ANNA Karenina’ya, Werther’e, Graziella’ya ve Kamelyalı Kadın diye bilinen Marguerite Gautier’ye ağladığım günler çok gerilerde kaldı. Yeni yetme zamanlarımızın duygu seli içinde varlığımıza sindire sindire okuduğumuz romanlardır onlar. Madam Bovary’yi unuttun diyeceksiniz. Madam Bovary’le tanıştığım günlerde yaşım ileriydi, artık ağlamıyordum. Tantanalı ama kısacık bir yaşam sürmüş olan Marguerite’in dramı belleğimde bozulmadan durur. Ama onun serüvenini yalnız bir kere okudum nedense. Oysa Madam Bovary’yi neredeyse ezberlemişimdir. Geçenlerde bir sahafta La dame aux camélias’yı (Kamelyalı Kadın) buldum.
Eli yüzü düzgün, ciltli, üzerinde herhangi bir tarih olmayan eski basım bir kitaptı.On ya da on iki yaşlarımın duygularını verecek miydi bana? Marguerite Gautier tıpkı Madame Bovary gibi gerçek bir kişiliktir. İkisinin ortak yanı çok acı çekmiş ve erken ölmüş olmalarıdır. Ölümleri birbirine benzemez: biri bilindiği gibi intihar ederek ölmüştür, öbürü veremden ölmüştür. Madame Bovary’nin gerçek adı Eugene Delamarre’dır, Marguerite Gautier’ninki Marie Duplesis’dir.
Kamelyalı Kadın’a önsöz olarak Jules Janin’in Mademoiselle Marie Duplesis adlı yazısı konmuş. Jules Janin bu duygu dolu yazısında Kamelyalı Kadın’ı nasıl tanıdığını ve hatta onunla tanışırken Lizst’le birlikte olduklarını, Lizst’in kadına hayran olduğunu anlatıyor: “Yalnız büyük bir sanatçı değil aynı zamanda güzel konuşan bir adamdı. Tıpkı kadınlar gibi bir fikirden bir fikre geçerek ve fikirlerin en çelişkililerini seçerek konuşmayı biliyordu.” Bir tiyatroda raslantıyla karşılaşmışlar bu güzel kadınla. “Lizst ve ben şaştık kaldık” diyor Jules Janin, “bizim oturduğumuz banka geldi teklifsizce oturdu”. Jules Janin bu güzel kadını güzel gözleriyle her şeyi aydınlatan bir kadın olarak anlatıyor. Alexandre Dumas Fils’in La dame aux camélias romanına gelince, onda neyin ne kadar gerçek olduğunu kestirebilmek doğal olarak çok zor.
Benim en çok ilgimi çeken, romancının bir sahneyi gerçekten yaşamış gibi ayrıntılı anlatması oldu. Bazı şeyler vardır ki hep gözümüzün önünde oldukları için onları gözlemlemek çok zor değildir. Ama burada tüyler ürpertici bir olayın gözlemi sözkonusudur. Nasıl mı? Marguerite’e sırıl sıklam aşık olan Armand Duval sevdiği kadının son demlerinde yanında olamamıştır. Onu son bir kere görmek ister: ölüsünü görürse onun öldüğüne inanabilecektir. Tantanalı bir yaşam sürmüş olan alt sınıftan bu kadının, bu eşsiz fahişenin beş yıllık geçici mezardan kalıcı mezara taşınması için girişimde bulunur. Mezar açıldığında romancı da oradadır. Şöyle anlatıyor olan biteni: “Tabut meşedendi, adamlar örtü işini gören üstteki taşı kaldırmaya giriştiler. Toprağın nemi vidaları paslandırmıştı, bu yüzden tabutu açmak kolay olmadı. Tabutun içine kokulu otlar serpilmiş olmasına karşın ortalığa berbat bir koku yayıldı. (..) Mezarcılar bile geriye sıçradılar. Beyaz bir kefen cesedi örtüyordu, bu arada bedenin bazı kıvrımlarını ortaya koyuyordu. Kefen bir ucundan hemen tümüyle yenmişti, ölünün bir ayağını açıkta bırakıyordu. (..)Görülmesi korkunç olduğu kadar anlatması da korkunç. Gözler iki delikten başka bir şey değildi, dudaklar yokolmuştu, beyaz dişler sıkı sıkıya birbirine kenetlenmişti. Uzun kara ve kuru saçlar şakaklara yapışmışlardı ve yanakların yeşil çukurlarını örtüyorlardı. Bununla birlikte bu yüzde vaktiyle sık sık gördüğüm o beyaz, pembe, sevinç dolu yüzü görüyordum.”
Benim kafama takılan şu oldu: Alexandre Dumas Fils bu korkunç sahneyi imgeleminin gücüne dayanarak tümüyle kurgusal bir çerçevede mi kaleme almıştı, yoksa bu bir gözlemin mi sonucuydu? İlle Marguerite’in cesedini görmüş olması gerekmezdi, ama onun mezardan çıkarılmış bir ölüyü sanki görmüş olması gerekirdi. İşte bu noktada bizim izleyici olarak gözlemleme gücümüz sanatçının görü’sü karşısında durup kalıyor. Kurgulamada gerçekçilik adına gerçek anlamda bir tehlike vardır: insan somut bir yaşam gerçeğini yanlış anlatabilir. Bu gibi anlatımlarda kurgudan çok deneye gereksinim duyulur. O kadar canlı bir görünüm çiziyor ki romancı, bunun basit bir kurgulama olduğunu söyleyemiyoruz. Öte yandan böyle bir deneyimin kolay kolay da yaşanmayacağı kesin. Sanatçının imgelemi gelir bir noktada kalıverir. Böyle bir konu oldu mu hemen Flaubert aklıma gelir: Madam Bovary’nin ölümünü en gerçekçi biçimde anlatabilmek için elinden gelse aynı zehirden içecektir. Ama şu da söylenebilir: gerçekçilik olayları ve nesneleri gerçeğe en uygun biçimde çizmekle mi yoksa insan gerçeğini herhangi bir biçimde doğru olarak sunmakla mı gerçekleşir? Ben bunlardan birinden vazgeçebileceğimi sanmıyorum. Romancı “Mezarı açtılar ve Armand da çok kötü oldu” diye işi geçiştirse daha mı iyi olurdu?