Cinsellik, günlük pratiklerimizden devletle ilişkimize, isyan ettiğimiz baskılardan içselleştirdiğimiz fikirlere, hayatımızı her alanda belirlemeye devam ediyor. Peki cinselliği konuşma ve siyasallaştırma koşullarımız neden bu kadar kısıtlı?
“Bedenimiz ve biz; bedenler iktidar ve kimlik haritalarıdır.”
Donna Haraway
Feminizm, bir iktidar analizi, bir kimlik siyaseti ve bir toplumsal hareket olarak Türkiye’nin son 20 yılına damgasını vurdu. Farklı kesimlerden gelen kadınların özgün deneyimleri, mücadeleleri ve söylemleriylegün geçtikçe kendi içinde zenginleşen, artık kimsenin görmezden gelemediği bir olgu olarak karşımızda duruyor.
Gerçi Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da etkin bir ses, örgütlü bir hareketmiş ama toplumsal bir hafıza kaybına uğrayarak, bu geçmişi tarihten silmişiz. Artık yeni tarihler yazıyor, o günleri hatırlamanın ve hatırlatmanın yollarını arıyoruz. Yakın ve uzak kadın tarihini yeniden yazarken üzerinde nispeten az durulan bir konu var: cinsellik. Hiç birimiz kadın ve erkek doğmadığımız gibi cinselliği de biyolojimiz dayatmıyor. Toplumsal cinsiyeti olduğu kadar cinselliği de toplumsallaşma sürecinde öğreniyoruz. Tabii ikisi birbiriyle yakından ilişkili. Toplumsal cinsiyet farklılaşmasının merkezinde cinsellik duruyor. Erkek egemen görüş, kadınların cinselliğini bastırıyor, erkeklerinkini ise kışkırtıyor. (1) Adet görmeye başlayan genç kızlar utanç duyup bunu gizlemeye çalışırken, erkekler için yedi düvele duyurulan sünnet törenleri yapılıyor. Genç kızların bekareti, aileler, okul müdürleri, mahallenin erkekleri, polis ve yasalar tarafından sıkı sıkıya denetim altında tutulurken erkekler için bekaret bir eksiklik veya utancı ifade ediyor. Bu liste çok uzun ama çıkan sonuç çok net. Cinsellik, günlük pratiklerimizden devletle ilişkimize, çocukluğumuzdan yaşlılık günlerimize, isyan ettiğimiz baskılardan içselleştirdiğimiz fikirlere, kadın-erkek ilişkilerinden kadınların birbirleriyle ilişkilerine kadar hayatımızı her alanda belirlemeye devam ediyor. Peki cinselliği konuşma ve siyasallaştırma koşullarımız neden bu kadar kısıtlı?
“Bedenimiz bizimdir” ve kadın hareket “İktidar ve kimlik haritaları” olan bedenlerimiz feminist politikaların birçok anlamda merkezinde duruyor. Türkiye’de de dayağa karşı kampanyada, cinsel tacize hayır (mor iğne) kampanyasında, fahişelere yönelik tecavüzde ceza indirimi öngören 438. maddeye karşı kampanyada hep bedenlerimizde buluştuk. “Bedenimiz bizimdir” 1980’lerin sonunda popülerlermiş bir slogan. Yani ondan önce kadınların bedenlerine dair bu derece net bir sözleri bile yok. En azından ortak bir söz yok. Halbuki bu kampanyalarda üretilen sloganlar ve politikalar son on yılda Türkiye’deki
kadınların hayatlarında çok önemli bir yere oturdu.Artık kadınların büyük çoğunluğu Mor Çatı’dan, Kamer’den haberdar. “Haklı şiddet yoktur” içselleştirilmesi zor da olsa en azından tanıdık bir söz.
