Hiçbir bilgi yoktur ki tarihsel olmasın. Ya da bir bilgiyi tarihsel dayanaklarından kopardığımız zaman o bilgi, bulanık, anlaşılmaz ve yanıltıcı hale gelir. Yani her bilgiyi tarihi içinde kavramak gerekir. Dediğin gibi örneğin demokrasiyi de tarih içinde kavramak gerekir. Yani en eski uygarlıklarındaki demokrasi uygulamalarından alarak çağların, yüzyılların içinden geçe geçe bugüne gelmek ve o dönüşümlerin ne olduğunu görmek gerekir, demokrasinin ne olduğunu görebilmek için. O yüzden pek çok yanlış yapıyoruz. Örneğin Türkiye’de insanlar, demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak düşünüyorlar. Demokrasi bir yönetim biçimi değil bir düşünce biçimidir, bir bakış biçimidir, bir değerlendirme biçimidir, hatta bir bilinç yapısı biçimidir. Demokrasiyi gerektiren yönetim biçimi cumhuriyettir zaten. Ama her cumhuriyet demokrasiyle donanmıştır da diyemeyiz. Dolayısıyla kavramları birbirleriyle yakınlıkları ve uzaklıkları içinde ele alırken onların tarihsel dönüşüm noktalarını ya da birbirlerine geçtikleri noktaları çok iyi kavramak gerekiyor.
Aynı yöntemi bir felsefi düşünceyi kavramaya çalışırken de ortaya koyabiliriz sanırım. Örneğin Eski Yunan felsefesini anlama çabası, o dönemin iktisadi-toplumsal koşullarını, yaşam ve kültür dünyasını bildiğimizde yerli yerine oturacaktır.
Şunu zorunlu olarak ortaya koymak gerekir: felsefe tarihi, felsefe için zorunlu bir bilgi alanıdır. Ben felsefe tarihi bilmem ama felsefe bilirim diyen adama gülmek gerekir, böyle bir saçmalık olmaz. Ayrıca senin de belirttiğin gibi, felsefeyi toplumsal temellerine oturtmadığımız zaman da doğru olarak kavrayamayız. Yani onu doğuran tarihsel ve toplumsal koşulları doğru olarak kavrayabilmeliyiz ki onu doğru olarak kavrayabilelim. Tarih bilinci taşımayan insanlar felsefedeki her döneme aynı değerdeymiş gibi bakıyorlar. O yüzden zaman zaman güldürücü mü diyelim, üzüntü verici mi diyelim, yazılar okuyoruz. Mesela ‘Descartes’in yanlışları’ gibi ya da ‘Descartes nerede yanlış yaptı?’ gibi… Bugün 17. yüzyılın bir filozofuyla güreş tutmaya kalkmak, yedi yaşındaki bir çocukla güreş tutmaya kalkmak gibidir ki ayıptır. Tarih kendini yarata yarata ilerledi ve bugün daha ileri bir noktada bulunuyor ama bu bulunduğumuz nokta tarihin sonu olmadığına göre, gelecek zamanlar daha ileri aşamalar getirecek bize. Dolayısıyla tarihselin içine yerleşmeden felsefeyi doğru olarak kavrayamayacağımız gibi toplumsalın içine de yerleşmeden felsefeyi doğru olarak kavrayamayız. Zaten tarihsel ile toplumsalı birbirinden koparmamak gerekir. Keşke tek bir sözcük olsaydı, toplumsal tarihsel diye… Ama şu anlamda koparabiliriz: genel tarihsel koşullar içinde de bir felsefe kuramını ele alabiliriz, çıktığı ortamın toplumsal koşullarını görerek de ele alabiliriz. Aslında en iyisi, her ikisi içinde ele almaktır. Bizim hocalarımız vaktiyle ‘toplumbilimle felsefeyi karıştırmayın’, ‘tarihle felsefeyi karıştırmayın, bunlar apayrı şeylerdir’ derlerken sanıyorum biraz çekiniklik içindeydiler. Yani şimdi Platon’un Devlet’ini kavrayabilmek için Atina’nın hatta Yunanistan’ın toplum yapısını bilmek gerekmez mi? Yunanistan’ın toplum yapısını bilmeden Devlet’i kavramaya kalkmak bir boş serüven değil midir? Bir serüven kitabıyla karşı karşıyasınız gibi bir adam çıkmış, biraz da insan aklına zarar verecek şekilde ileri-geri bir düzen tasarlıyor. Oysa neye göre tasarlıyor onu; hem Atina’nın açmazlarına göre hem de Sparta’nın ona göre çok önemli görünen koşullarına göre tasarlıyor. Demek ki tarihsel temellere inmek de, toplumsal temelleri ortaya koymak da felsefe için son derece önemlidir.
