Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküÇeviri ÖykülerBelki de o paranın gerisinde Tanrı'yı bulacağım | ZÂHİR - Jorge Luis...

Belki de o paranın gerisinde Tanrı’yı bulacağım | ZÂHİR – Jorge Luis Borges

Wally Zenner’e

Zâhir, Buenos Aires’te yirmi centavo değerinde çok rastlanan bir paradır. Bir yüzünde N T harfleri ve 2 sayısı jiletle ya da çakıyla kazınmış gibidir; öbür yüzündeki tarihse 1929’dur. (Güzerat’ta, 18. yüzyılın sonuna doğru, Zâhir bir kaplandı; Cava’da, İnanan­ların taşladığı, Surakarta Camii’nden gelme kör bir adamdı; İran’da, Nadir Şah’ın denizin dibine attırdı­ğı, yıldızların yüksekliğini saptamaya yarayan bir gök­bilim âleti, bir “usturlap”tı; 1892 sıralarında Mehdi’nin zindanlarında, Rudolf Karl von Slatin’in eliyle do­kunduğu, bir sarığın katları arasına gizlenmiş küçük bir pusulaydı; Zotenberg’e göre Kurtuba Camii’nde on iki bin sütundan birinin mermerindeki bir damar­dı; Tetwin gettosunda bir kuyunun dibiydi.)

Bugün kasımın onüç’ü; Zâhir haziranda şafak vakti elime geçti. Ben artık bu anlatıdaki ‘ben’ değilim; ama olan­ları hatırlamam, hatta belki anlatmam bile hâlâ müm­kün. Ne kadar bölük pörçük de olsa, hâlâ Borges’im.

Clementina Villar, altı haziranda öldü. 1930’larda sosyete dergilerinde onun resimlerinden geçilmez­di. Onun son derece güzel olduğu efsanesini yaratan, belki biraz da bu her an gözönünde bulunma özelliğiy­di; çünkü her portresinin bu savı kayıtsız şartsız doğ­rulamadığı bir gerçektir. Clementina Villar güzellikten çok kusursuzluğa düşkündü zaten. İbranilerle Çinli­ler akla gelebilecek bütün insanî olasılıkları şifrele­mişlerdir; Mişnah’da bir terzinin Sebt gününde ala­cakaranlık çöktükten sonra elinde iğneyle sokağa çık­maması gerektiği söylenir. Törenler Kitabı’ndaysa, ko­nuğun kendisine ilk fincan sunulduğunda ağırbaşlı bir havaya bürünmesi, ikinci fincan sunulduğunda da saygılı bir hoşnutluk göstermesi gerektiği yazılıdır.

Çok daha ayrıntılı olmakla birlikte, Clementina Vil­lar’ın kendi kendinden beklediği uzlaşmaz sıkıdüzen­de bu çeşitten bir şeylere rastlamak mümkündü. Kon­füçyüs’ün izinde olan her çömez ya da her Tal­mud’cu gibi, yaptığı bütün işlerde kesin bir kusursuz­luk gözetirdi; üstelik, onun çabası bu yukarıdakilerden daha hayranlık verici ve yorucuydu, çünkü imanının denektaşları ebedî değil, Paris’le Hollywood’un durmadan değişen kaprislerine bağlıydı. Clementina Villar gerekli yerlerde, gerekli saatte, gerekli takıp takıştırma ve gerekli bıkkınlıkla boy gösterirdi; oysa bıkkınlık, takıp takıştırma, saat ve yerin neredeyse o an modası geçer ve Clementina Villar, elinde an­cak bir beğeni ucuzluğunu tanımlamaya yarayacak gereçlerle kalakalırdı. Flaubert gibi, o da mutlak ola­nın arayışı içindeydi; ancak onunkisi bir an süren bir Mutlak’tı. Örnek bir yaşam sürdürüyordu, ama içini sonu gelmez bir umarsızlık duygusu kemirip durmaktaydı. Kendi kendinden kaçmak istercesine sü­rekli olarak yeni değişimler denerdi; saçının rengiyle biçimine güven olmayacağı herkesçe bilinirdi. Gü­lümseyişini, tenini, göz çizgisini durmadan değişti­rirdi. Otuz ikisini geçtiği halde hâlâ dal gibiydi. Savaş çıkınca kara kara düşünmeye başladı; Paris, Alman iş­gali altında olduğuna göre, moda nasıl izlenecekti?

Hiçbir zaman güvenmediği bir yabancı, ona çokça si­lindir şapka satacak kadar iyiniyetinden yararlandı; bir yıl sonra bu anlamsız modellerin Paris’te hiç giyilmemiş olduğu ortaya çıktı -demek ki bunlar şap­ka filan değil, rastgele, ne idüğü belirsiz, deli saçma­sı nesnelerdi!- Belâlar peşpeşe gelir ya; Dr. Villar, Araoz Sokağı’na taşınmak zorunda kaldı, kızının res­miyse artık yüz kremi ve otomobil reklâmlarını süs­lüyordu. ( Bol bol süründüğü yüz kremiyle nicedir sahip olamadığı otomobiller. ) Sanatını başarıyla sürdürebilmesi için büyük bir servet gerektiğini biliyordu ve yarım yamalak göz kamaştırmaktansa, sahneden çekilmeyi yeğledi. Ayrıca, adı sanı belirsiz ne oldum delileriyle aşık atmak zorunda olmak da ağrına gidi­yordu. Araoz’daki kasvetli apartman dairesi de çeki­lecek gibi değildi; Clementina Villar, haziran’ın altı­sında Güney mahallesinin göbeğinde ölmek aykırılı­ğında bulundu. Yüreğim Arjantinlilere özgü tutkula­rın en içteni olan züppelikle dolup taşarak ona âşık olduğumu ve ölümünün beni gözyaşlarına boğduğu­nu da açıkça söyleyeyim mi dersiniz? Okur bunun çoktan farkına varmıştır belki de.

Bir ölüyü bekletirken, çürüme sürecinin cesede eski yüzlerini kazandırdığı görülür. O telâşlı altı ha­ziran gecesinin bir anında Clementina Villar sanki bir büyü sonucu yirmi yıl önceki halini aldı; yüz çiz­gileri gururun, paranın, gençliğin, belli bir üstünlü­ğe sahip olduğu bilincinin, hayal gücü kıtlığının, kı­sıtlamaların, vurdumduymazlığın verdiği o sertliğe yeniden kavuştu. Nedense, diye düşündüm, hiç peşi­mi bırakmayan bu yüzün hiçbir hali belleğimde bu­nun kadar uzun süre yer etmeyecek; bunun son yüzü olması yersiz değil, çünkü ilk yüzü de olabilirdi. Onu ölümün kusursuzlaştırdığı kibriyle, çiçeklerin arasın­da kaskatı bıraktım. Çıkıp gittiğimde saat sabahın ikisi olmuştu herhalde. Dışarıda, bir ya da iki katlı tanıdık evler, gece, karanlık ve sessizlik onları iyice sıradanlaştırdığında edindikleri soyut varlıklarına bü­rünmüşlerdi. Neredeyse tümüyle benlikten arınmış bir sofuluğun sarhoşluğuyla, sokaklar boyunca yürü­düm. Chile ve Yacuari’nin kesiştiği köşede açık bir dükkân gördüm. Ve bu dükkânda, şansıma küseyim, üç adam kâğıt oynuyordu.

‘Oxymoron’ diye adlandırılan benzetme türünde bir sözcük, önüne onun karşıtı gibi görünen bir sıfat konularak nitelendirilir; bu ilke uyarınca Agnostik­ler kara ışıktan, simyacılar da kara güneşten sözetmişlerdir. Clementina Villar’a yaptığım son ziyaret­ten çıkıp doğruca bir barda içki içmeye gitmek be­nim için bir çeşit ‘oxymoron’ olmuştu; aklımı çelen, bu yaptığımın kabalığı, kolaylığıydı. İçerde sürmek­te olan, bir kâğıt oyunu olduğu için aradaki karşıtlık daha da artıyordu.) Bir bardak konyak istedim.

