Çok yalına indirgeyerek, Freud’un psikanaliz öğretisinin özgün bir yorumcusu diye tanıtabileceğimiz, ama bu tanıtmanın getirebileceği birtakım sorularla («Freud’un psikanaliz öğretisini yorumlamak ne demektir?», «Freud’u özgün olarak yorumlamak ne anlama gelir?» vb.) yine kendisine dönmek zorunda kalacağımız Jacques Lacan, 9 Eylül 1981’de Paris’te öldü. Bu ölümle birlikte çağdaş Fransız düşünce tarihinin önemli bir sayfası kapanmış oluyor. Nerede bu önem? Bu önemin, somut olarak görülebilen (ama kuşkusuz yine de tartışmaya açık kalan) bir yönüyle, Lacan’ın Freud yorumunda ortaya çıktığını, öbür yönüyle ise çeşitli bilim dalları (dilbilim, yazınbilim, halkbilim, insanbilim vb.) ve felsefe için uyarı ve çağrılar getiren, içerik ve kapsamı henüz tam anlaşılmamış bir düşünce karmaşasıyla belirlendiğini söyleyebilirim. Bu iki nokta üzerinde sırasıyla ayrı ayrı duracağım. Ancak bu «durma»m —hemen belirteyim ki— bir değinmenin sınırlarını aşamayacak: günümüzde Lacan’a ancak değinilebiliyor da ondan. Bu noktayı Lacan’ın düşüncesinin dallar arası ilişkilerini ele alırken daha iyi açıklayabileceğimi sanıyorum. Şimdi ilkin Lacan’ın psikanaliz katkısının ne olduğunu kısaca görelim.
Lacan —kendi iddiasına ve kabul edilene göre— Freud’un psikanaliz öğretisini ilk kez tutarlı bir kuram düzeyine çıkarma işini başarmıştır. Bunun için de, Freud’la ilgili o güne değin baskınlık ve yaygınlığını koruyan belli bir yorumu geri çevirmiş, kendi yorumunu ise tek (ve özgün) bir merkez çevresinde kurmuştur. Lacan’ın geri çevirdiği yorum, Freud’un Amerikalılarca (özellikle Karen Homey, Erich Fromm ve Sullivan) gerçekleştirilen yorumudur. Laçan’ın kendi yorumu ise çağdaş dilbiliminin ışığında, Freud’un öğretisinde «dil» in ve dilsel «yapı»nın oynadığı rol üzerinde merkezleşmektedir. Şimdi bu noktaları ve onların geliştirilmesinden doğan, yankıları da bugüne değin süren sonuçları Jacques Laçan’ın düşünce yaşam ve savaşımının izinde canlı olarak görelim.
Lacan 13 Nisan 1901’de Paris’te doğdu. Tıp ve psikiyatri okudu. Asıl doğrultusunun yanında, 1933 yılında, Sartre, Nizan, Asturias ve Queneau’nun da yazılarını yayınladıkları bir yazın dergisinde şiir yayınladığını görüyoruz. 1932’de verdiği psikiyatri tezinin başlığı şöyle: «Kişilikle İlişkileri İçinde Paranoyak Psikoz». Bu çalışmasında Lacan’ın geleneksel psikiyatriyi incelerken kuramsal iç bir zorunlulukla Freud’un çözümleme öğretisine vardığı gözlemlenebiliyor. Ama Lacan’ın psikanaliz dünyasına girdiği ilk yazısı 1936’da ilk uluslararası psikanaliz kongresine sunduğu bildiri oluyor: bu bildirinin geliştirilmiş bir biçimi olan «’Ben’ İşlevinin Oluşturucusu Olarak Ayna Aşaması» 1949 da Zürich’de toplanan XVI. Uluslararası Psikanaliz Kongresi’nde okunuyor. Kendisine ilk ününü sağlayan bu yazıda Lacan, aynanın karşısında kendi görüntüsünü sevinçli mimiklerle selamlayan ve bu imgenin kendisi için önemini dışlaştıracak çeşitli davranışlara girişen altı aylık çocuğun durumunu çıkış noktası olarak almaktadır: «Burada ayna aşamasını psikanalizin ona verdiği tam anlamda bir özdeşleşme («identification») olarak anlamak yeter: yani bir imgeyi üstüne aldığı zaman özneden meydana gelen dönüşüm…» Bu aşamayla birlikte çocuk, dilin kendisine sağlayacağı her türlü bildirişme ve başkalarıyla ilişkiden önce, başkası olarak kavradığı bir imge ile belirlenir:«temel bir özdeşleşme» dir bu. Çocuğun ilk ideali aynadaki soğuk bir imgedir, artık yalnızca bu Gestalt’a. erişmeye çalışacaktır O. Daha bu ilk yaklaşımda Lacan’ın sonraki yapısalcılığının çekirdeğini bulmak olanaklıdır: Nasıl Saussure’e göre «imleyen» («Signifiant») dilsel dizgenin asıl «değer» taşıyıcı öğesi ise, burada da imge, tıpkı «imleyen» gibi belirleyici bir rol oynamaktadır. «O (Lacan) şunu gösterecektir: insan imleyen düzeninin efendisi değildir, fakat daha çok bu düzendir onun insan olarak kuruluşunu sağlayan; insan gözden kaçırdığı ve kendini bütünüyle aşan bir dünyada merkezden kaydırılmaktadır sürekli…»
Böylece Lacan’ın kuramsal tavrının kesinlik ve keskinlik kazandığı 1950’li yıllara geliyoruz. 1951’de Lacan «Paris, Psikanaliz Derneği» ni («la Société psychanalitique de Paris») açıyor, bundan amaç çözümleyicilerin yetişimi sorununa el atmak. 1953 yazında Roma’da sonradan «Roma Konuşması» diye anılan konferansını sunuyor ve aynı yıldan başlayarak, Paris’te ilkin Saint-Anne hastanesinde, sonra «l’École normale supérieure» de ve daha da sonra Hukuk Fakültesi’nde ünlü seminerlerini sürdürüyor. 1975’ten bu yana yazılı metinlere dönüştürülerek cild cild yayımlanan bu seminer konuşmalarını öğrenciler yanında, bugün psikanaliz alanında başlıca birer ad olmuş kişiler, çeşitli uzmanlık ve bilim dallarından meraklı ve ilgililer izliyor ve zamanla her seminer bir «olay» haline geliyor. Yukarda kısaca değindiğim gibi, Lacan’ın çeşitli yazılarında ve seminerlerinde dile gelen tutum ilkin Freud öğretisinin belli bir yorumunun eleştirisini içermektedir. Freud’un ölümünden sonra, (kendi özgün doğrultularını geliştiren Jung, Adler, Reich gibilerini saymazsak) bu öğretiye Amerikalılarca sahip çıkılmış ve hatta Avrupadaki yaygınlığı da onlarca sağlanmıştı. Bunların getirdiği yorumun tüm psikanaliz öğretisini davranışçı bir bakış açısına yerleştirdiği söylenebilir.
Buna göre ruhsal sağaltmada başı «ben» in, «ego» nun güçlendirilmesi çekmektedir, hastanın psikanaliz süreci sırasında da yenilerini geliştirdiği savunma süreçleri çözümlenmeli ve ortadan kaldırılmalıdır. Amaç hastanın çevre koşullarına uydurulmasıdır, buradaki pragmatik başarısıdır. Bu görüş karşısında, Lacan, ilkin özellikle hastanın savunmalarına karşı girişilen savaşımın nasıl başlıca dil içinde gerçekleştiğine, burada başat, belirleyici olanın hastayla çözümleyicinin konuşması olduğuna dikkatinizi çekmektedir. Ona göre «Ego»ya güvenilemez, çünkü —çözülemeciyle hastanın «konuşmasının» açıkça gösterdiği gibi— «Ego» yabancılaşmanın, «frustration» un kaynağıdır, çocuğun aynada izlediği ve kendisi sandığı boş bir hayâldir. Öyleyse kuramsal çıkış noktası olarak «Ego»nun yerine en başa Freud’un «id» olarak adlandırdığı şeyi koymalıdır ki kılgı ve sağaltma alanında onun öngördüğü şey, yani bilinçsizin karanlıklarının aydınlatılması gerçekleşsin: «Id’in bulunmuş olduğu yerde, ben olmalıdır» («Wo es ıoar, soll ich werden-»). Freud’un çeşitli bakış açılarına göre işlediği «ben» («Ich», «Ego») kavramı temelde insanın birbiriyle çelişen deneyleriyle hesaplaşmasında bir «aracı» durumundaydı: bir yandan gerçeklikle ilişki içindeydi, organizmanın gerçekliğe uymasını sağlıyordu, öbür yandan dürtüleri, Id’in libiosunu denetliyordu, bu dürtüler de «üst-ben» tarafından yasaklandığı ölçüde «üst-ben» le de ilişkide bulunuyordu.
Lacan’a göre, en başta şunu belirtmek gerekir: insan deneyinin içinde dilsel «imleyen» («signifiant») vardır, deney «imleyen»le başlar. Böylece deneyin çelişik ilişkileri, «imleyen» lerin, daha doğru olarak «imleyen» lerin içinde yer aldığı «imleyenler ağı» nın, dilsel dizgenin ilişkilerine dönüşür. Bu ağın bütünü «özne» den başka birşey değildir. Öyleyse «id’in bulunduğu yerde de «özne» vardır: «Burada, düşlerin alanında, kendi evindesin». İmleyenlerin ilişkilerinin insan deneyinin her noktasında karşımıza çıktığını kabul ettiğimiz anda, «özne» kavramımız düşlerimizin, dürtülerimizin dünyasını da içine alır. Çelişki imleyenlerin ağının (tüm insan konuşmasının, simgelerin oluşturduğu ağın) delinip yırtılması, psikanalitik sağaltma ise bu ağm onarılması demektir. Bu türlü —ego’nun güçlendirilmesinden fersah fersah uzak olan— bir sağaltma kavramı, Lacan’a göre, Freud’un öğretisine asıl uygun olanıdır. Çünkü, yine Lacan’ın gösterdiğine göre, nevrozların temelini oluşturan kopukluk ya da çelişki bilinçle bilinçsizin arasında değildir, ama bilinçsizin kendi içindedir (bu nokta dürtülerin, id’in alanında da öznenin varolmasının doğal bir sonucu oluyor). Böylece, Lacan’ın Freud yorumunun —mantık ekonomisi yönünden— iki ana ilkede toplandığını söyleyebiliriz: İnsan deneyinin ulaştığı her yerde imleyenlerin ilişkilerinin bulunması («bilinçsizin bir dil gibi yapılaşmış» olması), nevroz çatışmasının bilinçsizin kendi içindeki bir çatışma olarak, bu ilk ve ön aşamada, adeta kendi «canevi» nde yakalanması. Bu yorum tarzı örtük bir biçimde de olsa Freud’da bulunmaktadır: Freud’un çeşitli yapıtlarında, ama kuşkusuz en başta Düş Yorumu (Die Traumdeutung, 1900) adlı yapıtında dile, simgelere verdiği önem bu açıdan ilginç ve anlamlıdır. Sonuç şudur: Saussure’un bize tanıttığı, dilin bir dizge olarak bütünselliği, dil içindeki her öğenin ancak dilsel dizge içinde kendi «değer» ine kavuşması, dil üzerine eğilen bakışımızın, her türlü sezgi, «anlam» ve «tarih» kaygısını bir yana bırakarak «imleyen» / «imlenen» ilişkisinin karşılıklığının gösterdiği yolu izlemesindeki gereklilik, bütün bunlar Lacan’da kuramsal olarak genişletilerek yeniden değerlendirilmektedir: dil dizgesi bilinçaltını da içine almıştır artık, «imbilim» yalnızca toplumun değil, bireyin bilinçaltının da yapısallığını incelemektedir.
Buraya kadar, Lacan’ın psikanaliz kuramıyla ilgili olarak yaptığım, kuşkusuz kaba bir özettir. Bu kuram’ın, kurucusunun yaşamıyla birlikte yaşadığı serüvenin devamı da şöyle: 1964’te «Paris Psikanaliz Derneği» içindeki bir bölünme sonucu «Freudçu Okul» («l’Ecole Freudienne») kuruluyor. Bu okul da 1980’de kapanıyor ve Lacan ölümüne değin çeşitli eleştiri ve görüş ayrılıkları önünde savaşımını sürdürüyor. Dergilere, gazetelere yansıyan ve Lacan’ın görüş ve kişiliğinin güncel olarak yıpranmasıyla sonuçlanan bu ayrılıkları burada ayrıntılarıyla tanıtmak olanaksız. Dikkatimizi, güncel alanı bırakarak, Lacan’ın düşüncesinin kuramsal arka planına ve «felsefesi»nin geleceğine çevirelim.
Yazımın başında Lacan’ın kuramının «dallar arası ilişkilerinden söz etmiştim. Bu ilişkiler, kuşkusuz, psikanalize getirdiklerinden ancak soyut bir biçimde ayrılabilir; hatta belirtmek gerekir ki, Lacan’ın psikanaliz kuramı asıl bu ilişkilerin tanınması ve tanımlanmasıyla gerçek anlamda aydınlatılabilir. Ancak tam da bu noktada hatırı sayılır güçlüklerle karşılaşmaktayız. Lacan’ı kendi dillerine çevirmeyi başaran Amerikalılar, onu «karanlık», «anlaşılmaz» bulmaktan geri kalmamışlardır. Ölümünden aşağı yukarı bir yıl önce, Lacan üzerine Die Zeit’ta bir yazı yayımlayan genç Alman yazarı Bodo Kirchhoff şöyle diyor: «Lacan’ın çalışmasını sergilemek olanaksızdır, bu konuda ancak ima ve işaretle bulunulabilir». Buradaki olanaksızlık nerelerde kaynaklanıyor? İlkin Lacan tek tek hastalık olaylarını inceleyen bir hekim yazar, kitaplarının başlıkları genel olarak pek az şey anlatıyor: bunlar da «imleyen» gibi; anlamak için, içinde yer aldığı «ağı» tanımak gerek. Ayrıca Ecrits dışındaki tüm yapıtları, seminer çalışmalarının yazıya geçirilmesinden oluşuyor: Yani Lacan sözlü bir düşünür. Onu anlamak için dinlemek gerekirdi, diyenler var. Konuşmacı ve yazar olarak Lacan, Fransızcayla, çokanlamlı sözcüklerle sürekli oynuyor, tıpkı bir ozan gibi. Ama ozandan ayrı olarak bu oynamalarla estetik etkiden çok ve öncelikle kavramları derinleştirmeye çalışması, «aykırılık» ları «anlam»ın kuruluşuna ait görmesi işi büsbütün güçleştiriyor. Aslına bakılırsa, Lacan’ın dilbilimden, yazınbilimden, halkbilimden, insanbilimden ne aldığını ve onlara ne verdiğim saptama, ondan sonra, bu saptamanın ışığında psikanaliz öğretisini yorumlama ve geliştirmede nerelere vardığını göstermek gerekir. Freud’un kendi döneminin bilimleriyle olan ilişkisi üzerinde durulmuştur; Lacan’ın da bilimlerle ilişkisi aydınlatılmalıdır. Bu tür çalışmalar (örneğin, Lacan’ın Saussure ve Jakobson’la ilişkisinin bilinenden daha açık olarak ve derinliğine inilerek gösterilmesi) bildirdiğim özel güçlükleri ortadan kaldırmayacaktır, ama hiç değilse Lacan’a —Fransız yazarlarının, örneğin Jean-Luc Nancy ve Philippe Lacoue-Labarthe’m şimdiye değin yaptıklarının tersine— daha çözümleyici bir tutumla yaklaşmanın yararlı sonuçlarını ortaya koyacaktır. Bu da ilerde varılması istenebilecek kapsayıcı bir bireşim yolunda ileri bir aşamadır.
Böyle bir çalışma için Lacan’ın felsefeyle ilişkisi yönünden küçük bir taslak önerisinde bulunmayı deneyeceğim. Ölümü üzerine «Le Monde» da çıkan ilk yazılardan birini yazan Christian Deiacampagne şöyle diyor: «… Lacan’ın düşünceleri, belki de, geleneksel anlamıyla felsefede en çok izler bıraktı.» Lacan bir filozof muydu? Bir anlamda, evet. Yalnız öyle bir filozof ki, felsefe için ilk şaşırtıcı işlemleri, hem de kesinlikle tanımlanabilen işlemleri yaptıktan sonra bunlardan bildiğimiz anlamda fenomenolojik, ontolojik sonuçlar çıkaracağına tüm bir psikanaliz ve insan bilim kuramının ormanına dalan, tek tek ağaçlarına göre bu ormanı irdelemeye başlayan bir filozof. Felsefeyle uğraşıyorsanız şunu sormak zorunda kalıyorsunuz: felsefe atmosferine çıkıştan sonra, bu dalış neden? Felsefe için o denli verimli olabilecek yeni ürünler niçin derlenmeden bırakılıyor? Acaba henüz Platon’un bütünlememiş olduğu bir Sokrates de böyle miydi? Sözünü ettiğim işlemlerin başlıca ikisi Descartes ve Hegel felsefeleri üzerindedir. Lacan «Descartes’i bir karabasan gibi okuyalım!» diyor. Yukarda Lacan’ın Freud’un izinde özne kavramını bilinçaltını da içine alacak biçimde genişlettiğine değinmiştim: bu genişlemenin önemli bir sonucu öznenin kendi kendisine «cogito» gibi salt bir seziş-düşünüşle erişememesidir. Araya, «Ayna Aşaması» nda gösterildiği gibi insan vücudunun imgesi, ama aynı zamanda dilsel «imleyen» ler girmektedir. Cogitoya vücut imgesinin ve dilsel imin maddesel varlığı karışmaktadır. Lacan, Descartes’ın «Cogito» kavramını eleştirirken onun yeni bir genişletici tanımım yapmış, ama bu tanımı felsefe yönünden geliştirmeden bırakmıştır. Benzer bir nokta HegePle ilişkisinde de ortaya çıkmaktadır. Hegel’in Tin’in Fenomenolojisi yapıtının ünlü «Kendinin Bilincinin Bağımsızlığı ve Bağımlılığı; Efendilik ve Kölelik» başlığını taşıyan bölümü Marx’tan sonra ikinci kez Lacan’ca çok dogru bir açıdan yapısalcı bir dil felsefesi açısından vorumlanmış ve yine orada bırakılmıştır.
Bence bu tür bırakmaların Lacan’da açıklanabilir bir nedeni vardır: Lacan’ın bütün amacı psikanaliz (ve dolayısıyla insanbilim) alanında kuramla eylemin birliğini gözetmek ve yaratmak olmuştur. «Logos», onda, ortaya çıktığı anda «bilgi» anlamından «dil» anlamına geçmekte ya da dönüşmektedir: «dil»e, yani Lacan’ın psikanalizin belkemiği olarak gördüğü, diyaloga, yeni, sağaltıcı bir dialektike. Bu büyük eylem kuramının yeniden kuramlaştırılması, yani örneğin Lacan’ın Descartes ve Hegel’den (ama aynı zamanda bir Kant, bir Husserl ve Heidegger’den) ayrıldığı noktalarla birlikte onların düşüncesini nasıl başka bir düşünce çevrenine doğru geliştirmiş olduğunun gösterilmesi, kuşkusuz Lacan düğümünü çözmeye önemli bir katkı olacaktır. Ama biz, daha çözülmeden, bu düğümü bir kez daha elimize alalım. Lacan’ın bizim kültür çevremize kadar ulaşan çekimi, albenisi nereden ileri gelmektedir? Bunu yalnızca bir Paris modasına bağlamak yanlıştır. Yüzyılımızın başından beri Freud’un öğretisinin yeni kuşakların düşüncelerini nasıl etkilemiş olduğunu, bu etkinin çok çeşitli alanlarla (bilim, sanat-yazın, felsefe) yayıldığını göz önünde bulunduralım. Freud, tıp ve psikiyatri mesleğinden olmayanlarca da okunmuştur, klinik kaydı olmayan hastalarca da, diyelim. Bu geniş alımlayıcı kitlesine Freud’dan sonra ne getirmiştir Lacan? Psikanaliz «dil»le diyalogla yapılıyordu, ama çözümleyicinin de bu dil olayının içinde bulunduğu unutuluyordu; hastayla konuşan hekim kendi konuşmasını bir yolunu bulup soyutluyordu.. Lacan belki de ilk kez bilinçle bilinçsizi özdeş bir dilsel imler dizgesinin içinde, onun ağına düşmüş olarak gördüğü ölçüde, hastayla hekimin konuşmasını da dizgesel bir bütün olarak ele almış böylece ilk kez «Freud’un dili» kuramsal bir sorun olarak karşımıza çıkmıştır.
Lacan’ın bize armağan ettiği düğüm, onun kendi ellerinde kendisi için de bir düğümdür ve bu düğüm dilin yazının, konuşmanın, diyalogun, «text»in halkalarından oluşmakta, burada psikanalizin diliyle dilin psikanalizi birbirine kavuşmaktadır. Bu kavuşma noktasında bir de bakıyoruz ki, daha önce tatmin edilmemiş istek «ben», «libido», «baskı», ((transfer» vb. başlıkları altında gördüğümüz ve bizden ayrı fiziksel varlıkları olduğunu düşündüğümüz her şey bir soru ile yanıtının karşılıklı ve sonsuz çekiminde içerilmektedir, soru yanıtını araya dursun, yanıt da soruyu beklemektedir. Ünlü bir seminerinde, Poe’nun «Çalınmış Mektup» öyküsü üzerine olan seminerinde Lacan «bir mektup varacağı yere daima varır», diyor. Niçin «varır?» Çünkü, yine Lacan’ın çok yinelenmiş bir formülüyle, «bilinçsiz bir dil gibi yapılaşmıştır». Psikanalizin çözümlediği «isteksin, «libido» nun gerçek eyleminin «dil» de olduğunun, baskıya alınmış isteğin kendisiyle ilişkisini —koptuğu noktada— «dil» de sağladığını ve sürdürdüğünü göstermesi psikanalizi bir çeşit mitoloji ve metafizike dönüşmekten kurtarmakta ve kavramlara yeni bir dayanıklılık getirmektedir. Lacan’ın çekimi karanlıkla aydınlığı sürekli birbiriyle çiftleştirmesindedir, ama «dil» üzerine eğilirsek, belki de onun bu çiftleşmeden başka birşey olmadığını, her saptadığımız açık ve ilk anlamına belirli olmayan başka bir «anlamsın eşlik ettiğini biz kendimiz görebileceğiz. Bunun için her yanıtı yeni bir soru izlemektedir. Lacan’m gerçekten bir «albeni»si varsa, bu «albeni» kendi kuramsal-olmayan, günlük dilimizle (yanıtlar) psikanalizin kuramsal-bilimsel dilini (sorular) eşdeğer kılarak, birlikte ve aynı özgürlüğe kavuşturmasındadır. Lacan’ın öğrencilerinden Shoshana Felman’ın filozof j.L. Austin için söylediğini Lacan’ın tüm çabaları için de yineleyebiliriz: «… Herşeyden önce kuram için duyulan isteği iletmek isteyen bir istek kuramının başarısı —ya da eyleme konması—»