Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cuma, Kasım 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatKuramÖmer Türkeş'le Eleştiri Üzerine Bir Söyleşi

Ömer Türkeş’le Eleştiri Üzerine Bir Söyleşi

A. Ö. Türkeş’in, günümüz eleştirmenleri içinde benzersiz bir yeri var. Yakın zamanlara kadar Fethi Naci tarafından yerine getirilen bir işlevi şimdi A. Ö. Türkeş üstlenmiş durumda: Türk edebiyatında, daha çok da roman cenahında olup bitenleri günü gününe izlemek, dökümünü yapmak, eğilimleri saptamak ve yapıtları hem tek tek, hem çeşitli açılardan oluşturulmuş gruplar hâlinde değerlendirmek. Bunu yalnızca güncellik çerçevesinde değil, tarih boyutuyla birlikte gerçekleştirmek. Başka bir deyişle A. Ö. Türkeş, eleştirmen olduğu kadar, edebiyat tarihçisi ve edebiyat toplumbilimcisi aynı zamanda. Tam anlamıyla bir edebiyat emekçisi. Edebiyatı gündelik hayatımızın içerisinde “var ve yaşıyor” kılan yazarlardan biri, belki de başlıcası.

Eleştiri nedir sence? Edebiyat eleştirisi nedir?

İlk soru çok direkt oldu. Özel bir hazırlığım olmadığı için doğrudan tek bir tanım üzerine değil de eleştiri üzerine sohbet etmek isterim. Edebiyat eleştirisi anlayışımın iyi bir okuyucu olmak olduğunu söyleyerek başlayayım. Bir romanı önce edebiyattan zevk alan bir okuyucu gibi okuyorum ve o romandan yola çıkarak, romanın esinlendirdikleriyle birlikte, konuşmaya çalışıyorum. Bunu yaparken elbette bir romanı roman yapan öğelerine -karakterlerine, hikâyesine, olay örgüsüne, üslubuna, diline- de bakarsınız, ama bütün bunları masaya tek tek yatırıp a şıkkı, b şıkkı, c şıkkı demezsiniz. Yani bir romanı çok sıkı bir kalıba, çok sıkı bir teorik eleştirel çerçeveye bağlı olmadan konuşmak, benim yaptığım. Roman üzerine düşünmek, bir romandan çıkarak edebiyata yakınsamak, roman sanatının kendisine dair bir yolculuk yapmak ve okumaktan aldığım tadı okuyucuya da yansıtmak, okuyucuyla da paylaşmak diyelim. Bu anlamda izlenimcilerin eleştirmen nedir sorusuna verdiği yanıta katılıyorum: Eleştiri, sanattan anlayan, estetik gözü olan insanların, bir sanat eseri hakkında yaptıkları söyleşidir aslında. Ama bunu söylediğiniz zaman zaten o gözün sahibinin bir birikimi olduğunu kabul ediyorsunuz. Hem çok okumuş olmak, o konudaki benzer metinlerin varlığını bilmek, edebiyat tarihinden haberdar olmak; böyle bir okuyucudan bahsediyorum. Eleştirmense bunlara ek olarak edebiyat ve eleştiri kuramlarına da vâkıf bir okuyucudur. İfade etmek istediğim eleştiriyi aritmetiksel bir yaklaşımdan uzak tutmak gerektiği. Baudelaire’in söylediği gibi eleştiri bir bilim değil, sanatsal bir işbirliğidir.

Aritmetiksel derken akademik olanı kastediyorsun…

Evet. Onları akademik disiplini dışlamak anlamında söylemiyorum ama bazen metne çözülmesi gereken bir problemmiş gibi yaklaşan eleştirilerle karşılaşıyoruz -özellikle tez çalışması yapan gençlerde bunu çok görüyorum- metni belli teorilerle okumaya çalışıyorlar. Mesela kadın perspektifinden okumak, çevreci teori açısında okumak gibi, hatta kuantumcu bir eleştiriye de rastlamıştım. ‘Genç Eleştirmenler’ yarışmasına gönderilmişti. Aslında ele aldığı romanı güzel de okumuştu o genç arkadaş. Fakat bütün perspektifini o kuantum teorisi üzerine yoğunlaştırmıştı. Bu durumda metne tek bir açıdan yaklaşabiliyorsunuz. Oysa çok farklı yerlerden bakılabileceğini düşünüyorum bir edebiyat metnine. Bunu söylerken de meselem şu: Eleştirinin mutlaka bir bilim olması gerekmiyor. Daha doğrusu eleştirinin değerli bir şey olması için bilimsel olması gerekmiyor.

Sanatsal mıdır peki? Ya da sanat mıdır?