Ba­na bozukluklarla birlikte Zâhir’i de verdiler. Paraya bir an baktım ve belki de bir humma başlangıcı için­de sokağa çıktım. Dünyadaki her madeni paranın tarihte ve masallarda pırıl pırıl parlayıp duran o ünlü paraları simgelediğini geçirdim aklımdan. Kharon’a verilen gümüş sikkeyi düşündüm; Belizarius’un dilendiği gümüş sikkeyi; Yahuda’ya verilen otuz parça gümüşü; ünlü fahişe Lais’in drahmilerini; Yedi Uyu­yanlar’dan birinin uzattığı antik sikkeyi; Binbir Gece Masallarındaki büyücünün sonradan kâğıt parçala­rı olduğu anlaşılan pırıl pırıl paralarını; Isaac Laque­dem’in harcamakla bitmeyen pennysini; bir destanın her bir dizesi için ödenen ve Firdevsî’nin altın olmadık­ları için padişaha geri yolladığı altmış bin parça gü­müşü; Ahab’ın gemi direğine çivilediği altın İspan­yol parasını; Leopold Bloom’un bozdurulamayan flo­rinini; üstündeki resim, kaçmakta olan XVI. Louis’yi Varennes yakınlarında eleveren Lui’yi. Sanki bir rü­yadaydım, her bir madeni paranın böylesine gösteriş­li çağrışımlarla yüklü olması bana büyük, ama açık­lanması imkânsız bir önem taşıyormuş gibi geldi. Boş alanlarla boş sokaklar boyunca, giderek daha hızlı yürümeye başladım. Sonunda, bıkkınlık beni bir kö­şeye fırlattı attı. Hep aynı yerde sabırla bekleyen de­mir parmaklıkları ve bunların gerisinde Consepcion’ un karalı beyazlı parke taşlarını gördüm. Bir çember çizmiş ve bana Zâhir’i verdikleri dükkânın bulundu­ğu yerden bir ev ötesine varmıştım.

Geri döndüm. Karanlık pencere bana uzaktan dükkânın kapalı olduğunu gösteriyordu. Belgrano So­kağı’nda bir taksiye bindim. Uykusuz, büyülennmiş gibi, neredeyse mutlulukla, cisimsel varlığı paradan daha az olan bir şey bulunmadığını düşündüm, çün­kü, aslına bakılırsa, her bir madeni para, (diyelim yirmi centavo değerinde bir para) içinde gelecek za­manları barındırıyordu. Para soyuttur, diye tekrarla­dım; para gelecek zaman kipidir. Banliyöde bir gece ya da Brahms’ın bestelediği müzik olabilir; haritalar, satranç ya da kahve olabilir; bize altını hor görmeyi öğreten Epiktetos’un sözleri olabilir; Pharos adasında­ki Proteus’dan çok daha değişkendir o.

Önceden kes­tirilemeyecek zamandır, Bergson’cu zamandır, Müs­lümanlığın ya da Stoacıların değişmez zamanı değil­dir. Gerekirciler dünyada, ancak bir eylemin, yani gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli olmayan tek bir eylemin varolduğu düşüncesine karşı çıkarlar; made­nî paralar insanın özgür iradesinin simgesidir. (Bu ‘düşüncelerin’, Zâhir’e taban tabana zıt bir akıl oyu­nu ve iblisçe etkisinin başlangıcı olduğu aklıma gel­medi.) Epey kafa yorduktan sonra uyuyup kaldım, ama, düşümde kendimi yarı aslan yarı kartal bir ya­ratığın bekçiliğini ettiği madeni paralar olarak gör­düm.

Ertesi gün sarhoş olduğuma karar verdim. Aynı zamanda başımı bu kadar ağrıtan paradan kurtulma­yı da aklıma koydum. Paraya baktım; üstündeki bir­kaç çizikten başka dikkati çekecek bir yanı yoktu. En iyisi onu bahçeye gömmek ya da kütüphanenin bir köşesine gizlemekti, ama kendimi onun çekim alanın­dan kurtarmak istiyordum. Sonunda kaybetmeyi yeğ tuttum. O sabah Pilar’a ya da mezarlığa gitmedim; metroyla Constitucion’a, oradan da San Juan’la Boe­do’nun kesiştiği köşeye gittim. İçimden gelen bir dür­tüye uyarak Urquiza’da indim, önce Batı, sonra Gü­ney yönünden yürüdüm. Amaçlı bir başıboşluk için­de birtakım köşeleri döndüm ve gözüme bütün öte­kiler gibi görünen bir sokakta sefil küçük bir tavernaya girdim, bir içki istedim, karşılığını da Zâhir’le ödedim. Kara gözlüklerimin ardında gözlerimi iyice kısarak evlerin numaralarını ya da sokağın adını gör­memeyi başardım. O gece bir veronal alarak deliksiz bir uyku çektim.

Haziran sonuna kadar hayal ürünü bir hikâye yazmakla uğraştım.” Hikâyede bir iki tane gizemli do­laylı benzetme (ya da ‘kenning’) vardı; örneğin, kan yerine kılıç-suyu deniyor, altın’ın yerini yılan-yatağı alıyordu; hikâye birinci tekil kişi ağzından anlatılı­yordu. Anlatıcı, insan toplumundan kaçıp vahşi doğa­nın ortasında yaşamaya çekilen bir derviştir. (Yerin adı Gnitaheidr’dir) Yaşamının sadeliği ve dürüstlüğü nedeniyle onun bir melek olduğuna inananlar var­dır; ancak bu, sofuca bir abartmadır, çünkü günah­tan arınmış insan yoktur. Aslını ararsanız o da, bü­yü aracılığıyla sınırsız bir serveti eline geçiren kötü ünlü büyücü babasının boğazını kesmiştir.

Bizim der­vişin uğruna yaşamını adadığı amaç, bu hazineyi in­sanoğullarının çılgınca açgözlülüğünden korumaktır; gece gündüz gizli hazinenin başında nöbet bekler. Ya­kında, belki de çok yakında sözcülüğü son bulacaktır; yıldızlar ona bu bekleyiş i sona erdirecek kılıcın tavında dövüldüğünü bildirmişlerdir. (Bu kılıcın adı Gram’dır.) Derviş giderek karmaşıklaşan bir retorik üslubu içinde bedeninin gözalıcılığıyla devingenliğinden sözeder; bir paragrafta dalgınlıkla ‘pullarından’ dem vu­rur; başka bir paragrafta bekçiliğini ettiği hazinenin çakıp sönen altınlarla kırmızı halkalardan oluştuğu­nu söyler. Sonunda dervişin, yılan Fafnir, üzerine çöreklendiği hazineninse, Nibelungların hazinesi ol­duğunu anlarız. Sigurd’un ortaya çıkmasıyla hikâye birdenbire son bulur.

Bu ufak el alıştırmasının (içine, bilgiçlik tasla­mak üzere Fafnismal’dan alınma bir iki dize de katmıştım) bana parayı unutma fırsatı sağladığını söy­lemiştim. Parayı unutmayı başardığımdan öylesine emin olduğum geceler oldu ki, parayı mahsustan ak­lıma getirdim. Şurası kesin ki, bunda da aşırıya kaç­tım; bu işi başlatmak, bitirmekten daha kolaydı. Ken­di kendime bu tiksinç nikel paranın elden ele dolaşan, birbirinin eşi, sayısız, zararsız benzerlerinden farklı olmadığını boşuna söyledim.

Bu düşüncenin çe­kiciliğine kapılarak aklıma başka madenî paraları ge­tirmeye çalıştım; ama yapamadım. (Beş ve on cen­tavoluk Şili paraları ve bir Uruguay vinteniyle giriş­tiğim, başarısızlıkla sonuçlanan bir deneyi hatırlıyo­rum. Temmuzun onaltısında elime bir İngiliz sterli­ni geçti. Gün boyu paraya bakmadım, ama o gece (ve öteki geceler) büyütecin altına koydum ve güçlü bir ampulün ışığında inceledim. Sonra kurşunkalemle kâ­ğıdın üzerine izini çıkardım. Ama ne paranın ışıltısı ne de ejdarhayla Aziz George bana yardımcı olmadı­lar; saplantılarımı değiştirmek elimden gelmiyordu.

Ağustosta bir psikiyatra danışmaya karar ver­dim. Saçma hikâyemin tümünü anlatmadım ona; uy­kusuzluktan şikâyetçi olduğumu, şey imgesinin .. -söz­gelimi bir poker fişi ya da mâdeni para- bir türlü aklımdan çıkmadığını söyledim. Bir süre sonra, Sar­miento Sokağı’ndaki bir kitapçıda Julio Barlach’ın, Urkunden zur Geschichte der Zâhirsage / Zâhir Efsa­nesinin Tarihçesine İlişkin Belgeler (Breslau, 1899) adlı kitabının bir basımı elime geçti.

Başımdaki belâ bu kitapta bütünüyle açıklığa ka­vuşturuluyordu. Önsöze bakılırsa, yazar «Habicht koleksiyonundan alınmış dört belgeyi, Philip Meadows, Taylor’ın bu konudaki incelemesinin özgün elyazma­sı da aralarında olmak üzere Zâhir inanışıyla ilgili bü­tün belgeleri her zaman el altında bulunacak bir cep, kitabı boyutlarında bir araya getirmeyi» amaçlamış­tı. Zâhir’e duyulan inanç İslam kökenliydi ve 18. yüz­yılda başladığı anlaşılıyordu. (Barlach, Zotenberg’in, Ebu’l-Fidâya atfettiği bölümleri reddediyor ‘Zâhir’ Arapça’da «adı belli», «gözle görülür» anlamına ge­liyordu; bu anlamıyla Allah’ın doksan dokuz adından da biriydi ve halk (Müslüman bölgelerde yaşayanlar) bu sözcüğü «unutulmaz olma denilen o korkunç özel­liğe sahip olan ve imgesi insanı sonunda delirten var­lık ya da nesneleri» tanımlamak için kullanıyordu. Bu konudaki ilk kesin tanıklık, İranlı Lütf – Ali Azur’ undu. Ateş Tapınağı adlı yaşamöyküsel ansiklopedi­nin (…) numaralı sayfalarında bu çok yönlü yazar­-derviş, Şiraz’daki bir okulda «bir bakanın bir daha aklından çıkaramayacağı biçimde yapılmış» bakır bir usturlap bulunduğunu yazar; «öyle ki, padişah, insan­lar evreni unutmasınlar diye bunun denizin en de­rin noktasına atılmasını» buyurmuş. Meadows Tay­lor’ın incelemesi daha ayrıntılı. (Haydarabad Niza­mî’nin hizmetinde olan Taylor, Bir Kabadayının İti­rafları adlı ünlü romanın da yazarıdır.) 1832 sırala­rında Büy kentinin dış mahallelerinde delilik ya da azizlik anlatmak üzere kullanılan, pek duyulmamış bir deyim çalınmış Taylor’un kulağına; «kaplan gör­müş gibi» …

Taylor’a sözü edilen kaplanın, ömrünün sonuna kadar aklından çıkaramayacağı için, görenin -bir defa da olsa- yıkımına neden olan büyülü bir kaplan olduğunu söylemişler. Biri bu bahtsızlardan birinin Maysur’a kadar kaçtığını, orada kaplanın res­mini bir sarayın duvarlarına çizdiğini söylemiş. Yıllar sonra Taylor, krallığın hapishanelerinin duvarları­nı gözden geçiriyormuş; Nittur’daki bir hapishanede vali, ona, duvarları, tavanı ve tabanı bir Müslüman dervişi tarafından zamanın silmeden önce yumuşat­tığı vahşi renklerde boyanmış bir çeşit «uçsuz bu­caksız kaplan» resmiyle kaplı bir hücre göstermiş. Bu kaplan, bakanın başını döndürecek kadar çok sa­yıda kaplandan oluşuyormuş; yol yol da kaplanlarla, nokta nokta kaplanlarla doluymuş, denizleri, Himala­yaları, baktıkça içinde daha çok kaplanlar olduğu görülen orduları varmış. Ressam, yıllar önce aynı hüc­rede ölmüşmüş; Sind’den, belki de Güzerat’tan geli­yormuş ve asıl amacı bir dünya haritası çizmekmiş. Hatta, bu ürkünç resimde bir haritanın izlerini gör­mek de mümkünmüş …

Taylor, hikâyeyi Fort William­lı Muhammed EI-Yemeni’ye anlatmış; Muhammed ona bu dünyada varolan her şeyin Zaher* biçimine gi­rebileceğini, ama Her Şeye Kadir Olan’ın, bir tanesi yığınların aklını başından almaya yettiği için, aynı anda iki şeyin bu biçime girmesine izin vermediğini anlatmış. Ona dünyada her zaman bir Zâhir bulun­duğunu söylemiş; ta Cahiliye Devri’nde Yauk adlı bir putmuş bu; daha sonraysa yüzünde taşlarla işlenmiş bir peçe ya da altından bir maske** taşıyan Horasanlı bir velî, Allah’ın adını sökmenin mümkün olamaya­cağını da söylemiş.

Barlach’ın monografisini okudum – okudum, son­ra dönüp yeniden okudum. Duygularımı belirtmeye gerek olduğunu sanmıyorum. Beni hiçbir şeyin kur­taramayacağını anladığım zamanki çaresizliğimi ha­tırlıyorum; başımdaki belânın benim suçum olmadı­ğını bilmenin verdiği o rahatlık; Zâhir’in kendileri için bir madenî para değil de bir mermer parçası ya da bir kaplan olduğu kişilere duyduğum kıskançlık. Bir kaplanı düşünmemek ne kolay olurdu! Aşağıdaki bölümü nasıl garip bir gerginlik içinde okuduğumu da hatırlıyorum: Gülşen-i Raz’ın yorumcularından bi­ri, Zâhir’i görenin çok geçmeden Gül’ü de göreceğini söyler; bunu söyleyerek arkasından Attar’ın Esrarnâme’sinde geçen bir dizeyi aktarır: ‘Zâhir, Gül’ün göl­gesi ve Perde’nin Açılması’dır.”

O gece Clementina’nın evinde küçük kızkardeşi Bayan Abascal’ı göremeyince şaşırmıştım. Ekimde arkadaşlarından biri, olup bitenleri anlattı: “Zavallı Julie! Öylesine garip davranır olmuş ki, onu Bosch’a kapatmak zorunda kalmışlar. Ona kaşıkla yemek ye­dirmek durumunda olan hastabakıcıların ölümüne neden olacak! . Biliyor musunuz, tıpkı Morena Sack­mann’ın şoförü gibi bir madenî paranın sözünü edip duruyormuş.”

Genellikle anıları hafifleten zaman, Zâhir’ e iliş­kin anıları çoğaltmaktan başka işe yaramıyor. Önce ön yüzünü sonra da arka yüzünü gözümün önüne ge­tirebildiğim zamanlar olmuştu. Şimdi her iki yüzünü de aynı anda görebiliyorum. Yok, Zâhir kristalden yapılmış gibi değil; çünkü her iki yüz birbirinin üze­rine yansımış gibi görünmüyor; daha çok, sanki ba­kışlarım küreselmiş de, Zâhir de tam merkezdeymiş gibi oluyor. Zâhir olmayan her şey bana sanki çok uzaklardan geliyormuş gibi bölük pörçük ulaşıyor; Clementina’nın kibirli görüntüsü; fiziksel acı. Tenny­son bir zamanlar tek bir çiçeği anlayabilsek kendi­mizin ve dünyanın ne olduğunu bilebileceğimizi söy­lemişti. Bununla, ne kadar önemsiz olursa olsun, ev­renin tarihini ve o sonsuz neden-sonuç zincirini il­gilendirmeyen bir olgu bulunmayacağını söylemek is­temiş olmalı. Belki de İrade’nin her bir bireyde ör­tük biçimde varolduğunu söyleyen Schopenhauer gi­bi, o da gözle gördüğümüz dünyanın her görüngüde örtük biçimde varolduğunu söylemek istemiştir. Ka­bala’cılar insanın bir küçük acun, evrenin simgesel bir aynası olduğunu söylerler; Tennyson’a göre, her şey böyle olabilir. Her şey, hatta katlanılması müm­kün olmayan Zâhir bile.

Julia’nın başına gelenler daha 1948’e girmeden benim de başıma gelecek. Beni de yedirip giydirmek zorunda kalacaklar, öğleden sonra mı sabah mı ol­duğunu bilemeyeceğim. Bu yazgıya korkunç demek, bir sözcük oyunu olmaktan ileriye gitmeyecek, çünkü koşullarından hiçbirine gerçekten tanık olmayacağım. Ona bakılırsa kafatasını açtıklarında, bayıltılmış bir adamın da korkunç acı duyduğu söylenebilir. Artık evreni algılamayacağım; Zâhir’i algılayacağım. İde­alist öğretiye göre ‘yaşamak’ ve ‘düş görmek’ sözcük­leri arasında kesin bir eş anlamlılık bulunmaktadır. Binlerce imgeden bir tekine geçeceğim; son derece karmaşık bir düşten son derece basit bir düşe geçe­ceğim. Ötekiler benim delirdiğimi düşleyecek; ben Zâhir’in düşünü göreceğim. Dünya yüzündeki bütün insanlar, gece gündüz, Zâhir’in düşünü görürken han­gisi düş, hangisi gerçek olacak – yeryüzü mü yoksa Zâhir mi?

Gecenin ıssız saatlerinde sokak sokak yürüyebi­liyorum henüz. Şafak beni bir sabah Garay Parkı’n­daki bir sıranın üzerinde, Esrarnâme’de Zâhir’in Gül’ ün Gölgesi ve Perde’nin Açılması olduğunu söyleyen bölümü düşünürken (düşünmeye çalışırken) bastıra­bilir. Bu sözleri şu bilgimle bağdaştırıyorum: Sûfîler Tanrı’da yitip gitmek için kendi adlarını ya da Tanrı’nın doksan dokuz adını, anlamsızlaşıncaya ka­dar tekrarlar. Bu yoldan’ gitmek istiyorum. Belki de ancak tekrar tekrar aklıma getirmek yoluyla Zâhir’i tüketip bitireceğim sonunda. Belki de o paranın gerisinde Tanrı’yı bulacağım.

* Taylor’ın imlası.

** Barlach, Kur’an’da Yauk’tan sözedildiğini, velîninse El Mukanna (Peçeli) olduğunu ve Philip Meadows Taylor’ın şaşırtıcı tanığı dışında hiç kimsenin de bu ikisini Zâhir’ le özdeşleştirmediğini söylüyor.

Yolları Çatallanan Bahçe / Jorge Luis Borges

Can Yayınları / Çev: Fatih Özgüven

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments