Zeki Baştımar’ın 1962 Konferansına sunduğu Karar Tasarısı’nda TKP’nin geleneksel yaklaşımına uymayan ve Kürt hareketine destek içeren kimi ifadeler Konferansta tartışmalara neden oluyor. Konferansa katılan delegelerin milliyetçi bakış açıları çok çarpıcı bir şekilde açığa çıkıyor. Nâzım Hikmet, toplantıda kesin bir tutumla Kürt mücadelesini destekliyor ve Cezayir ulusal kurtuluş savaşı karşısında şovenist bir tutum alan Fransız Komünist Partisi’ni örnek gösteriyor.
Ortak bir coğrafyada yan yana yaşayan Kürtler ile Türkler tarihsel ve kültürel pek çok ortaklığa sahip. Ama aynı zamanda bu iki halk arasında, Osmanlı’dan bu yana Kürtlerin baskı altında tutulmasından beslenen önemli bir güven sorunu da var. Halk diline yerleşmiş “Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete” sözünde de dile geldiği gibi,
Kürtler vergi, askerlik/savaş, angarya söz konusu olunca hatırlanmış, hakları söz konusu olunca ise baskı ve yok sayma reva görülmüştür. Bu durumda, Kürtlerin, devletin onun adına davrandığı Türk halkına karşı bir önyargıya sahip olması kaçınılmazdır. Ayrıca bu baskı altına alma, yok sayma ve aşağılanma politikalarının sosyal hayat içindeki uzantılarını da unutmamak gerek. Kürtleri aşağılayan “atasözü” ve fıkralar, şovenist şartlanmalar, dışlamalar günlük hayatın bütün alanlarında görülebiliyor. Bırakalım sıradan insanı, pek çok “uygar”, “ileri görüşlü”, “demokrat” Türk, Kürdü en iyi olasılıkla eğitilip uygarlaştırılması (Türkleştirilmesi) gereken bir kitle olarak görüyor, onu Türkleştiği ölçüde eşiti sayıyor.
Kısaca, Türklerin, egemen sınıfların tarihsel kökleri bulunan şovenist politikalarından etkilenmiş olduğu, buna karşılık Kürtlerin de Türk halkına karşı bir güvensizlik taşıdığı gözlenebilir bir şey. Bunu egemen sınıfların Kürt politikalarının olağan sonucu sayabiliriz. Ama aynı güven sorunu, başka bir şekilde de olsa, iki halkın ilerici demokratik güçleri arasında da kendinden söz ettirebiliyorsa bunu olağan sayamayız.
Böylesi bir durumun ortaya çıkması ve etkilerini sürdürmesinde Türkiye sol hareketinin politikalarının da önemli bir rol oynadığını saptamak gerekli. Maalesef Türkiye solu uzun yıllar Kürt sorununa gereken duyarlığı göstermedi. Kaba bir inkâr olmasa da fiilen yok sayma olarak özetleyebileceğimiz hakim yaklaşım ise, sol harekete uzun yıllar damgasını vurmuş TKP’nin Türkiye soluna devrettiği mirastır.
Bu saptamayı TKP tarihine kuş bakışı bir göz atarak somutlamaya çalışalım.
Kesintiye uğrayan olumlu başlangıç 1917-21 yıllarına denk gelen kuruluş yıllarında TKP’nin Kürt sorununa yaklaşımda samimi ve genel hatlarıyla doğru bir başlangıç noktasında bulunduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP), o zamanki adıyla Türkiye Komünist Fırkası’nın daha ilk belgelerinde Kürt sorunu hakkında genel bir yaklaşım gözleyebiliyoruz. TKP’nin kurucusu ve ilk genel sekreteri Mustafa Suphi, fikri şekillenmesini anlatırken şunları söyler: “Bundan hemen on sene evvel bizler (…) Anadolu’ya hayat verecek medeni, inkılabi inkişaflara zemin ve yol arıyorduk. Bu inkişaf, bizim fikrimizce, dahilde Makedonyalıların, Arnavutların, Arapların, Kürtlerin, Ermenilerin ilah… medeniyet, muhtariyet ve hatta istiklallerine istidatleri derecesinde yol vererek hür milletlerin hür ittihadı halinde ‘milli tesanüt’ler vücut bulacaksa, hariçten de Alman ve İngiliz emperyalizminden ziyade beynelmilel amele hareketine istinad ile kuvvet alabilecekti.” (Mustafa Suphi; yaşamı, yazıları, yoldaşları; Sosyalist Yayınlar, Kasım 1992, İstanbul, sf. 83) Görülüyor ki, Mustafa Suphi daha Jön Türk Devrimi yıllarında Osmanlı sınırları içindeki halkların, özgürlüğünü ve kendi kaderini tayinini savunmuştur. Mustafa Suphi’nin liderliği altındaki Türkiye Komünist Fırkası’nın (Partisi) 10-16 Eylül 1920 tarihlerinde Bakü’de toplanan kongresinde kabul edilen programda mesele daha açık bir şekilde formüle ediliyor: “(…) 7- TKF muhtelif milletlere mensup inkılapçı amele ve rençber sınıfları arasındaki eski düşmanlıkları kaldırmak için aşağıdaki en kat’i çarelere girişir: (a) Dil ve hars [kültür] nokta-ı nazarından her milletin tam hürriyetini temin ve bu itizarla bir veya diğer millete mahsus olan her türlü imtiyazları ilga eder. (b) T.K.F. hükümet teşkilatında muhtelif milletlere mensup amele, rençber şuralar cumhuriyeti teşkilini kabul ve ‘hür milletlerin hür ittihadı’ esasında olmak üzere federasyon usulünü tercih eder.” (age, sf. 186) Günümüz Türkçesi ile özetlersek, TKF, tüm ulusların tam özgürlüğünü savunuyor ve her tür ulusal ayrıcalığı ortadan kaldırmayı hedefliyor. Farklı ulusların emekçilerine dayanan Sovyetler cumhuriyetini, özgür ulusların özgür birliğine dayanan bir federasyonu öneriyor. Yeni yeni filizlenen bir komünist hareket için, ulusal sorun açısından iyi bir başlangıcın işareti sayılabilir burada dile getirilen görüşler. Egemen ulus milliyetçiliğinin etkilerinden uzak, bilimsel sosyalizmin ulusal sorun konusundaki ilkeleri ile uyumlu bir yaklaşım. Ancak, yukarıda aktarılanlarla birlikte TKP’nin kuruluş dönemindeki belgelerine baktığımızda, dikkat çekici bir nokta ile karşılaşırız. TKP, her ne kadar ulusların ve kültürlerin özgürlüğünü savunuyorsa da, Anadolu’daki tüm halkların sözcüsü olarak değil, sadece Türk işçi ve köylülerinin sözcüsü olarak konuşur. Bugün için açık bir milliyetçilik belirtisi sayılması gereken böylesi bir yaklaşımı, o zamanki koşullar bakımından olağan, bir bakıma da kaçınılmaz saymak gerekir. Çünkü o zamanki komünist hareket ve onun önemli bağlara sahip olduğu işçi hareketi asıl olarak Türk işçi ve komünistlerine dayanıyordu. O sıralar bir Kürt işçi ve komünist hareketinin varlığından söz etmek mümkün değildi. Bu bakımdan da hareketin kendini Türk hareketi olarak tanımlaması bir bakıma durumun ifadesiydi. Ayrıca Osmanlı’nın çöktüğü, Cumhuriyet’in ise tam şekillenmediği koşullar söz konusuydu. Böylesi bir durumda önemli olan, başka ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına saygı içeren bir perspektif taşımaktı ki, görüldüğü gibi TKP de bu perspektife sahipti. Asıl olan bu başlangıcı somutlayıp yaşama geçirmekti. Ne var ki, Kemalist iktidar tarafından tertiplenen bir komplo Mustafa Suphi ve arkadaşlarına bu olanağı tanımadı. Somut olaylar ve yaklaşımlar üzerinden bir değerlendirmeyi TKP’nin sonraki süreci için yapabiliyoruz ancak.
Program maddelerine sıkışan Kürt sorunu
TKP’nin o tarihten sonraki belgelerinde de ulusal soruna ilişkin genel yaklaşımın korunduğunu, ezilen halkın kendi kaderini özgürce tayin hakkının savunulduğunu görüyoruz. Ama ne yazık ki, ezilen halkın haklarını tanıma, program maddelerine sıkışıp kaldı; bir türlü program maddelerini aşıp günlük politikalara ulaşamadı.
Kürt sorununda genel formülasyonu aşan bir propaganda, ajitasyon ve eylem çizgisinden özellikle kaçınan TKP, Kürt hareketinin uç verdiği durumlarda ise hareketin kimi özelliklerini bahane ederek karşısında durdu.
TKP, Kürt sorunu ile ilgili ilk sınavını 1925 yılında Şeyh Sait önderliğinde gelişen Kürt isyanı sırasında verdi. 1930 Ağrı ve 1937 Dersim isyanlarında da tutumunu değiştirdiği söylenemez. TKP’ye göre, Şeyh Sait İsyanı, İngiliz emperyalizmi tarafından kışkırtılan irticai bir hareketti. Şeyh ve ağaların, sürdürülmekte olan demokratik devrimi baltalamak üzere başlattıkları bir direnişti. Böylece TKP, isyanın bastırılmasını hararetle destekliyor, emekçileri de bu tehlikeye karşı savaşa çağırıyordu.
TKP’nin yayın organı Orak Çekiç, isyanı “Kahrolsun İrtica” başlığı ile duyuruyor ve isyanın bastırılmasına açık destek vererek işçilere şu çağrıda bulunuyordu: “Arkadaş, kara kuvvet, bizim de, burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden önce bu düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile ayrıca kozumuzu paylaşırız.” (Aktaran, Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi, İ. Akdere-Z. Karadeniz, Evrensel Basım Yayın, Haziran 1996, 2. Basım)
En başta, o anda sürdürülen bir demokratik devrimden söz etmek mümkün değildi. Kemalist iktidar, adım adım gericileşmekte, toprak ağalığını tasfiye etmek yerine onlarla ittifakı güçlendirmekteydi. Ve gerçekte, Kürt isyanı, işçi sınıfının örgütlenme ve grev hakkını ortadan kaldırmanın, başta komünizm olmak üzere her türden muhalif örgütlenme ve basın yayın faaliyetini yasaklamanın bahanesi oldu. TKP de destek verdiği iktidarın darbeleri altında ağır kayıplar vererek tasfiye noktasına geldi.
Gerçekte hareket; irticai bir hareket değil, ulusal özlemlerin (toplumun o zamanki yapısının elverdiği biçimdi bu) dinsel bir kimlik altında dile gelmiş ifadesiydi. Tarih boyunca pek çok sınıf mücadelesinde olduğu gibi, 20. yüzyıldaki ulusal mücadelelerin önemli kısmı da dinsel bir kimlik altında yürütülmüştür. Yüzeysel bir bakış açısıyla ele alındığında Ortaçağ Avrupası’ndaki tüm köylü hareketlerini dinsel hareketler saymak gerekir.
Birinci Dünya Savaşı’nın mutlak galibi sömürgeci İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’daki egemenliğini sürdürmek için her yola başvurduğu, böl-yönet taktiğinde uzmanlaştığı, Türk-Sovyet yakınlaşmasından rahatsızlık duyduğu, bu bakımdan da, Türkiye’de cereyan edecek bir isyanı teşvik etmiş olabileceği ihtimal dahilindedir. Ama emperyalizm kullanacak diye, bir halkın en meşru haklarının yok sayılmasını onaylamak, halk iradesini çeşitli biçimlerde ortaya koyduğunda ise, “başınızda şeyh ağa var” diyerek bu iradeyle karşı karşıya gelmek, o tekrarlana tekrarlana anlam ve içeriğinden koparılarak klişe haline getirilmiş ‘kendi kaderini tayin’ ilkesine ne ölçüde sığar? Eğer isyan, emperyalizmin bir oyunu ise, bir topluluğun meşru haklarını tanıyarak bu oyunu bozmak, bunu savunmak daha doğru değil midir? İradesini ortaya koymuş bir halkın karşısına sizin sorununuz derebeyliktir diye çıkılamaz. Ki TKP tam da bunu yapmıştır. 1930 tarihinde Ş. Hüsnü, Parti Programından “T.K.P. milli ekalliyetlerin [azınlıkların], Türkiye’den ayrılmak hakkı da dahil üzere, mukadderatlerini bizzat tayin etmek haklarını bila-kaydû şart tanır” ifadesini aktardıktan sonra sözü mütegallibeye getirir: “Bu zavallı cahil halkı her şeyden evvel mütegallibeye esir olmaktan kurtarmalıdır.” Böylelikle “… masum halkın imperyalizme ve mürteci siyaset fesatçılarına alet olması tehlikesi ortadan kalkacaktır. O zaman Kürt paryaları Türk emekçilerile el ele, omuz omuza, inkilabi hareketlere atılacaklar … ve amele ve köylünün inkilapçı diktatorluğunu ikame etmek uğrunda çarpışacaklardır. Ancak bu gayeye erişildiği gün Türkiyenin siyasi ve iktisadi istiklalî ve kardeş milletlerin kurtuluşu fiilî ve kat’i bir tarzda tahakkuk etmiş olacaktır.”
Son cümle çok karakteristiktir. TKP’nin ardılı bütün siyasi teşkilat programlarına da girmiş olan bu madde içerdiği yüksek vaat düzeyine karşın, inandırıcı değildir. Bugün bir halk için, gözle görünür hiçbir şey yapmaz, pratik hiçbir adım atmazsanız, halkın her kıpırdanışında “irtica”, “İngiliz parmağı”, “mütegallibe” diye bağırırsanız, sözü edilen “gayeye erişildiği gün” de ne yapacağınız belli olmaz, daha doğrusu şimdiden bellidir!
TKP’nin ulusal soruna ilişkin yaklaşımı, Türkiye Solunun yakın döneminin de fikri çerçevesini oluşturmuştur: Sorunun program maddelerinde ifadesi, pratik görevlere sırt çevirme, meselenin hallini “kurtuluştan sonra”ya erteleme… Kürt hareketi, kendi tarihsel kökleri üzerinde, halk kültürü öğeleriyle beslenen bir hareket olarak görülmemiş, adeta Türkleştirilmeye çalışılmıştır. Buna bir tepki olarak ortaya çıkan çeşitli Kürt hareketleri de, Kürtleri de kapsama iddialarına karşın bu örgütleri “Türk Solu” olarak nitelendirmişlerdir. Sonuç olarak da pek çok olanak heder edilmiş, halklar arasındaki güvensizlik duvarına bir de iki halktan ilerici ve demokratik güçler arasındaki soğukluk ve önyargılar eklenmiştir.
Nâzım Hikmet’in açtığı çığır
TKP’nin milliyetçilik sınırlarındaki yaklaşımına hiç itiraz edilmediği söylenemez. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, pek çok konuda olduğu gibi, Kürt sorununda da TKP’yi eleştirmiştir. Burada, bir TKP üyesi ve yöneticisi olmasına karşın Nâzım Hikmet’in TKP’nin genel yaklaşımından ayrılan tutumunu da özellikle anmak gerekiyor.
Nâzım Hikmet, duyarlılığı, sezgisi ve hapishanelerde edindiği izlenimlerle Kürt sorununun formülasyonlarla geçiştirilemeyeceğini kavramış, gereğinin yapılması için mücadele etmiştir. Daha önce de pek çok defalar kamuoyuna yansımış olan, Nâzım’ın Kürt yurtseveri Kamuran Bedîrxan’a yazdığı mektubunda dile getirdiği görüşler dikkatle anılmaya değerdir. Nâzım mektubunda Kürt sorununu tüm yakıcılığı ile ve tarihsel, kültürel boyutlarıyla birlikte ortaya koymakta, verdikleri kavgayı “can ve gönülden” desteklemektedir. 2002 sonlarında yayınlanan TKP’nin 1962 Konferansı belgelerinde Nâzım’ın bu konuda parti içinde bir mücadele verdiğine de tanık oluyoruz. (Nâzım’ın K. Bedîrxan’a mektubuna yer veren kaynaklardan biri için bkz. Evrensel Kültür, sayı: 124, Nisan 2002)
Çerçeve içinde sunduğumuz tutanaklar ile öteki konferans belgeleri incelendiğinde anlaşılıyor ki, SBKP’nin yönlendirmesi ile 1961 yılı sonlarında İran TUDEH, Irak Komünist Partisi ve TKP temsilcileri ortak bir toplantı yaparak bu üç partiyi de yakından ilgilendiren Kürt meselesi hakkında bir karar imzalıyorlar. Zeki Baştımar’ın 1962 Konferansına sunduğu Karar Tasarısı’nda TKP’nin geleneksel yaklaşımına uymayan ve Kürt hareketine destek içeren kimi ifadeler Konferansta tartışmalara neden oluyor. Konferansa katılan delegelerin milliyetçi bakış açıları çok çarpıcı bir şekilde açığa çıkıyor. Nâzım Hikmet, toplantıda kesin bir tutumla Kürt mücadelesini destekliyor ve Cezayir ulusal kurtuluş savaşı karşısında şovenist bir tutum alan Fransız Komünist Partisi’ni örnek gösteriyor.
İşçi sınıfı ve halkların yüreğinde yer etmiş büyük emek şairi, Kürt meselesinde önyargıların aşılması ve milliyetçi çerçevenin kırılmasında da çığır açanlardan biridir. 2002 Nâzım Yılı’nın 2003 Cigerxwîn Yılı’yla birleşmesi de güzel bir tesadüf olmuştur. İki kardeş halkın, en yetkin şairlerinin şahsında kenetlenen elleri, halkların özgürlüğü ve kardeşliğinin en güzel simgelerinden biri olacaktır.
Geleneksel sol, Nâzım ve Kürt sorunu – Hayri Erdoğan
Tiroj 2. Sayı 2002