Eylül 1941’de, yirminci yüzyılın görünüşte en siyasi olmayan sanatçılarından biri faşizme karşı silaha sarıldı. 1906’nın Kutsal Cuma günü (aynı zamanda 13. Cuma) doğan ve 1937’den beri Paris’te yaşamakta olan ünlü bir kötümser için enfes bir zamanlamayla Samuel Beckett, gözde irlandalı yazarların pek çoğunun yaptığı şekilde kendini bilerek anavatanından sürgün etmişti.Aslında irlandalılar, bir zamanların sömürgeci mülk sahiplerinden farklı olarak, ortaçağların göçebe keşişlerinden Kelt Kaplanı döneminin şirket yöneticilerine kadar her zaman kozmopolit bir ulus olagelmiştir.
Eğer sömürge yönetiminin baskıcı rejimi İrlanda’ lıların bazılarını milliyetçi hale getirdiyse, bazılarını da dünya vatandaşı yapmıştı. Zaten iki ya da üç kültür ile dil arasında yakalanmış olan Joyce, Synge, Beckett ve Thomas MacGreevy gibi yazarlar, az çok yarım yüzyıl sonra Avrupa Birliği’ni yürekten benimseyecek olan hemşerilerine benzer şekilde, yüksek modernist Avrupa’nın köksüz ve çok dilli atmosferinde serpileceklerdi. Bu eğilim, dilsel açıdan bilinçli bir modernizme ayak uydururken, bir ulusun içinden -siyasal bir mayın tarlası olarak- dilin hiçbir zaman verili olarak alınamamasına katkıda bulunmuştur.
Beckett, 1940 yılında Fransız güçleri adına gönüllü olarak bir ambulansta şoförlük yapmıştı; fakat Almanlar ülkeyi işgal ettiklerinde, Naziler kaz adımlarıyla Paris sokaklarında yürümeye başlamadan sadece kırk sekiz saat önce, karısı Suzanna’yla beraber güneye kaçtı. Karı koca, Toulouse’daki mülteci kampında kısa süre kaldıktan sonra, yorgunluktan tükenmiş ve neredeyse tek kuruşsuz bir halde Atlantik kıyısındaki Arcachon’da yaşayan bir arkadaşlarının evine vardılar. Birkaç ay sonra çift, kısmen Almanların başkentteki tutumlarıyla ilgili güven verici söylentilere kanarak, bir avuçtan biraz fazla sebzeyle yetinip 1940-1941 kışının sert koşullarına göğüs germeye, Paris’teki dairelerine geri döndüler.
Beckett’in resmi biyografisinin yazarı James Knowlson, işte bu kışı, Vladimir ile Estragon’un Godot’yu Beklerken’deki havuçlar, turplar ve şalgamlarla ilgili neşeli tartışmalarının kökeni sayar. Beckett’in kendi savaş zamanı tecrübelerine tamamen sadık olarak çizilen karakterleri, öznellik kadar görkemli bir şeye biyolojik olarak kendilerini kaptırmayacak kadar çok meşgul, kaba materyalistlerdir.Onlar ‘ruh’tan ziyade ‘beden’dirler –Swift, Sterne veya Flann O’Brien’ın Üçüncü Polis Memuru’ndaki gibi insan bedenlerinin, ıstıraplı bir şekilde bisikletlerin içine karışıp kaybolma eğilimine ihanet eden beden parçalarının mekanik birer montajından oluşmaktadırlar. Tipperary doğumlu Laurence Sterne için yazılmış bir sayfadaki siyah işaretlerin esrarı gibi insan bedeninin esrarı da bu hareketsiz madde parçasının nasıl kendinden daha fazla bir şey haline gelişinde yatmaktadır –normalde bir taş kadar sessiz olması gerekirken, nasıl sürünmeye ve cılız bir sesle inlemeye devam etmesidir bize esrarengiz gelen. Beckett’in oyunu Ben Değil’in odaklandığı noktanın insan ağzı olmasının sebebi, anlam ile maddeselliğin esrarengiz bir şekilde birbirine yakınlaşmasıdır.
