Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeMarksizmKapalı uygarlıklar | György Lukacs

Kapalı uygarlıklar | György Lukacs

Yıldızlı gökyüzünde, gözlerinin önüne serilmiş olan yolların, izleyebilecekleri yolların haritasını okuyabilen zamanlara ne mutlu! Yolları yıldızların ışığıyla aydınlanmış zamanlara ne mutlu! Onlar için her şey yenidir, gene de her şey candandır; her şey serüven kokar ve gene de her şey onlarındır. Dünya uçsuz bucaksızdır, gene de kendilerini dünyada güvenli duyarlar, çünkü gönüllerinde yanan ateş yıldızların ateşindendir. Dünya ve ben, ışık ve ateş birbirinden kesinlikle ayrılırlar, bununla birlikte hiçbir zaman birbirlerine kesinlikle yabancı düşmezler, çünkü ateş her ışığın ruhudur ve her ateş ışığa bürünür. Ruhun hiçbir edimi yoktur ki anlamla dolu olmasın, ruhun hiçbir edimi yoktur ki şu ikileme, anlamında yetkin olan ve anlamlar için yetkin olan ikilemine dayanmasın; ruhun her edimi yetkindir, çünkü onun eylemi ruhun kendisinden ayrıktır ve özerk duruma gelmiştir, bu eylem kendi anlamını bulur ve bu anlamı kendi çevresine bir çember gibi çizer. «Felsefe, tam tamına yurtsamadır, her gittiği yerde kendi evinde olmak isteğidir» der Novalis.

Bu yüzden felsefe, yaşam biçimi olarak da edebi yaratının biçimini ve içeriğini belirleyen olarak da,içle dış arasındaki bir kopuşun belirtisidir, benle dünya arasındaki köklü bir ayrımı, ruhla eylem arasındaki bir tamuyarlı olmayışı belirleyen bir kopuşun belirtisidir her zaman. Mutlu dönemlerde felsefenin olmayışı ya da —bu da aynı anlama gelir— bu dönemlerdeki tüm insanların filozof olmaları, tüm felsefede ütopyacı amaçlara yönelmeleri bundandır. Gerçek felsefenin amacı bu ilkörneksel haritayı çizmek değildir de nedir? Aşkın yer sorunu, içimizin en derin yerlerinden bir biçimlenmeye doğru, onun için bilinmez olan, ama ona sonsuzluk içinde kendini gösteren ve onu kurtarıcı bir simgeler bütününe saran bir biçimlenmeye doğru fışkıran her türlü itkinin ne yönde düzenlenmesi gerektiğini belirlemek sorunundan başka bir şey midir? Buna göre tutku, aklın, kendi kendinin yetkin tamuyarlılığma yönelen önceden belirlenmiş bir yoldur ve çılgınlıktan sonra, aşkın bir gücün karmakarışık olan ama çözülebilir olan işaretleri kendini gösterir; yoksa bu güç sessizliğe gömülü kalacaktır. Bu durumda hiçbir içsellik yoktur, çünkü henüz hiçbir dışsallık yoktur, yani ruhun yönelebileceği bir yer yoktur. Ruh serüven peşine düserken ve bunları yaşarken, araştırmanın gerçek çabasını ve bir şeyi ortaya çıkarmanın gerçek tehlikesini sezemez; o henüz kendini yitirebileceğini bilmez ve kendi kendini araştırması gerektiğini hiçbir zaman düşünmez.