Tarihsel kaynakları konuşuyorken felsefenin çıkış koşullarına da değinirsek, felsefi düşüncenin öncesinde, eski Yunan’da köklü bir mitolojik düşünüş geleneği var. Mitolojiden felsefeye geçişi kısaca özetleyebilir miyiz?
Mitolojiden felsefeye geçiş, bir anlamda düşsellikten düşünselliğe geçiştir. Mitoloji uygarlıkları dediğimiz uygarlıkların insanı, usundan çok imgelemini kullanan insandır. Dolayısıyla imgelem burada bir çeşit ussallık olarak iş görmüştür onun varlığında. Mitolojiyi iyice ayrıştırmaya yönelirsek onun düz masallardan oluşmadığını, felsefenin en temel sorunlarını soran bir alan olduğunu görürüz. Yani insan nedir, insan nerden gelmiştir, insanın dünyadaki yeri nedir, tanrıların gücü nedir, ölüm nedir, insan öldükten sonra ne olur gibi bütün bu soruların, özellikle de evrenin oluşumuyla ilgili soruların mitolojide sorulmuş olduğunu görüyoruz. Ama elbette sorular da yanıtlar da daha imgelemsel düzeyde ortaya konmuştur. Demek ki düşsellikten düşünselliğe geçiş, yani ussal düşünceye geçiş gerçekleşmiş oluyor. Bundan sonra insan imgelemini usuyla denetleyen insan olarak kendini ortaya koyuyor. Eskiden imgelem alabildiğine iş görürken şimdi artık onu denetleyen bir us vardır ve sezgisel düşünce yerini gidimli düşünceye bırakmıştır. Yani bir önermeden bir başka önermeyi çıkarabilen düşünceye bırakmıştır.
İnsanın soyutlama yeteneğinin gelişimi diyebiliriz buna, değil mi?
Elbette diyebiliriz. Zaten felsefe tarihi boyunca bütün aşamalar bize insanın somuttan soyuta yönelişi serüvenini gösterir. Eski insan somutun alanında yaşıyordu ve soyutlama yapmakta o kadar usta değildi. İlkel insanın da temel özelliği odur. İlkel insan kolay kolay somuttan soyuta yükselemez. Ama felsefe tarihi içinde gördüğümüz dönüşüm, somuttan soyuta yönelim şeklinde olmuştur. En soyut düşünce de bana kalırsa tektanrılı düşüncedir. Tektanrılı düşünceye ulaşarak insanlık en genel çerçevede soyutlama yapabilme yetkinliğine ulaşmıştır.
Soyutlamanın bu en üst düzeyinin, tektanrılı düşünceye varmış olmanın, düşünselliğin gelişimindeki yeri nedir peki?
Şimdi şunu yanılmamak için hemen söylememiz gerekir: İnsanlığın en soyut düşünceye varmış olması, insan olma açısından doruğa ulaşmış olmak anlamını taşımıyor. Sadece insanlık tektanrılı bir düşünselliğe yöneldiğinde üst düzeyde bir soyutlama yapabilme gücüne ulaşmıştır. Ama bunu çok da gözümüzde abartmamamız gerekir. Gerçek anlamda bilimsel düşünce, felsefi düşünce ve hatta sanatsal düşünce, çıkıp en soyutta durmakla ilgili değildir. En soyutla en somut arasında sürekli bir ilişki kurmakla ilgilidir. En soyut düşünceye vardıktan sonra insan, yeniden somutun alanına yönelmiştir. Yani bir anlamda insanın göklerden yere inmesidir bu. Yeniçağın yarattığı insan doğrudan doğruya artık tanrı katından bu dünyaya inmiş insandır. Önemli olan, en yüksek düzeyde soyutlamaları yapabilen ama bununla yukarıda hayaller dünyasında yaşayan değil de gerçeklikler dünyasında yaşayan insan olabilmektir.