Eleştirinin edebiyatın içinde olduğunu düşünüyorum. Biz ne yaparsak yapalım, okuma sürecine ve eleştiriye kendimizi -tarihimizi, inançlarımızı, kültürümüzü- de katarız. Okuyucu da, eleştirmen de, işin içine kendisini katmadan eleştiri yapamaz. Bu nedenle mutlaka öznellik var eleştiride. Ama akademik çalışmalarda öznellikten rahatsız olunuyor. ‘Biz bilimsel eleştiri yapıyoruz’ dedikleri anda; sanki eleştirmen yokmuş, o teori kendi kendine metni okuyormuş gibi yapılıyor.

Anonim oluyor. Aslında çözümleme çeşitli açılardan yapılabilir; dilbilgisi açısından yapılabilir, tarih açısından yapılabilir…

Bütün bunlar yapılabilir. Ama bütün bunların hepsi hem de aynı metne teker teker uygulansalar bile metnin edebi değer sorununa yaklaşmayı garantilemez.

O zaman sen iyi edebiyat eleştirisi deyince daha çok edebiyat değerini bulmayı ya da onun üzerine düşünmeyi anlıyorsun .

Şöyle diyelim: Bir metni toplumsal zihniyet içerisinde bir yere yerleştirmek, onu üreten koşulların içerisine yerleştirmek; ama bunu yaparken bu metinle okuyucu olarak nasıl bir ilişki kurduğumu da söylemek gerekiyor. Yani, sevdiniz mi, sevmediniz mi, nesi hoş geldi, sizi içine çeken tarafı ne, dili nasıl, atmosferi nasıl? Bir edebi metni okuyucu için güzel yapan pek çok öğe var.

Peki Lukacs’ın ‘büyü’ kavramına inanıyor musun? Yani bir nokta geliyor ve Mikelanj’ın freskindeki parmak gibi…

Şuna inanıyorum: Bir yazarın metnini paramparça etmiş olmak, her şeyini bilmek, o güzellikte bir metin yaratmayı garantilemez. Öyle olsaydı herkes yeni bir ‘Suç ve Ceza’ yeni bir ‘Şato’ üretebilirdi. Kısacası sözünü ettiğim romanları yazanların öyle bir parmağı olduğu kesin. Aynı şey eleştiri için de geçerli. Eleştirmenlerin de üzerinde anlaşamadıkları metinler olabilir. Kısacası şunu itiraf etmeliyiz; eleştiri hiç de o kadar bilimsel ve kesinlik taşıyan bir şey değildir. Ama akademik eleştirilerde tabii ki, parçalarına ayırarak, karakter analizleriyle vb. kazılarla ulaşabileceğiniz farklı noktalar olabilir.

Ona da eleştiri demekten yana mısın yoksa edebiyat içerikli bilimsel çalışma demek mi doğru olur?

Senin söylediğin gibi edebiyat içerikli bilimsel çalışma demek doğru olur. Aslında ben de iki biçimde de çalışıyorum. Çalışmanın bir yanı Cumhuriyet tarihi Türk romanını incelemek ve buradan hareketle cumhuriyetin yaşantı biçimlerini, toplumsal zihniyetlerini, ideolojik şekillenmeleri, kadın erkek ilişkilerini, solun kendi iç işleyişini, sağın hallerini edebiyattan yola çıkarak anlamak/görmek. Ama bunu eleştirmen olarak yapmıyorum, bunu başka bir alanda, yani edebiyat sosyolojisi alanında yapıyorum. Ortaya ilginç sonuçlar çıkıyor. Mesela biz uzun yıllar boyunca alttürlere hiç bakmamışız, hatta polisiyeler yazılmış mı, erotik romanımız var mı yok mu bilmiyoruz. Çünkü gelenek kanonik metinler üzerinde yükselmiş. Hemen herkes çalışmalarını, okumalarını yüksek edebiyat üzerinden yapıyor. Kimseyi kınamak için söylemiyorum. Eleştirinin profesyonel, yeteri kadar profesyonel olmadığı bir toplumda, yayın sektörünün yeterince kapitalistleşmediği bir dünyada amatörce kalem oynatan insanlar ancak bu kadar vakit ayırabiliyorlar.

Bu biraz dünyada da böyle. Kültüre bakmak sonradan akla geliyor.

Evet. Benim de sonradan geldi aklıma. Uzun bir çalışmanın içine girdiğimde Türkiye’de bugüne kadar konuşulan romanların bütünün sadece küçük bir parçası olduğunu, aşağıda görülmemiş binlerce roman bulunduğunu, cumhuriyet dönemi roman sayımızın altı bine ulaştığını iki binin üzerinde yazarın roman yayımladığını fark ettim.

Ne kadar satmışlar…

Ne kadar sattıklarını bilemiyoruz. Ve bilme şansımız da hiç yok. Hatta o altı bin romanın bir kısmını bulmak bile mümkün olmayabilir. Altı bin kitabın, hiç olmazsa birer nüshasını fotokopi de olsa barındıracak bir kütüphanenin oluşturulması için çabalamak edebiyat tarihimiz açısından çok önemli. Burada edebi değer tartışması yapmadığımın altını çizmek isterim. Olguları açığa çıkarmaya çalışıyorum. Olgularsa -şimdilik- şunu gösteriyor: O tarihlerde Türkiye toplumunda insanların romandan algıladıkları buymuş. Şu tarz çıkarımlar yapıyorum: Bu tarz roman çok sayıda yazıldığına göre bunun bir tüketicisi var, buna bir talep var. Buradan yola çıkarak toplumsal manzarayı çizmek kolaylaşıyor. Dilin basitliğini, insan ilişkilerini nasıl algıladıklarını görüyorsun. Ayrıca ‘aşağı’ edebiyatta ideolojik şeffaflık var. Duygularını, düşüncelerini, ideolojilerini hiçbir şey saklamadan doğrudan yansıtıyorlar.

Seninle ilgili olarak biz okurlarda senin edebiyatta belirli bir toplumsal boyut arayıcısı olduğun, bulmadığın durumlarda da bunu belirtmekten kaçınmadığın şeklinde bir izlenim var. Şöyle diyebilir miyiz, hatta bunu senin kavramsal çerçeven olarak bile düşünebilir miyiz: Toplumsal boyutu, bireysel boyutla birleştirmek. Biraz kaba bir koordinatlaştırma oldu ama…

Takdir edersin ki birkaç cümlede geçiştirilemeyecek kadar önemli ve tartışmalı bir alan girdik şimdi. Mümkün olduğunca özetlemeye çalışayım. Edebiyat yazarlığının, edebiyat uğraşısının ve sonuçta edebiyat yapıtının toplumsal bir yanı olduğunu, olmasının zorunlu olduğunu düşünüyorum. Ve ikincisi, bir edebiyat ürününün siyasal eğilimden gerçekten yoksun olduğuna inanmıyorum. Bildik bir laftır aslında ama yinelemenin tam zamanı; sanatın toplumsalla ve siyasetle hiçbir ilişkisi olmaması gerektiği düşüncesinin ta kendisi siyasal bir tutumdur.

Bunu ölçüt olarak da koyuyorsun önüne, romana…

Evet. Şunun için koyuyorum; çünkü bir romanın hikâyesini de o romanın bileşenlerinden bir tanesi olarak kabul ediyorum. Karakterleri kadar, dili kadar, tasviri kadar, başka özellikleri kadar hikâyesi de vardır romanın. Romanın o toplumla kurduğu bir ilişki, o toplumla ilgili bir sözü vardır. Önce bizzat 12 Eylül’ün şiddetinin, ardından yaşanan kirli savaşın doğuda ve batıda bıraktığı izlerin sürülmemesi, faili belli cinayetlerin, polis-mafya-siyasetçi-ülkücü faşist birlikteliğinin, ordunun ve siyasetin bile yargıya götürmek zorunda kaldığı yolsuzlukların, postmodern darbelerin romana yansımayışı böyle bir sözün artık olmayışındandır. Bu toplumda yaşayan bir birey olarak bu sözü arıyorum. Bir zamanlar “Biliyorum” diye haykırdığı için değerliydi yazar, şimdilerde bilmeyenleri, bilse de söylemeyenleri kimse suçlamıyor. Sorgulanması gereken budur, yazarın ve romanının her türlü toplumsal zorunluluktan ve sorumluluktan azat edilmişliğidir, çünkü toplumun ve insanın dış dünyada karşı karşıya olduğu somut gerçekleri görmeyen ya da görmezden gelen bir yazarın, o toplum, o insan ve o dünya üzerine yazacak bir şeyi yoktur.

Burada bir sorum var, hatta bir sorunsal diyebilirim buna. Topluma bakmak dediğinde, onu nerede görmeli? Yani toplumu ille de toplumun kendisinde, tarihinde, bugününde mi görmeli -ya da geleceğinde bile hatta-, yoksa onu aynı zamanda bireyin ruhunda görmek mi…? Bu ikisi galiba henüz yeterince açık olmayan noktalar.

Doğru söylüyorsun. Burada aslında eleştirinin çözemeyeceği bir sorunla karşı karşıyayız. Çünkü eleştiri bitmiş bir yapıt üzerinden konuştuğu zaman somut bir şey söyleyebilir. Eleştirmenin yazma reçetesi yoktur, tarif edebileceği, şöyle olsaydı keşke, diyebileceği bir yapıt yoktur. Bu durumda ancak bir çağrısı veya reddiyesi olabilir.
Yanlış anlaşılmamak için birkaç cümle daha eklemek istiyorum: Edebiyat yapıtıyla toplumsal ve siyasi hayat ilişkisini kurarken yazarların sosyal/politik olaylara ve yaşadıkları dönemin mücadelelerine olan bireysel bağlılıklarından söz etmiyorum. Ama siyasi gelişmelerin ve toplumsal ilişkilerin iş yaşamından sevme biçimlerimize kadar gündelik hayatın bütün alanlarına sızmasından romanın da nasibini almasını beklerim. Elbette Benjamin’in “bir yazın yapıtının eğilimi politik olarak ancak yazınsal ölçütlere göre de doğru ise doğru olabilir” sözünü unutmadan. Romanda toplumsal olanın yakalanması mutlaka büyük toplumsal meselelere, çarpıcı politik gelişmelere yer vermekle sınırlanmıyor. Bunu bireyin hayatından birkaç saate yoğunlaşarak da yakalayabilirsiniz. Sorun Türkiye’de bütün bunların tam tersi bir yere gelinmesinde. Yani bireysel bir yaklaşım değil, bireyci bir yaklaşım var. Çok küçük bir mekana sığdırılmış bir insanın, maddi varlığı bir kenara bırakılarak sadece değerler ekseninde tarif edilmiş bir insanın, aklı fikri aşka, cinselliğe kilitlenmiş, mutsuz, yalnız insanların varoluş problemleri çıkıyor karşınıza.

Ben isim vererek soracağım. Bu söylediğinin tipik örneği olarak çok satan bir roman adı vereceğim. Ahmet Altan’ın Aldatmak romanı… Orada birey var ama o bireyin içinde gerçek bir birey görmüyoruz.

Tabii. Değiştirin yeri, isterseniz New York yapın, ister Rusya yapın ister Antarktika, yazarın anlattığı hikâye değişmeyecek. Bireyin burayla, yerellikle ilişkisi yok, toplumsalla kısacası gerçeklikle ilişkisi yok, her şeyden soyutlanmış.

İkincisi de bu nedenle o gerçek bir birey değil. Bunlardan herhangi bir yere koyabilirsiniz ama aslında hiçbirinde de yoktur öyle bir şey.

Soyut bir genel geçer insan üzerinden yola çıkıyor.

İyi bir soyutlama çalışması mıdır diye de sormak lazım. Çünkü soyutlama çok iyi bir sanatsal yöntem de olur.

Doğru. Aslında soyutladığınız anda toplumsal bağlarını yakalamışsınız demektir. Burada soyutlamadan çok yazarın kafasındaki her şeyden yalıtılmış ideal insan tipi demek daha doğru olacak. Muhalif olmanın, toplumsal duyarlılığın her biçiminin suçlandığı ya da aşağılandığı, geçmişin değerlerinin alay konusu edildiği, edebiyata toplumsal ve siyasal konuları taşımanın daha baştan dışlandığı, bunlardan söz etmenin yerini ağlak bir dilin, acıların çocuğu ağzının aldığı böyle bir dönemde siyasi ve toplumsal meseleleri öne çıkarmanın bir entelektüelin görevi olduğunu düşünüyorum.
Benim toplumsallık dediğim o. Biz 12 Mart’ı yaşadık, 12 Eylül geçirdik, işkenceleri gördük, cezaevlerindeki şiddete tanık olduk, insanların dışarıya çıkıp savruluşlarını izledik; peki şimdi bütün bunlarla ilgili, bunları yakalayabilen kaç tane roman çıkar, çok tartışılır. Genel olarak toplumsal olanı kuşatan duyarsızlığın estetik bakışa yansıması söz konusu.

Tersi de olabiliyor. Az önce Ahmet Altan’ın bireyi anlatışını ve kötü anlatışını örnek olarak verdik. Tersi de şu olabiliyor, 12 Eylül dedin sen, dönemin yüzeyden alınmış bir fotoğrafı sunulabiliyor bize. Dediğin gibi cezaevi sunuluyor, işkence sunuluyor, hepsini koymaya çalışıyor. Bireyi de koyuyor, aşkını da koyuyor, öfkesini de, fakirliğini de bazen, çalıştığı fabrikayı koyuyor. Fakat bir türlü hakiki olan bir şey göremiyoruz orada. Orada ne eksik sence?

Yazarın kritik etme derdinin olmaması, doğrudan doğruya bir dönemin tanıklığını üstlenmiş olması, kendisine siyasi bir misyon biçmiş olması ve edebiyata olan uzaklığı…

Söyleşiyi düzenleyen:  Necmiye Alpay

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments