Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaPolitikaTürkiyeTürkiye'de İşçi Sınıfı Kürtleşti,Kürtler Proterleşti | İsmet Kayhan

Türkiye’de İşçi Sınıfı Kürtleşti,Kürtler Proterleşti | İsmet Kayhan

Türkiye'de işçi sınıfı Kürtleşti

Johns Hopkins Üniversitesi Sosyoloji bölümünde doktora çalışması yapan Erdem Yörük’e göre 90’lı yıllarda devletin uyguladığı zorunlu göç politikası sonucu Türkiye’nin sınıfsal yapısı kökünden değişti. İşçi sınıfının Kürtleştiğini, Kürtlerin de proleterleştiği saptamasında bulunan Yörük, ‘’Kürtlerin zorunlu göçü, Türkiye’de neoliberalizmin başarısını mümkün kılan başlıca etmenlerden birisi olmuştur’’ diyor.Metropollerde Kürt işçi sınıfının yepyeni ve ciddi bir siyasi tehdidin de embriyosunu oluşturmaya başladığını kaydeden Yörük, Kürt hareketi ve duruşu olan devrimci solun varoşlarda ciddi bir örgütleme içerisinde olduğuna dikkat çekiyor. Ayrıca varoşlardaki isyanın öznesini ise İstanbul’da araba yakan, Newroz’lara çıkan Kürt tekstil işçilerinin oluşturduğunu belirtiyor.

Türkiye’nin refah sistemi, devletin Kürt hareketi ve işçi hareketini bastırma politikasını tez konusu olarak belirleyen Erdem Yörük ile Kürtlerin zorunlu göç, Türkiye’deki işçi sınıfı ve varoşlardaki hareketlenmeyi konuştuk.

* 1990’lı yılların başında yaklaşık 3 bin Kürt köyü boşaltıldı. Kürtler zorunlu göçe maruz bırakıldı. Diyarbakır’ın, Van’ın, İzmir’in Mersin’in, İstanbul’un nüfusları arttı. Bu zorunlu göç hareketi Türkiye’deki ekonomik ilişkileri nasıl etkiledi?

– Zorunlu göç, Türk devletinin 1990’ların başında PKK’ye yönelik halk desteğini engellemek amacı ile uygulamaya koyduğu askeri-siyasi bir nüfus transferi uygulamasıydı. Kapsamı ve çapı ile Kürtlerin zorunlu göçü, Nijerya, Somali, Sudan, ve Zimbavye ve Kolombiya’da yaşananlarla birlikte 1980 sonrasında dünyada gerçekleşen en büyük zorunlu göç uygulamalarından birisi oldu. Hacettepe Üniversitesi, 2006 yılında yaptığı bir araştırma ile zorunlu göçe maruz kalanların sayısının 950 bin ile 1 milyon 200 bin kişi arasında olduğunu tahmin etmiştir, ancak gerçek sayının çok daha yüksek olduğunu belirten kaynaklar da mevcuttur. Her şekilde, sayıları milyonları aşan sayıda insanın kendi istekleri dışında yerlerinden edilmelerinden bahsetmekteyiz.

Devlet, sizin de söylediğiniz gibi 3000 ila 4000 arasındaki köyü yakmış, askeri baskı ile koruculuğu reddeden köyleri boşaltmış, yerinden edilmiş milyonlarca insanın köylerinden bölgedeki şehirlere ve batıdaki metropollere göç etmelerine sebep olmuştur. Ancak, bu her ne kadar siyasi bir süreç olsa da, bunun ekonomik ve sınıfsal “niyetlenilmemiş sonuçları” oluşmuştur. Başka bir çok sonucu ile beraber bu nüfus transferi, Türkiye’nin sınıfsal yapısını ve de özellikle işçi sınıfının etnik kompozisyonunu kökünden değiştiren bir süreç olmuştur. Peki nedir bu sonuçlar?