Felsefe eğitiminin yoğun bir yöntem arayışı olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Yöntem sorunu özellikle 17. yüzyılla birlikte kendini ortaya koydu. Ondan önce filozoflar düzgün düşünmeye, sağlıklı düşünmeye çalıştılar ama yöntem fikri diye bir şey söz konusu değildi. Daha doğrusu, 17. yüzyıldan önce insan usunun doğru düşünmek için yeterli olduğu düşünülüyordu. Oysa geçen zaman, daha doğrusu demin söylemeye çalıştığım gibi insanın somuttan soyuta yönelme çabası onun işin içinden salt ussallıkla çıkamayacağını, usu doğru kullanmakla birlikte yöntemlere de gereksinimi olduğunu gösterdi. Bu, adlarını sık sık duyduğumuz iki filozofta, Bacon’da ve Descartes’te ortaya çıkar özellikle. Çok ilginçtir, Descartes’in en önemli kitaplarından birinin adı Yöntem Üzerine Konuşmalar’dır. Yine çok ilginçtir, Bacon’un en önemli kitabının adı Novum Organum’dur, Aristoteles’in Organum’una karşıt olarak yeni Organum’dur. Öyleyse yöntem dediğimiz şey, usun yardımıyla bizim ulaşmayı tasarladığımız amaçlara bizi götürecek usullerin toplamıdır diyebiliriz. Yani salt ussallıkla artık bir yere varamazdık, o bizi en soyut düşünceye götürdü, salt ussallık. Ama yaşamı kavramaya çalıştığımız zaman yöntemli olmak zorundaydık. İşte yöntem gereksinimi dünyayı somut planda doğru olarak kavrayabilmenin bir atılımı anlamına gelir.
İyi bir felsefe eğitiminin koşulları neler sizce?
İyi bir felsefe eğitimi için bir kere çok küçük yaşlardan başlayarak genç insanlara kavramların doğru içeriklerini öğretmek gerekir. Bazen şöyle yanılgıya düştükleri oluyor bazı arkadaşlarımızın: felsefeye küçük yaştan başlamak. Felsefeye küçük yaştan başlayamazsınız. Belli bir soyutlama gücü kazandıktan sonra zihin ancak felsefeye yönelebilir. Nasıl insanlık belli bir zamana kadar soyutlamak için çaba gösterip de belli bir zamanda buna ulaştıysa insan bireyi de belli bir yaşa gelince soyutlama yapabilir. Ama soyutlama yapabileceği yere kadar onu hazırlamak gerekir. İyi soyutlama yapabilmesi için yani kavramları doğru dürüst edinebilmesi ve kullanabilmesi için çok erkenden bazı temel kavramları ona doğru içerikleriyle vermek gerekir. Az önce konuştuğumuz gibi, demokrasi nedir, bunu bilmeyen bir çocuk, bunun gibi temel 150-200 ya da 500 kavramı bilmeyen bir çocuk felsefeyle karşı karşıya geldiği zaman son derece sıkıntılı ve başarısız olacaktır. Bu birinci koşul. Ama daha önemli koşul, bütün bunları yaptırabilecek yetkin eğitimciye ihtiyacımız var. Yani iyi eğitimci yetiştiremediğimiz sürece felsefenin bu ülkede gelişme şansı yoktur. Gerek felsefe öncesi dönem genç insanlar için gerek daha yetkinleşmiş 15-20 yaşına gelmiş genç insanlar için çok iyi eğiticilerin olması gerekir. Bu çok iyi eğiticiler olmadığı zaman felsefeyi öğretmek yerine öğretmemek daha yararlı olabilir. Çünkü insanların kafasına çok kötü şeyler, çok yanlış şeyler sokacağımıza hiçbir şey sokmayalım daha iyi. Yani kötü felsefe zihinleri bulandırıyor ve onları hasta ediyor. Özellikle bizim toplumumuz bu koşulları yaşıyor yazık ki. Gerek üniversite düzeyinde gerek daha öncesinde insanların çok kötü eğitildiklerini rahatça söyleyebiliriz. Özellikle de felsefe açısından.
Son olarak, felsefeye ilgi duyan ama ona yönelişte nereden başlayacağını, ne yapacağını bilmeyen birisi nasıl bir yöntem izlemeli?
Bir kere kendinden kuşkuya düşerek başlarsa iyi eder. Yani Descartes o kuşkuyu şuna yakın sözlerle ortaya koymuştu: ‘Bugüne kadar babam, annem, öğretmenlerim bana birçok şeyler öğrettiler. Acaba öğrettikleri şeyler doğru mu değil mi, sağlıklı mı değil mi, benim bütün bunları kuşkuya koymam, temelden gözden geçirmem gerekiyor.’ Başta insanın kendini gözden geçirmesi, neyi bilip neyi bilmediğini ortaya koyması gerekir. İkincisi, zihnindeki kavramlarla teker teker hesaplaşması gerekir. Ama bunu nasıl yapması gerekir diye soracak olursan, bir düşünce tarihi çalışması içinde yapması gerekir. Yani insan düşüncesinin gelişimini başlangıcından bugüne getiren güvenilir bir kitap eline geçirirse, kendisine yanlış bilgi vermediğine inandığı kitapta kavramların dönüşüm koşullarını dikkatli bir biçimde izlerse, ayrıca eline yine güvendiği bir felsefe sözlüğü geçirebilirse (ama önemle söylüyorum, güvendiği bir felsefe sözlüğü geçirebilirse), o zaman felsefe için gerekli bilinci oluşturmuş demektir. Bundan sonrası ona kalmıştır. Eğilimlerine göre, şunu okur, bunu araştırır, Descartes’i sevmeyebilir ama Locke’u sevebilir, Locke’u sevmeyebilir ama Bergson’la ilgilenebilir; ama şunu da söyleyelim ki, iyi bir felsefe adamı, tıpkı iyi bir müzikçi gibi sevdim sevmedim demeden, felsefenin bütün büyük adlarını iyi bilmek zorundadır. Yani ben müzikçi değilim, o yüzden büyük bir rahatlıkla durmadan Beethoven dinliyorum. Ama ben müzikçi olsaydım, hiç sevmediğim Stravinski’yi de dikkatle dinlemek zorundaydım.
Bununla birlikte kültürün öbür bileşenlerine yönelik ilgiyi de koparmamak gerekiyor, değil mi?
Tabii, hiçbir zaman felsefenin alanına hapsolup kalmamak gerekir. Bizim kesimin bazı cahil bireyleri arasında şöyle sözler duyarsınız: ‘Ben edebiyattan hiç anlamam, ben felsefe adamıyım.’ Edebiyattan hiç anlamayan felsefe adamı, felsefe adamı değildir. Yani Dostoyevski’yi tanımıyorsunuz, Flaubert’i tanımıyorsunuz, Balzac’ı tanımıyorsunuz ama Kant’ı tanıyorsunuz. Hadi oardan derler adama. İnsan bilgisi bir bütündür diyordu Descartes. Bilimi, sanatı ve felsefeyi temel koşullarında bir bütün olarak kavramadan hiçbir bilimsel, felsefi ve sanatsal çalışma yapamayız. Yaparız, o kendine göre bir şey olur. Hani şair demiş ya, “Toplanıp ehli heva / her biri bir saz çalar / Çelebi böyle olur bizde de / konser dediğin.” Yapılır, ama gerçek anlamda bir kültür çalışmasının bütünsel bir bakışı gerektirdiği kesindir.
Söyleşi: Volkan ALICI