Destan çağı böyle bir çağdır. İnsanları ve olguları sevinçli ve kesin çizgilerle belirleyen şey hiçbir biçimde acı yokluğu ya da varlık güvenliği değildir —saçmanın ve üzücü olanın dünyadaki payı, tüm dönemlerin başlangıcından bu yana artmadı, yalnız avutucu şarkılar en açık ve en boğucu bir biçimde söylenir—, daha çok edimlerin, ruhun iç gerekliliğine, yücelik, gerçekleştirme ve bütünleştirme gerekliliğine tam olarak uygunluğudur. Ruh henüz kendinde kendisini düşüşe sürükleyecek ya da doruklara itecek herhangi bir boşluk bulmadıkça, evreni yöneten ve yazgının bilinmedik ve adaletsiz armağanlarını dağıtan tanrısallık insanın karşısında yer aldıkça, anlaşılmamış ama bildik ve yakın bir şey olarak, baba çocuğu karşısında durur gibi durdukça, ruh için hiçbir eylem yoktur ki ruha tıpatıp oturmasın. Buna göre, varlık ve yazgı, serüven ve sonaerme, varlık ve öz özdeş kavramlardır. Çünkü destanı biçimlerin yaratıcı bir yanıtı olarak kuşatan soru kendini şöyle ortaya koyar: yaşam nasıl oluyor da temel olabiliyor? Ve, şiirleri tam anlamında başlı başına bir destan meydana getiren Homeros erişilmez biri olarak kalıyorsa, bunun tek nedeni şudur. Zihnin tarihsel gelişimi sorunu belirleyebilecek düzeye gelmeden Homeros yanıtını ortaya koymuştu bile.

Helenliğin gizini, akıllara durgunluk veren yetkinliğini ve bizim için erişilmeyecek kadar yabancı bir gerçeklik meydana getiren uzaklığını kavramak ancak böylece olasıdır: Yunan yalnız yanıtları bilir, soruları bilmez, yalnız çözümleri bilir, —bazen bilmece haline gelmiş çözümleri bilir— ama bilmeceleri bilmez, yalnız biçimleri bilir, ama kaostan haberi yoktur. Biçimlerin yapılaştırıcı çemberini çelişkinin dışında çizer ve çelişki güncel olalı beri kabasabalıktan başka bir yere götürmeyecek olan her şey onu yetkinliğe götürür. Yunanlılardan sözedildiğinde, tarih felsefesi ve estetik, psikoloji ve metafizik birbirine karıştırılır ve onların yarattığı biçimler yaşadığımız döneme aktarılarak bu iki dönem bolkeseden birbirine karıştırılır. Ağız dil vermeyen bu sessiz örtülerin altında güzel ruhlar kendilerine özgü ayrıcalı anlar, düşsel bir dinginliğin kaygan ve tutulmaz anlarını ararlar; gözden kaçırdıkları bir şey vardır: bu anların değeri kendi kaygan özyapılarından gelir ve tarih felsefesinin, estetiğin, psikolojinin ve metafiziğin başlarını hep Yunan’a döndürmeleri onların gerçekten derin ve büyük olan yanlarıdır. Seller gibi akıp giden kanlarından, yaralarını sonsuza kadar gizleyebilecek bir zırh oluşturmak için onu kırmızı çelik halinde katılaştırmaya çalışan ve bu yeni kahramanlığı geleceğin gerçek kahramanlığına örnek davranışlarla ortaya koyan daha derinlikli kafalar, yaratıya ulaşma yolunda çektikleri oluşturucu acıların yetersizliğini, yetkinleşmek için yunan arılığını gereksinen yapmacıklı acılarla kapatırlar. Biçimsel yetkinliği bir iç yırtılışın işlevi şayan bir tekbenciliğin kurbanları durumundaki bu kişiler, helen biçimleri arasında bir acının sesini, yunan sanatı kendi ürünlerini aştığı ölçüde onları yoğun bir biçimde kaygılandıran bir acının sesini duyduklarını söylerler. Ama bu, ruhun girdili çıktılı aşkın yapısını bütünüyle tersine çevirmek anlamına gelir, bu yapı özü ve sonuçları içinde çok iyi tanıtlanmış olabilir, metafizik anlamı içinde çok iyi açıklanmış ve kavranmış olabilir, ama bu yapıya herhangi bir psikoloji yüklemek olanaksızdır —bu, olabildiğince sezgisel bir psikoloji ya da yalnızca kavrayışlı bir psikoloji de olsa— Çünkü, aşkın yerlerin belli bir durumunu varsaymayan ve yalnızca bu aşkın yerlerin sınırları içinde işleyen bir psikolojik kavrayış yoktur.

Helenliği bu biçimde anlamaya çalışmak yerine, yani sonunda, bilinçsizce «böyle biçimleri nasıl meydana getirirdik?» Ya da «böylesi biçimlere sahip olsaydık nasıl davranırdık» diye kendi kendimize sormak yerine, helen düşüncesinin, bizimkinden köklü bir biçimde değişik olan ve bu biçimleri zorunlu biçimler olarak olanaklı kılan bu aşkın yapısı üzerinde düşünmek daha yararlı olacaktır.

Yunan düşüncesinin soru sormadan önce yanıtlar verdiğini söylemiştik. Burada da, hiçbir psikolojik kavrayışın erişemediği, daha doğrusu ancak aşkın bir psikolojinin açığa çıkardığı bir olgu vardır. Bu olgu, her türlü yaşantıyı ve her türlü biçim yaratısını koşullayan sonuncu yapısal ilişkide, aşkın yerler arasında ve bu yerlerle bu yerlere a priori olarak verilmiş özne arasında hiçbir nitel ayrımın, yani aşılamaz olan hiçbir ayrımın bulunmadığını, bir sıçrayışta erişilmeyecek hiçbir ayrımın bulunmadığını gösterir. Bu olgu, en yüksek düzeye çıkmanın da anlamdan en yoksun durumlara inmenin de tamuyarlılığın yollarında gerçekleştiğini, yani en kötü durumda sürekli bir derecelenmenin kolayca ulaşılabilir düzeyleriyle gerçekleştiğini gösterir. Ayrıca, bu durumda zihin kendi görüş açısı içinde çoktan elde edilmiş bir anlamı kucaklamakla sınırlanır. Anlam dünyası bir çırpıda kavranabilir ve kucaklanabilir.

Onda her bireye uygun düşen yeri bulmak sözkonusudur yalnızca. Yanılgı burada aşırılıktan ya da yetersizlikten, birbirine karıştırmaktan ya da ayırdetmekten başka bir şey değildir, çünkü yaratı gözle görülür ve sonsuz olan özlerin ortaya çıkarılmasını sağlamaya vardığına göre, bilmek bir örtüyü kaldırmak anlamına gelir yalnızca. Erdem yolların ve araçların doğru bilgisinden başka bir şey değildir ve duyulara yabancı olan her şey, çok büyük bir uzaklıktan ötürü yabancıdır. Bu dünya biryapılıdır ve ne insanla dünya arasındaki ayrılık ne de Ben’in ve Sen’in karşıtlığı bu biryapılılığı bozabilir.

Ruh dünyada, bu uyumun herhangi bir ögesi olarak yer alır; ona çerçevesini kazandıran sınır şeylerin sınırından köklü bir biçimde ayırdedilmez; ruh, aydınlık ve kesin çizgiler çizer, ama ancak göreceli bir biçimde, biryapılı ve dengeli bir sisteme bağlı olarak ayırdedilir. Çünkü, düşünsel bütünlüklerin ortasında tözlülüğün tek taşıyıcısı olan insan hiçbir zaman yalnız değildir, İnsanın başkalariyle ilişkileri ve bu ilişkilerden doğan yapılar da, onun gibi, tözce zengindir, yani daha zengindir, çünkü daha evrenseldir, «daha felsefi»dir, ilkörneksel yere, yani aşka, aileye, siteye daha yakın ve daha uygundur. İnsan için ahlâki yükümlülük tam anlamıyla eğitimsel bir sorundur; bu yükümlülük yalnızca yuvaya henüz dönülmediğini gösterir, ama tözle tek ve yıkılmaz ilişkiyi göstermez. İnsanda, insanı bir kopmayı gerçekleştirmeye zorlayacak hiçbir şey yoktur; maddenin olumsallığına batmış olan insan, onu bu maddeden uzaklaştıran ve töze yaklaştıran yükselen bir devinimle kendini arılaştırmak zorundadır; önünde uzun bir yol açılır, ama o kendinde hiçbir uçurum taşımaz. Böylesi sınırlar içinde, dünya ancak kapalı ve yetkin olacaktır. Şimdiki anlamın görünümlerinin doğrudan doğruya yaşanmış ve biçimlenmeye yönelmiş bir evren çevresinde çizdiği çemberin ötesinde, korkutucu ve anlaşılmaz güçlerin varlığı duyulsa bile, bu güçler onu anlamından ayırmaya yetmez. Yaşamı yıkabilecek yetenekte olan bu güçler, insana kötülük edemezler; biçimini almış bulunan dünyaya uğursuz gölgeler fırlatabilirler, ama bu gölgeler de kendilerini daha iyi açığavuran karşıtlıklarda biçim sistemine katılırlar. Yunanlıların içinde yaşadıkları metafizik çember bizimkinden daha dardır; bu yüzden biz orada hiçbir zaman yerimizi bulamayız; daha doğrusu, sonluluğu yaşamların aşkın özünü meydana getiren bu çemberi biz kırmışızdır; biz kapalı bir dünyada soluyamayız artık. Biz, zihnin yaratıcı olduğunu anladık; bu yüzden de, bizim gözümüzde ilkörnekler nesnel zorunluluklarını bütünüyle yitirdiler ve dolayısıyla düşüncemiz her zaman eksik kalan yaklaşımın sonsuz yolunu izler.

Biz biçimler yaratmayı öğrendik ve o günden beri yorgun ve çekingen ellerimizin bıraktığı her şey son biçimine hiçbir zaman ulaşamaz. Biz kendimizde tek gerçek tözü bulduk ve o günden beri, bilmekle yapmak arasında, ruhla yapılar arasında, benle dünya arasında kapatılmaz uçurumlar açıldığını ve bu uçurumun ötesinde, her tözlülüğün düşünselliğin dağınıklığında yüzdüğünü kabul etmek gerekti. Dolayısıyla, özümüzün bizim için bir postulat durumuna gelmesi ve bizim aramızda hatta bizim içimizde daha derin ve daha korkunç bir uçurumun açılması gerekli oldu.

Dünyamız uçsuz bucaksız bir biçimde büyüdü ve dünyamızın her yanı yetenekte ve tehlikede Yunanlıların dünyasından daha zenginleşti; ama bu zenginlik, aynı zamanda, yunan yaşamının dayandığı olumlu yanı, yani bütünselliği de ortadan kaldırdı. Çünkü, her özel olgunun ilk belirleyici gerçekliği olan bütünsellik, kendi içine kapanmış bir yapıtın gerçekleşebileceğini gösterir; böyle bir yapıt gerçekleşebilecektir, çünkü onda her şey olabilir, hiçbir şey dışarda kalmamak ya da daha üst bir gerçekliğe götürülmek üzere her şey olabilir, böyle bir yapıt gerçekleşebilecektir, çünkü bu yapıtta her şey kendi yetkinliği doğrultusunda olgunlaşır ve kendi kendine ulaşarak bütünsel yapıya katılır. Her şeyin biçimler tarafından kuşatılmadan önce biryapılı olduğu olası bir varlık bütünselliği yoktur; orada biçimler zorunlu değildir, ama biçim kazanması gereken şeylerin ortasında, bulanık bir istek gibi uyuklayan her şeyin bilince kavuşması, gün ışığına kavuşmasıdır yalnızca Orada bilgi erdemdir ve erdem mutluluktur, orada güzellik dünyanın anlamını ortaya çıkarır.
Yunan felsefesinin dünyası böyle bir dünyadır. Ama bu düşünce ancak töz kavramı daha yumuşak bir biçimde ele alındıktan sonra gün ışığına kavuştu. Gerçekte Yunanlılar estetiği görmezden geldilerse, bunun nedeni elbette metafiziğin estetiği öncelemesidir; bunun gibi, Yunanlılar tarihle tarih felsefesi arasındaki gerçek karşıtlığı da bilemiyorlardı; Yunanlılar büyük a priori biçimlere karşılık olan tüm evreleri tarih içinde geride bırakmışlardır; Yunanlıların sanat tarihi metafiziksel – oluşumsal bir estetiktir; uygarlığının gelişimi bir felsefe tarihidir. Bu evrim sırasında Homeros’daki yaşamın mutlak içkinliği kavrayışından Platon’cu aşkın kavrayışa kadar her yerde, tözün yavaş yavaş uzaklaştığı görüldü – burada sözünü ettiğimiz mutlak görülebilir ve dokunulabilir bir mutlaktır ve bu evrimdeki anlamın ebedi hiyeroglifler olarak kendini ortaya koyduğu aydınlık ve açıkseçik evreler büyük biçimlerdir —bu alanda Yunanlılar geçiş dönemlerini kabul etmezler— dünyanın yapısallaşmasına karşılık olan zamandışı örnekler, destan, trajedi, felsefe gibi biçimlerdir. Destan dünyası şu soruya karşılık verir: yaşam nasıl özlü duruma gelebilir? Ama yanıt ancak, töz uzak bir ufuktan seslenen bir çağrı olduğu anda soru durumuna gelebilecek kadar olgunlaşmıştır. Olduğu gibi kendini gösteren yaşamın, özdeki içkinliğini yitirdiğinin —ve her yükümlülük yaşamı ortadan kaldırır— bilincine ulaşılabilmesi için, trajedinin önce şu soruyu yanıtlaması gerekti: öz nasıl canlı duruma gelebilir? Biçim kazandıran yazgıda ve kendi “kendini yaratmakla kendini bulan kahramanda, arı öz yaşama katılır, oysa arı ve yalın yaşam ancak tam anlamında gerçeklik karşısında, özün gerçekliği karşısında ortadan kalkar. Böylece, yaşamın ötesinde ve onun zengin ve verimli dolgunluğunun ötesinde öyle bir düzeye ulaşılır ki, bu düzeyde gündelik yaşam bir karşısav bile oluşturamaz.

Bununla birlikte, özdeki bu yükseliş, gereksinmeden de sorundan da doğmamıştır; Pallas’ın doğuşu, yunan biçimlerinin ortaya çıkışma karşılık olan bir ilkörnektir. Aynı biçimde, özün gerçekliği, yaşama birdenbire karışarak ve onu da aynı biçimde oluşturarak kendi an içkinliğinin kayboluşunu ele verir, trajedinin bu sorunlu art-düzeyi, ilk olarak felsefede kendini gösterir ve sorun durumuna gelir. Yasamdan iyice uzaklaşmış bulunan öz, tek aşkın gerçeklik durumuna gelince, felsefenin yapılaştırıcı ediminde, trajik yazgı bile, kendini kaba ve anlamdan yoksun herhangi bir deney olarak gösterince —bu edimde, kahramanın tutkusu, dünyaya özgü bir davranış, bu tutkunun gerçekleşmesi de olumsal öznenin sınırlanması olarak ortaya çıkınca— varlıkla ilgili soruya verilen trajik yanıt artık dolaysız bir zorunluluk olarak değil, bir mucize olarak, uçurumların üzerinden uzatılmış incecik bir gökkuşağı olarak gözükür. Trajik kahraman Homeros’un yaşıyan insanıyla yer değiştirir ve ondan sönmekte olan meşalesini aldığı için ve bu meşaleyi yeni bir ışıkla parlattığı için, bu insanı doğru olarak anlatır ve onun biçimini değiştirir.

Platon’un yeni insanına, bilge kişiye gelince, o etkili bilgisiyle, öz yaratan bakışıyla, yalnızca kahramanı açığa çıkarmakla yetinmez, altettiği korkutucu tehlikeyi de gün ışığına çıkarır, ve onun biçimini onu aşarak değiştirir. Bilge kişi her zaman sonuncu insan tipidir, bilge kişinin dünyası yunan düşüncesine bağlanmış olan örnek yaşam yapısallaşmalarının sonuncusudur. Platon’cu görüşü koşullayan ve taşıyan sorunların aydınlığa kavuşması, yeni meyvalarını ortaya konmasını engelledi. Dünya zamanla yunanlaştı, ama yunan düşüncesi bu anlamda, gitgide daha az yunanlaştı; yunan düşüncesi, çözümler getirdiği gibi, yeni ebedi sorunlar da ortaya koydu, amatopos noetos’da, ruhsal uzamda tam anlamiyle helen olan şey ebediyen söndü. Ve yeni bir yazgının taşıyıcısı olan yeni düşüncenin ortak açıklayıcısı «Yunanlı’lar için bir çılgınlıktır».

Bu, Yunanlılar için gerçekten bir çılgınlıktır! Kant’ın sözünü ettiği yıldızlı gökyüzü, ancak arı bilginin koyu karanlığında parlar; o artık hiçbir yalnız yolcunun yolunu aydınlatmaz, ve yeni dünyada, insan olmak yalnız olmak anlamına gelir. İçimizdeki ışık, güvenliğin zorunluluğunu ya da aldatıcılığmı ancak ikinci adımda hazırlar. Olaylar dünyasına ve onun ruhla her türlü yakınlıktan yoksun labirentine içeride hiçbir ışık sızmaz. Edimin, öznenin özüyle —yerini koruyan tek işaret noktası olan öznenin özüyle— uygunluğunun öze gerçekten ulaşıp ulaşmadığını bilmek sorununa gelince, öznenin, kendi için olgudan, nesneden başka bir şey olmadığına, kendi en yakın varlığının, kendisine yükümlülüğün hayali göğüne çizilmiş sonsuz bir gereklilik olarak gözükmediğine kim karar verebilir? Bundan böyle öz, öznenin bağrında yer alan dipsiz bir uçurumdan çıkmak zorundadır, çünkü özne, bu ulaşılmaz temelin üstüne yükselen ve kimsenin dibini bulamayacağı ve göremeyeceği tek özdür. Dünyanın bize tam anlamıyla uyan geçici gerçekliği olan sanat, böylece özerk duruma geldi; o artık kopya değildir, çünkü her türlü model ortadan kalkmıştır; sanat yaratılmış bütünselliktir, çünkü metafizik alanların doğal birliği bütün bütüne parçalanmıştır.

Burada, aşkın yerlerin bu yapısal dönüşümüyle ilgili bir tarih felsefesi geliştirmek istemiyoruz, geliştiremeyiz de; bu değişimlere ilerleyişimizin mi ya da düşüşümüzün mü neden olduğunu, yoksa yunan tanrılarının başka güçler tarafından mı bastırıldığını bilemeyiz. Anıştırmak bir biçimde de olsa, bizim gerçekliğimize açılan yolun tümünü tanıtlayamayız – bu çekicilik kendini ölü helenlikte de gösterir; ölü helenliğin şeytanî ışığı dünyanın kapatılmaz uçurumlarını unutturmaktan, dünyanın yeni özüyle yeni çelişkili birlikler düşletmekten geri kalmaz ve bu yüzden de başarısızlığa mahkûmdur.

Kiliseden yeni bir sitenin doğması böyle gerçekleşti; kaçınılmaz bir biçimde günahlı olan ruhla isa’nın insanı kurtarışının saçma kesinliği arasındaki çelişkili bağdan düşen yansı, göksel gerçekliğin yersel gerçekliğe yayılan yarı Platon’cu yansısıdır; açılmış olan uçurumdan, yersel ve göksel sıradüzenlerinin basamakları doğar yeniden. Ve, Giotto ve Dante’de, Wolfram d’Eschenbach ve Pisano’da, aziz Tommaso ve aziz François’da dünya, yeniden, kapalı bir çember, bir bakışta kavranabilen bir bütünsellik durumuna gelir. Derin uçurum kendi gerçek derinliğinin tehlikelerinden kurtulur ama, gücünden ve karanlık yansılarından hiçbir şey yitirmeksizin, tüm koyu karanlığını arı yüzeye dönüştürür ve böylece herhangi bir güçlükle karşılaşmadan, kendini kapalı bir renk birliğinde eritir. Kurtuluş çağrısı dünyanın çevrimsel yetkin sisteminde bir gürültü durumuna gelir ve yunan dengesinden daha az renkli ve daha az yetkin olmayan yeni bir dengenin kurulmasını sağlar: bu, tamuyarlı olmayan ama çokyapılı olan yoğunlukların dengesidir. Yeniden ele geçirilmiş dünyanın kavranamaz olan ve sonsuza dek elde edilemez olan özelliği, gözlegörülür bir uzaklığa kadar yaklaşmıştır. Son Yargı varolan gerçeklik durumuna gelir ve önceden gerçekleşmiş gibi ele alınan alanların uyumunda bir öge meydana getirir yalnızca. Son Yargı, kendi gerçek doğasını unutturur; bu doğa, dünyanın, Philoctetes gibi -ancak Paracletos’un iyileştirebileceği- zehir serpilmiş bir yarayla yaralanmasını gerektirmektedir. Yeni bir Yunan’ın çelişkili bir Yunan’ın ortaya çıktığını görürüz: estetik gene bir metafiziktir…

Bu, ilk olarak hem de son olarak böyledir. Bu birlik bir kere kırıldı mı varlığın hiçbir kendiliğinden bütünselliğine yer yoktur. Suları eski birliği dağıtmış olan kaynaklar artık kesinlikle kurudu ama umutsuz bir biçimde susuz kalan yatakları, dünyanın girdili çıktılı görünümünde kapatılması olanaksız uçurumlar açtı. Demek ki artık, helenliğin her yeniden doğuşunda, estetik arı metafiziğe apayrı bir öge olarak azçok bilinçli bir biçimde katılmıştır.

Sanat ülkesinin dışında kalan her şeyin özü zor kullanarak ele geçirilmek ve hiçe indirgenmek istense de; sanatın birçok alan arasında ancak dünyanın yıkıma uğraması ve kendi kendine yetemez olması koşuluyla varlığını sürdürebilen ve kendi kendinin bilincine varabilen bir alan olduğu unutulmaya çalışılsa da. Ama, sanatın tözselliğini bu yoldan ölçüsüz bir biçimde yüceltmek, zorunlu olarak, biçimleri hantallaştırır, aşırı yük altına sokar, öyle ki, o ana kadar basitçe edinilmiş bir veri olan şeyi, biçimler kendileri üretmek zorunda kalırlar; dolayısıyle kendi a priori etkinlikleri dışlaşmaya başlamadan, kendi olanaklarıyla kendi özel koşullarını, nesneyi ve onu çevreleyen dünyayı yaratmaya zorlanırlar.

Bu biçimler için, yalnızca üstlenmekle yetinecekleri bütünsellik yoktur. Ayrıca, bu biçimler, ya biçim vermek zorunda oldukları şeyi taşıyabilmek için onun yoğunluğunu artırmak ya da azaltmak zorundadırlar, ya da böylece biçimler dünyasına, dünyanın yapısal açıdan tamuyarlı olmayışını katarak, eleştirel bir biçimde kendi zorunlu nesnelerini ve olanaklı olan tek şeyin iç yokluğunu gerçekleştirmenin olanaksızlığını gün ışığına çıkarmak zorundadırlar.

 

Çevirenler: AFŞAR TİMUÇİN – MEHMET SERT

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments