Akılcı bir okuyuşla Kur’an’daki çelişkili hükümlerin varlığına tanık olanların kendi kendilerine soracakları bir soru vardır: “Tanrı’nın çelişkili bir dille ya da tutarsız bir mantıkla konuşabileceğini düşünmek mümkün olmadığına göre, çelişkilerle dolu bir kitabı Tanrı sözleri olarak kabul etmek mümkün olur mu? Eğer çelişkili hükümleri kapsayan bir kitabı Tanrı sözleri olarak kabul edecek olursak, bu takdirde Tanrı fikrini zedelemiş olmaz mıyız?” Bu tür bir soruyu yanıtlamak amacıyla Kur’an üzerinde inceleme yapacak olanlar pek muhtemelen şu sonuca yöneleceklerdir ki, Kur’an’daki çelişmelerin nedenlerini Tanrı’da değil, kitabı hazırlayanlarda, daha doğrusu Muhammed’in davranışlarında, mantığında ve yaşam koşullarında aramak gerekir. Bu yapılacak olursa görülecektir ki, bir kısım çelişmeler onun günlük siyasetinin gereksinimlerini, kendi içinde bulunduğu koşullara uydurmaya çalışmasından;bir kısım çelişmeler güçsüz durumdan güçlü duruma geçmiş olmasından; bir kısım çelişmeler unutkanlığından; bir kısım çelişmeler uğradığı başarısızlıkların sorumluluğundan kurtulma çabasından; bir kısım çelişmeler bilgi kıtlığından; bir kısım çelişmeler de yabancı kaynaklardan yaptığı alıntıları bölük pörçük şekilde ya da değiştirerek aktarmış olmasından doğmuştur. Fakat, denilebilir ki, çelişmelerin varlığı genel olarak, Muhammed’in “güçsüz” durumdan “güçlü” duruma geçmesiyle ve günlük siyasetinin gereksinimlerini bu durumlara göre ayarlamasıyla ilgilidir.
I) Mekke Döneminin Nispeten Yumuşak ve Hoşgörülü Nitelikte Görünen Ayetlerinin, Medine Döneminin Sert, Katı, Savaşçı Ayetleriyle Çelişkili Olmasının Nedenleri
Kırk yaşındayken, kendisini “peygamber” olarak ilan eden Muhammed, ömrünün geri kalan 23 ya da 25 yılının aşağı yukarı yarısını Mekke’de, diğer yarısını da Medine’de geçirmiştir. Mekke’de bulunduğu süre boyunca Kur’an’a koyduğu ayetler “Mekki”, Medine’ye göçten (hicretten) sonra koyduğu ayetlere de “Medeni” deyimiyle tanımlanır. Mekki ayetler ile medeni ayetler, yumuşaklık ve sertlik ya da hoşgörülülük ve hoşgörüsüzlük veya barışçılık ve saldırganlık gibi konular bakımından birbirlerinden çok farklı ve genellikle çelişkili nitelikte şeylerdir. Genellikle bu farklılıklar ve bu çelişkiler, Muhammed’in Mekke döneminde henüz güçsüzken, Medine’ye geçtikten sonra, giderek güçlenmiş olmasından doğmuştur. Daha başka bir deyimle, henüz kendisini güçlü bulmadığı dönemlerde “hoşgörülü”ymüş gibi davranırken, güçlendiği an saldırgan ve savaşçı kesilmiş olmasındandır. Mekke dönemindeyken pek az taraftar toplayabildiği, yani henüz güçsüz durumda olduğu için, Kur’an’a., hoşgörülü, yumuşak, barışçı, öğüt verici (tebliğ edici) gibi görünümlü ayetler koymuştur ki, bunlardan bazılarını diğer konularda gördük.
Bunlar arasında, “(Ey Muhammed!) Sen öğüt ver, esasen sen sadece bir öğütçüsün” (Gaşiye Suresi, ayet 2122) ya da “(Ey Muhammed!) Yine de yüz çevirirlerse, artık sana düşen ancak açık bir tebliğdir” (Nahl Suresi, ayet 82) ya da “(Ey Muhammed!) Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur…” (Enam Suresi, ayet 68) ya da “Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Evet siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır” (Kafirim Suresi, ayet 6) şeklinde olanları vardır.
Fakat, daha sonraki Medine döneminde Kur’an’a. yerleştirdiği ayetler (yani medeni olan ayetler), sertlik ve şiddet ifadesi olarak, bu yukarıdaki “mekki” ayetlerle çelişki halindedir. Mekki ayetlerin “tebliğ et” ya da “öğüt ver” veya “dinde zorlama olmaz” şeklindeki yumuşaklığı yerine, medeni ayetlere “şiddet”, “katılık”, “savaşçılık” ve “saldırganlık” gibi nitelikler egemendir ki, bunlar arasında, “Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz!” (Tevbe Suresi, ayet 5) ya da “Kafirlerle ve münafıklarla savaş (cihatta bulun. Ve onlara katı davran!.. “ (Tevbe Suresi, ayet 74) şeklinde olanları vardır. Çünkü, Medine’ye geçtikten az sonra, çete saldırılan sayesinde ele geçirdiği ganimetler ve ganimetlerden yararlanmak isteyen taraftarların sayısının artması nedeniyle giderek güçlenmiştir; artık sadece “tebliğ edici” ya da “öğüt verici” değil, “emredici”dır; dilediği şeyleri kılıç yoluyla elde edebilicidir. Bu nedenle artık yumuşak davranmak, hoşgörü saçar olmak ihtiyacında değildir; bu nedenle Kur’an’a, sert, yıldırıcı, lanetleyici, ölüm saçıcı, savaşçı nitelikte dehşet saçan hükümler koymuştur.1
Güçsüz durumdayken, Kur’an’a, “Biz Resulleri, sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz…” (Kehf Suresi, ayet 56) ya da “Ey Muhammed, sen öğüt ver, esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen onlara zor kullanacak değilsin” (Gaşiye Suresi, ayet 2224) ya da “Dinde zorlama olmaz” (Bakara Suresi, ayet 256) şeklinde hoşgörülüymüş kanısını yaratıcı ayetler koyarken,2 güçlendiği an sert ve dehşet saçar nitelikte ayetler yerleştirmiştir ki, bunların arasında “Allah yolunda kıtal” öngören (Nisa Suresi, ayet 84) ya da müşrikleri Müslüman yapıncaya kadar savaşı emreden, örneğin, “… (kafirlerin) boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın” (Enfal Suresi, ayet 12) ya da “Onları bulduğunuz yerde öldürün… Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savasın” (Bakara Suresi) şeklinde olan ya da Yahudilere, Hıristiyanlara karşı savaş açılmasını ve İslami kabul etmelerine ya da “cizye” (kafa parası) vermelerine kadar savaşın sürdürülmesini öngören hükümler vardır ki, bunlar arasında, “(kitab ehli’ne, yani Yahudilere, Hıristiyanlara ve İslami din edinmeyenlere karsı) … boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın” (Tevbe Suresi, ayet 29) ya da “Ey Peygamber! Kafirlerle ve münafıklarla savaş. Ve onlara katı sert davran! Varacakları yer cehennemdir…” (Tevbe Suresi, ayet 73; Tahrim Suresi, ayet 9) şeklinde olanları var.
1 Her ne kadar Medine dönemine ait ayetlerin kimi çevirisinde “uyana” deyimleri geçmekle beraber, ayetlerin Arapça aslında kullanılan “imar” ve “nezir” sözcükleri, genellikle “korkutma” anlamını taşır. Bu konuda bkz. Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, Kaynak Yayınlan, c.7, s.185.
2 Ali İmran Suresi, ayet 20; Maide Suresi, ayet 92, 99; Rad Suresi, ayet 40; Nahl Suresi, ayet 35, 82; Nur Suresi, ayet 54; Ankebut Suresi, ayet 18; Yasin Suresi, ayet 17. Bu konuda Turan Dursun’un “Kur’an’daki Çelişkiler” başlıklı yazısı için bkz. 2000’e Doğru dergisi, 17 Aralık 1989, s.49.
Öte yandan yine henüz yeteri kadar güçlü bulunmadığı zamanlar, özellikle Mekke döneminde, düşman kazanmamak amacıyla tedbirli davranmayı tercih etmiş, örneğin Tanrı’yı inkar edenlere ya da puta tapanlara sataşılmamasını, onların taptıkları şeylere sövülmemesini istemiştir. Çünkü, aksi takdirde onların da kendisine ve taraftarlarına saldıracaklarını ve sövmeye başlayacaklarını bilirdi. Bundan dolayıdır ki, Kurana,
Alıntı:
“Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da … Allah’a sövmesinler” (Enam Suresi, ayet 108)
der yada
Alıntı:
“…onlar, savaşmadıkça, ‘siz de onlarla savaşmayın…” (Bakara Suresi, ayet 191)
şeklinde yumuşak ve barışçı nitelikte görünen ayetler koymuştur. Fakat, Medine’ye geçip de güçlendikten sonra, artık çekingen ve barışçı siyaset izlemeye gerek kalmadığı için, Kur’an’a,
Alıntı:
“Ey Peygamber! Kafirlerle ve münafıklarla savaş (cihatta bulun!). Ve onlara katı davran (sertlik göster)! Varacakları yer cehennemdir…” (Tevbe Suresi, ayet 74; ayrıca bkz. Tahrim Suresi, ayet 9)
şeklinde ya da biraz önce değindiğimiz gibi, yıldırıcı ve dehşet saçıcı hükümler koymuştur.
3 Turan Dursun. Kur’an Ansiklopedisi, Kaynak Yayınları, c.4. s.97 vd.
İ) İrade Özgürlüğüne Yer Verir Gibi Görünen Ayetlerle, Böyle Bir Özgürlüğü Tanımayan Ayetler Arasındaki Çelişkileri Var Eden Nedenler
Kur’an’ın mekki ve medeni olan ayetlerini dikkatle inceleyecek olursak, görürüz ki, birincilerde “irade özgürlüğü”ne yer verir gibi görünenler yanında, yer vermez olanlar bulunduğu halde, ikincilerde bu tür bir özgürlüğü yok sayar nitelikte olanlar ağır basmaktadır. Birbirleriyle çelişki yaratan bu hükümler, Muhammed’in hem bir yandan günlük siyasetinin gereksinimlerinin hem de Medine’ye geçmekle güçlenmiş olmasının sonucu olmak üzere ortaya çıkmıştır. Nitekim, birazdan göreceğimiz gibi, Ebu Bekir’in Müslümanlığı kabul etmesini “özgür irade” davranışı gibi göstermek üzere, Kurana, “Herkese islediklerinin karşılığı ödenir” şeklinde hüküm koyarken, amcası Ebu Talib’in Müslümanlığı kabul etmemesi üzerine, “Tanrı dilediğinin kalbini açar, Müslüman yapar; dilediğininkini kapar, saptırır” şeklinde ayet koyarak “inanç” sahibi olmanın, “özgür irade”yle ilgisiz bir davranış (yani Tanrı’nın keyfine kalmış bir is) olduğunu belirtmiştir. Çünkü, aksi takdirde amcasını Müslüman yapamamış olmaktan doğma başarısızlığı üstlenmek zorunda kalmış olacaktı; böyle bir durumda, çevresindekilerin “Bu nasıl peygamberdir ki. kendi amcasını bile Müslüman yapamaz?” şeklinde konuşmalarına neden yaratacak, mahcup durumda kalacaktı. Müslüman olmanın “özgür irade” işi olmadığını belirtmekle, bu sorumluluğu sırtından atmış olmayı, çıkarlarına uygun bir iş saymıştır.
Müslüman yapmaya çalışıp da yapamadığı diğer kişiler hakkında da Kur’an’a yukarıdakine benzer ayetler koymaktan geri kalmamıştır. Örneğin, İslam olmak istemeyen alNadir İbn alHaris hakkında, “Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir” (İbrahim Suresi, ayet 4) şeklinde ayet yerleştirmiştir. Yine bunun gibi Ümeyye b. Ebi’sSalt (ya da Nu’man b. S ay fi erRahib) hakkında Tanrı’nın şöyle konuştuğunu bildirmiştir:
Alıntı:
“Ey Muhammed!.. Dileseydik onu ayet/erimizle üstün kılardık… Durumu, üstüne vursan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir” (Araf Suresi, ayet 176).
Mekke döneminde daha henüz güçsüz bulunduğu için, zaman zaman kişileri kendi serbest iradelerine göre davranabilir ve bu davranışlarının sorumluluğunu yüklenebilirmiş gibi durumlarda bırakmayı, günlük siyasetinin gereksinimlerinden saymıştır. Eğer “Tanrı ve peygamber” buyruklarına uygun hareket edecek olurlarsa, cennetlere kavuşacaklarını, etmeyecek olurlarsa cehennemi boylayacaklarını anlatmayı, o an için işine gelir bulmuştur. Çünkü, bu ilk başlangıç döneminde taraftarlarının sayısı pek azdı; şiddet usulleriyle ve kılıç yoluyla insanlara hükmünü geçirebilecek yeterliliğe henüz erişmemişti. Bundan dolayıdır ki, kişileri, irade özgürlüğü dışındaki davranışlara sürüklemesi kolay olamazdı. Nitekim, Mekke döneminde (ya da Medine’ye yeni geçtiği zamanlarda) Kur’an’a koyduğu hükümler arasında, “Herkese islediklerinin karşılığı ödenir” (Ahkaf Suresi, ayet 19) ya da “Dileyen Rabbine giden yolu tutar…” (İnsan Suresi, ayet 29) ya da “Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklarda kalmış sağır ve dilsizlerdir…” (Enam Suresi, ayet 39) şeklinde, irade özgürlüğüne yer verirmiş gibi görünen buyruklar vardır.
Aynı nitelikte olmak üzere “Kur’an olmayarak” yerleştirmeyi ihmal etmediği hükümler de (hadisler) vardır ki, bunlardan en çok bilineni Ömer b. Hattab’ın rivayetine dayalı şu hadistir:
Alıntı:
“Amellerin kıymeti) ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise, eline geçecek olan ancak odur. Artık nail olacağı bir dünya veya nikah edeceği bir kadından dolayı hicret etmiş kimse varsa, hicreti (Allah’ın ve Resulünün rızasına değil) sebebi hicreti olan şeye müntehidir. “4
Muhammed, bu tür buyrukları yerleştirerek, Mekke’den Medine’ye hicret (göç) etmek isteyenlerin, bu işi, Tanrı’nın ya da “Resulü”nün emriyle değil, kendi “imde”eriyle yapmış olacaklarını anlatmak istemiştir. Düşünmüştür ki, “cennet” nimetlerine konmak için, kişiler kendiliklerinden Medine’ye hicret edeceklerdir. Bu ve buna benzer hükümlerle şu kanıyı yaratmak istemiştir ki, kişi, kendi davranışlarının, kendi kararlarının sorumluluğunu yüklenmiştir: yani iyi bir iş yapmışsa, yaptığının karşılığını alır, kötü iş yapmışsa cezasına katlanır; kendi isteğiyle ve iradesiyle Müslüman olacaklarsa cennetlere gidecektir, olmazlarsa cehennem azabını göze almış demektir. Yukarıdaki hükümler (ve benzerleri) bu doğrultuda anlam taşır.
Bununla beraber tekrar belirtelim ki, Mekke döneminde de, kişi iradesini hiçe sayan ve kişiye özgürlük bırakmayan, örneğin Müslüman olup olmamanın ya da Kur’an’ı anlayıp anlamamanın, kişi iradesine değil, doğrudan doğruya Tanrı iradesine bağlı bir şey olduğunu gösteren hükümler koymamış değildir. Bunlar arasında,
Alıntı:
“Kur’an’ı anlarlar diye (onların) kalplerine örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk” (Enam Suresi, ayet 25);
Alıntı:
“Kur’an okunduğu zaman, seninle, ahrete inanmayanların arasına gizlice bir perde gereriz. Biz… Anlamamaları için gönüllerine perdeler gerer, kulaklarına ağırlık veririz ve sen Kur’an’da Rabbini bir olarak andın mı, yüz çevirirler, uzaklaşırlar senden” (İsra Suresi, ayet 4546); “
Alıntı:
Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslamiyete açar, kimi de saptırmak isterse… kalbinifar ve sıkıntılı kılar” (Enam Suresi, ayet 125)
şeklinde olan ayetler vardır. Yani Müslüman olup olmamak kişilerin iradesine bağlı değil, Tanrı’nın iradesine bağlı bir şeydir; Tanrı, dilediği kimseyi Müslüman yapar, dilemediğini yapmaz; dilediğini saptırır dilediğini saptırmaz; dilediğine Kur’an’ı okuyup anlama olanağını verir, dilemediğinin de gönlüne perde serip kulaklarına ağırlık koyar ve böylece onun Kur’an’ı okumasına ya da anlamasına engel olur. Söylemeye gerek yoktur ki, “özgür” iradeyi yok sayan bu hükümlerle, “özgür irade”ye yer verir görünen yukarıdaki hükümler çelişki halindedirler.
4 Sahihi…, Hadis No. l, c.I, s.I.
Görülüyor ki, birinci Mekke dönemindeyken yapabildiği tek şey, cennet vaatleriyle, cehennem korkutmalarıyla ya da lanetlemelerle iş görmekti. İslami kabul edecek olanların cennete alınıp, oradaki güzel kızlara, yeşil ırmaklara, meyve ve şarap bolluklarına kavuşacaklarını anlatmak üzere, Kur’an a,
Alıntı:
“Şüphe yok ki çekinenlere bir kurtuluş… ve murada eriş var; bahçeler, üzümler ve memeleri yeni sertleşmiş yaşıt kızlar ve dopdolu kadeh…” (Nebe’ Suresi, ayet 2938; Araf Suresi, ayet 42 vd…)
şeklinde ayetler koyarken, kabul etmeyenlerin bütün bunlardan mahrum kalıp cehennem ateşinde yakılacaklarına dair hükümler eklerdi. Bu sayede, Mekke’nin genellikle en fakir, en cahil ve en basit insanlarından bazılarını, kendi yakın akrabalarından da bir iki kişiyi (örneğin, amcasının oğlu Ali ile kölesi Zeyd’i) kendisine inandırabilmişti.
Peygamberliğini ilan edişinden iki yıl sonra Ebu Bekir’i ve biraz daha sonraki yıllarda da onun oğlu Abdurrahman’ı Müslüman edebilmişti. Bu kişilerin, İslami “özgür” irade yoluyla seçtiklerini söyleyip başkalarına örnek kılabilmek için Tanrı’dan, “Herkese islediklerinin karşılığı verilir” (Ahkaf Suresi, ayet 19) şeklinde ayetler indiğini bildirmiştir. Ve sanmıştır ki, cehennem ateşinden korunmak ve cennet nimetlerine konmak hevesiyle, kişiler, tıpkı Ebu Bekir ve oğlu Abdurrahman gibi, kendiliklerinden İslam olacaklardır. Ancak, evdeki hesap çarşıya uymamış ve düşündüğü gibi olmamıştır. En yakın akrabaları arasından olup da, Mekke’nin ileri gelenlerinden sayılanların çoğu, örneğin Ebu Talib ki amcasıdır ve kendisine babalık yapmıştır ya da Ebu Leheb ve Ebu Cehl gibi kimseler Müslüman olmamışlardır; ona inanmamışlar, onu peygamber saymamışlardır.
Amcası Ebu Talib bile, ona en büyük yakınlığı göstermiş, onu her türlü tehlikeye karşı korumuş olduğu halde müslüman olmamış, putperest olarak kalmıştır. Onları Müslüman yapamamış olmak, Muhammed bakımından prestij yıkıcı bir başarısızlıktı. Ve işte bu başarısızlığının Mekkeliler arasında kendi aleyhine söylentiler yaratabileceğini ve bu söylentilerin kendi otoritesi bakımından tehlikeli olabileceğini düşünerek, Kur’an’a, Müslüman olup olmamanın Tanrı’nın dileğine, iradesine ve iznine bağlı olduğuna dair ayetler koymuştur. Yani anlatmak istemiştir ki, Tanrı, kişinin bir şeyi istemesini (ya da istememesini) dilediği zaman, kişi o şeyi ister ya da istemez.5 Daha başka bir deyimle Müslüman olup olmamak özgür irade işi değildir; kişi, kendi dileğiyle, kendi iradesiyle Müslüman olamaz; meğer ki, Tanrı ona Müslüman olma dileğini vermiş olsun. Nitekim, Kur’an’da “Allah dileseydi puta tapmazlardı (müşrik olmazlardı…) (Enam Suresi, ayet 107) diye yazılıdır. Bu doğrultuda olarak Tanrı, kişileri şöyle konuşturtuyor:
Alıntı:
“Hidayetiyle hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik…” (Araf Suresi, ayet 43).
“Neden Tanrı bütün kullarını hidayete eriştirip Müslüman yapmaz?” diye sorulacak olunursa, Muhammed, bunun cevabını Kur’an’a koyduğu ayetlerle şöyle veriyor: Çünkü, Tanrı cehennemi insanlarla dolduracağına dair kendi kendine söz vermiştir (Secde Suresi, ayet 13) ve işte bu sözünü tutmak için insanlardan birçoğunu kafir kılıp cehenneme atar. Cehennemin dolup dolmadığını anlamak için ikide bir cehenneme, “Doldun mu?” diye sorar. Cehennem de ona, “(Hayır) Daha var mı?” der (Kaf Suresi, ayet 30). Bu nedenle Tanrı insanlardan bir kısmını kafir kılmaya devam. eder. Anlaşılan o ki, Ebu Talib bunlardan biridir; yani Tanrı ona, Müslüman olma istek ve dileğini vermemiş, onun “kafir” olarak canını almıştır. Muhammed, bununla beraber, amcasından gördüğü iyilikler nedeniyle, onun sadece topuklarına kadar cehennem ateşinde kavrulacağını, beyninin kaynayacağını bildirmiştir.Daha sonraki bir tarih itibariyle (yani Medine’ye geçtikten sonra) kafir olarak ölenler için (akraba dahi olsalar) “mağfirette” bulunmanın yasaklandığına dair ayetler koyacaktır (Tevbe Suresi, ayet 113).
5 Elmalılı Hamdi Yazır, age, c.7, s.5626 vd.
6 Sahihi…, Hadis no. 665, c.4, s.533: ayrıca bkz. Sahihi…, c.10. s.54 vd.
Görülüyor ki, Muhammed, Ebu Bekir’in Müslümanlığı kabul etmesi vesilesiyle Kur’an’a,
Alıntı:
“Herkese işlediklerinin karşılığı ödenir” (Ahkaf Suresi, ayet 19)
ya da
Alıntı:
“Dileyen Rabbine giden yolu tutar” (İnsan Suresi, ayet 29)
diyerek Müslüman olup olmamayı sanki kişinin istek ve iradesine bağlıymış gibi gösterirken, Müslümanlığı kabul etmeyen Ebu Talib’in tutumu karşısında,
Alıntı:
“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslama açar; kimi de saptırmak isterse… kalbini iyice daraltır…” (Enam Suresi, ayet 125; Kasas Suresi, ayet 56 vd…)
şeklinde ayet koymuş, böylece çelişkili iki hükmün Kur’an’da yer almasına neden olmuştur.
Fakat, bütün bu çelişkilere neden olurken, bir de Tanrı’yı, hem bir yandan kişileri “kafir” yapan hem de diğer yandan “cezalandıran”, yani haksızlık, adaletsizlik yaratan olarak göstermiş olmaktadır ki, bu da ayetlerin tümcelerinin tertipsiz bir şekilde düzenlemiş olmasındandır. Çünkü, yukarıdaki ayetlerden her biri, ayrıca kendi içlerinde, birbiriyle çelişmelidir. Örneğin, Enam Suresi’nin 125. ayetini tekrar okuyalım:
Alıntı:
“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslama açar; kimi de saptırmak isterse… kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir” (Enam Suresi, ayet 125).
Görülüyor ki, burada, ilk iki tümceyle son tümce birbirleriyle çelişmekte; çünkü, Tanrı, dilediği gibi kişilerin kalbini daraltıp kafir yapmakta, yaptıktan sonra da onu cezalandırmaktadır. Aynı şeyi Nahl Suresi’nin 93. ayetinde görmekteyiz:
Alıntı:
“Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat o, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız” (NahI Suresi, ayet 93).
Burada anlatılan, Tanrı dilediğini doğru yola sokuyor, dilediğini saptırıyor, sonra da onları,, böyledirler diye sorumlu tutuyor. Zümer Suresi’ndeki şu ayet bir başka örnektir:
Bunu yaparken Ebu Talib’i “Tanrı’nın hidayetine layık girmediği” kişiler arasına kalmaktan ve cehennemlik saymaktan geri kalmamıştır. Yukarıdaki ayete şunu koymuştur: “Al/alı dilediği kişiyi hidayette kılar. Ve o, hidayete layık (ilanları çok iyi bilir” (Kasas Suresi, ayet 56)’. Bu konuda bkz?. Sahihi…. Hadis No. 15481549. c.IO. s.5253.
Alıntı:
“Allah kimin gönlünü İslama açmışsa, o, Rabbinden bir nur üzerine olmaz mı? Allah’ı anmak konusunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içerisindedirler… Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz” (Zümer Suresi, ayet 2223).
Tanrı, bütün bu ayetlerde, birbirleriyle çelişen tümcelerle buyruklarda bulunmaktadır: zira, bir yandan “Ben dilediğimi saptırırım, doğru yoldan uzaklaştırırım” şeklinde konuşuyor, sonra da bu şekilde saptırmış olduklarına “Yaptıklarınızdan sorumlusunuz” diyor! Bir yandan “Allah’ı anmak konusunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun…” diyor, diğer yandan kalpleri katılaştıranın yine kendisi olduğunu bildiriyor!
Yine bunun gibi Muhammed, Kur’an’a,
Alıntı:
“Sana ne kötülük gelirse kendindendir” (Nisa Suresi, ayet 79)
ya da
Alıntı:
“İnananlar… işte cennetler onlaradır” (Araf Suresi, ayet 42)
şeklinde ayetler koyarak, Müslümanlığı kabul edenlerin cennete, etmeyenlerin cehenneme gideceklerini bildirerek taraftar kazanacağını sanmış, fakat başarısız kalıp da çevresindekiler,
Alıntı:
“(Muhammed peygamber değil) büyülenmiş bir adamdır” (Enam Suresi, ayet 7)
şeklinde konuşmaya başlayınca, sorumluluğu Tanrı’ya yüklemek üzere,
Alıntı:
“Allah dileseydi onları doğru yolda toplardı” (Enam Suresi, ayet 35)
ya da
Alıntı:
“Allah kimi dilerse onu saptırır ve kimi dilerse de onu doğru yola koyar” (Enam Suresi, ayet 39)
şeklinde ve biraz yukarıda belirttiğimiz hükümlerle çelişki yaratan ayetler koymuştur.
Yine bunun gibi, putlara tapmanın ve Tanrı’ya eş koşmanın “cehennemlik” bir şey olduğuna dair, Kur’an’a,
Alıntı:
“Allah’a ortak koşan kimse derin bir sapıklığa sapmış olur” (Nisa Suresi, ayet 116)
ya da
Alıntı:
“Puta tapanlardan yüz çevir” (Enam Suresi, ayet 106)
şeklinde ayetler8 koymasına rağmen, henüz güçsüz olduğu dönemde kişileri puta tapma geleneğinden uzaklaştıramayacağını anlayınca, başarısızlığını örtmek üzere, bu kez, puta tapmanın Tanrı dileğine bağlı olduğunu bildirmiş ve Kur’an’a şu tür ayetler koymuştur:
Furkan Suresi, ayet 3; Tevbe Suresi, ayet 28. 114; Kasas Suresi, ayet 6274; Nisa Suresi, ayet 50. 51. 116 vd…
Alıntı:
“Allah dileseydi puta tapmazlardı” (Enam Suresi, ayet 107).
Yine aynı şekilde, Kur’an’a. inanıp inanmamanın kişilere kalmış bitiş olduğuna dair Kur’an’a ayetler koyarken, bu işin Tanrı’ya ait olduğunu bildiren ayetlere yer vermiştir. Bunun nedeni şudur: ilk zamanlar Mekkeli Araplara Kur’an’ı sunduğunda, bunun Tanrı sözleri olduğunu ve bu sözlere inanan kişilerin cennetlik olacaklarını söylemiş ve “Dileyen Rabbine giden yolu tutar” (İnsan Suresi, ayet 29) şeklinde ayetler koymuştur. Ancak, bu söylediklerine pek az kimse inanmıştı; bunlar genellikle Mekke’nin fakirleri ve düşkünleriydi; sırf cennete gitme hayaline kapılarak İslama girmişlerdi. Buna karşılık inanmayanlar pek çoktu; özellikle Kureyş’in ileri gelenleri, Muhammed’i, belli bir kitapla gönderilmiş bir peygamber olarak ciddiye almamışlar,9 Kur’an’ı Tanrı sözleri olarak tanımamışlardır; şöyle demişlerdir:
Alıntı:
“Bu (Kur’an) öncekilerin masallarından başka bir şey değildir” (Enam Suresi, ayet 25).
Böylece eski geleneklerine uyarak kendi ilahlarına tapmaya devam etmişlerdir. Muhammed’in Tanrı’dan geldiğini söylediği Kur’an’ı dinlemek bile istememişlerdir. Ve işte onların bu şekildeki davranışlarına karşı Muhammed, Kur’an’a,
Alıntı:
“Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıkta kalmış sağır ve dilsizlerdir” (Enam Suresi, ayet 39)
ya da “…zalimlerdir” (Enam Suresi, ayet 21) şeklinde ayetler koymuş, cehennem tehditleri savurmuş, yine başarı sağlayamayınca, “Eğer onlar Kur’an’a inanmıyorlarsa, bunun nedeni Tanrı’dır; çünkü, Tanrı onların kalplerini kapamış, kulaklarını tıkamıştır” şeklinde şu tür ayetler koymuştur:
Alıntı:
“Kur’an’ı anlarlar diye (onların) kalplerine örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk” (Enam Suresi, ayet 25).
Alıntı:
“Kur’an okunduğu zaman seninle ahrete inanmayanların arasına gizlice bir perde gereriz. Biz… anlamamaları için gönüllerine perdeler gerer, kulaklarına ağırlık veririz ve sen Kur’an’da Rabbini bir olarak andın mı, yüz çevirirler, uzaklaşırlar senden” (İsra Suresi ayet 4546).
Aralarında konuşurlarken “büyülenmiş bir adam” olduğunu düşünerek “Muhammed’e bir melek indirilmeli değil iniydi?” (Enam Suresi, ayet 7); “Rabbinden Muhammed’e bir belge indirilseydi ya”(Enam Suresi, ayet 37) dediklerini söylüyor Muhammed.
Dikkat edileceği gibi bu ayetlerde, tehdit, korkutma var, fakat vuruşmalı saldırı işareti yok; çünkü, dediğimiz gibi Muhammed, o tarihlerde henüz güçsüz durumdadır; şiddet ve kılıç yoluyla insanları İslama sokmasına olanak yoktur. Böylece bir yandan “Dileyen Rabbine giden yolu tutar” (İnsan Suresi, ayet 29) ya da “Sana ne kötülük gelirse kendilidendir” (Nisa Suresi, ayet 79) diyerek ya da buna benzer ayetleri getirerek,10 kişileri, kendi eylemlerinden dolayı sorumlu kılmak isterken, yani Kur’an’ı Tanrı sözleri saymanın ve okuyup anlamanın, kişi iradesine bağlı olduğunu söylerken, diğer yandan, bu söylediklerinin tam tersine, kişi iradesini hiçe sayar nitelikte olmak üzere,
Alıntı:
“Kur’an’ı anlamasınlar diye onların kalplerini perdeledik, kulaklarına ağırlık koyduk” (Enam Suresi, ayet 25)
şeklinde ayetler koymaktan geri kalmamış, böylece çelişkili hükümlerin Kur’an’da yer almasına neden olmuştur.
İrade özgürlüğü konusundaki çelişkiler doğrultusunda verilebilecek bir başka örnek, biraz yukarıda değindiğimiz gibi, Ebu Bekir ile oğlu Abdurrahman’ın Müslüman olmaları olaylarıyla ilgilidir. Hatırlatalım ki, Ebu Bekir, Muhammed’in İslamiyeti yaymaya başlamasından iki yıl sonra Müslüman olmuştur. Olduktan sonra, oğlu Abdurrahman’ı da Müslüman yapmak istemiştir; yapabilmek için ona, eğer İslama girecek olursa, öldükten sonra dirilip cennetlere kavuşacağını söylemiştir. Ancak, Abdurrahman, babasının ve anasının ısrarlarına rağmen İslami kabul etmemiş, direnmiştir. Hem de kendisini Müslüman yapmak istiyorlar diye onlara kafa tutmuş, güya “Öf, artık yeter!” şeklinde konuşmuştur. Hatta Kur’an’ın, masal kitabından başka bir şey olmadığını söyleyerek onlarla alay bile etmiştir. Onun bu direnişini gören Muhammed, Tanrı’nın gazabının, onun (ve onun gibilerin) üzerinde olduğunu öne sürerek, Kur’an’a şu ayeti koymuştur:
Ayrıca Rad Suresi’nde, “Allah:., gönlüyle kendisine yönelenleri… doğru yola sevk eder” (Rad Suresi, ayet 27) diye yazılıdır.
“Annesine, babasına ‘Öf ikinizden; benden önce nice nesiller gelip geçmişken beni tekrar diriltilmemlemi tehdit ediyorsunuz?’ diyen kimseye, anne ve babası… ‘Sana yazıklar olsun! inan, doğrusu Allah’ın sözü gerçektir’ dedikleri halde, ‘Bu Kur’an ötekilerin masallarından başka bir şey değildir’ diye cevap veren kimse gibiler, işte onlar … Allah’ın azap vaadinin aleyhlerinde gerçekleştiğe kimselerdir” (Ahkaf Suresi, ayet 1718).
Fakat, az geçmeden Abdurrahman tutumunu değiştirip babasının yolundan gitmiş, İslam olmuştur: muhtemelen, cennetteki güzel hurilere kavuşmanın pek kötü bir şey olmadığını düşünmüş olmalıdır!
Alıntı:
“…İşlediklerinden ötürü herkesin bir derecesi vardır; herkese işlediklerinin karşılığı ödenir” (Ahkaf Suresi, ayet 19).
Alıntı:
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür…” (Şura Suresi, ayet 30).
Alıntı:
“İşte orada herkes, dünyada yapmış olduğunu bulur” (Yunus Suresi, ayet 2130, 52).
Alıntı:
“işlediklerinden ötürü herkesin bir derecesi vardır. Herkese? işlediklerinin karşılığı ödenir. Kendilerine haksızlık yapılmaz,’ inkar edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara, ‘…Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız… yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azap göreceksiniz…” (Ahkaf Suresi, ayet 1920).
Dikkat edilecek olursa, bu ayetler, irade özgürlüğüne yer veriyormuş kanısını yaratacak anlamdadır. Ancak, kişinin, kendi davranışlarının sorumlusu olarak, cennete ya da cehenneme gideceğine dair görünen bu hükümlere bakıp da, Muhammed’in irade özgürlüğünü tanıdığını sanmak yanlış olur. Tekrar edelim ki, bu hükümleri, o, genellikle henüz güçlü bulunmadığı birinci Mekke döneminde koymuş, cennet ve cehennem usulleriyle kişileri Müslüman yapmanın yollarını aramıştır Daha başka bir deyimle, onları, bu ilk başlangıç döneminde, sorumluluk duygusu içinde tutmuştur ki, cehennem azabından korksunlar ya da cennet hayalleriyle yoğrulsunlar da İslam olsunlar diye.
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi, Muhammed, İslami kendi dileği ve iradesiyle kabul eden Ebu Bekir (ve benzerleri) vesilesiyle doğru yola girmenin özgür irade işi olduğunu ve bu şekilde davrananların cennetlere kavuşacaklarını söylerken, İslama girmekten kaçınan Ebu Talib (ve benzerleri) vesilesiyle doğru yolu seçmenin özgür iradeye değil, Tanrı’nın dileğine bağlı bir iş olduğunu bildirmiştir..
Yine bunun gibi, Mekke döneminde henüz güçsüz olduğu için, kişileri, kendi iradelerine göre hareket özgürlüğü içerisinde bırakıcı nitelikte ayetler koyarken, Medine’ye geçip de güçlenince, irade özgürlüğünü kökünden yok edici ayetlere ağırlık vermiştir. Özellikle, “Müslüman” olmanın, kişi iradesine değil, esas itibariyle Tanrı iradesine bağlı olduğunu ve Tanrı iradesinin “cihat” (kılıç) yoluyla iş gördüğü temasını işlemeyi, kendi günlük siyasetinin gereksinimlerinden saymıştır. Şu bakımdan ki, Medine döneminde, çete saldırıları ve savaşlar sayesinde güçlenmeye ve bol miktarda ganimetler elde etmeye başlamıştı. Bu başarılardan yararlanmak ve ganimetlerden pay almak amacıyla, Araplardan pek çoğu .Müslüman olmaya başlamışlardı. Müslüman olanlar, “Biz Müslüman olduk” diyerek Muhammed’i minnet altına sokma yolunu tutmuşlardı; ikide bir onun başına bunu kakarlardı. Ve işte onların bu şekilde konuşarak kendisini minnet altında bırakmalarını önlemek üzere, Muhammed, onları Müslüman yapanın Tanrı olduğunu söylemiş ve Kur’an’a şu tür ayetler koymuştur:
Alıntı:
“(Ey Muhammed!) Onlar İslama girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar. De ki, ‘Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın… Bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur” (Hucurat Suresi, ayet 17).11
Ve işte hep buna benzer nedenler yüzündendir ki, Muhammed, birbiriyle çelişkili ayetlerin Kur’an’da yer almasına neden olmuştur. Daha başka bir deyimle, irade özgürlüğüne yer verir görünürken ya da böyle bir özgürlüğü yok bilirken, hep kendi günlük siyasetinin gereksinimleri doğrultusunda iş görmüştür.
Bu konuda bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, age. c.6, s.4467. 276
I) Mekke’den Medine’ye Hicret Olayları Vesilesiyle Konan Ayetler Arasındaki Çelişkilerin Nedenleri
Muhammed, Mekke’den Medine’ye hicret olayları sırasında da, yukarıdaki taktik gereğince, Kur’an’a çelişmeli ayetler yerleştirmekten geri kalmamıştır:
Mekke’de bulunduğu on yıla yakın bir süre boyunca fazla taraftar toplayamayınca ve kendisine destek olanların (örneğin karısı Hatice ile amcası Ebu Talib’in) ölümleri sonucu koruyucusuz kalınca, Medine’ye hicret etmeye karar vermiştir. Ancak, taraftarlarını hicret etmeye zorlayabilecek güçte değildi. Yapılacak şey ikna usullerini denemekti. İkna edebilmenin etkili yollarından biri, “niyet” unsurunu “amel” unsuruna bağlamaktı, yani kişiyi yaptığı işler yüzünden sorumlu tutmaktı. Kendisiyle birlikte Medine’ye hicret edecek olurlarsa “iyi” bir iş yapmış olacaklarını, nimetlere ve ahretlere kavuşacaklarını, aksi takdirde bunlardan yoksun kalacaklarını anlatmak üzere şöyle konuşmuştur:
Alıntı:
“Herkesin niyet ettiği ne ise eline geçecek olan ancak odur. Artık nail olacağı bir dünya veya nikah edeceği bir kadından dolayı hicret etmiş kimse varsa, hicreti (Allah’ın ve Resulünün rızasına değil) sebebi hicret olan şeye müntehidir. “
Böylece anlatmak istemiştir ki, kişiler hangi niyetle hicret etmişlerse, niyetlerine göre sonuç alırlar, yani kendi verecekleri kararlara Tanrı (ve elçisi) karışmaz.
Kuşkusuz ki, o an için bu şekilde konuşmak işine gelmiştir. Çünkü, hicret edip etmemeyi Tanrı kararına ve iznine bırakmış olsa, gerek hicret etmek isteyenler ve gerek istemeyenler, bunu kendilerine göre bahane nedeni sayılabilirler diye düşünmüştür. Yani eğer “Tanrı dilediğini hicret ettirir, dilediğini ettirmez” demiş olsa ya da “Tanrı’nın rızası olmadan hiç kimse hicret etmek için karar alamaz” şeklinde konuşmuş olsa, hicret etmeyip de Mekke’de kalmak isteyenler, “Mademki hicret, Tanrı’nın dilek ve rızasına bağlıdır, o halde bizim burada kalmamız Tanrı dileğine göre oluşmuş demektir. Kararı biz vermedik ki sorumlu olalım” diyebileceklerdi. Bundan dolayıdır ki, Muhammed, “Herkesin niyet ettiği ne ise eline geçecek olan ancak odur… hicret etmiş kimse varsa hicreti (Tanrı ‘nın ve elçisinin rızasına değil) hicret nedeni olan niyete yöneliktir” şeklinde konuşmayı ve böylece kişileri sorumluluk duygusu içerisinde bırakmayı, o an için kendi siyasetine uygun bulmuştur.
Bu satırları şu şekilde anlamak gerek: “Herkesin niyet ettiği ne ise eline geçecek olun ancak odur… hicret elini f kimse varsa hicreti (Tanrı’nın ve elcisinin rızasına değil) hicret nedeni olan niyete yöneliktir.”
Fakat, Medine’ye hicret ettikten sonra durum değişmiştir. Zira Muhammed’in çağrısına uyup Medine’ye hicret eden Müslümanlar olduğu gibi, hicret etmeyip Mekke’de kalanlar da vardı; bunlar çoğunluktu. Böyle olunca, Medine’ye hicret edenler ki bunlara “Muhacirler” adı verilmiştir, hicret etmeyip de, Mekke’de kalanları örnek verip, Muhammed’e, “Nasıl olur da onları Medine’ye getiremezsin?” diyebilirler ve kendisine başarısızlık yükleyebilirlerdi. Ve işte böyle diyemesinler diye, Kur’an’a,
Alıntı:
“(Ey Muhammed!) Tanrı kimi doğru yola eriştirmişse, doğru yolda olan odur ancak. Kimi de saptırmışsa, sen ona, Tanrı’nın dışında dost bulmazsın…” şeklinde ayetler koymuştur (örneğin İsra Suresi, ayet 97).
Yani demek istemiştir ki, “hicret etmeyip Mekke’de kalanlar doğru yoldan sapanlardır; Tanrı onları saptırdığı içindir ki Medine’ye hicret edemediler”!
Böylece, içinde bulunduğu durumlara göre, bir yandan “doğru yola” yönelmenin (örneğin, hicret etmenin) kişi iradesine bağlı olduğunu (ve bu şekilde davrananların cennetlik olacaklarını) belirtirken, diğer yandan, doğru yola yönelmenin “özgür irade işi” değil, Tanrı dileğine bağlı bir şey olduğunu (örneğin, hicret etmeyenlerin Tanrı izni olmadığı için Medine’ye hicret edemediklerini) öngören ayetler de çelişkilere neden olmuştur.
I) Medine’ye Hicretten Sonra, Oradaki Yahudilerle Olan İlişkiler Yüzünden Ortaya Çıkan Çelişkili Ayetler
Daha önce de değindiğimiz gibi, Muhammed, Medine’ye hicretten sonra, oradaki Yahudileri Müslüman yapmak istemiş, fakat bütün çabalarına rağmen yapamamıştır. 13 Ve işte izlediği bu siyasetle ilgili olarak Kur’an’a birtakım hükümler koymuştur ki, hepsi de birbiriyle çelişkilidir. Bir kere Yahudileri Müslüman yapamayınca kendi taraftarları, “Hani ya sen, Tanrı‘nın peygamberi olarak her şeyi bilen ve her şeyi yapabilen bir kimsesin, ‘nasıl olur da Yahudileri Müslüman yapamazsın ? “ seklinde söylendiklerinde, kusurun kendisinde olmadığını anlatmak ve prestijini kurtarmak için,
Alıntı:
“Tanrı dilediğinin kalbini açar Müslüman yapar, dilediğini saptırır kafir yapar” (Enam Suresi, ayet 107, 125: Nahl Suresi, ayet 93; Zümer
Suresi, ayet 2223 vd…)
ya da
Alıntı:
“Allah kimi hidayete erdirirse doğru yolu bulan odur…” (Araf Suresi, ayet 178) şeklindeki ayetlere başvurmuştur.
Bununla beraber işine geldiği zaman, “Herkese işlediklerinin karşılığı ödenir” (Ahkaf Suresi, ayet 19) şeklindeki ayetlerden yararlanmayı da ihmal etmemiştir. Bunun böyle olduğunu iyice anlayabilmek için, onun, daha önce, Mekke döneminde Kureyşli müşriklere (puta tapanlara) uyguladığı siyaseti anımsamakta yarar vardır. Zira, müşrikleri (puta tapanları) Müslüman yapamayınca, Kur’an’, “Allah dileseydi puta tapmazlardı” (Enam Suresi, ayet 107) şeklinde ayetler koyduğunu ve böylece, “Eğer putperestler beni peygamber olarak kabul etmiyor ve puta tapınaktan vazgeçmiyorlarsa, bu benim kabahatim değil; çünkü, Tanrı dileseydi onlar puta tapmazlardı” şeklindeki bir mantığa sığınarak prestijini kurtarmaya çalıştığını yukarıda görmüştük.
Mekke’deyken, “Allah dileseydi puta tapınazlardı” (Enam Suresi, ayet 107) şeklinde konuşurken, Medine’ye geçtikten ve iyice güçlendikten sonra bu söylediklerinin tam tersine olarak, Kur’an’a, “Müşrikleri nerede görürseniz öldürün” (Tevbe Suresi, ayet 5) şeklinde çelişmeli ayetler koymaktan geri kalmamıştır. Mekke’deyken “Allah dileseydi puta tapmazlardı” şeklinde ayetler koyması, kuşkusuz ki’, güçsüz olmasındandı, Medine’ye geçtikten sonra, “Müşrikleri nerede görürseniz öldürün!” şeklinde ayetler koyması ise, artık güçlenmiş olarak “müşrik”leri kılıç yoluyla Müslüman yapabileceğini bilmesindendir. Böylece Tanrı’yı, hem insanları “müşrik” (puta tapan) ya da “sapık” yapan hem de “müşrik” ve “sapık” yaptıktan sonra öldürten durumlarda bırakarak çelişmeler zincirine yenilerini eklemiştir. Ve işte bu aynı taktiği, Yahudileri ve Hıristiyanları Müslüman yapmak üzere başvurduğu siyasete de araç kılmıştır:
13 Bkz.. İlhan Arsel, Islama Göre Diğer Dinler. Kaynak Yayınları, birinci basını, istanbul. Mart 1999: İlhan Arsel, Kur’an’daki Kitaplılar, birinci basını, istanbul. Nisan 1999.
Kur’an’da, İslamdan başka dinlerin varlığını kabul eder görünen, örneğin, Yahudilerin, Hıristiyanların, Sabitlerin ve hatta putperestlerin “din”lerinden (inançlarından) söz eden ayetler bulunduğu gibi, İslamdan başka din olmadığına dair ayetler de vardır ki, çelişmeli olarak sıralanmışlardır. Örneğin, Kafırun Suresi’nde “müşrik”lerle ilgili olarak, “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kafirun Suresi, ayet 6) diye yazılıdır. Bakara Suresi’nde de Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerle ilgili olarak,
Alıntı:
“…(onlardan Allah’a ve ahret gününe inanıp yararlı iş yapanlar) Rablerinin kalındadır. Onlar için artık korku yoktur” (Bakara Suresi, ayet 62)
diye yazılıdır. Yine Bakara Suresi’nde,
Alıntı:
“Kendi dinlerine uymadıkça Yahudiler ve Hıristiyanlar senden hoşnut olmayacaklardır” (Bakara Suresi, ayet 20)
diye ayet vardır. Görülüyor ki, bu ayetlerde, İslamdan başka din ve inançlara (örneğin, Yahudiliğe ya da Hıristiyanlığa) yönelmenin kişiye bağlı bir iş olduğu anlamı yatmakta.
Fakat, buna karşılık, Kur’an’da, İslamdan başka din olmadığına, başka bir dine yönelenlerin “sapık” sayılıp cezalandırılacaklarına, onlara karşı savaş açılması ve İslami kabul etmelerine kadar savaşın sürdürülmesi gerektiğine dair ayetler de vardır ki, sık sık tekrarladığımız gibi, bazıları şöyledir:
Alıntı:
“Allah katında din şüphesiz İslamiyettir” (Ali İmran Suresi, ayet 19).
Alıntı:
“Kim İslamiyetten başka bir dine yönelirse onunki kabul edilmeyecektir. O ahrette de kaybedenlerdendir” (Ali İmran Suresi, ayet 85).
Alıntı:
“.. .Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün…” (Tevbe Suresi, ayet 5).
Alıntı:
“Kendilerine kitap verilenlerden (Yahudiler ve Hıristiyanlar) Allah’a ve ahret gününe inanmayan, Allah ile Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (İslam dinini) kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın” (Tevbe Suresi, ayet 29)