Tekrar Paris’e dönüp de Rezistans’a katılınca Beckett’in Nazi rejimine duyduğu nefret, bir Yahudi dostunun toplama kampına götürülmesiyle birlikte en üst raddesine ulaşır. Nitekim, kendine has cömertliğiyle, zaten yetersiz olan karne hakkını dostunun karısına bağışlayacaktır. Kendisinin de üye olduğu ve kurucuları arasında ünlü Dadacı ressamın saygı ve korku uyandıran kızı Jeannine Picabia’nın da bulunduğu seksen kişilik, güçlü Rezistans hücresi, Britanya Özel Operasyonlar Komutanlığı’nın bir parçasıydı. Resmi düzlemde tarafsız kalmış olan irlanda devletindeki Nazi yanlısı Cumhuriyetçilerin bakışıyla, Dublinli sürgün artık siyasal düşmanla ittifak halindeydi.
Beckett’in grup içindeki rolü, edebi vasıflarına dayanmaktaydı: Ajanların Alman birliklerinin hareketleri hakkında topladıkları (ve daha sonra mikrofilme alınıp Fransa’dan kaçırılan) bilgileri tercüme etmek, sıraya koymak, düzeltmek ve daktiloya çekmekle uğraşıyordu. Tıpkı Godot’yu Beklerken’deki oğlan çocuğu gibi ajanların mesajlarının bir kısmının güvenilmez bilgilerden oluştuğu kısa sürede anlaşılıyordu. Yaptığı iş, masa başında oturup durmaktan ötesini gerektirmemesine rağmen, oldukça tehlikeliydi; nitekim, savaştan sonra, savaş sırasındaki hizmetlerinden ötürü hem Croix de Guerre hem de Médaille de la Reconnaissance nişanlarına layık görülecekti. Sanatında da göze çarpan nitelikleri olan suskunluğu ve gizliliğe yatkınlığı, bir maki’nin dikkate değer üstünlükleri haline gelmişti. Buna rağmen, hücrenin sırrı çok geçmeden ortaya çıktı. Bir yoldaş işkencede çözülünce gruptan elliyi aşkın kişi tutuklandı ve yakalananların çoğu toplama kamplarına gönderildi. Başkentten hemen ayrılmaları tavsiye edilen Beckett’ler, hücrenin öteki mensuplarını uyarmak üzere baskına uğrama tehlikesini göze alarak yola çıkmayı ertelediler; hatta Suzanne bu dönemde Gestapo tarafından tutuklandı, fakat başına bela açmadan ellerinden kurtulmayı başardı. Beckett çifti, gizli polisin kapılarını çalmaya gelmesinden önce dakika farkıyla dairelerini boşaltıp kıl payı kaçmayı başardılar. Sahte isimlerle küçük oteller arasında cirit attıktan sonra, bir süre yazar Nathalie Sarraute’un evinde barındılar; daha sonra da usulüne uygun olarak hazırlanmış sahte belgelerle silahlanmış bir şekilde Provence’teki Roussillon köyünde saklandılar. Burada yaşayanların çoğu, Beckett çiftinin mülteci Yahudiler olduğunu zannediyordu.
Beckett 1944’te burada, yeniden bir Rezistans hücresine katıldı;evinin mahzeninde patlayıcı sakladı, tüfek kullanabilmek üzere temel eğitimden geçti ve bazı geceler Almanlara kurulan pusulara katıldı. Vladimir’le Estragon nasıl hendeklerde uyudularsa, yaratıcıları da aynı yerlerde uyudu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Beckett onların olduğundan daha serseriydi; çünkü oyun aslında bizlere Vladimir’le Estragon’un aylak serseriler olduğunu anlatmaz.
Beckett çifti, savaş bitip de Paris’e döndüklerinde, şehir halkının geri kalanı gibi kendilerini gene bir deri bir kemik ve yarı aç halde buldular. Beckett kalemine sarıldığında bazen parmaklarının ucunun soğuktan morardığını görüyordu. işte, Beckett’in o dönemin bir noktasında ağır bir psikolojik çöküntüye uğradığı da söylenmektedir –Wilfred Bion’dan psikoterapi seansı almadan on yıl önce. Angst ve Sürgün Beckett o zamanlar, sağdan ziyade solun militanı haline gelen çok az sayıdaki modernist sanatçıdan biriydi. Nitekim, James Knowlson çok yerinde bir saptamayla şöyle demektedir: “Beckett’in daha sonraki düzyazı ve oyunlarının birçoğunun kaynağı, doğrudan onun ciddi belirsizlik, yönelimsizlik, sürgün, açlık ve muhtaçlık tecrübeleridir.” Onun eserlerinde gördüğümüz, zamandışı bir insanlık durumu (condition humaine) değil, savaşın harabeye döndürdüğü yirminci yüzyıl Avrupa’sıdır.
Bu -Adorno’nun işaret ettiği üzere-, ciddi bir minimalizm ile suskunluk, dehşet ve var olmamanın eşlik ettiği kalıcı bir kasvete ilişkin inancını koruyan Auschwitz’den sonraki sanattır. Beckett’in yazıları güç bela kavranabilecek ölçüde seyreltilmiştir. Hatta, kendimizde yanlış olanı adlandırabilmeye yetecek kadar anlam dahi söz konusu değildir. Perspektifsiz bir anlatı, sadece başka, eşit derecede beyhude bir hikâyeyi boşa çıkarmak için hayli zahmetli şekilde kendini yerden kaldırmaya çalışmaktadır. Artık ihtiyatlılık ve kılı kırk yaran bir kesinlik, hakikate en çok yaklaşabilenlerdir.
Bir keresinde Beckett, dostu James Joyce’un elindeki materyale sürekli olarak bir şeyler eklediğini belirtmiş ve şöyle devam etmişti:
“Halbuki ben kendi tarzımın yoksullaşmada, bilgi yoksunluğunda,alıp götürmede, eklemekten çok çıkarmakta yattığının farkına varmıştım.” Beckett, memleketlisi Swift’le birlikte, eksilmekten alınan vahşi bir hazzı paylaşmaktadır.Beckett’in sanatı, Nazi utkuculuğuyla doğrudan örtüşen başarısızlığı, onun ölümcül mutlakiyetini, müphemlik ve belirsizlik silahlarıyla mahvederek tamamlar. Kendi yorumunca, en çok sevdiği sözcük ‘galiba’ydı. Faşizmin megalomanyak totalliklerine karşı, parçalı ve bitmemiş olanı mücadeleye dahil ediyordu. Kendine özgü Sokratesçi tavrıyla -muhtemelen çok daha az cesete yol açtığından- cehaleti bilgiye tercih etmekteydi. Eğer eserleri somurtkanca bulunuyorsa, belki de hiçbir zaman var olmayabilecekleri gerçeğinin neşeyle bilincinde olarak -ki evrenin kendisi kadar onların varlığının da gülünç şekilde mantıklı hiçbir sebebi yoktu-, bunun sebebinin komik olduğu kadar trajik ve gerekliliğin cani mitolojilerine karşı duyulan olumsallık hissi olduğunu söyleyebiliriz.
Ortaçağın büyük filozofu ve menfi teologu John Scotus Eriuge’na’dan, yücelik estetiğini haiz Edmund Burke’e, Flann O’Brien’a ve çağdaş irlandalı filozof Conor Cunningham’a4 değin pek çok irlandalı yazar gibi Beckett’in de, hevesli bir Heraklitos okuyucusu olarak, ‘hiçlik’ nosyonuna karşı yok edici bir ilgisi vardı –Sterne’e göre bu ilgi hayli zararsızdı, gözlemlediği kadarıyla Beckett, “dünyada nelerin kötü olduğunu düşünmekle meşguldü”.
“Biz irlandalılar,” diye yazıyordu Piskopos Berkeley, “‘bir şey’ ile ‘hiçbir şey’i yakın komşular saymaya yatkınız”. Beckett’in endişe verici şekilde Lacancı anlamıyla meyilli karakterlerle dolu seyreltilmiş dünyası, bütün belagatlı şişirmelere ve ideolojik tamlığa alerjik bir anti-edebiyat formu olarak, bu alacakaranlık bölgenin bir yerlerinde varlığını sürdürmekteydi. Godot’yu Beklerken Londra’da 1955’te ilk defa sahnelendiğinde, bir skandalla karşı karşıya olduklarını düşünen dinleyici sıraları arasından yüksek sesle, “Sömürgeleri böyle kaybettik!” haykırışları duyulacaktı.
irlandavari Çöküşler Yine de Beckett’in içi boşalmış, sıfır derece -Shakespeare’inkine kıyasla Descartes ile Racine’in dilinin ona daha dostane göründüğü- yazısı, Hitlervari olana kıyasla çok daha merhametli bir milliyetçilik şekli olan irlanda Cumhuriyetçiliğinin gösterişli retoriğine karşı bir misillemedir de. Joyce gibi Beckett’teki güçlü irlandalılık duygusu da asla mekâna kök salmadan yıllar boyunca varlığını sürdürmüştür ve onu sersemleten, kısmen irlanda’ya özgü sayılan bir tür umutsuzluk ve kolayca incinebilirlik karşısında çıplak gözle fark edilen bir güçsüzlüğü her zaman olmuştur.
Beckett, Paris’ten geçerken bir ülkedaşıyla iki kadeh içmekten her zaman mutlu oluyordu; zaten onun kara mizah duygusu ve iğneleyici esprileri, kişisel hasletleri (erken eserlerinden birisi, Dream of Fair to Middling Women başlığını taşıyordu) olduğu kadar kültürel hasletlerini de yansıtmaktadır. Eserlerinde açlığın kol gezdiği,durağan ve cansız manzaralar Auschwitz sonrasını temsil etmekle beraber, yıpranmış, tekdüze sömürge kültürü ve kayıtsızca, asla gelmeyen Mesiyanik kurtuluşu bekleyen yabancılaşmış kitleleriyle birlikte, açlıktan kırılan irlanda’ya dair bilinçaltıyla algılanan bir hafızayı oluşturur. Bu açıdan baktığımızda ‘Vladimir’ ismine herhalde özel bir ironi yüklenmiştir. Böyle bile olsa, 18. yüzyıl Hugenot göçmenlerinin soyundan gelen Güney irlandalı bir Protestan olarak Beckett, bağımsızlık savaşı esnasında evleri yakılıp yıkılan ve 1922’den sonra birçoğu Londra çevresindeki semtlere göç etmek zorunda kalan kültürel haklarından mahrum, kuşatılmış bir azınlığa mensuptu. Orta sınıfların yaşadığı Foxrock’tan gelen münzevi, genç bir Trinity Koleji öğrencisinin abartılı bir Gal bağnazlığı olarak hakir bakışıyla kuşatılan Güney irlandalı Protestanlar, daha sonra kendilerini Serbest Devlet bölgesinin Katolik darkafalılığına sıkışmış halde bulmuşlardı. Babasının ölürken belki de siyasal bir tınıyla Beckett’e söylediği son sözlerin ‘savaş, savaş, savaş’ olmasına rağmen Beckett, bu savaş çağrısını olduğundan hafif gösteren bir ifade -“Ne kadar güzel bir sabah!”- ile birlikte okuyarak hükümsüz kılmıştır. Bu, tam olarak oğluna yakışan bir şekilde, çok önemli bir düşünceye aniden dudakbüküştür. Tecrit edilen ve yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan Beckett, teokratik ve otoriteryan De Valera iktidara geldikten bir yıl sonra, 1933’te bir süreliğine irlanda’yı terk eder ve Londra’ya gider. Bundan sonra hayatının diğer bir-iki yılını daha irlanda’da geçirmek durumunda kalacaktır.Yaşadığı ülke içinde göçmen olan herkes gibi, ülke dışında olduğu kadar içinde de evsiz olmak ona mantıklı görünüyordu. İrlandalı sanatçının geleneksel yabancılaşması, daha çok Avrupa avangardının hayli göz alıcı Angst’ına tercüme edilebilirdi. Sanat veya dilin,modern zamanların en huzursuz milliyetçiliği ufukta belirirken, bir kaç dilin konuşulduğu bohem kafelerinde bir modası geçmiş olarak nitelendirilen ve alay konusu olan ulusal kimliğin yerine ikame edilmesi hayli mümkün bir fenomendi bu. Aynı zamanda, ironik bir şekilde Beckett’teki çöküntünün ayırt edici irlandalı niteliğinin, bugünlerde ‘Oirishness’ olarak adlandırılması mümkündür. Öncelikle, hiçbir şey kirli çamaşırların ortaya çıkarılmasından daha irlandavari değildir. Başka bir nokta da, Beckett’in tıpkı Joyce gibi ulusunu reddetmesinin, tuhaf şekilde özel ve aile içinde kalması gereken türden bir durumu yansıttığıdır. Kendini aşağılamak, sadece içeriden olanların yerine getirebildiği (ve ingilizlere kesinlikle izin verilmeyen), zamanın taçlandırdığı eski bir irlanda göreneğidir. Bu görenek, irlanda açısından söz konusu yerin dışına çıkmak kadar yerli bir niteliğe sahiptir. Karşıt görüşlü birçok irlandalı, tıpkı irlanda Katolik Kilisesi’nin ateizmi teşvik ettiği iddiasına benzer şekilde milliyetçi olarak tasvir edilip çarptırılmışlardır. Beckett ise daha çok Oscar Wilde gibi, iddialı ve yeni bir kültürel ortodoksinin içinde yalnız kalmış marjinal bir non-konformist olarak, irlandalı Protestan nüfustan olmanın üstünlüğünü daha derin bir şekilde mülksüzlüğe sadakate tercüme etmenin yollarını bulmuştur. Wolfe Tone ve Thomas Davis’ten Parnell ve Yeats’e kadar birçok İrlandalı Protestan figürün radikal amaçlar uğruna fikirlerini değiştirdiği güçlü bir nesil tanımlamak mümkündür. Beckett’teki şişkin retoriğin sönmesine yardımcı olan şey, aynı zamanda içten ve sıcak hümanist duyarlılıkların gizini açığa çıkarmaktadır. Bu, içinde az sayıda aynı tekdüze tuhaflık ve sonucun klinik bir gayrı kişisellikle farklı şekillerde sıralandırıldığı -daha sonra dan yapısalcılık diye adlandırılacak olan- birleşim (combinatoire) aygıtıdır. Beckett’in sanatında keşişvari bir bilgiçlik vardır; başka şeylerin yanı sıra mecnun bir titizlik, dikbaşlı Protestan rasyonalizminin suratında bir tokat gibi patlar.
Benzer bir boyut, teskin edici Kelt düşlerini büyünün nevrotik şekilde sistematize edilmiş dünyasıyla sıkı fıkı olan Dublinli orta sınıf Protestan meslektaşı Yeats için de söz konudur. Beckett’in Molloy’u emeceği taşları, elbisesine özel biçimde dikilmiş ceplerin içine dizer ve emilen her taşı farklı bir cebe geçirir, böylece hiçbir taş belirli bir sıranın dışında emilmiş olmayacaktır. Burada akla, Sterne’nin deli profesörü Walter Shandy veya Swift’in kaçıkça projeleri gelmektedir. Sınırlarına dek zorlanan rasyonalizm, alt üst edilmiş ve karşıtına dönüştürülmüştür. Felsefi olarak idealist bir kültürde, asla esaslı bir rasyonalizm veya ampirisizm yaratmamış kıymetli bir irlanda hiciv geleneği vardır.
Bütün Beckettci metinler birbirine benzer az sayıda parça ve döküntünün marifetli bir el çabukluğuyla karıştırılmasıyla yaratılmıştır. Bu cimrilik teatral olarak yıkıcı iken, dramatik açıdan da çekici ve alımlıdır. Okur veya tiyatro izleyicisini pek kuvvetli olmayan bir şekilde ama dürüstçe sarmalar. Bizleri çarpan, insanları cahil bırakma yanlısı olduğu farz edilen adamın rüzgârı kovalamaya kalkıştığı sıradışı kesinlik; hiçliği somutlaştırdığı ve kendi ifadesiyle ‘anlatılamayanı anlatma’ya çalıştığı açık görüşlülüktür. Takıntılı bir titizlik tamamen şekilsiz görünenden daha ince nüanslar çıkarabilir. Beckett’in malzemeleri işlenmemiş ve gelişigüzel seçilmiş olabilir; fakat onun bu malzemeleri, tıpkı birçok Anglo-irlanda sanatçısı gibi, ele alış üslûbu balevari bir zarafet ve tutumlulukla süslüdür. içeriği uzun süredir sızdırıyor olmasına rağmen bütün şekilsel hakikat, akıl ve mantık aygıtının eksiksizmiş gibi varlığını sürdürmesi eğer irlanda aşırılığına karşı bir panzehirse, bu durum irlanda-Katolik okuluna çok şey borçludur. Auschwitz-sonrası dünyada her şey müphemdir ve belirlenimsizdir; fiziksel acının neden bu derece kabaca varlığını sürdürmesi gerektiğini anlamayı zorlaştırır. Belirsizlik derinleştikçe gerçekleşen,hiçbir şeyin olmaması değil, herhangi bir şeyin olup olmadığından veya neyin hadise olarak sayılacağından emin olmanın zorlaşmasıdır. Beklemek bir şey yapmak mıdır, yoksa bunun ertelenmesi mi? Bu kesinlikle bir tür ertelemedir, fakat aynı zamanda Beckett’in gözünde, tıpkı nihai bir anlamın sürekli olarak ertelenmesiyle varlığını devam ettiren Derridacı ‘farklılık’ gibi insan varoluşunun kendisine dair bir gerçektir. Tek bilebildiğimiz, teleolojinin bütün karşı konamaz gücüyle fakat herhangi bir manadan yoksun, Endgame’deki Clov’un ifadesiyle, “bir şeyler olacağına varmaktadır”.
Nihailiği Reddetmek belki de nihai anlam ‘ölüm’ olacaktır ve bu, acının tek afyonunun alışkanlık olduğu, saygı duyulan Burkevari bir görenekten mekanik bir reflekse dönüşerek değersizleşmiş bir dünyada arzu edilebilir. Aslında, Beckett’in eserinde hâlâ ölüm yoktur; daha çok, vücut kaskatı kesilip soyulmaya devam ettikçe düzenli bir parçalanma söz konusudur. Ölüm bu içi boşalmış figürlerin başa çıkabileceğinden çok daha mühim ve kati bir olaydır. Hatta intihar bile bu figürlerin bir araya toplayabildiği kimlik hissinden daha fazlasını gerektirir. Dolayısıyla, Beckett’in karakterleri gülünç başkahramanların bütün öldürülemezliğine, kurnazca edinilen hiçbir başarı veya neşeli bir gayret olmaksızın sahip olmaktadır. Bir saç tokası ya da melon şapka yüzünden dikkati dağılan bu karakterler, sadece repliklerini yanlış okurlar ve aptalca hatalarla büyük anı mahvederler. Burada, Lucky’nin önemli metafizik konuşması, ağzından çıktığı anda parçalara ayrılır. Yüce bir dramadan ziyade ucuz bir maskaralığın ya da siyah bir karnavalın huzurundayızdır.
Kuşkusuz Godot’nun er geç gelişi büyük bir an olacaktır. Fakat bu gerçekleştiği zaman, had safhada kavramsal kıtlığın içinde herkese yetecek kadar anlamın mevzu bahis olduğu bir dünyada, bunun öneminin kavranabilir olduğunu kim söyleyebilir? Belki de Godot, aslında Pozzo’dur; Vladimir ile Estragon, onun ismini pekâlâ yanlış duymuş olabilirler; bu mümkündür. Veya belki de, geçmişin silindiği ve her an kendinizi sıfırdan başlayarak yeniden tanımlamak zorunda olduğunuz zamanın bütün bu ıstırap verici donuşu, Walter Benjamin’in tarihin büyük felaketini Mesih’in yakındaki tehdidi olarak tarif ettiği anlamıyla Godot’nun gelişidir. Belki de kefaret dilenerek yalvarmaktan daha önemli bir şey hiç olmamıştır ve bu, karakterlerin hatasıdır. Mesiyanik düşüncenin bir nesline göre, Mesih dünyayı küçük uyarlamalar yaparak değiştirecektir.
Aslında sorun, Beckett’in evreninin, kefaret fikrinin gerçekten anlam taşıdığı fakat aynı zamanda ve acı bir şekilde bundan yoksun bir yere benzemesidir. Bu acınası durumun tam ortasında anlamı şekillendiren bir delik vardır, çünkü daha tecrübesiz postmodern torunundan farklı olarak modernizm, çok sayıda hakikat ve gerçeklik olduğunu hatırlayacak kadar yaşlıdır ve bunun ortadan kaybolması ona ıstırap vermeye devam etmektedir. Burada aşırı bir nostalji tehlikesi yoktur, fakat bellek ve dolayısıyla kimlik başka her şeyle birlikte darmadağın olmuştur.Birinin teselliyle kurtarmayı düşünebileceği tek şey gerçeklik hakikaten belirsizse- umutsuzluğun mümkün olmadığıdır. Belirlenemeyen bir evren, mantıki olarak umuda yer bırakmak zorundadır; bunu bir kenara not etmek gerekir. Eğer birtakım mutlaklar yoksa, Godot’nun gelmeyeceğine veya Nazilerin zafere ulaşacağına dair herhangi bir mutlak kesinlik olamaz. Eğer dünya geçiciyse, bu durum bilgimiz açısından da geçerlilik taşımak durumundadır. Bu noktada, tamamen farklı bir açıdan ele alınan hilkat garibelerinin,sakatların ve üst üste yığılı vücutların dünya değiştirmenin eşiğinde olmadığını söyleyebilmek söz konusu değildir. Kefaret ihtimaline tutunmanın en azından böyle bir faydası bulunduğunu bilelim: Bu neyi sağlar, kederli bir şekilde ondan ne kadar uzaklaştığımızı ölçmemizi. Beckett, herkesin bildiği üzere, bazen nihilizmle suçlanmaktadır; fakat eğer onun evreninde herhangi bir şekilde altı çizilebilecek bir değer duygusu yoksa, bu derece feryat etmenin de aslında herhangi bir sebebi yoktur.
Dolayısıyla, bir değer duygusu olmadan çektiğimiz acıyı, itiraz edilebilir olarak tanımlayabilmemiz bile söz konusu değildir; bu sebeple, içinde bulunduğumuz kötü durumu farklı şekilde değil de normal olarak kavrarız. Böylesi bir değer ideolojikleştirilme, duygusal bir hümanizm katına yükseltilme korkusu yüzünden açıkça konuşulmaz ve dolayısıyla çözümden ziyade sorunun bir parçası haline gelir. Bunun yerine değer, kendini negatif bir şekilde ve değişmez bir berraklıkla ortaya koymalıdır; böylelikle yazı, konuşulamaz olanı karşısına alır. Çünkü yazının bu karşısına alma için ihtiyaç duyduğu ayrılma, aynı zamanda komedi ile maskaalığın birbirinden ayrılmasıdır; bizim zekâ olarak bildiğimiz değer de irlanda yazınında sık sık görüldüğü gibi- hazin bir şekilde baskıcı olan dünyanın bu anlık ve açıklanamaz aşkınsallığında yatar. Delilik, ukalalık, beden, kendiyle istihza, keyfilik, sonsuz tekrar,mekanik bir indergemecilik: Burada sıralanan bütün bu motifler, aynı zamanda çok eğlenceli olabilecek acımasız motiflerdir ve dolayısıyla, post-insanın gülünç maestrosu Samuel Beckett’in payına uygun birer besin oluştururlar.
Sonuç olarak, eğer Beckett bir komedyen olarak nitelenebiliyorsa, bunun açıkça gösterilebilecek sebebi, en azından trajediyi bir ideoloji formu olarak reddetmemesinden kaynaklanmaktadır. Tıpkı Freud ve Adorno gibi Beckett de, umutlu ütopyacılardan ziyade temkinli ve cesaret kırıcı bakışlara sahip realistlerin, insan özgürleşmesi davasına daha sadık bir şekilde hizmet edeceklerini çok iyi bilmektedir.
(Türkçesi: Osman Akınhay – Aykut Tunç Kılıç)