“Cinsel taciz” de hepimizin bildiği, sık sık kullandığı bir söz. Oysa feminist dergisinin Mart 1990 sayısına bakınca görüyoruz ki “sarkıntılığa karşı” yürütülmesi planlanan kampanyanın isminin ne olacağı uzun uzun tartışıldıktan sonra “cinsel taciz”de karar kılındığı zaman tanıdık olmayan, zor anlaşılır bir ifade olduğu için çok eleştirilmiş. Handan bu sayıdaki yazısında o süreci şöyle anlatıyor: “mesela benim gönlüm kampanyanın adının ‘bedenimiz bizimdir’ olmasından yanaydı. bir de’cinsel taciz’ diyenler vardı. cinsel taciz lafı bence pek kolay anlaşılmıyordu. yabancı dilde kullanılan bir sözün türkçesi, kolay anlaşılır olmayan bir tercümesiydi” (s.17). Sonunda kampanyanın adı “bedenimiz bizimdir, cinsel tacize hayır” oldu. Bugün “cinsel taciz” başka bir dilden tercüme bir laftır diyecek kaç kadın vardır bilmiyorum. Belli ki onu “bizim” yapmışız bile. Peki ya bedenlerimiz? Onlar ne kadar bizim? Dayak, tecavüz, taciz… Kadına yönelik şiddetin en görünür türleri. Ama bir de görünmeyenler var. Bedenimizdeki iktidar haritasında belli belirsiz ama bizi, kimliklerimizi derinden etkileyen çok sayıda çizgi var. Bunların bir çoğu cinsellikle yakından ilgili. Sebep oldukları şiddet bazen görünür olup yüzümüze buz gibi çarpıyor. Ama çoğu zaman görünmeden yapıyorlar yapacaklarını. Bizi içten içe yoğurarak, yorarak, acıtarak.
Bekareti anlamak, bekaret kontrolüne hayır diyebilmek Namus cinayetleri ve bekaret kontrolleri bedenimize uygulanan cinsel şiddetin en yırtıcı örneklerinden. Benim başından beri içinde bulunduğum ve burada hikayesinden bir kesit sunmak istediğim Boğaziçi Üniversitesi Kadın Grubu, bu yırtıcı örnekler üzerinden başladı bekareti (ve cinselliği) konuşmaya. 1992 yılının 8 Mart’ında feminizmi yeni keşfetmiş birkaç arkadaş bir dizi etkinlik düzenlemeye karar verdik. Birimiz hariç kendisine feminist diyen yoktu. Feminizm sanki küfürdür ya, kimse üzerine almak istemiyordu. Tamam hepimiz kadın erkek eşitliğine inanıyorduk ve mor iğnelerimiz vardı ama ne gerek vardı feminist lafını kullanmaya. Bir hafta süren ve Mor Çatı’dan Kadın Kütüphanesi’ne, kadın hareketinin tarihinden edebiyatta kadın sözüne birçok konuda yoğun tartışmalar yaşadığımız Kadın Günleri’nden geriye heyecandan yerinde duramayan 15-20 kişilik bir grup kaldı. Uluslararası İlişkiler Kulübü’nün bünyesinde buluşmaya devam etme kararı alan bu grup ilk olarak “erkek” meselesini gündemine aldı. Stella Ovadia Kadın Günleri’ndeki konuşmasının ardından erkeklere uzunca bir süre söz vermeyince bu durumun utancını sanki her birimiz üzerimizde taşımış, bu “aşırılığı” yapmasına bir anlam verememiştik. Stella kadınların sözüne öncelik vermeye çalışmıştı, biz ise buna neredeyse alınmıştık. Bu tabii ilk tepkimizdi. Kadın Günleri’nin ardından biraraya gelen Boğaziçi Üniversitesi Kadın Grubu’nun ilk kararı erkeklere kapalı olmaktı. Bu kararı erkeklerin de katıldığı birkaç toplantının ardından büyük bir sabırsızlıkla aldık. Erkeklerle tartışmadan önce kendi sözümüzü üretmeye başlamalıydık. Birlikte yakalayacağımızı umduğumuz “kadın sözü”nü.
Kendi hikayelerimizden başladık
Peki ama nereden başlayacaktık? Üniversiteli genç kadınlar olduğumuz için birçok insan kitaplardan başladığımızı düşündü daha sonraları. Oysa biz kendi hikayelerimizden başlamış, bundan da öyle büyük bir heyecan duymuştuk ki kitap okumak birçoğumuza sıkıcı ve gereksiz gelmişti. Üstelik o dönemde feminist yayınlar üniversite müfredatına yeni yeni giriyordu. Yeşim Arat’ın kadın ve politika dersi, Nükhet Sirman’ın feminist okumaları ve Gülnur Savran’ın kadın hareketi ve feminist kuram üzerine dersleri daha sonra gelecekti. Bizi başından beri sürükleyen feminist okumalar değil kendi sözümüzü üretme, birbirimizle dayanışma arzusuydu. Daha da önemlisi bu süreçte yaşananlardı. İlk yaşanan bir tanışma heyecanıydı; farklı bölümlerden, farklı aile çevrelerinden, farklı siyasi eğilimlerden gelen bir grup genç kadının tanışma ve birbirini keşfetme heyecanı. Ne kadar farklı ve aynı zamanda ne kadar aynıydık. İki yıl sonra Özlem’in adını çok güzel koyduğu gibi: öfkelerimiz öfkelerimizi, kadınlığımız kadınlığımızı tanıyordu. Bu müthiş keşif içimizi kıpır kıpır etmeye başlamıştı bile. Saatler saatler boyu konuşuyor, gülüşüyor, ağlaşıyorduk. Diğer kadın arkadaşlarımızla dertleşmekten çok farklı bir dinamikti. Her geçen gün kendimizi daha bir güçlü, hayata karşı daha bir meydan okur buluyorduk. 1980’lerin kadın hareketini daha yakından tanımaya başlamıştık. Kadın Kütüphanesine sık sık gidiyor, o sırada Harbiye’de olan Mor Çatı’daki toplantıların hiçbirini kaçırmıyorduk. Hatta bir kısmına biz önayak oluyorduk.
“İntihar eden kızım bakire”
Bizim birbirimizi, feminizmi ve kadın dayanışmasını keşfettiğimiz bu günlerde gazetelere Türkiye’nin değişik şehirlerinde bekaret kontrolüne götürülecekleri için intiharı seçen genç kızların haberleri yansıdı. Bunlardan ikisi neredeyse arka arkaya ve benzer sebeplerle gerçekleştiği için özellikle dikkat çekiyordu. Kütahya’lı Havva(13) ile Muğla’lı Güzide (16). Her ikisi de bekaret kontrolüne gönderilmenin utancını taşıyamayacaklarını düşünüp intihar etmişlerdi. Güzide’nin babasının yaptığı açıklama bizi derinden etkilemişti: “Kızım bakire.” Ölümü seçerek bile bekaret kontrolünden kurtulamayan Güzide gündemimizde ilk sıraya oturmuştu hemen. Öfkeliydik, kırgındık, şaşkındık. Öfke ve kırgınlığı etrafımıza karşı, şaşkınlığı kendimize karşı yaşıyorduk. Bekaret hayatımızı şekillendirmede bu kadar merkezi bir yere sahipken onun üzerine konuşmak neden bu kadar zordu? Hem birbirimizle, hem başkalarıyla.
Bekareti konuşarak feminist olduk
Diyebilirim ki biz bekareti konuşarak feminist olduk. Konuştukça ve dinledikçe tartışmalarımız da biz de başka bir boyuta taşındık. Önce Mor Çatı’da, sonra İktisatçılar Lokali’nde ve üniversitede geniş katılımlı toplantılar düzenledik. Bekaret kontrolüne karşı çıkan başka feministlerle uzun uzun tartıştık. Biz de bekaret kontrolüne karşıydık. Ne de olsa bekaret kontrolü bedenimize yapılan en korkunç saldırılardan biriydi ama biz bekaret kontrolü kadar bekaretin kendisini konuşmak ve politikamızı onun etrafından oluşturmak istiyorduk. Bekaretimiz yalnızca doktora götürüldüğümüzde değil her an kontrol ediliyordu. Hatta en etkin kontrolü biz kendimiz uyguluyorduk. Örneğin, birçok kişi bize Boğaziçi Üniversitesi’nin kurtulmuş genç kadınları gözüyle bakarken bir kısmımız bu konuda babasından daha muhafazakar düşünmek ve davranmanın çelişkileriyle yüzleşmeye çalışıyordu. Bekaret baskısı diye birşey varsa, dışımızda değil içimizdeydi ve biz onun üzerine gitmek istiyorduk. 1992 yazı ve sonbaharı bekaret tartışmalarıyla geçti. Sonunda kağıt kesip yapıştırarak hazırladığımız Bekarete Dair… bültenimiz çıktı. Çeşitli işlerden kazandığımız paralarla bu bülteni renkli kağıtlara fotokopiyle çoğalttık, üniversitede, kitabevlerinde, daha sonra da bir bekaret standı açtığımız Tepebaşı Kitap Fuarı’nda sattık. Fuardaki stand oldukça büyük ve renkli bir standdı. Arkamızda sloganlarımız vardı: Bekaretin Kontrolü Aslında Neyin Kontrolü? Bekaret KontrolüneHayır! Cinselliğimiz Alnımızın Karası Değildir! Bedenimiz Bizimdir! İki yan duvarı ise okuyucuların bekaret hakkındaki görüşlerine ayırmıştık. Bir tarafta erkekler, bir tarafta kadınlar…Küçük renkli kağıtlara yazılmış yüzlerce söz, fotokopi yetiştiremediğimiz hızda satılan bir bülten ve bizlerle yapılan onlarca ateşli tartışma… Renkli kağıtlarla panolarımıza asılan yazılardan birkaç örnek:
Erkekler
• Bekaretimi 12 yaşında kendi elimle bozdum!
• Bekaret ideali, bekareti bozmak isteyen erkeklerin idealidir.
• Lüzumludur!
• Eğer okşayacaksam olmaması, evleneceksem olması şarttır!
• Bekaret kadın ve erkek için sevgiliye saygıdır.
• Bekaret çeyiz değildir.
• Bu konuyu tartışmaya açmak bile büyük bir saçmalık…
• Kızım olduğu zaman doktor vasıtası ile zarını ben deleceğim.
• Gerdek gecesi dökülen kanların hesabı sorulacaktır! Dev-Kız
• Esas kan çıkmazsa biz hesap soracağız! Abaza-Genç
Kadınlar
• Sevgilimin ve annemin aynı tabuları savunması KORKUNÇ!
• O benim, kimseyi ilgilendirmez!
• Bekaretin kontrolü bizim özgürlüğümüzün kontrolüdür!
• Bekaret iki bacak arasında değil, akıldadır.
• Kadınlara haksızlıktır!
• Bekaret evlenene kadar olan kendine ait bir hazinedir.
• Bekaret erkeklerin de sorunudur…
Bu panolarda kiminin dalga geçtiği, kiminin ise hararetle savunduğu bekaret kavramı bizim için son derece ağır ve ciddiye alınması gereken birşeydi. Kasım 1992’de yayınlanan Bekarete Dair… bülteninde yazdıklarımız bu ciddiyeti fazlasıyla yansıtıyor:
Bekaret Kontrolü ve Kimlik (Can): Bekaret kontrolüne, bekaretin toplumsal anlamını sorgulayarak karşı çıkmak çuvalda delik açmak ya da patriyarkal örgünün ilmeklerini sökmeye başlamak gibi yorumlanabilir. Belki de çoğu kadın için, iktidar sahibinin gölgesinde uyumak varken ‘yedi başlı canavar’la uğraşmaya yeltenmek akıl alacak iş değildir. Eğer ‘bekaret’i kontrol ederek bizim bedenimize oturtacakları kıyafeti biçiyorlarsa; bedenimiz yoluyla kimliğimizi denetliyor, emeğimize ve geleceğimize el koyuyorlarsa o gölgenin sınırlarından biran önce dışarıya çıkmak gerekiyor!
Nasıl bir Cinsellik Kurgulanıyor? Ve neden… (Ayşe Gül) ‘Bekaret’ kavramının cinselliğimizle nasıl bir bağlantısı olduğunu düşünmeye çalışırken birçok soruyla karşılaştık. En başta, bekaret neden bu kadar önemli? (…) Erkekliğin her alanda ‘iktidar’ kavramıyla eş tutulduğu, kadınlığın ise zayıflık, hatta utançla eş anlama geldiği bu anlayış, aileden başlamak üzere toplumun tüm kurumlarına yerleşmiş köklü hiyerarşik düzenin de temel taşını oluşturuyor. ‘Güçlü Erkeklik’, erkeğin yalnız kadın üzerinde kurduğu egemenliği değil, kendi hemcinsleriyle olan ilişkisini de tanımlıyor.(…) Erkekler cinsellikleriyle ‘güçlü erkek’ olgusu çerçevesinde tanışır, erken yaşlardan başlayarak birbirlerini ‘erkeklik’leriyle karşılaştırırlar. Cinsellik, erkekler için ergenlikle birlikte başlayan bir ‘ihtiyaç’tır. Erkek cinsel organı (penis) ‘iktidar’ simgesidir, erkeğin gurur kaynağıdır ve küfürler dahil olmak üzere birçok alanda ondan bahsedildiğini duymak mümkündür. Üzerine bu kadar çok konuşulan bir organın birçok isminin olması ise doğaldır. Penis öyle bir organdır ki, neredeyse erkekten bağımsız bir varlık gibidir. Nitekim erkekler ondan çoğunlukla üçüncü tekil şahıs kullanarak bahsederler. Onunla ilgili her türlü gelişme kutlama kaynağıdır (…)
Peki kadınlar cinsellikleriyle nasıl tanışırlar? Kadınlar için cinsellik bir ihtiyaç değil; gerdeğe girene kadar yaşanmayacak, hissedilmeyecek ve üzerinde konuşulmayacak bir konudur. Doğal olarak, kadın cinsel organının adı da yoktur. Adı konmuş tek şey, ‘orada’ bulunan ‘zar’dır. Zar, namusun en önemli ve en somut ifadesidir. Kadının vücuduna açılan kapının mührüdür (…) Yukarıda anlatılan hikayenin sonucu şudur: cinsel ilişki dediğimiz şey ‘zaptedilemez’ penisin ‘özne’ olarak yer aldığı, biyolojik ‘zar’la mühürlenmiş vajinanın ise ‘nesne’ olduğu toplumsal bir alışveriştir. Kadın, ‘erkeğine’ el değmemiş -daha doğrusu penis değmemiş- bir beden sunar, erkek bu yolla ‘iktidarını’ kazanmış olur. [Bu kurguda] cinsel ilişki, duygularla beslenen ve iki cinsin karşılıklı ihtiyaçları doğrultusunda birlikte yarattıkları birşey değildir. Iki kişiye ait olmadığı için ve penisin iktidarı üzerinden tanımlandığından dolayı, cinsel ilişki erkeklerin birbirlerini ‘erkeklik’ temelinde karşılaştırabilecekleri bir olaydır. Kadının iyi veya kötü olması pek söz konusu değildir… Sonuç olarak, kadınlarla kurdukları ilişkiler yoluyla erkekler yine birbirleriyle rekabet eder, ‘erkekliklerini’ bu sefer kavgalarda veya bile güreşlerinde değil kadın vücutları üzerinde yarıştırmış olurlar. Kadınlar, bu durumda, yalnızca erkeklerle girdikleri ilişkide değil, aynı zamanda erkekler arasındaki ‘iktidar’ mücadelesinde de birer nesne konumundadırlar. (…) O halde bekaretin bu kurgudaki yeri ne?
Bizim öne sürdüğümüz tez, erkekler arasında süren ve onlar tarafından tanımlanmış tüm sosyal ilişkilerde merkezi yere sahip olan ‘iktidar’ kavgasında, bekaret kavramının bir ‘zeytin dalı’ görevi gördüğü. ‘Her erkeğe bir bakire kadın’ anlayışı -veya anlaşması- erkeklere doğdukları andan itibaren kendileri için garanti altına alınan bir ‘iktidar’ alanı yaratmıyor mu? Diğer hiçbir alanda ‘güçlü erkek’ olarak kabul edilmeleri garanti değilken, evlendikleri bakire kadına karşı her zaman ‘en güçlü’ olmayı bekaret yoluyla güvence altına almış olmuyorlar mı? Diğer bütün alanlarda ‘güç kazanımı’ savaşmayı gerektirirken bir kadın üzerinde iktidar kurabilmenin tek koşulu ‘erkek’ olmak değil mi? Öyle görünüyor ki, erkek bakış açısından tanımlanmış ‘cinsellik’i kadınlar olarak yeniden tanımlamadığımız sürece bedenlerimiz, kurgulanan cinsel ilişki modelinde de toplumsal hayatta da ‘nesne’ olmaya devam edecek, hiçbir zaman ‘bedenimiz gerçekten bizimdir’ diyemeyeceğiz!
“Namus Belası” (Gökçen) Kadınlar! Hiç oturup düşündük mü nedir şu namus dedikleri? Gelin beraber düşünelim…Gerçekten benim (bana ait) diyebileceğim, niteliğini belirleyebileceğim veya yükünü reddedebileceğim bir namusum -iffetim- var mı? Eğer varsa, babam, kocam, ağabeyim, vs. cinsel özgürlüğümü yaşamayı (iffetsizliği) seçtiğimde niçin ellerini kana bular(lar)? Babam, niye insanların yüzüne bakamaz, kahveye gidemez kılığım kıyafetim, davranışlarım toplumun cinsel ahlak anlayışına ters düşünce? Erkek arkadaşımla eleleyim diye beni sorguya çeken polis ne adına yapar bunu? Babama erkeklerle gezip tozduğumu söyleyen komşu, eş-dost, okul müdürü neyi korur? Sadece evleneceğim adamın hakkı olan o ‘şey’i mi? Yoo! Bir tek adam için devleti, polisi, komşusu böyle elbirliğiyle çaba göstermez. Onların olan birşey var benim taşıdığım. Hatta, belki de ben, herşeyimle onlara aitim.
(…)
Sonuç olarak, bir düşünelim: Yaşamın her alanında süregelen ‘sahip olma, egemen olma’ yarışının yatakta ve evde bir dişinin efendisi olmakla bir ilişkisi yok mudur? Dilinde ‘karı gibi ağlamak’, ‘kancıklık (kaypaklık) etmek’, ‘eksik etek olmak’, ‘mertçe, erkek gibi konuşmak’, ‘kirlenmek, kirletilmek’ gibi yığınla cinsiyetçi ifade taşıyan bir toplum ve erkek için iffeti, edilgenliği, emeğini karın tokluğuna feda etmeyi bir kadına seç-tir-mek zor mudur? Bu arada, kadınlar! Kölelik bir tarihte kalktıydı da, cariyelik de kalkmış mıydı?
Kampanyaya Doğru (mu?) (Esra) Kampanya fikri Temmuz’da Mor Çatı’da ilk defa bekareti tartışmak üzere toplandığımızda çıkmıştı. En büyük sorunumuz da kampanyanın bekaret kontrolünü mü, yoksa bekaret kavramını mı sorgulayacağıydı. Bu seçeneklerden ikincisinde kısa zamanda karar kıldığımızda ne kadar kocaman bir sorunla karşı karşıya olduğumuzun farkındaydık. Bütün yaz, bekareti ve olası kampanyamızı konuştuk, tartıştık. Her tartışmada bu kavramın farklı boyutlarını keşfediyor, toplumsal hiyerarşinin korunmasında kilit nokta olduğunu anlıyorduk. Bu da kafamızdaki kampanya fikrinin bulanıklaşmasına yol açıyordu. Nasıl bir kampanya, neye karşı ve en önemlisi sözümüz ne olacak?
(…)
Uzun süreli, talepleri çok da somut olmayan, birlikte yürümekten çok birlikte düşünmenin merkeze oturduğu bir kampanya olabilir mi? Belki çıkardığımız ve çıkarmayı umduğumuz bültenler bizim kampanyamız olacak, belki de birlikte düşüneceğimiz kadınlarla yeri yerinden oynatacak; ama hep birlikte tanımlayacağımız bir kampanya yapacağız…
Kitap çalışmasını yarıda kestik
Bu yazılardan sonraki bir sayfada kendi ‘tanıklıklarımız’dan alıntılar veriyor, kadınları bize tanıklıklarını yazıp yollamaya davet ediyorduk. Adres Mor Çatı’ydı. Bültenin son sayfası “Bekarete Dair Sizin Düşünceleriniz…” yazılarak boş bırakılmıştı. Her kadının bu boş sayfayı ve daha nice boş sayfaları dolduracak kadar yoğun şeyler hissedeceğini hayal ediyorduk. Elimize ulaşan tanıklıklar oldu. Onların yanında biz kendi tanıklıklarımızı ve çevremizdeki kadınların tanıklıklarını toplamaya devam ettik. ‘Bekaret’ kavramı ile ilk tanışmamız, onu koruma kaygısı ile yaptıklarımız, cinsellikle olan ilişkimiz küçük grup toplantılarında konuşulmaya ve kaydedilmeye devam etti. Amacımız tüm bu tanıklıklardan bir kitap çıkarmaktı. Hatta kitabımızla ilgilenen bir yayınevi bulmuştuk. Fuarda topladığımız pano yazıları ve elimizdeki tanıklıklarla bir kitaba doğru ilerliyorduk. Ta ki hepimizin çok saygı duyduğu bir feminist “kitap dediğiniz şey ya mükemmel olmalı, ya da olmamalı” diyene kadar… Mükemmel bir kitap çıkaramayacağımızı düşünerek çalışmaları yarıda kestik. Keşke kesmeseydik… (AGA/EK/TK)
2002 “Bedenimiz ve Biz: Bekaret ve Cinselliğin Siyaseti” 90’larda Türkiye’de Feminizm – Derleyenler Aksu Bora & Asena Günal. Istanbul: İletişim Yayınları.
* Ayşegül Altınay: Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi.
(1) Yaşanan birliktelikler ne kadar yoğun olursa hikayelerini anlatmak bir o kadar zor oluyor. Benim için Boğaziçi Üniversitesi Kadın Grubu’nun hikayesi böyle bir hikaye. Bu hikaye şüphesiz ki çok farklı şekillerde anlatılabilir. Her ne kadar yazının çoğunluğu o dönemde yazdıklarımızdan alıntılardan oluşuyorsa da burada yazılanların yalnızca bir bakış açısını yansıttığını, bu yazının bir grup yazısı olmadığını vurgulamak istiyorum.
(2) Bkz. Erdal Atabek…
Ayşe Gül ALTINAY