Dünya ekonomisinin neoliberal küreselleşmesi ile birlikte, Türkiye de dahil olmak üzere bir çok ülkede formal işçi sınıfının yerini enformal bir işçi sınıfın almakta olduğu bir sürecin içindeyiz. Birçoğu bu süreci işçi sınıfının yok oluşu olarak okusa da, aslında gerçekleşen, tarihte bir çok defa olduğu gibi, Türkiye’deki sermayenin, kapitalistler arasındaki rekabette maksimum avantajı sağlayacak şekilde üretici güçleri yeniden örgütlemesidir, üstelik bir kaç şekilde: Birincisi, eski işçi sınıfının ücret ve iş güvenceleri ile sendikal örgütlenme kanalları devlet eliyle yok edilmiş, kayıtdışı işçiliğe dayanan taşeron ağları ekonominin hakim işleyiş biçimlerinden biri haline gelmiştir. İkincisi, sermaye, toplumun ayrıcalıksız ve pazarlık gücünden yoksun kesimlerini, yani kadınları ve Kürtleri, bu enformal işçi arzının ana unsurları olarak ekonomiye dahil etmiştir. Yani, 1990 sonrasında Türkiye’de işçi sınıfı kadınlaşmış ve de zorunlu göç ile birlikte Kürtleşmiştir, aynı zamanda da Kürtler de işçileşmiştir. Bakınız, Kemalistlerin türbanlı kadınlara ve Kürtlere gösterdiği tepkinin bununla da ilişkisi vardır, zira bu insanlar artan bir şekilde görünür olmuş, sokakta, işyerlerinde, yani kısacası kamusal alanda Kemalist zümrenin gözüne batmaya başlamıştır.

KÜRTLERİN ZORUNLU GÖÇÜ VE NEOLİBERALİZM

Bununla birlikte, daha önce de belirttiğim gibi, Kürtlerin zorunlu göçü, Türkiye’de neoliberalizmin başarısını mümkün kılan başlıca etmenlerden birisi olmuştur. Zira, büyük kentlere gelen Kürtler, her işte çalışmaya hazır bir şekilde güvencesiz ve ucuz emek arzını inanılmaz derecede artırmışlardır. Böylece, enformal taşeron ağları, belki de ihtiyaç duyacağından bile fazla bir şekilde ucuz ve güvencesiz emek ile dolmuştur. Bu emek arzı ile birlikte Türkiye’de üretim yapan yerli ve yabancı sermaye, dünya piyasalarında büyük bir maliyet avantajı yakalamıştır. Şöyle ki, uzun süredir “Çin geliyor, Çin geliyor” diye feryat figan içerisinde olan Türk tekstil ve konfeksiyon sektörü, dünya liginin ilk üç sırasındaki yerini bir türlü bırakmamaktadır. İhracat oranlarının sürekli artmasıyla, Türk firmaları Avrupa’nın en büyük tekstil ve konfeksiyon tedarikçisi olmuşlardır. Aynı şekilde, daha düne kadar boğaza köprü bile yapamayan Türk inşaat firmaları 2006’da Çin ve ABD’nin ardından dünya üçüncüsü haline gelmiştir. Türk mütahitlerinin yevmiyesi 50 TL’den kayıtdışı Kürt işçileri çalıştırmadan bu “başarıyı” yakalamaları, üzgünüm ama, mümkün değildir.

DEVLET SERMAYEDEN ALDIĞI BORÇLA KÜRDİSTAN’DAKİ SAVAŞI GERÇEKLEŞTİRDİ

* Kürt köylerinin boşaltılması, Kürtlerin zorunlu göçe maruz bırakılmasının Türkiye’de neoliberalizmin inşasını ve başarısını mümkün kıldığı saptamasıyla birlikte, bu süreçte sermayenin rolü nedir? Ayrıca bugün Türk sermayesinin, TÜSİAD gibi kuruluşların Kürt meselesinin çözümünde daha esnek yaklaşımı da göz önüne alırsak, nasıl bir değerlendirmeye gitmemiz gerekiyor?

* Bu çok önemli bir soru. Yıllardır aslında insanların kafalarındaki imaj şu: Mesele, devletle Kürtler arasındaki bir mesele ve de sanki Türkiye burjuvazisi köşesine çekilip bu mücadeleyi kenardan seyretti. Ve hatta, sermaye sanki zaman zaman devletten daha çok Kürtlere yakınmış gibi bir hava estirdi. Arada bir TÜSİAD’dan çıkan ses daha çok devlete daha demokratik olmasını öğütleyen bir tavsiye idi.

Benim düşünceme göre, Türkiye sermaye sınıfı devletle PKK arasındaki savaş ile ilişkilenirken iki baskın eğilim arasında kaldı. Daha doğrusu, sermaye sınıfının farklı kesimleri bu iki eğilimin mücadelesini yürüttüler. Birincisi, bu savaşın yaratacağı olanaklar karşısında, az önce bahsettiğim “niyetlenilmemiş sonuçlar” da dahil olmak üzere, ellerini ovuşturup nemalanmaya çalışma eğilimi. Yani, birincisi zorunlu göçün yaratacağı ucuz ve güvencesiz emek arzından nemalanma, ikincisi de savaş ekonomisinin yaratacağı muazzam kar hacminden parsa kapma.

Şunun unutulmaması lazım: Devlet, Kürdistan’daki savaşı Türk finans sermayesinden aldığı borç ile gerçekleştirdi ve de hala daha 1990’ların ortasında aldığı borcu ödüyor. Genelde Türk devletinin dış borç batağına düşmüş olduğu düşünülür, ama aslında devlet tam bir iç borç batağında. Devletin borçlarının büyük bir kısmı iç borçlar ve de bunların faizi dış borçlardan çok daha fazla yüksek. Bu sebeple, devlet sürekli olarak dış borç alıp, iç borçların faizlerini ödemeye çalışıyor. Bu borçların ana paralarının önemli kısmı da 1990’lardaki savaşın maliyeti. Bir başka deyişle, Türkiye’deki üretim yapan sermaye ile finans kapitalin belirli kesimleri savaştan önemli derecede nemalanmış oldu.

İkinci eğilim ise, savaşın getirdiği ekonomik istikrarsızlıktan duyulan rahatsızlık. Burda en önemli sebep sermaye akışının savaşın getirdiği güvenlik sorunları nedeniyle sekteye uğramış olması. Özel olarak da sermaye, buna uluslararası sermaye de dahil, Kürdistan’ın sermaye birikimine açılamamış olmasından şikayetçi. Bunun yanı sıra, özellikle Irak’ın işgalinden sonra, Irak’ın yeniden yapılandırılması adı altında ülkenin kaynakları yabancı sermaye gruplarına aktarıldığı zaman, bundan Türk sermayesi de ön sıralarda palazlandı ve Irak’ta, özellikle de Güney Kürdistan’da, yaklaşık 20 milyar dolarlık iş aldılar. Bu kesimler için de PKK’nin bölgeden çıkarılması ve sermaye birikimine uygun bir ortamın inşası önem kazanıyor.

Dolayısı ile, farklı sermaye gruplarının Kürt meselesi ile ilgili farklı çıkar ve kaygıları var. TÜSİAD’ın arada bir duyduğumuz “barışsever” ve “demokratik” sesi de, aslında çıkar gruplarından birisini temsil etmesinden kaynaklanıyor, diyebiliriz. Ancak ben genel olarak, sermaye gruplarının Kürt meselesi ile ilgili kendi çıkarlarını birebir devlete dikte ettirdiklerini düşünmüyorum. Daha ziyade, Kürt meselesinin yarattığı farklı olasılıkların hangisinin gerçekleşeceği üzerine farklı sermaye gruplarının bir mücadelesi, devleti manipule etme çabası vuku bulmuştur, denebilir. Dolayısı ile Kürt meselesinin ekonomi politik bir açıklaması, bu meselenin hem sınıfsal sonuçlarını, hem de devlet ile sermaye arasındaki ilişkileri nasıl etkilediğini anlamak için oldukça gerekli.

DEVLET ÜRKTÜ, SENDİKA BÜROKRASİSİ İLE ANLAŞTI

* Türkiye 89’daki kapsamlı grevin olduğu süreçlerde Kürdistan’da bir halk ayaklanması vardı. Türkiye’deki işçi sınıfı ile Kürt hareketi neden ortak bir paydada bulaşamadı? Kürt mücadelesi Türkiye cephesinde aslında kitlesel direniş ya da mücadele hareketini beklerken bunun çıkmaması nasıl yorumlamak lazım?

– 1989-93 işçi eylemleri Türkiye tarihindeki en büyük işçi eylemleri dalgası oldu. Zonguldak maden işçileri grevi ve büyük yürüyüşü ile alevlenen süreçte, 1.5 milyondan fazla işçi greve çıktı. Batı illerindeki kamu ve özel sektöre ait yüzlerce işyerinde geniş katılımlı ve uzun soluklu grevler gerçekleşti. Bu grevlerin Kürdistan’daki Serhıldan ile aynı zamana denk gelmesi, ki burada öznel faktörler dediğiniz gibi oldukça kısıtlı, dönemin hükümetlerini oldukça zor durumda bıraktı. Bir yandan, az da olsa bu iki hareketi ortaklaştırma eğilimleri oldu. “Zonguldak’ı Botan’a bağlayacağız” sloganı işçiler tarafından yükseltildi. Zamanın sendika önderi Şemsi Denizer devletin Kürdistan’daki tutumunu kınayan açıklamalarda bulundu. Bütün bunlar, yeterli olmaktan uzak olsa da, bu potansiyel tehlikenin farkında olan devlet geleneği için önemli işaretlerdi. Bu sebepten ötürü, iki ayrı cephede de mücadeleyi yürütmekte zorlanan ve de iki mücadelenin ortaklaşma ihtimalinden ürken dönemin hükümetleri, işçi grevlerini ulusal çıkarlar ve Körfez savaşı gerekçesi ile erteleyerek, işçilerin maaşlarına yüzde ikiyüze varan oranlarda zam yaparak ve sendika bürokrasisi ile anlaşarak işçi eylemlerini noktalamayı seçti.

Aslında, Kürt hareketi ile Türkiye işçi sınıfı hareketi arasında kendiliğinden bir ortaklaşma beklemek çok da doğru değil. Bunun gerçekleşmesi için Türkiye’deki işçiler arasında yeteri oranda çalışma yürütebilecek devrimci bir siyasi oluşumun varlığı gerekliydi. Kürdistan’daki mücadele ile bir ortaklığın kurulmasına öncülük edecek bir siyasi partiden bahsediyorum. Dolayısı ile soru, neden böyle bir parti o zaman yoktu ve de bunun inşası için gerekli adımlar Türkiyeli devrimciler tarafından zamanında neden atılmadı, atılamadı, şeklinde formüle edilse daha yararlı olabilir. Böyle bir parti olmadığı durumda da, işçi eylemlerinin Kürdistan’daki halk ayaklanmasına destek için bir kitlesel direnişe geçmemesi, hatta işçi hareketinin kendi talepleri etrafında bile olsa sönümlenmesi çok da şaşırtıcı değil. Buradan çıkarılacak ders de, gelecekte ortaya çıkması olası benzer koşullar için hazırlıklı olunması gerektiğidir.

PROLETARYA KÜRTLEŞTİ, KÜRTLER PROLETERLEŞTİ

* Eskiden Türk-sünni-erkek işçiler işçi sınıfının temel bileşeniydi. Bugün ise sizin ifadenizle “Kürtleşme”, Türk işçi sınıfını nasıl etkiliyor?

* Yukarıda da belirttiğim gibi, Türkiye’de proletarya Kürtleşti ve de Kürtler de savaş ve zorunlu göç ile birlikte proleterleşti. Zira zorunlu göç Türkiye tarihindeki en kapsamlı ve hızlı mülksüzleştirme ve proleterleştirme dalgası oldu. Bu Kürtleşmiş enformal proletarya, eskinin formal, sendikalı ve örgütlü işçi sınıfının yerini almış durumda – hem ekonomik hem de siyasi olarak. 1990’ların başındaki işçi eylemleri dalgası, neo-liberal saldırılara karşı, hak kayıplarına ve ücretlerdeki düşüşlere karşı bir direniş dalgası idi. Yani, yerinden edilmek istenen bir işçi sınıfının karşı koyuşu idi. Bu dalga, Kürt halk ayaklanması ile aynı zamanda gerçekleşmesinin de etkisiyle kısa süreliğine başarılı olmuş da olsa, nihayetinde sermayenin ve devletin galibiyetiyle sonuçlandı, zira yukarıda da söylediğimiz gibi bu hareketi Kürt Serhıldanı ile ortaklaştırmanın önünü açacak bir devrimci iradenin eksikliği vardı.

Ancak, 1990’ların ortasından itibaren Kürt enformal işçilerin siyasi öznelliği daha farklı şekillerde ve taleplerle inşa olmaya başladı. Zira, bu insanlar yeniden yapılanan bir ekonominin, bir şehir yapısının ve kentleşen Kürt hareketinin merkezinde yer alıyorlar. Neoliberal enformel esnek sermaye birikimi stratejisi ile birlikte, üretim dikey ve yatay olarak parçalanıp fabrikadan çıkarılıp mahallenin içine yerleştiriliyor; artık büyük tekstil fabrikaları yok, ama varoşlardaki her sokakta bir apartmanın 2. ya da 3. katı bir tekstil atölyesi olarak çalışıyor. Bu durumda, enformal taşeron ağları, sendikal mücadele için büyük bir handikap oluşturuyor, zira formal işçi sınıfı ortak büyük üretim mekanlarında ortak bir deneyim üzerinden kanuni mücadele alanlarını yitirmiş oluyor. Bu da tabii ki, solda ve sendika çevrelerinde büyük bir moral bozukluğuna yol açtı. Bu kısmen de haklı bir moral bozukluğu, zira teşeron ağlarının ve enformal ekonominin uygulamaya konuşu, sermaye için işçilerle olan mücadelesinde adeta yeni bir buhar makinesi gibi büyük bir icat.

VAROŞLARDAKİ İSYANIN ÖZNESİ KÜRTLERDİR

Bu, eski tip sınıf mücadelesi için, yani formal işçiler için büyük bir handikap oluştursa da, aslında devletin tam olarak kontrol etmekten uzak olduğu yeni bir mücadele alanını da işaret etme potansiyeli taşıyor. Metropollerin varoşlarında mekan bulan bu yeni enformal ve büyük ölçüde Kürt işçi sınıfı, yepyeni ve ciddi bir siyasi tehditin de embriyosunu oluşturmaya çoktan başladı. Varoşlar, devletin hiç bir zaman tam olarak kontrol edemediği, ne zaman patlayacağı ve aslında patlayıp patlamayacağı da, tam olarak bilinemeyen alanlara dönüşme yolunda. Dünyanın birçok yoksul gecekondu semti böyle, Türkiye’de de durum bu. Yıllardır “sosyal patlama” korkusu burjuva medyada ara ara dile getiriliyor. Bakınız, geçen hafta The Economist dergisi, Türkiye’yi Rusya, Çin, Malezya ve Filipinler gibi ülkelerle beraber 2010 yılında “sosyal isyan ihtimali yüksek oranda riskli” ülkeler arasında saydı. Kimdir bu olası isyanın öznesi? Kürtlerdir, Kürdistan’da karakol taşlayan Kürtlerdir, İstanbul’da araba yakan, Newroz’lara çıkan Kürt tekstil işçileridir.

DEVRİMCİ SOL VE KÜRTLER VAROŞLARA ÇEKİLDİ

* Peki geleneksel sendikal anlayışlar ve sol bu yeni durumun ne kadar farkında?

– Aslında, bu yeni siyasi potansiyeli Türkiye devrimci solu 1990’ların ortasından beri farketmiş durumda. Bu durumun ilk emareleri Gazi Mahallesi ve 1996 Kadıköy 1 Mayısı ile geldi. Gazi’de devlet mahalleye giremedi, büyük bir isyan gerçekleşti, Kadıköy 1 Mayısı’nda da varoşlar şehir merkezini bastı. Bu olaylardan sonra, Türkiye solunda gerçekten devrimci bir duruşu sergileme kararlılığındaki siyasetler de varoşlara çekildi. Bugün, henüz güçlü olmasa da, devrimciler varoşlarda yoğun çalışmalar yürütüyorlar. Kooperatifler, dernekler gibi çeşitli demokratik kitle örgütlerinde, varoşlarda mekan bulan yeni işçi sınıfını kendi ihtiyaç ve talepleri etrafında bir araya getirmeye ve dayanışma örmeye çalışıyorlar.

