Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Ekim 17, 2024
No menu items!
Ana SayfaSizden GelenlerSEÇME YAZILAR | ''mitoloji dünyası üzerine'' - Samsatlı Lukianos

SEÇME YAZILAR | ”mitoloji dünyası üzerine” – Samsatlı Lukianos

**PROMETHEUS ile ZEUS

PROMETHEUS – Çöz beni, Zeus, canım çok yandı ardık.

ZEUS – Çözmek mi dedin? Sana daha da ağır köstekler vurmalıydım, bütün Kaukasos[1] dağlarını başına yığmalıydım, sen on altı akbabanın gelip yalnız karaciğerini kemirdiklerini değil, gözlerini oyduklarını da duymalıydın ki, insanı yoğurup can vermek neymiş, ateşi aşırmak, ortaya kadını çıkarmak neymiş, o zaman anlardın! Etleri dağıtırken bana yağ sarılı kemikleri verip en iyi payı özüne ayırmanı da, olan oldu açmıyorum artık.

PROMETHEUS – Bunca zamandır Kaukasos’a mıhlanmış duruyor, karaciğerlerimle bir kartalı, kuşların en yamanını besliyorum; yetmedi mi bu çektiğim ceza?

ZEUS – Sen bunun daha bin katını çekmeliydin.

PROMETHEUS – Bir iyilik et, salıver beni, ben de altta kalmam: bildiğim çok önemli bir şey var, Zeus, onu sana da söylerim.

ZEUS – Senin niyetin beni kandırmak galiba, Prometheus.

PROMETHEUS – Kandırırım da ne kazanırım sanki? Aldattığımı anlayınca Aaukosos’un nerede olduğunu unutacak, zincir bulamayacak değilsin ya!

ZEUS – Salıvermeme karşılık bildireceğin o önemli şey neymiş, önce onu söyle sen.

PROMETHEUS – Sen şimdi nereye gidiyorsun, onu söylersem inanır mısın sonra diyeceklerime de?

ZEUS – İnanırım elbette.

PROMETHEUS – Thetis’e[2] gidiyorsun, yatacaksın onunla.

ZEUS – Bildin. Peki sonra ne olacak? Doğru söyleyeceğe benziyorsun sen.

PROMETHEUS – Sakın, Zeus, dokunma Nereus’un kızına. Senden bir gebe kalırsa, hani sen babana neler etmiştin, doğacak çocuk da sana onları eder.

ZEUS – Yani saltanatımı elimden alır mı diyorsun?

PROMETHEUS – Bu dediğim, dilerim yanlış olsun! Ama sen onunla oynaşırsan, başına bu tehlike dolaşıyor işte.

ZEUS – Canı cehenneme Thetis’in! Hephaistos çözsün seni, değer bu verdiğin habere.

Sf. 13-14

——————————————————————————–

PARİS’İN YARGISI
ZEUS, HERMES, HERA, ATHENA, APHRODİTE, PARİS

ZEUS – Şu elmayı al da, Hermes, Phrygia’ya git, Priamos’un oğlu sığırtmacı bul; İda dağlarının Gargaros tepesinde sürüsünü otlatır. Ona dersin ki: “Sen güzel olduğun, sevda işinden de anladığın için, Paris[3], Zeus sana emrediyor, bu tanrıçalara bakıp hangisinin daha güzel olduğunu söyleyeceksin; kazanana da ödül olarak bu elma verilecektir.” Ona böyle dersin. Siz de, tanrıçalar, hakemin önüne çıkmak sırası geldi artık. Hanginizin daha güzel olduğunu ben kendim kesip atamam, çünkü ben üçünüzü de bir severim, üçünüz birden kazansanız ben daha memnun olurum. Hem güzellik ödülünü içinizden birine veren, öbür ikinizin mutlaka kinine uğrar. Bunun için hakemlik etmek bana gelmez; ama şimdi sizi gönderdiğim o genç Phrygia’lı krallar soyundandır, bizim Ganymedes ile de akrabalığı var. Zaten gönlü saf bir delikanlıdır, size bakmaya lâyık değildi, diyemezler.

APHRODİTE – Sen beni, Zeus, Momos’un[4] karşısına çıkarsan, ben gene kendime güvenir, giderim. Bende ne bulur da alay eder? Ama bakalım o dediğin adam bu hanımların da hoşuna gider mi?

HERA – Bizim bir şeyden çekindiğimiz yok, Aphrodite, hakem diye senin Ares’i getirsinler, ondan da korkmayız. O Paris kim olursa olsun, kabul ediyoruz biz.

ZEUS – Ya sen, kızım, sen ne dersin? Başını çeviriyor, kızarıyorsun, değil mi? Siz kızlar öylesinizdir, böyle işlerde utanıp kızarırsınız. Ama, belli, sen de kabul ediyorsun. Haydi gidin artık; kazanamayanlar ad kızıp o delikanlıya bir kötülük etmeyin sakın; üçünüz de bir derecede güzel olamazsınız!

HERMES – Biz şimdi doğru Phrygia’ya: ben öne düşeyim, siz peşim sıra gelirsiniz; hiç tasanız olmasın. Ben o Paris’i tanırım, güzel delikanlıdır, sevda nedir, iyi bilir, bu gibi işlerde de iyi hakem olur. Haksızlık edeyim demez o.

APHRODİTE – Bu senin dediğin benim işime pek gelir; hakemin hak bilir bir adam olması bizim için daha büyük mutluluk! Ama o delikanlı bekâr mı, yoksa bir kadın var mı yanında?

HERMES – Büsbütün bekâr değil, Aphrodite.

APHRODİTE – O da ne demek?

HERMES – Öyle sanıyorum ki İda’lı bir kadınla oturuyor[5]; güzelce bir şey ama pek köylü, bir dağ kadını; doğrusu Paris’in de ona artık pek baktığı yok. Ama sen bunları neden soruyorsun?

APHRODİTE – Hiç, sormuştum öyle.

ATHENA – Yo! Öyle ayrı konuşmak olmaz, Hermes, sen elçisin, elçiliğini bil.

HERMES – Ben kötü bir şeye kalkışmadım ki, Athena! Konuştuklarımızda sizlere karşı bir şey yoktur. Aphrodite bana Paris evli midir diye sormuştu, işte o kadar.

ATHENA – Onu neden merak etmiş?

HERMES – Bilmem; kendisi, aklıma öyle geldi de sordum, bir maksadım yoktu diyor.

ATHENA – Peki, bekâr mıymış?

HERMES – Değile benziyor.

ATHENA – Ya savaşmayı, ün salmayı sever mi? Yoksa sığırtmaçlıktan başka bir şey bilmez mi?

HERMES – Doğrusu, orasını iyice söyleyemem, bilmiyorum ben ama genç olduğuna bakılırsa dövüşüp şan kazanmayı sever elbette; savaşlarda birinci gelmeyi istemez mi hiç?

APHRODİTE – Athena ile ayrı konuşuyorsun diye, bak ben kızmıyorum. Böyle küçük işler için söz etmek, Aphrodite’nin âdeti değildir.

HERMES – O da bana senin sorduğunu sormuştu; sana yanız verdiğim gibi ona da yanıt verdimse bunda senin kızacağın, sana zararı dokunur sanacağın ne olabilir ki? Bakın, konuşa konuşa yıldızlardan hayli uzaklaştık, Phrygia’ya geldik bile. Ben artık İda dağlarını, Gargaros’u görüyorum; yanılmıyorsam şu da size hakemlik edecek olan Paris.

HERA – Hani nerede? Ben görmüyorum.

HERMES – İşte şurada; sola bak, ama ta tepeye değil, dağın yanına bak, hani bir in, bir de sürü var, orada.

HERA – Ben sürü mürü görmüyorum ki!

HERMES – Nasıl görmüyorsun? Hele parmağımla gösterdiğim yana bak, orada genç genç öküzler görmüyor musun? Bir de adam var koşarak kayadan iniyor; sürü dağılmasın diye elinde bir değnek tutuyor.

HERA – Şimdi gördüm, ama bilmem o mu?

HERMES – Ta kendisi. Ama madem ki bu kadar yaklaştık, beni dinlerseniz artık yere inelim de yürüyelim; birden bire gökten düştüğümüzü görürse korkar sonra.

HERA – Doğru söylüyorsun, öyle yapalım… İşte indik artık. Aphrodite, sen hele öne düş de bize yol göster; buraları sen elbette bilirsin, kaç kez gelip Ankhises’le buluşmuşsun.

APHRODİTE – Senin bu alayların benim umurumda bile değil, Hera.

HERMES – Size yolu ben gösteririm; İda’da ben de oturdum. Zeus’un genç Phrygia’lıya tutulduğu günlerdeydi, çocuğu gözetleyeyim diye beni buralara gönderdi; kartal olduğu gün de yanındaydım, o güzel oğlanı onunla birlikte ben de tutuyordum. Hatırımda iyi kaldıysa, onu işte şu kayadan alıp kaçmıştı. Çocuk, sürüsüne kaval çalıyordu. Zeus tepesine çöktü, tırnaklarıyla usulca sardı, başındaki tacı gagasıyla yakaladı, çocuğu yerden kaldırıverdi; oğlancağız boynunu bükmüş, ona öyle şaşkın şaşkın bakıyordu. Korkusundan kavalını düşürmüştü, ben onu alıp… İşte sizin hakem; gidelim yanına.

Bahtın açık olsun sığırtmaç.

PARİS – Senin de delikanlı, dilerim Zeus’tan açık olsun bahtın. Ama sen kimsin de böyle bizim yanımıza geliyorsun? Bu getirdiğin kadınlar da kim? Bu güzellikleriyle dağlarda ne işleri var onların.

HERMES – Kadın değil ki onlar! Bu gördüklerinin biri Hera, biri Athena, biri de Aphrodite, Paris; beni soruyorsan, ben de Hermes’im; beni sana Zeus gönderdi. Ama sen niçin öyle titreyip sararıyorsun? Gönlünü ferah tut, korkma bir şeyden. Zeus, bu tanrıçalardan hangisinin daha güzel olduğunu söylemeni istiyor. Senin için, kendisi de güzeldir, sevda işinin ehlidir, kararını versin dedi. Hele şu elmanın üzerini oku, ödülün ne olduğunu da anlarsın.

PARİS – Ver bakalım, ne yazıyor. “Elma en güzelin olsun” demiş. Peki, ama Hermes efendimiz, ben ölümlü bir insanım, hem de bir köylüyüm, bir çobanın gözleri bu kadar güzel şeylere alışık mıdır? Ben nasıl hakemlik ederim? Böyle işler olsa olsa kent uşaklarına yakışır. Bana iki keçiden hangisinin daha güzeldir, iki düveden hangisi daha güzeldir, onu sor, belki bilirim.

Bu tanrıçaların biri güzellikte ötekinden aşağı kalmıyor ki! İnsan nasıl birinden gözlerini ayırır da ötekilere bakar, anlayamıyorum; gözler birinin bir yerine ilişti mi, ona hayran hayran bağlanıp öyle bakıyor. Başka bir yere geçse, onu da güzel buluyor; hasılı nereye çevrilse, oranın büyüsüne kapılıp kalıyor. Keşke ben de bir Argos olsaydım da her birine bütün vücudumla bakabilseydim! Bence en doğrusu, elmayı üçüne birden vermektir. Zaten şunu da bir düşünmeli: Biri Zeus’un hem kızkardeşi, hem de eşi; ötekiler ise kızları… Hal böyle iken, kesip atmak kolay mıdır hiç?

HERMES – Kolay mı değil mi, orasını ben bilmem; ama Zeus öyle buyurdu.

PARİS – Bari, Hermes, sen tanrıçalara şunu söyle: ikisi ödülünü alamayacaklar, ama bana kızmasınlar; bilsinler ki bu işte benim ancak gözlerim yanılır.

HERMES – Kızmayacaklarına söz veriyorlar. Ama sen de artık uzatma, ver vereceğin yargıyı.

PARİS – Mademki kurtuluş çaresi yok, bir deneyeyim, Ama sen bana önce şunu söyle; onlara böyle oldukları gibi mi bakacağım, yoksa inceleme tam olsun diye soyacak mıyım?

HERMES – O senin bileceğin şey; hakem sensin, dilediğini emredersin.

PARİS – Dilediğimi mi? Çıplak görmek isterim elbette.

HERMES – Haydi tanrıçalar, soyunun. Sen inceden inceye bakarsın, ben başımı çeviriyorum.

HERA – Peki, Paris önce ben soyunayım da gör; benim beyaz olan yalnız kollarım değildir, yalnız iri gözlerimle de göğsümü germem; her yanım güzeldir benim.

PARİS – Aphrodite, sen de soyun.

ATHENA – Aman, Paris, dikkat et, Aphrodite kemerini çıkarmadan soyunmasın, tılsımlıdır onun kemeri, seni de büyüler; hem buraya böyle aşifteler gibi sürünüp gelmesi hiç de hoş değildi, güzelliğini olduğu gibi göstermeliydi.

PARİS – Kemer için dediği doğru; çıkarıver.

APHRODİTE – Sen de, Athena, miğferini neden çıkartmıyorsun? Sorgucunu sallayıp durman da hakemi korkutmak için mi? Yoksa tüyler ürperten o miğferi çıkartırsan, tirşe gözlerin beğenilmez diye mi çekiniyorsun.

ATHENA – Çıkardım işte miğferimi.

APHRODİTE – Al, ben de çıkardım kemerimi.

HERA – İşte, üçümüz de soyunduk.

PARİS – Ey ulu Zeus! Nedir bu gördüklerim! Bu ne güzellik! Bu ne büyük haz! Kız ne kadar güzel! Öteki de gerçekten Zeus’a lâyık görkemli bir ece! Ya şunun tatlı bakışı, o ince insanı çıldırtan gülümsemesi! Şimdi ben bahtiyarlığın en yüksek derecesine erdim. Ama, bir diyeceğiniz olmazsa, her birinizi bir de ayrı ayrı görmek isterim; çünkü şimdi şaşırıp kaldım, hanginize bakacağımı bilemiyorum.

APHRODİTE – Yapalım dediğini.

PARİS – Hele siz ikiniz çekilin de burada yalnız Hera kalsın.

HERA – Peki, kalayım; bana iyice baktıktan sonra bir de şunu düşün; senin ödülüne karşılık ben de sana bak ne armağanlar vereceğim; en güzel diye beni seçersen, ben seni bütün Asya’nın efendisi ederim.

PARİS – Öyle armağanlar benim vereceğim yargıyı değiştirmez. Şimdi çekil, ben neyi doğru bulursam onu söylerim.

Haydi, sen gel, Athena.

ATHENA – Geldim işte. En güzel diye beni gösterirsen, Paris, savaşlarda hiç alt olmaz, hep sen yenersin; ben seni büyük bir komutan eder, nice ülkeleri eline geçiririm.

PARİS – Benim savaşlarda, cenklerde gözüm yok, Athena; görüyorsun ki, şimdilik Phrygia da, Lydia da barış içinde; babamın devletinin çarpışılacak hiçbir düşmanı yok. Ama sen hiç merak etme, ben armağan almıyorum diye sana haksızlık edeceğimi sanma. Artık giyinip miğferini de takabilirsin: sana baktığım yeter, şimdi sıra Aphrodite’nin.

APHRODİTE – Yanındayım işte. Vücudumun her yanına inceden inceye bak, bir yeri gözden kaçırma. Ama, güzel delikanlı, istersen şu diyeceklerimi de bir dinle. Ne zamandır seni tanırım, gençsin, güzelsin, öyle ki, bilmem bütün Phrygia’da bir eşin daha var mı? Bu şirinlinle bahtiyarsın doğrusu ! Ama neden bu tepeleri, kayaları bırakıp da kente gitmezsin, güzelliğini bu yabani yerlerde soldurursun, bir türlü anlayamıyorum. Ne beklersin dağlardan? Senin güzelliğinin öküzlerine ne yararı olabilir ki? Sen evlenmelisin, ama öyle İda’lılar gibi kaba saba bir köylü kadın değil, Yunanistan’ın güzellerinden birini almalısın: Argos’lu mu olur, Korinthos’lu ya da Lakonia’lı mı olur, orasını sen bilirsin… Genç, güzel bir Helene var, benim kadar dilberdir o da; hem o sevsin diye yaratılmıştır. Seni bir görsün, hiç şüphe etmem, her şeyini bırakır da senin ardına düşer, sana kendini verir de bir daha koynundan çıkmak istemez. Onun sözünü duymuşsundur elbet.

PARİS – Hayır, Aphrodite, hiç duymadım; ama sen ne biliyorsan söyle, beni memnun edersin.

APHRODİTE – Leda’nın kızıdır; hani Zeus kuğu olup da bir güzel kadına gitmişti, işte onun kızı.

PARİS – Yüzü nasıldır?

APHRODİTE – Bir kere beyazdır, elbette, babası kuğu olunca o da beyaz olacak; sonra bir yumurtada büyüdü, onun için pek de narindir. Çok kere oyun yerlerinde çalışıp vücudunu inceltir, gürbüzleştirir. Bunun için çok oldu peşine düşenler; uğruna savaş bile oldu. Daha küçük bir kızdı, Theseus onu alıp kaçırdı. Gençlik çağına girince, Akhaia’lı bütün krallar onu almak için sıraya girdiler; o, Pelops oğullarından Menelaos’u seçti. İstersen, ben yolunu bulur, seni onunla evlendiririm.

PARİS – Ne dedin? Sen beni kocalı bir kadınla mı evlendireceksin?

APHRODİTE – Sen, bütün köylüler gibi saf bir delikanlısın; ama ben böyle işler nasıl becerilir bilirim.

PARİS – Nasıl olur? Ben de bileyim bari.

APHRODİTE – Sen, Yunanistan’ı gezip göreceğim diyerek yurdundan çıkarsın. Lakedaimon’a varınca, Helene seni görür; sana gönül verip ardına düşmesine gelince, orasını bana bırak.

PARİS – Benim de asıl orasına aklım ermiyor: kocasını bırakıp da kendi yurdundan olmayan bir insanın, bir yabanın ardına düşer mi hiç?

APHRODİTE – Onu sen hiç düşünme. Benim sevimli iki oğlum vardır: biri Arzu, biri de Aşk. Yolculuğunda sana arkadaşlık etsinler, gideceğin yerleri göstersinler diye onları yanına katarım. Aşk o kadının gönlüne giriverir, ne yapıp eder de seni sevdirir; Arzu da senin her yerine yayılır, kendi gibi seni de dilberleştirir, sana bir çekicilik verir. Ben de onların yanında bulunurum. Bundan başka Kharis’lere rica ederim, onlar da bizimle gelir, her birlik olur, Helene’yi kandırırız.

PARİS – Bunların sonu neye varır, bilmem, Aphrodite. Ama ben Helene’ye gönül verdim bile. Şimdi bana öyle geliyor ki, ben onu görüyorum, gemiye binip Yunanistan yolunu tutmuşum, Sparte’ye varmışım, orada oturuyorum, o kadını elde etmişim… Anlamıyorum nasıl oluyor, ama kendimi böyle görüyorum işte… Bunlar bir an önce olmuyor diye de öyle üzülüyorum ki!..

APHRODİTE – Sana öyle bir eş getirenin zahmetini oyunla ödemeden hemen ateş alıverme, Paris. Ben sizinle birlikte gelirim, ama başımda zafer tacı bulunmalı, hem sizin düğününüzü, hem de kendi başarımı kutlamalıyım. Görüyorsun ya! Bu elma ile neler elde edebilirsin; aşk, güzellik, evlenme her şey senin olsun.

PARİS – Ya yargıdan sonra sen bunları unutursan?

APHRODİTE – Verdiğim sözü yerine getireceğime, istersen bir de yemin edeyim.

PARİS – Hayır; o sözleri bir daha tazele yeter.

APHRODİTE – Sana söz veriyorum: Helene senin eşin olacak, senin ardına düşecek, seninle birlikte İlion’a gelecek, Ben senin yanında olacağım, her işinde sana yardım edeceğim.

PARİS – Aşk’ı, Arzu’yu, Kharis’leri de getirecek misin?

APHRODİTE – Hiç merak etme. Dilek ile Düğün’ü de alır gelirim. Bu koşullarda ver bana elmayı.

PARİS – Madem ki öyledir, buyur, senin olsun.

Sf. 36-42

——————————————————————————–

DİOGENES ile İSKENDER
DİOGENES – O ne, İskender? Sen de öldün mü bizim gibi?

İSKENDER – İşte görüyorsun, Diogenes, öldüm; ama ne var bunda şaşılacak? Ben de insandım, ölürüm elbette.

DİOGENES – Demek ki, Ammon senin için oğlumdur derken yalan söylemiş; demek ki sen Philippos’un oğluymuşsun öyle mi?

İSKENDER – Evet, Philippos’un oğluymuşum; Ammon’un oğlu olsam ölmezdim.

DİOGENES – Hani Olympias için, bir ejderle görüşmüş, yılan yatağına gelmiş, sen onların sevişmelerinden doğmuşsun, Philippos da seni kendi oğlu sanarak aldanmış diyorlardı, demek onlar da masalmış.

İSKENDER – Öyle dediklerini ben de duymuştum; ama şimdi görüyorum ki annemin anlattıkları da, Ammon tapınağında duyduklarım da anlamsız sözlermiş.

DİOGENES – Ama o yalanların sana iyiliği dokundu doğrusu, İskender; nice kimseler seni bir tanrı sanıp karşında titrediler.

Söyle bakalım, devletini kime bıraktın sen?

İSKENDER – Bilmem ki, Diogenes; bir türlü vakit bulup da bir şey tembih edemedim. Ölürken yüzüğümü Perdikkas’a verdim, başka hiçbir şey yapmadım. Ama sen neye gülüyorsun Diogenes?

DİOGENES – Sen devleti eline aldığın zaman Yunanlıların yaptıklarını hatırladım da ona gülüyorum. Sana yaltaklandılar, seni yabanlara savaşsın diye kendilerine başkan, komutan ettiler; içlerinde seni, ejderin oğlusun diye on iki büyük tanrı ile bir tutanlar, sanan tapınaklar kurup kurban kesenler bile oldu.

Sahi, Makedonyalılar seni nereye gömdüler?

İSKENDER – Cesedim üç gündür Babylon’da duruyor. Ama benim mirahorum Ptolemaios, bugünkü kargaşalıklardan vakit bulursa Mısır’a götürüp oraya gömeceğine, beni Mısır tanrılarından biri edeceğine söz verdi.

DİOGENES – Senin ahrette bile böyle saçmaladığını, hâlâ bir Anubis, bir Osiris olmayı umduğunu görür de insan nasıl gülmez, a İskender? Hey tanrıl[6] adam, artık vazgeç bu sevdalardan? Bataklığı geçip kapıdan girdin mi, bir daha dönemezsin buralardan; Aiakos[7] yamandır, kimseyi bırakmaz, hem Kerberos[8] da var.

Senden bir şey sorup öğrenmek istiyordum: bu hale nasıl dayanıyorsun? Yeryüzünde bıraktığın bütün o mutluluğunu, mirahorlarını, valilerini, yığın yığın altınlarını, Babylon’da Baktra’da sana tapan ulusları, koca koca fillerini, bütün o haşmetini, depdebeni, omzuna erguvan renginde bir kumaş atıp alnına beyaz şeritler takarak çıktığın günler herkeslerin sana baktığını hatırlamıyor musun?.. Ne o? Niçin ağlıyorsun? Deli misin? Talihin ihsanlarına güvenilmeyeceğini, hepsinin de geçiverdiğini sana o akıllı uslu Aristoteles’in öğretmedi mi?

İSKENDER – Ona mı akıllı uslu adamdı diyorsun, Diogenes? Dalkavukların en düzencisi idi o! Aristoteles benden neler istedi, bana neler yazdı, benim bilgiye düşkünlüğümü nasıl fırsat bildi de hep kendi çıkarını aradı, orasını hiç sorma, onları bir ben bilirim; güzelliği bir hayır saydığı için benim güzelliğimi de övdü, ettiğim işleri, zenginliğimi de övdü; zenginliğe de bir hayır diye bakardı, kendi payını alırken utanmasın diye olacak… O adam gevezenin, düzencinin biriydi, Diogenes. Zaten onun bütün bilgisinden bana ne iyilik geldi ki? İşte görüyorsun, senin sayıp döktüğün şeyler gerçekten değerli imiş gibi şimdi üzülüp duruyorum.

DİOGENES – Şimdi sen ne yapmalısın, bilir misin? Derdinin devasını bulurum ben. Burada çöpleme otu bitmez, ama Lethe[9] suyu vardır, ondan sık sık iç, kana kana iç; o sayede Aristoteles’in hayır, iyilik dediği şeyleri unutursun da kederlenmekten kurtulursun. Hem bak, karşıdan Klitos[10] ile Kallisthenes[11] geliyor, seni yakalayıp parçalamak, senden öçlerini almak istiyorlar. Sen şu yoldan gidiver; sakın unutma dediğimi: sık sık içiver Lehte suyundan.

Sf. 92-93

——————————————————————————–

LYKİNOS, KÖPEKSİ
LYKİNOS – A dostum, saçını sakalını neden böyle uzatırsın? Neden arkana bir mintan giymezsin? Neye böyle göğüs bağır açık, yalınayak dolaşırsın? Nereden seçtin kendine bu serseri hayatını? Böyle yaşamak insanlara değil, yabani hayvanlara yaraşır. Öteki insanlarınkine hiç benzemeyen bu yaşayıştan zarar görmüyor musun sen? Hiçbir yerde durduğun yok: toprağı döşek, taşı yastık ediyorsun kendine. Arkandaki şu elbisenin haline bak: kirden, lekeden bir yeri gözükmüyor. Kumaşı da öyle ahım şahım, yumuşak değildir her halde; renginde parlak bir renk olmasa gerek.

KÖPEKSİ – Öyle şeylere ihtiyacım yok benim. Arkama giydiğim bu elbise, edinilmesi en kolay olan çeşidindendir; bir düzüye bakmak, eskiyip yırtılacak diye korkuya kapılmak da gerekmez. Yeter bana böylesi. Ama sen, tanrılar aşkına, şu soracağıma yanıt ver: sence süs, ziynet hevesiyle yerginlik bir gider mi, gitmez mi?

LYKİNOS – Bir gider elbette.

KÖPEKSİ – Sadelik bir erdemle bir gider, değil mi?

LYKİNOS – O da doğru.

KÖPEKSİ – Öyle ise sen benim öteki insanlardan daha sadelik içinde yaşamama bakıp da niçin bana çatıyorsun? Benden daha çok süse, ziynete düşkün olmalarına bakıp da onlara çatsana.

LYKİNOS – Zeus hakkı için, değil öyle. Senin yaşayışını öteki insanlarınkinden ayıran senin sadeliğin değil, sen yoksunluk içindesin, daha doğrusu yoksulluk içinde, tam bir fukaralık içinde yaşıyorsun. Her günkü ekmeklerini dilenerek yaşayanlardan ne farkın var senin?

KÖPEKSİ – Mademki söz buraya geldi, bir insan için yoksunluk nedir, yoksun olmamak nedir, seninle onu bir araştıralım.

LYKİNOS – Hay hay.

KÖPEKSİ – Bir insan, bütün ihtiyaçlarını karşılayabiliyorsa yoksunluk içinde değildir, öyle değil mi? Yoksa sen başka türlü mü diyorsun?

LYKİNOS – Hayır, ben de öyle diyorum.

KÖPEKSİ – İhtiyaçlarını karşılayamıyorsak, gerekli şeyleri bulamıyorsa, o zaman yoksunluk içindedir; bu da doğru mu?

LYKİNOS – Doğru.

KÖPEKSİ – Demek ki, ben yoksunluk içinde değilim, çünkü neye ihtiyacım varsa hiçbiri eksik değil.

LYKİNOS – Nasıl eksik değil?

KÖPEKSİ – İhtiyacımız olan şeylerin her birinin ereği nedir, onu düşün yeter. Mesela ev. Eve niçin ihtiyacımız vardır. Başımızı sokmak için, barınıp korunmak için, değil mi?

LYKİNOS – Evet.

KÖPEKSİ – Ya giyecek neye yarar, niçin yapılır? O da bizi örtmek için değil mi?

LYKİNOS – Bence de öyle.

KÖPEKSİ – Peki, benim ayaklarımı başkalarının ayaklarından daha kötü bir halde mi buluyorsun?

LYKİNOS – Bilmem.

KÖPEKSİ – Ben, bu işi bir usavurayım, dinle, o zaman bilirsin. Ayağın görevi nedir?

LYKİNOS – Yürümek.

KÖPEKSİ – Sence benim ayaklarım başkalarının ayaklarından daha kötü mü yürüyor?

LYKİNOS – Öyle değil herhalde.

KÖPEKSİ – Görevlerini iyice yerine getiriyorlarsa, kötü yürümüyorlarsa, demek ki durumları da kötü değildir.

LYKİNOS – Olabilir.

KÖPEKSİ – Demek ki, ayak bakımından benim durumum da öteki insanların durumu kadar iyidir; yoksa beni öyle görmüyor musun?

LYKİNOS – Kimseden aşağı kalmıyorsun.

KÖPEKSİ – Ya vücudumun başka yerleri? Onlar öteki insanlarınkinden daha kötü bir durumda mı? Öyle olsalardı, daha zayıf olurlardı, çünkü vücudun temel niteliği güçtür. Benim vücudum, öteki insanların vücudundan daha mı güçsüz?

LYKİNOS – Öyleye benzemiyor.

KÖPEKSİ – Demek ki benim ayaklarım da, vücudumun başka yerlerinin de örtülmeye ihtiyacı yok. İhtiyaçları olsaydı, kötü bir durumda olmaları gerekirdi; çünkü ihtiyaç, her zaman zararlıdır, sardığı şeyleri bozar. Zaten benim vücudum için yeterince beslenmiyor, diyemezsin; ne bulursam onu yiyorum, ama ihtiyacım olan yiyecek boğazımdan geçiyor gene de.

LYKİNOS – Belli öyle olduğu.

KÖPEKSİ – Kötü beslenmiş olsa güçsüzleşirdi; çünkü yiyeceğin kötüsü sağlığı bozar.

LYKİNOS – Doğru.

KÖPEKSİ – Mademki bunlara, doğru diyorsun, neden bana çatıyorsun, yaşayışımı beğenmiyorsun, insanlara değil, vahşi hayvanlara yakışır diyorsun?

LYKİNOS – Söyliyeyim. Çünkü senin saydığın, kutsadığın doğa, tanrılar, toprağı bizim emrimize vermişler, her şeyimiz bol olsun diye bize türlü nimetler vermişler; hem de yalnız ihtiyaçlarımızı karşılasın diye değil, zevkimiz, sefamız için de vermişler. Ama sen bütün bu nimetlerden, hiç olmazsa büyük bir kısmından kendini yoksun ediyorsun, hayvanlar gibi, sen de onlardan yararlanmıyorsun. Sen de hayvanlar gibi yalnız su içiyorsun, köpekler gibi ne bulursan onu yiyorsun; yattığın yer de, onların yattıkları yerden iyi değil; bir samanlık buldun mu, sana yetiyor, kıvrılıveriyorsun. Arkana giydiğin de bir dilenciye ya yakışır, ya yakışmaz. Senin hakkın var da böyle yaşamak doğru ise, tanrılar koyunlara yünü, üzüme o tatlı suyunu vermekle bize yağ gibi, bal gibi türlü nimetleri bağışlamakla yersiz bir iş görmüşler demektir. Bu türlü türlü yiyeceklerin, sudan daha hoş bir içkinin, paranın, yumuşak yatağın, güzel evlerin, insanları hayran eden o sanat yapıtlarının hiç mi bir gereği yok? Tanrılar, onları boş yere mi yaratmış?.. Sanat yapıtlarını da bu arada saydım, çünkü onlar bize tanrıların armağanıdır… İnsan bu nimetlerden, başka birinin eliyle, mesela hapse atılarak yoksun olursa o bile büyük bir felakettir; bütün bu güzel şeylerden kendimizi kendi elimizle yoksun etmekse daha büyük bir felakettir; hatta açıkça bir deliliktir.

KÖPEKSİ – Haklısın belki. Ama ben sana bir şey daha sorayım da sen ona yanıt ver. Zengin, cömert, insanları seven bir adam alalım, diyelim ki, o adam bir ziyafet verip dünyanın her yerinden kimi güçsüz, kimi güçlü bir çok kimseler çağırıyor, onlara bu toprağın yetiştirdiği türlü nimetleri yedirecek… Davetlilerden biri sofrada ne bulursa hepsine kancayı atarsa, kendi önündekilerle doymayıp da ötelerde, hastalar için hazırlanmış yiyecekleri de almaya kalkarsa, sen ne dersin? Gerçi o adam güçlü, ama ne de olsa midesi bir tane, az bir şey de ona yeter, hatta çok yemekten kötülük görebilir. Sen öyle bir adama aklı başında biri diyebilir misin?

LYKİNOS – Diyemem.

KÖPEKSİ – Sen, ona ölçü bilir bir insan diyebilir misin?

LYKİNOS – Öyle de diyemem.

KÖPEKSİ – Şimdi sofradan başka bir adam alalım: önünde çeşit çeşit, bol bol yiyecekler bulunmasına bakmayıp en yakında ne bulmuşsa onu çekmiş, ihtiyacıma yeter demiş, başka hiçbir şeye göz dikmeden terbiyeli terbiyeli onu yiyor. Böyle bir adam, sence ötekinden daha ölçü bilir, daha iyi adam değil midir?

LYKİNOS – Öyledir.

KÖPEKSİ – Anladın mı, ne demek istediğimi? Yoksa daha anlatayım mı?

LYKİNOS – Anlat, daha iyi edersin.

KÖPEKSİ – Tanrı, işte o ziyafet veren cömert adama benzer. Önümüze her ülkeden getirip, her çeşidinden yiyecekler koymuş, her birimize “Size uyan neyse onu alın!” demiş. Sağlam insanlar için de var, hastalar için de; güçlüler de yiyecek, güçsüzler de. Ama davetlilerin hepsi, ellerini bütün tabaklara daldırmayacak, herkes kendi önündekini, kendine en çok gereken şeyi alarak… Sizler ise bir türlü gözü doymayan, her şeye pençesini atan o obura benziyorsunuz. Bütün nimetlerden, yalnız kendi yurdumuzda değil, başka illerde de yetişen nimetlerden pay alacağız diyorsunuz. Sizi bir dinleyen olsa, bu adamlara kendi toprakları da, topraklar boyunca uzanan deniz de yetmez der, ihtiyaçlarınızın o kadar çok olduğuna kendi kendinizi inandırmışsınız. Keyfiniz için dünyanın ta bir ucuna koşuyorsunuz, yabancı illerde yetişen malları kendi ülkenizde yetişenlere pahalısını ucuza, zor ele geçebileni kolaylıkla bulunana yeliyorsunuz. Kısacası siz, kaygısız yaşamaktansa türlü sıkıntılar, türlü dertler çekmeyi yeğ buluyorsunuz. Göğsünüzü gere gere karmaşık bir çark kurmuşsunuz, mutluluk yalnız ondadır, diyorsunuz da onu nice felâketler, nice zahmetler pahasına döndürdüğünüzü unutuyorsunuz. O pek dilediğiniz altını bir düşün, gümüşü, o süslü süslü koca evleri, içinizi titreten elbiseleri bir düşün, hepsinin de peşlerinden ne kadar sıkıntı, ne kadar tehlike, daha doğrusu ne kadar kan, ölüm sürüklendiklerini görmüyor musunuz? Onları insan eti, insan canı ile elde ettiğinizi anlamıyor musunuz? Onları bulmak, getirmek için nice kimseler denizlerde telef oluyor, aramak, yapmak için nice kimseler zahmet çekiyor; yalnız o kadar mı? Senin olacak, benim olacak, diye boşuna boğuşuyorsunuz. Onların uğruna dost dosta, çocuklar analarına, kadınlar kocalarına tuzak kuruyor. Eriphyle’nin altın için kocasını teslim etmesi de yine o yüzdendir elbette. Parıl parıl yanan elbiselerin, insanı öteki giyeceklerden daha sıcak tutmadığını biliyorsunuz, yaldızlı saraylarda daha güvenle barınılmadığını biliyorsunuz, gümüş, altın sağrakların içlerine konan içkiyi iyileştirmediklerini biliyorsunuz, fildişi yataklarda uykunun daha tatlı olmadığını, o fildişi yataklarda, süslü döşeklerde bu dünyanın bahtiyarları dediğiniz insanların bir türlü uyuyamadıklarını biliyorsunuz, yine de o sıkıntıları göze alıyorsunuz. Bin bir emekle pişirilen yemeklere gelince, onların daha çok beslenmediklerini söylemeye gerek yok; beslemek şöyle dursun, sağlığı çökertiyor, türlü hastalıklar çıkartıyor. Ya, Aphrodite zevkleri için çektikleriniz? Açayım mı onları da? O çeşit arzuyu yatıştırmak ne kadar da kolaydır, zevkin pek incesini aramadın mı, olur biter. Ama insanların deliliği yalnız o türlü sevdada kendini göstermiyor ki! Siz doğanın yasasını da dinlemiyor, insanlar, insanlıktan başka işlere yarasın diyorsunuz. Sanki arabaya bineceğinize ille yatağı araba etmek istiyorsunuz.

LYKİNOS – Biz, yani kim?

KÖPEKSİ – Siz, hepiniz. İnsanları yük hayvanı yerine kullanıyor, yataklarınızı da araba edip omuzlarına yüklüyorsunuz; sonra kendiniz onların başları üzerinden keyifli keyifli bakıyor, eşeğin yularını çeker gibi emirler veriyor, şuraya gitme, buraya dön diyorsunuz. Sokaklarda öyle dolaşmak fırsatını bulanlara en bahtiyar adamlar diye imrenerek bakıyorsunuz. Hele hayvanların etini yemekle kalmayıp bir de o hayvanlardan boya çıkarmaya kalkanlara ne diyelim? Meselâ, kırmız boyası ile çalışanlar… Onlar da, niye yarayacağı tanrılarca gösterilmiş şeyleri doğanın buyruğu dışında kullanıyorlar.

LYKİNOS – Değil öyle; çünkü kırmızı et, beslenmeye yaradığı gibi boya vermeye de yarıyor.

KÖPEKSİ – Ama doğa onu, boya versin diye yaratmamış ki! Senin dediğine göre, güğümü tencere yerine kullanmak da olur; ama güğüm, içinde yemek pişirilsin diye yapılmaz. İnsanların bütün o zavallılıkları söylenmekle bitmez. Sen de kalkmış, onları paylaşamıyorum diye bana kabahat buluyorsun. Benim halim o ölçü bilen konuğun hali: ben önümde bulduğum yiyecekleri, hem de en sadelerini yiyor, öyle yabancı illerde yetişmiş çeşitli şeyler istemiyorum. Bir de şuna dikkat et: mademki benim çok ihtiyacım olmadığına, azla yetindiğime bakarak bir hayvan gibi yaşadığımı söylüyorsun, o halde, sence tanrılar hayvanlarda da aşağıdır, çünkü hiçbir şeye ihtiyaçları yoktur. Ama insanın az ihtiyacı olması ile çok ihtiyacı olması arasındaki farkı anlamak için şunu düşün: çocukların yetişmiş insanlardan daha çok ihtiyaçları vardır; kadınların ihtiyaçları erkeklerinkinden, hastalarınki sağlamlarınkinden, şöyle toptan alınınca kötülerinki iyilerinkinden çoktur. Bunun içindir ki, tanrıların hiçbir şeye ihtiyaçları yoktur, tanrılığa en çok yaklaşan kimseler de en az ihtiyaçları olanlardır. Herakles, insanların en iyisi olan, pek haklı olarak tanrılar arasına yükseltilen o yüce kahraman, arkasına bir arslan postundan başka bir şey almaz, göğsü bağrı açık yürür, sizin ihtiyaçlarınızdan hiçbirini duymazmış; sen, şimdi ona bedbahtmış mı diyeceksin? Başkalarını felâketlerden kurtaran bir kahramana zavallının biriymiş denir mi hiç? Yoksul da diyemezsin: kara da, sularda emrindeymiş onun. Yiğitliği onu nereye götürürse orada her şeyi buyruğu altına alırmış; insanlar arasında yaşadığı için de onunla boy ölçüşecek, onu yenecek kimse çıkmamış. Onun giyeceği yokmuş, kundurası yokmuş da onun için mi o halde gezermiş? Böyle bir şey söyleyemezsin. O, ölçü bilir, dayanıklı bir adammış, kendini gevşekliğe bırakmaktan ar edip güçlü kalmak istemiş. Ya yiğitliği ondan öğrenen Theseus, Poseidon’un oğlu dedikleri insan, bütün Attika’nın kralı değil miymiş? Zamanının en ileri kahramanı olmamış mı? Ama o da yalınayak yürürmüş, saçını sakalını kestirmezmiş. Yalnız o mu. Bütün o zamanın adamları, bitim atalarımız öyleymiş, bizden çok üstünlermiş, aslanlar gibi onlar da kendilerini tıraş ettirmezlermiş. Yumuşak, pürüzsüz deriyi kadınlara yakıştırır, kendileri erkek olduklarını gösterirlermiş. Nasıl atlarla aslanların süsü yele ise erkeğin süsü de sakalıymış. Tanrılar, aslana, ata yeleyi nasıl güzelliklerini bir kat daha arttırsın diye vermişlerse, sakalı da erkeğe bir süs diye bağışlamışlar. Ben işte o eski insanların yemede, giymede, tüylerini kıllarını yolmada, en gizli yerlerini bile olduğu gibi bırakmamakta buldukları mutluluğu hiç kıskanmıyorum. Benim istediğim ayaklarımın, birer at tabanına benzemesidir; örtünmeye, köpeklerin kurulmuş sofralara ihtiyaçları olmadığı gibi, benim de olmasın. Toprağın neresi olursa olsun, bana döşeklik etmeye yetse de bütün dünyaya evim diye bakabilsem, en kolay bulunan şeylerle karnımı doyursam, başka bir şey dilemem! Altına, gümüşe benim de ihtiyacım olmasın, dostlarımın da! İnsanların bütün felâketleri, geçimsizlikler, savaşlar, tuzaklar, kan dökmeler hep altını, gümüşü elde etmek arzusundan doğar. Bütün o felâketler tamahtan, malımızı artırmak hırsından gelir. Uzak olsun benden o hırs! Hiçbir zaman elimdekini çoğaltmak arzusuna kapılmayayım, azaldığını, gittiğini görmekle kaygılanmayayım. Benim düşüncelerim, ilkelerim nedir; söyledim işte. Görüyorsun ki, kamunun, bayağı insanların tuttuklarına hiç uymuyor. Mademki düşündüklerim, inandıklarım kamunun düşünüp inandıklarından bu kadar ayrıdır, kıyafetimin de başka olmasında şaşılacak ne var? Sen, bir çalgıcının kendine göre bir kıyafeti olmasında şaşılacak ne var? Sen, bir çalgıcının kendine göre bir kıyafeti olmasını kabul ediyorsun, bir tragedya oyuncusunun arkasına uzun bir elbise giymesini kabul ediyorsun, erdemli bir adamın da kendine göre bir giyinmesin, bir kıyafeti olmasını neden kabul etmiyorsun? Çoğunluğun ahlâkça bok olduğunu biliyorsun da niçin erdemli adam da ille o çokluğun giydiğini giysin, o çoğunluğun kılığına girsin diyorsun? İyi insanların giyimi, kıyafeti, kötülerinkinden ayrı olunca, en yakışanı o ahlâkça düşkün kimselerin betine gidecek, onların kendileri için istemeyecekleri kıyafet değil midir. Ben, işte bunun için bu kıyafetle geziyorum, bunun için pisim, kıllıyım, sırtıma eski bir elbise giyiyorum, saçlarımı uzatıyorum, yalınayak yürüyorum. Sizin kıyafetiniz oğlanlarınkine benziyor: onlar gibi, siz de, yumuşacık kumaşlar seçiyor, onların giydikleri renkleri yeğliyor, kendinize kat kat gömlekler mintanlar yaptırıyorsunuz. Ne elbiselerinizle kunduralarınızda bir fark var, ne de saçlarınızı taramanızla, süründüğünüz kokularda; sizler de bahtiyarız diye geçinen sizler de, o ahlâksızlar gibi yağlar, lavantalar kullanıyorsunuz, gittiğiniz yerlere bir kokudur saçılıyor. Oğlanlar gibi kokan bir erkekten ne hayır umulur? Onlar gibi siz de zevkin, sefanın tutsağı oluyorsunuz; onlar ne yerse siz de onu yiyor, onlar gibi uyuyup, onlar gibi yürüyorsunuz. Daha doğrusu yürüdüğünüz yok: birer yükmüşsünüz gibi kendinizi kiminiz insanlara, kiminiz hayvanlar taşıtıyorsunuz. Benim bir yere gitmeye ihtiyacım oldu mu, beni oraya ayaklarım götürür. Ben soğuğa da dayanırım, sıcağa da; yoksulluk içinde olduğum için, tanrılar ne ederse makbulümdür benim. Siz ise, mutluluk içinde olduğunuz için, size ne gelse hoşnut değilsiniz, her şeyden şikâyet edersiniz; gününüze dayanamaz da sizden çok uzak olan şeyleri dilersiniz; kışın yazı, yazın kışı ararsınız; hava sıcak mı, ille soğuk olsun, soğuk olunca da ille sıcak olsun istersiniz; siz, tıpkı hastalar gibisiniz, halinizden bir türlü hoşnut olmaz, talihinizden yakınırsınız. Hastalar, hasta oldukları için öyledir; siz ise huyunuz gereği öylesiniz. Bir de bizleri düzeltmeye, yanlış düşünüyormuşuz gibi, bizleri doğrultmaya kalkıyorsunuz; oysa ki asıl siz hiçbir işinizde akıllıca davranmıyor, düşünmüyorsunuz; her işinizi sadece göreneğe, sadece tutkularınıza uyarak yapıyorsunuz. Selin sürüklediği insanlardan ne farkınız var sizin? Onları, su alıp istediği yere götürür, sizi de tutkularınız götürüyor. Hani bir adam varmış, azgın bir ata binmiş: hayvan kaçıp dört nala koştuğu için bir türlü durduramıyor, inemiyormuş. Biri görüp “Nereye?” diye sorunca; “Bu hayvan nereye isterse oraya” demiş. Tıpkı onun hali sizin haliniz. Size de nereye gittiğinizi soran biri olursa yalan söylemek istemiyorsanız: “Tutkularımız nereye isterse, zevk, sefa arzusu, adımızı, sanımızı koruyup yaymak kaygısı, o boş kaygı, bir de para kazanmak hırsı nereye götürürse oraya” demelisiniz. Bazen korku, bazen öfke, kısacası, hep o türden bir tutku sizi kapıp götürüyor; bindiğiniz at bir değil ki, bir çok; bir gün biri, bir gün öteki; hepsi de azgın… Sizi aldıkları gibi yarlara, uçurumlara sürüklüyorlar, ama siz düşüneceğinizi hiç anlamıyorsunuz, ancak düştükten sonra farkına varıyorsunuz. Sizin alay ettiğiniz bu elbisenin, bu saçların, bu kıyafetin ise büyük bir gücü var: onların sayesinde ben rahat yaşıyor, dilediğimi yapıp istediğimle konuşuyorum. Bilisizler, sürüsünden bir tek kişi bile bana yaklaşamaz, kıyafetimden hoşlanmaz, kadınlaşmış erkekler de, beni ta uzaktan görünce kaçıverir. Ama en aydın, en namuslu kimseler, erdemin dostları gelir bana; beni en çok onlar anlar, ben de asıl onlarla olmaktan hoşlanırım. Bahtiyar denen kimselerin kapılarını çalmam ben; onların altın taçları da, erguvan rengi elbiseleri de benim gözümde bir dumandan başka bir şey değildir, gülerim o kendini beğenmişlere. Şimdi sana şunu söyleyeyim; senin alay ettiğin bu elbise yalnız iyi insanlara değil, tanrılara da yakışıp onlara da yeter. Tanrıların heykellerine bir kere bak, anlarsın. Onlar sizlere mi benziyor, bana mı? Yunanlıların tapınaklarını gez, sonra yabanlarınkine de git. Orada göreceğin tanrılar, bak bakalım sizin gibi boyalı, tıraşlı mı, yoksa benim gibi saçlı sakallı mı? Çoğu benim gibi, onların da sırtında mintan yoktur. Benim kıyafetime hala kötü diyebilecek misin? Bu kıyafetin tanrılara da yakıştığını işte herkes görüyor, biliyor.

Sf. 253-260

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments