YAŞAMIN en doğru yerine yerleşmişlerdi. Hiç ödün vermediler. Aşklarında bile oyun oynamadılar. Aşkları her zaman bir açmazda kuruyup gitmiştir. “Bu mu benim kendimi adayacağım varlık?” dedilerse hiç şaşmam. “Bu kendine en uygun olanı elde etmek için her güzelliği kötüye kullanmaya hazır varlık?” Bununla birlikte kimseyi suçlamadılar. Yaşamın adsız kahramanlarıydı onlar. Her türlü çirkinlikle savaştılar. Rahat, dingin, hoşnut görünüyorlardı ama değildiler. Yüklendikleri acılar elbette ruhlarını ve bedenlerini alabildiğine zorluyordu.
En büyük sıkıntılara en çok katlanmak zorunda kaldılar: ihanetin acısı kinin acısı gibiyi. Yaşadıkları baskıların gelecek zamanlara güç vereceğini, gelecekteki insanın daha da insanlaşmasını sağlayacağını, kanların, yalanların, küçülmelerin ötesine geçmiş bir insanlığa gidişte bir itici etken oluşturacağını biliyorlardı. Güçlerini hep bu duygudan aldılar. Her anlamda bir yıkışma özelliği gösteren yaşamlarında bir gün bile mutluluğun izlerini sürmediler, çünkü mutlu olmak için dünyaya gelmiş olmadıklarını biliyorlardı.
Çoklarının bir lüks olarak yaşadığı yalnızlık onların vazgeçilmez temel yaşam biçimiydi. Bütün bir insanlığa açılırken kendini yalnız duymanın bir kaçınılmazlık olması çelişkili de olsa bir gerçekti. İnsanın insanlık adına kendi bencil heyecanlarından vazgeçebilmesi diye tanımlayabileceğimiz bu özel durum kimilerinin sandığı gibi onların ruhuna çok şeyi aşmış özel insan duygusallığı katmaktan uzaktı. Onlar bir tür başka türlü olamamak ya da başka türlü yapamamak gerçeğini yaşıyorlardı. Bu yüzden çoklarıyla ters düştüler, çok zaman en yakınlarıyla bile çekişmek zorunda kaldılar. İzlendiler, suçlandılar, aşağılandılar. Yaşamın alan gitti alan gitti biçiminde yağmalandığı koşullarda onlar kendilerine bir çöp bile almadılar: elde ettikleri küçücük şeyler alın terlerinin ürünüydü. Birileri yüz üzerinden bin beş yüz kaldırırken onlar çok zaman gündelik yaşamlarını bile zor götürebildiler. Uzaktan kibirli insanlar olarak göründüler. Kesinlikle kibirli falan değillerdi. Onurlu oldukları doğruydu ama gururlanmak denen şey onları küçültürdü. Yüzlerindeki acılar hainliklerden, yalan yanlış aşklardan, sözde dostluklardan, ikiyüzlülüklerden, küçüklüklerden, bayağılıklardan, uydurma birlikteliklerden arta kalmış bir küskünlüğün resmini çiziyordu. Ama bu onlara hiçbir zaman özel insan duygusallığı katmadı, çünkü onlar ayrıcalı ya da apayrı insan olmayı değil insanlardan biri olmayı, bir insan olmayı istemişlerdi. Bunu elbette birilerinin kıskançlıktan beslenen alaycı bakışları, burun kıvırmaları, temelsiz suçlamaları karşısında bile pek güzel başardılar. Her şeyi kendinden ödemek kolay değildi: çoğu çok genç öldü.
Olmak ve sahip olmak herkesin dünyasına renk renk yalancı güzellikler katarken onlar kendilerine sunulanı da almadılar: gönül zenginliğinin dışındaki bütün zenginliklerden korkuyorlardı. Zenginliğin yaratacağı felaketin ne biçim bir şey olduğunu biliyorlardı. O yüzden dünya nimetleri karşısında isteksiz göründüler, haklarını savunmakta yetersiz kaldılar. Zaten kimseden bir şey isteyememek gibi bir gariplikleri vardı. Kendilerinin olanı bile almakta isteksizdiler. Ödüllere, anma toplantılarına, törenlere gülüp geçtiler. Kesindiler ama katı değillerdi: sert görünümlerinin altında oyuncağı kırılmış bir yoksul çocuk duygusallığı yatıyordu. Her şeye karşın gülmeyi, en azından gülümsemeyi biliyorlardı: içlerinde kalan çocukluğu çok iyi korumuşlar, derinlerde bir yerlere gizlemişler, öldürmemişlerdi. Bu tutarlılık içinde kimselere özenmediler. Kimseyle bir alıp veremedikleri yoktu. Birileri onlarla durmadan uğraştılar. O birileri şunu demek istiyorlardı: bunların varlığı bizim küçüklüklerimizi apaçık ortaya koyuyor, bu yüzden bu gibi insanlara yaşam hakkı vermemek gerekir.
Onları tanımalıyız. Shakespeare’in acısını, Spinoza’nın sessiz direnişini, Descartes’ın korkularını, Kafka’nın ölümsü çaresizliğini, Baudelaire’in uyumsuzluklarla gelen bunaltıcı açmazlarını, Sokrates’in ölüme meydan okuyuşunu, köle Epiktetos’un işkence makinesinde bacağı kırılırken gösterdiği alaycı dinginliği tanımalıyız. Epikuros’un işgal altındaki bir toplumun acılarını dindirmek açısından insanlara hazları önerişini anlamalıyız. Flaubert’in öfkesini, Balzac’ın sıkıntılarını, Nietzsche’nin en yakınından gördüğü eşi bulunmaz ihaneti, Chopin’in koyu koyu özleyişini, Beethoven’in mutlak kimsesizliğini, Çehov’un küçüklüklere ve bayağılıklara hem katlanan hem meydan okuyan acılı dünyasını, Dostoyevski’nın ölümle burun buruna gelişini, Rousseau’nun korkularını, Mozart’ın savaşımını kavramadan gerçek insanın ne olup ne olmadığını kestirebilmek zordur.