Benzer bir şekilde, Kürt hareketi de, özellikle DTP üzerinden varoşlarda yoğun bir siyaset yürütüyor. Bugün DTP çok önemli ve bir arada olunması gereken bir siyasi partidir. DTP, Kürt davasının ve demokratikleşmenin mücadelesini yürütüyor. Aynı zamanda, DTP, Kürt nüfusunun ve de Kürt hareketinin kentleşmesinin sonucu olarak ortaya çıkmış, tabanını işçi sınıfının en ezilen, en sömürülen ve en geniş kesimlerinden alan bir sol partidir. Dolayısıyla, Kürt enformel proletaryasını da kentlerde mobilize etme kapasitesine en çok sahip olan partidir. 300 bin kişiyi Kazlıçeşme’de Newroz’a taşımak hafife alınacak bir olay değildir.

Zira, devletin birbiri ardına gelen Kürt partilerini kapatmasının bir sebebi de budur, devlet bu partilerin kentlerin varoşlarını mobilize etme kapasitesinin farkındadır. 22 Temmuz genel seçimleri ve 29 Mart yerel seçimlerinde, DTP ve devrimci/sosyalist sol’un oluşturduğu seçim platformu bu açıdan çok önemli ve başarılı bir deneyimdir. Bin Umut Kampanyası ile 23 milletvekili meclise gönderilmiştir. Sebahat Tuncel İstanbul’un varoşlarından gelen oylarla cezaevinden, devletin elinden alınıp meclise yollanmıştır.

MİLLİYETÇİ ELEŞTİRİSİ ŞOVENDİR

* Bu durumda Kürt hareketine gerek liberallerden gerek ise bazı sol kesimlerden gelen milliyetçilik eleştirisini nasıl değerlendirmek lazım.

– Ben Kürt değilim, ancak devletin Kürtlerin toprağına ve kimliğine yıllardır saldırdığı koşullarda, Kürt milliyetçiliği yapmanın kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Ancak, bu eleştirinin asıl yersiz olduğu nokta şu: DTP bugün yalnızca Kürdistan’da değil, Türkiye’nin hemen her bölgesinde işçiler arasında sol politika yapan bir partidir. Bu işçilerin oyları ile meclise vekiller yollamıştır. Bu vekiller bir gecekondu yıkımı, grev, direniş, cinsel ayrımcılık ve baskı olduğunda, öğrenciler seslerini yükselttiklerinde, orada ezilenin ve sömürülenin yanında olmaya çalışıyorlar. Bunlar, meclise vekil yollayan ve işçi tabanı olan bir sol partinin yapması gereken şeylerdir. Bu türden eleştirileri yükselten liberal solcular ve aydınlar, çoğu zaman 1960’ların Türkiye İşçi Partisi’ni özlemle anarlar. Ancak, DTP bugün TİP’in yaptıklarından hiç de geri kalmayan bir sol mücadele yürütmektedir. Türkiye’nin hemen her bölgesinde faaliyet yürütmekte, işçiler arasında siyaset yapmakta, TİP ile aynı bölgelerde benzer oyları almakta ve TİP ile benzer sayıda milletvekiline sahip olmaktadır. Bu bağlamda, TİP’e sahip çıkan ama DTP’yi “milliyetçi olmakla” eleştiren bir mantalitenin liberal ve şoven olduğunu düşünüyorum. Bu, kendini solcu olarak niteleyen sosyal şovenler arasında sıkça alıcı bulan bir söylem: “Kürtler milliyetçilik yapıyorlar, milliyetçilik kötü bir şey, o yüzden onları desteklemiyorum”. Hayır, sebep bu değil, şoven oldukları için DTP’yi desteklemiyorlar, buna da “milliyetçiliğin her türlüsüne karşıyım” kılıfı örtüyorlar.

ERDEM YÖRÜK KİMDİR?

Erdem Yörük ABD’deki Johns Hopkins Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktora çalışmalarını yürütmektedir. Tez araştırma konusu refah devleti ve toplumsal hareketler üzerinedir. Özel olarak, Türkiye refah sisteminin, devletin Kürt hareketi ve işçi hareketini bastırma ve bir yandan da harekete geçirme çabalarının bir sonucu olarak ne ölçüde dönüşüm geçirdiği üzerine çalışmaktadır.

İzmir doğumlu olan Erdem Yörük, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki lisans ve yüksek lisan eğitiminin ardından doktora çalışmalarına devam etmektedir.

Kaynak: İSMET KAYHAN -ANF 09:10 / 01 Aralık 2009

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments