“Pek az iş sisyphos’un işkencesine sonsuza kadar tekrarlanan ev işleri kadar benzer. Temiz olan kirlenir, kirlenen temizlenir, tekrar ve tekrar, gün be gün. Ev kadını, zamanın dışındadır. O hiçbir şey yapmaz; sadece şimdiyi sürükler.”
Simon De Beauvoir [1]
Kadınların siyasette özne olmasının zorunluluğu, başta siyaset çevrelerince ve özellikle diğer kadınlarca anlaşılagelen biyolojik cinsiyetlerinin belirlenimini sonucu olduğu yönündeki görüşleri aşan bir durumdur. Sadece biyolojik determinizme indirgenmiş kadın figürünün diğer kadınların yanında yer almasını “kendiliğinden” bir sürece bırakmak başta feminizmi, kadın hareketlerini ve diğer tüm özgürlük ve hak mücadelelerini çeşitli handikaplar içine sürükleyecektir.
Siyaset sahnesinde yer alan aktörlerin seksüel açıdan kadın olanlarına baktığımızda Thatcher’den Çiller’e hiçbir örnek kendi cinslerine yönelik olumlu bir adım atmayı bırakın, kamusal alanda kendilerine biçilen rol gereği kan kusturmuşlar ve piyasacılığın, ferdiyetçiliğin ve milliyetçiliğin önünü açmışlardır. Patriyarkanın ekonomik, siyasal, kültürel ve hukuki alanda zapt ettiği kalelerini güçlendirmek için sadece erkek olmak da gerekmemektedir. Eril düşünüş kalıplarına sahip kadınlar da patriyarkaya sonsuz yeteneklerini ve hizmetlerini sunmaktadır. Kadınların lehine girişilecek tüm eylemliliklerin ilk şartı ve kazanımlar elde edebilmenin ilk yolu hemcinsten (ve de karşı cinsten) yoldaşlarınca “içselleştirilmiş” samimiyet ve feminist perspektife sahip olmaktan geçer. Politik özne olarak kadınların kadınlara dokunacağı iyiliklerin önü de bu sayede açılabilecektir. Günümüzde tüm siyasi hareketlerde ve emek eksenli hareketlerde görülen sinizm, feminizmde ve patriyarkaya karşı açtığı savaşta kadınların politik özne olma mücadelelerinde de kendini göstermiştir. Başta sol aktivizmin ve feminist aktivizmin ağırlıklı olarak kurumsal alanlar içinde kaldığı gerçeği, kadın sorununun “durumu görece iyi olan kadınların, yardıma muhtaç kadınların sorununa eğilmesi” olarak algılanmasına neden olmaktadır. Bu yaklaşımların feminist aktivistlere vurabileceği en büyük darbe, hareket içindeki öznelerin, dolaylı olarak elitizme kayma tehlikesine yol açmasıdır. Savran’ın Feminist Politika dergisinde ki yazısında belirttiği üzere, kadınların yapması gereken ataerkinin kadınlara ve tüm toplum kesimlerine yüklediği sorunlara sadece ve sadece kadın olarak bakmanın ötesinde feminist bir kavrayışın gerekliliklerini yerine getirmektir: “Feminist politika, kadınların kendi kurtuluşlarının öznesi olmalarının yolunu açmak zorunda… Feministler olarak, kendimizden daha az özgürleşmiş, daha az ‘aydınlanmış’, daha çok ‘mağdur’ olduğunu varsayılan başka kadınları özgürleştirmeye, kurtarmaya soyunmadığımızı; kendimizi de ezilenler tarafında gördüğümüzü, kurtuluşumuzun ancak hep birlikte olacağını bugüne kadar söyleyegeldik”.[2]
Politik özne olma hali kadınlar açısından siyasal temsilde yaşanan sorunları aşarak toplumun kılcal damarlarına işlemiş ekonomi-politik süreçlerle yakından ilişkilidir. 1960’ların sonunda yükselen ikinci dalga feminizmin odak noktasını ev içi karşılıksız emeğe çevirmesi ile birlikte kadınların kanayan başka bir yarasının ifşa edilmeye başlandığını hepimiz az çok biliyoruz. Marksist solun argümanına girmesine rağmen detaylandırmakta zorluk çektiği “ev içi karşılıksız emek” ve başta “dünyayı yeniden yaratan erkek işçiler” olmak üzere “hayatı yeniden yaratan” kadın emeğine el konulması sorunu, ikinci dalga ile solun ve sağın siyasal aktörlerinin gündemine itile kakıla bile olsa dâhil edilebilindi. Ne var ki, ev içi emek ve el konulan kadın emeği, ekonomik “biriciklik” içinde olmayı çoktan geride bırakmıştır. Kapitalist patriyarkanın, “cebir” ve “zecir” uzuvlarını sonuna dek kullanarak kontrol altında tuttuğu kadın bedeni üzerinde kurulan tahakküm ile yakından alakalı olup, erkek egemen hukuk ve siyaset ile değil, toplumsal yaşamdaki biçimsel olmayan ilişkiler ağlarında yaratılan eril kaidelerle de denetime tabi kılınmaktadır. Üzerine bindirilen yüklerle birlikte kadının politik özne olabilmesi, seçmek zorunda bıraktırılmış ve mekânsal ve statüsel ayrıştırmayla yoksunlaştırılmış bir kadının gayri iradi şekilde politik bir safta yer alması olarak da karşımıza çıkmaktadır: Kocasının dayatması ile kocasının yandaşı olduğu partiye oy atması gibi. Burada altı çizilmesi gereken yer, kadının ev içi emeğine el konulmasının yanında genel siyasetteki “belirleyiciliğine” el konulması meselesidir. Zaten patriyarşi dediğimiz sistem, kapitalizmin öncesinde yer alan kadim bir hiyerarşik temele dayanır. Ve bu hiyerarşi, toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü üzerinde kendini var ederek, kadınları kamusal alandan özel alana itmeyi başarmayı sürdürmektedir. Patriyarşinin zaman dilimini pre-kapitalist içinde değerlendirilmesi, emek-sermaye çelişkisinden farklı bir üretim tarzını feminizm içinde çağrıştırmaktadır. 1970’lerde sıkça kullanılmasına rağmen 1980’lerde yürütülen tartışmalar sonrası patriyarka kavramı kapitalizmin tarihsel bir defo olarak aldığı, kendi üretim ilişkilerine göre yeniden tanzim ettiği ve işgücü piyasasından toplumsal tüm kurumlardaki eşitsizliği devam ettirmek için araçsallaştırdığı yönünde hâkim görüşler ortaya çıkmıştır.
“[M]ülk sahibi kapitalist sınıfsal olarak patriyarkal toplumsal yapıları devralmış ve bunlardan yararlanmıştır, ancak bu yapıların hepsi kapitalizm için gerekli olmayabilir. Açıktır ki, (…) tecavüz, dayak, klitoris sünneti ve başka cinsel şiddet biçimleri (…) kapitalizme özgü değildir. Ancak bu pratiklerin büründüğü tarihsel biçimler ve bunların günümüz dünyasında birçok kadına karşı kullanılması da kapitalizmden bağımsız değildir.” (Hennesey/Ingraham)[3]
Görüldüğü üzere ilkel komünal toplum zamanından bugüne eril işbölümüne tabileştirilen kadın, ataerkinin boyunduruğundan kurtulamayacağı müddetçe, patriyarka kavramı da feminist literatür içinde kapitalizmin emek-sermayeden çelişkinin diğer boyutu olan sosyal, iş, aile-içi, sevgili,… gündelik yaşamın işleyişini betimlemeye devam edecektir.
Ev içinde kadının karşılıksız emeğine fiziksel ve mekânsal yakınlıktan ötürü ilişki içinde olduğu bireylerce sistemli biçimde el konulması, bir “değer” sorunudur. Üretilen bu değerin üretimi ve dolaşımı, bildiğimiz anlamda bir metanın dolaşımıyla teknik açıdan aynı olmasa bile özünde benzerlikler taşımaktadır. En basit ve aşikar olduğumuz, çoğu kişinin severek yapmadığı ve sonunda analara, eşlere, kız evlatlara kalan ütü yapmak başlı başına bir hizmettir, dolayısıyla da bir değerdir; diğer fertlerce de (koca, çocuklar, aile büyükleri,..) bu hizmet ücretsiz olarak alınmaktadır. Kısacası kadının ütü başında harcadığı hizmete el konulması beraberinde ütü ve diğer hizmetleri yerine getirirken harcadığı zamana da el konulmasına neden olmaktadır. Ev içine kapatılmış bir kadının, ev içi işlerde harcadığı zaman bildiğimiz anlamda mesai saatleri olarak algılanmadığı ve kadının, diğer aile fertlerinin gündelik yaşamı ile harcanan emek-zaman birbirine karışarak giriftleşmesi ev içi işlerin niteliğini gizler. Enformel patriyarşik ağların dayattığı başka bir kural ise bu işlerin kadının asli görevlerinden olduğu ve koca-çocuk sevgisi ile “karşılıksız” yapıldığı yönündeki manipülasyonudur. Bahsettiğimiz bu “zaman” sadece mikro alanlar içine hapsolmuş kadınların el konulan zamanı değildir. Uzun erimde değerlendirildiğinde (kapitalist/) patriyarkayı her dakika yeniden üreten çeşitli politikalara da hizmet etmektedir.
“Ev kadınlığı” sıfatı, yukarıda belirtmeye çalıştığımız erkek egemen söylemin ve yaşam anlayışının kadınlar üzerinde yarattığı tahribatı “yumuşatma” görevini yerine getirir. Hali hazırda patriyarşinin intikal eden değerler bütününün sirkülasyonu ev kadınları olarak adlandırdığımız, gerçekte “ev emekçisi” olan sınıf tarafından sağlanır. Marksist analizlerin tam da bu noktada sağladığı fayda, ev içi dediğimiz sınırı çizen aileyi tüketim birimi yanında üretim birimi olarak da analiz etmesiydi. Böylelikle sosyolojik analizler sınıfsal analizlerle buluşabilmekteydi. Ev emekçiliği sorununu tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de erkek dilini kullanan iktidar çevreleri ev kadınlığını “iffet”, “edep” ve “vefa” gibi kavramlarla öykünülecek hale getirdi. Halen daha çoğunlukla kırsal kesimde yahut kentlerin gettolarında yaşayan, özellikle genç kadınların kavuşmak istediği pozisyon orta sınıf ev kadınlığıdır. Ev kadınlığı sadece kadının namus gibi soyut değerlerin bahanesiyle bedenini-emeğini kontrol altına almakla kalmamaktadır: Ev kadını olarak kodladığımız kadın emekçi sınıfı, kapitalist patriyarşinin sadece emek-üretim-zaman gibi konularında değil, cinsellik aracılığı ile de eril denetime tabidir. Batı tipi evrensel değerler arasında sayılan -erkek egemen heteroseksüel tek eşliliğe- dayalı evlilik kurumu, cinsellik ve gebelik yolu ile beden üzerinden denetimini ve tahakkümünü sürdürmeye devam eder. “Fallus”un azgın iştahı çocuk dayatmasında bulunarak, kadını işgücü piyasasından ve gündelik yaşamın akışından mahrum bırakır: Ataerkil düzenin kadının ücretli emeğine karşı çıkışı, kadının cinselliğine ve namusuna ve erkeğin şerefine yönelik algılanan tehditten kaynaklanır. Kadınların çalışmasını ve çalışabilecekleri iş çeşitliliğini büyük ölçüde kısıtlar. [4] Rakamlara bakıldığında durumun vahameti ortadadır: 1990’da kırsal kesimde yaşayan kadınların %52’si istihdama katılırken, bu oran 2004 yılında %30,9’a düştü. Bu oran kentte %17,1 oldu. Türkiye genelinde erkeklerin %71,9’u, kadınların ise sadece %25’i işgücüne katılmıştır. [5]
Sayısal ya da kategorik olarak örneklerini arttırabileceğimiz bu durumlar, Connell’in “Toplumsal cinsiyet ve İktidar” (Gender and Power) kitabında belirttiği üzere, kadınlarla erkekler arasındaki ilişki “emek”, “iktidar” ve “arzu” temellerinde şekillenir. [6]Devlet bürokrasisini de içine kattığımızda, ailede, sokakta ve fabrikada işleyen tüm ritüeller de eril otoritenin “cinsiyet rejimleri” yoluyla kadınları ya işgücü piyasasından dışladığını ya da damızlık organizma olarak kullandığının tekrardan altını çizmekte fayda var. Kısaca ekleyebileceğimiz yeni husus ise, kadınların ev içi emeğine belirli bir ücret ödemeden el koyarken bu durumun daimiliğini yalnızca aile kurumu ve tek tek sokaktaki erkeklerin sürdürmediğidir. Toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki tayin edici diğer etken iktidardır: Otorite, denetleme ve tahakküm aygıtlarını kullanan bu yapının önemli özelliği kurumsallaşmış olmasıdır. Kapitalizmden bile önce “devlet”in eril güce atfedilen referanslarla kurumsallaştırıldığını ve günümüz devletinin tüm ideolojik ve baskı aygıtlarının bu eşitsiz-hiyerarşik ilişkiler silsilesini sürdürmek için yeniden üretildiğini yakından biliyoruz. Refahın, verginin, kârın ve güvenliğin ve bunları sağlayacak aktörlere verilen “suflelerin” ve “rollerin”, kadınların güçsüzlükleri ve naiflikleri dolayısıyla erkeklere bağımlı olduğu şeklindeki fikriyatlar üzerine inşa edilmiştir. Ordu, polis gibi kolluk kuvvetlerini, “iş adamları” kulüplerini ve derneklerini örnek olarak verebiliriz. Eril iktidarın düşünüş kalıplarında rastlanan “zayıf, kırılgan ve sulugöz” kadınları maddi-manevi koruyacak “güçlü, mert ve soğukkanlı” “rambo”lara ihtiyaç vardır. Bu durum sadece kamusal alanın çeperleri içerisinde kalmayıp sinema, müzik ve diğer tüm estetik, kültürel alanlara sıçramıştır. Kadın bedeni fiziksel (zaman zaman patolojik sonuçlar doğurabilecek kadar fiziksel!) baskılardan kurtulsa bile yaşamın diğer alanlarındaki görsel, işitsel ve ilişki biçimlerinde açığa çıkan baskılar tarafından kıskıvrak yakalanmaktadır. Bir kadın fabrikadaki yahut iş yerindeki erkek ustabaşının veya müdürünün olumsuz davranışlarını atlatabilse de, sokaktaki, toplu taşımadaki bir erkeğin sözlü, elli tacizine maruz kalabilme ihtimali her zaman vardır. Böylelikle kadınların birçoğunun işgücü piyasasına, sosyal yaşama katılma istekleri, belirli fırsatları sağlamış olmalarına rağmen eril zihniyetin yaklaşımından ötürü bertaraf edilmektedir.
Sonuç olarak ev içi işlere gömülmek zorunda bıraktırılan kadının, ev kadını olmanın çok çok ötesinde “ev emekçisi” olarak ürettiği değere el konulması gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Ve işyerindeki işçilerin emeğine el konulma biçimleri kadar sert, kimi zaman insanlık-dışı yollara başvurularak gerçekleştirilmektedir. Ancak ekonomi-politik olarak tanıtladığımız sömürü ve sömürü sonucunda el konulan ev içi karşılıksız emek değerine, sadece erkek eşler, büyükler ve çocuklarca değil, (komik gibi görünse bile trajik bir hal) kaynana gibi eril vasıfları barındıran kadınlar tarafından da el konulmaktadır. Buraya sığdıramayacağız ancak dolayımsal niteliği açısından söylememiz gereken üst-orta sınıf kadınların kapıcı eşleri başta olmak üzere alt-sınıf kadınların emeğini satın alması sömürünün cinsiyetlere indirgenemeyeceğini işaret etmektedir. Patriyarşinin kapitalizmle olan eklemlenebilirliği bu yüzden mümkün olmaktadır: Hiyerarşik ve eşitliksiz gelişen, toplumsal cinsiyet ekseninde biçimlenen sosyal ilişkilerin oluşturduğu çelişkilerin kapitalizme kattığı sınırsız faydalardan ötürü. Kadın bedeni halen daha eril iktidarın anlam değerlerinin savaşına tanıklık etmektedir. Bu bakımdan salt ekonomik veya salt toplumsal olmayarak siyaset-ekonomi ikiliğini ilgilendiren tüm ihtilafları taşımaktadır. Kapanmak, açılmak, zayıflamak, … Erkek egemen siyasetin ve iktidar ilişkilerinin “ev içi emeğine” el koyduğu kadın, ev dışına çıkabilme ihtimaline sahip olsa da sadece “kadınlık vasfı” ile ayakta kalmayı sürdüremeyeceği açıktır. Tam da burada, feminizmin, yani teorik bir hatta kadının beden ve emek sürecini patriyarşiden kurtaracak, kadınların kolektif kurtuluşunu sağlayacak politikaların kadınlarca benimsenmesi ivedidir. Ancak bu sayede geçici ve çelişkileri öretecek değil, sönümlendirecek adımlar atılabilir.
Kaynakça:
[1] Gül Özyeğin,”Başkalarının Kiri”, İletişim Yayınları, İstanbul,2005.
[2]Gülnur Acar Savran, “Feministler, Kadınlar ve Politik Özne Olmak…”, Feminist Politika Bahar Sayısı, No. 2, İstanbul, 2009.
[3]Gülnur Acar Savran, “Kadınların emeğini görünür kılmak: Marx’tan Delphy’e ufuk taraması” içinde “Beden Emek Tarih”, s. 40, Kanat Yayınları, İstanbul, 2009.
[4] Gül Özyeğin,”Başkalarının Kiri”, s. 23, İletişim Yayınları, İstanbul,2005.
[5] Yurdagül Şimşek, “Kadınlar Eve Hapsediliyor”, Radikal Gazetesi, 25 Ocak 2006.
[6] R. W. Connell, “Toplumsal Cinsiyet ve iktidar”, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998.
Kaynak: Sendika.Org