Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaKadınKadın'a DairTürkiye’deki Travesti ve Transseksüellerin Direniş Deneyimleri | Öykü Tümer

Türkiye’deki Travesti ve Transseksüellerin Direniş Deneyimleri | Öykü Tümer

Türkiye’de travesti ve transseksüeller her gün çok farklı şekillerde şiddete maruz kalıyorlar. Bu şiddet, günlük şiddet ya da sistematik şiddet olabilir. Günlük şiddetten kastım günün herhangi bir saatinde karşılaştıkları, kaba kuvvet kullanımı şeklinde kendilerine yönelebilen bir şiddetken; sistematik şiddet ile anlatmak istediğim daha ziyade 1996 yılında Ülker Sokak ve geçtiğimiz bahar Eryaman’da yaşanan olaylar. Ülker Sokak, İstanbul’da gerçekleştirilecek Habitat II kapsamında “temizlenmesi gereken” yerlerden biriydi. Güzelim İstanbul’umuzu kirleten sokak köpekleri ve tinercilerle birlikte, etrafta dolaşması göz zevkimizi bozan ve daha da önemlisi “terör” yaratan travesti ve transseksüeller de ortadan kaldırılmalıydı. Bu sürede Cihangir ve Beyoğlu taraflarındaki ev değerleri artarken Ülker Sokak’ta pek çok dairesi bulunan ev sahiplerinin, bu sokaktaki evlerinde “çalışan” travesti ve transseksüeller nedeniyle bu artıştan yararlanamaması da bu durumu tetikledi. Ve bir kampanya başladı… Dönemin polis amiri Hortum Süleyman[1], renk renk hortumlarını kapıp geldi. Travestilerin toplumdan temizlenmesi gerektiğini düşünen ülkücü gençler ise Türk bayraklarını kaptıkları gibi sokağa akın ettiler[2]. Sokağın başı ve sonu tutuldu. Esnafın travesti ve transseksüellerle alışveriş yapması yasaklandı. Günün çeşitli saatlerinde ev baskınları düzenlendi; kapılar kırıldı, birçok kişi dövüldü, yaralandı, evlerinden atıldı. Bu durumun sistematik bir şiddet olmasının nedeni ise devlet desteği ile yapılması (polisin müdahale etmemesi ya da usulsüz baskınlar yapması) ve benzer süreçlerin İzmir Alsancak’ta daha sonra da Ankara Eryaman’da tekrar etmesi.[3]

Bu anlatılardan sadece fiziksel-kaba güce dayalı bir şiddet algısı ortaya çıksın istemem. Bunun ötesinde çok farklı şiddet deneyimleri de yaşıyorlar. Örneğin cinsel kimliklerinden ötürü toplumdan dışlanıyorlar, kimlikleri günlük konuşmalarda küfür olarak kullanı-lıyor ya da medyada “terörist” olarak yer buluyorlar.

Peki, onlar bu şiddet ve dışlanmaya karşı nasıl tepki veriyorlar? Travesti ve transseksüeller son birkaç yıldır eşcinsel örgütlerin içerisinde mücadele ediyorlar. Ayrıca kendi örgütlerini de kuruyorlar. Bu dernekler aracılığı ile hem en temel hukuksal haklara kavuşmaya hem de toplumsal görünürlük kazanarak kendilerini ve de toplumu bilinçlendirmeye ve böylelikle cinsel kimliklerine karşı olan önyargıyı yıkmaya çalışıyorlar.

Direnişlerinin bu örgütlü ayağı elbette çok önemli ve yazının sonunda bu konuyu da tartışacağım. Ancak benim asıl ilgimi çeken ve yazının çoğunluğunu oluşturacak olan kısım, gündelik pratikler içerisinde gerçekleştirdikleri (ya da gerçekleştiremedikleri) direnişi anlayabilmek. Yazının girişinde temel olarak sadece şiddetten bahset-memin sebebi travesti ve transseksüellerin iktidar ilişkilerindeki yerinin daha çok şiddete maruz kalmak üzerinden belirlenmesidir. Zaten inceleyeceğim direniş pratikleri de temelde şiddet karşısında geliştirilen pratiklerdir.

İktidar ile kastedilen ise sadece devlet iktidarı değildir. Travestiler sadece polisle karşı karşıya kalmazlar. “İktidar ilişkileri bir kadınla erkek arasında, bilenle bilmeyen arasında, ana-babayla çocuk arasında, ailede vardır. Toplumda binlerce, binlerce iktidar ilişkisi vardır ve sonuç olarak güç ilişkileri, dolayısıyla küçük çatışmalar, bir anlamda mikro-mücadeleler vardır.” (Foucault, 2003: 175) Ülker Sokak’ta yaşanan çatışmalara baktığımızda elinde Türk bayrağı olan ülkücü gençleri, sokaktaki birçok dairenin sahibi olan Güngör Gider’i[4] ve hatta Ayazpaşa Güzelleştirme Derneği’ni görürüz. Geçtiğimiz Ağustos ayında Bursa Gökkuşağı Derneği’ni basanlar ise devlet ya da onun aracı olan polis değil, Bursaspor taraftarlarıdır. Medyanın da bu iktidar ilişkilerinde küçümsenemeyecek bir yeri vardır. Toplumda travestilerle ilgili (ön)yargıların oluşturulduğu asıl yer de zaten burasıdır. Saldırıya uğrayan onlar olduğu gibi “terörü yaratanlar” da hep onlar olmuştur. Bu örneklere baktığımızda hem iktidar ilişkileri içinde bulunan aktörlerin fazlalığı ile hem de iktidar ilişkisinin kendisinin çeşitliliği ile karşılaşıyoruz. Ancak çekirdekteki söylem farklı vurgular kazanmakla beraber temelde aynı kalıyor.

Bütün bu kuşatılmışlığa rağmen travesti ve transseksüellerin kaçış noktaları vardır, çünkü “Tamamen muzaffer olan, dolayısıyla tahakkümü sınırlandırılamayan iktidar ilişkileri yoktur.” Şiddete karşı şiddetle, medyaya alternatif bilgi kanallarıyla (ki kendi çıkardıkları dergileri vardır: Gacı), toplumsal dışlanmaya kendi içlerindeki dayanışmayla, ataerki ve homofobiye ise toplumsal cinsiyet kalıplarını yıkan bedenleri ile direnirler. Zaten bu direniş, bir noktada iktidar ilişkilerini su yüzüne çıkarır; tek tipliliğin, normalliğin ve itaatkârlığın reddi ile başlar ve böylece iktidar ilişkilerini görünür kılar. Bu bağlamda direniş ve iktidar birbirlerini dışlamaz, tam tersine birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Evlatlıktan reddedilme baskısına karşın cinsiyetlerini değiştirmeleri, “asker olacak aslan oğlun” kadın “gibi” ya da kadın olması bir taraftan ailedeki (ve genel olarak toplumdaki) iktidar ilişkilerini görünür kılarken bir taraftan da “kaçınılmaz olarak direnişe yol açar.” (Foucault, 2003: 176)

Travesti ve transseksüellerin gündelik hayat pratiklerini, çeşitli platformlarda verdikleri mücadeleyi direniş olarak anlayabilir miyiz? Bu soruyu cevaplayabilmek için seçtiğim bazı örnekler üzerinden gitmek istiyorum. Üstünde duracağım noktalar yegâne direniş pratikleri değildir; hem de bütün travesti ve transseksüeller için geçerli değildir. Bu yazıda maalesef homojen ve evrensel bir travesti ve transseksüel kimliği, tanımı ve deneyimleri varmış gibi bahsediyorum. Ancak böyle olmadığının bilincinde olduğumu da belirtmek isterim.

Bana göre, direnişin ilk başladığı nokta bedenin değiştirilmesi. Foucault, bunu direniş olarak kabul eder miydi (ya da bu konu üzerine bir yorumu var mı) bilmiyorum. Sonuçta, travesti ve transseksüeller aslında modern özneler. Cinsiyet değiştirme ame-liyatı, hormon ilaçları, estetik cerrahi; modern tıbbın sayesinde mümkün olabiliyor. Yani bedenlerinin var oluşu aslında modernite ile mümkün kılınmış durumda. Bu bağlamda modern sistemin dışında değiller. Ancak karşı durdukları toplumsal rolleri göz önüne alırsak, modern öznelerin uyması gereken “normalliğin” dışında kaldıkları inkâr edilemez. “Doğal” kabul edilen cinsiyet rollerini yıkmaktadır travesti ya da transseksüel bedeni. Travesti ve transseksüellere eşcinsel hareketin bir grubundan gelen eleştiri, travesti ve transseksüellerin var olan cinsiyet rollerini tekrar ürettikleridir. Eşcinsel olup ikili cinsiyet anlayışına bir üçüncü alternatif sunmak yerine var olan kalıplardan birini tercih etmekle ve eşcinsel mücadeleye ket vurmakla suçlanırlar. Yine bazı travestiler, fuhuştan para kazanmak için rol yapan eşcinseller olmakla suçlanır. Travestilik ve transseksüellik eşcinsellikten farklı mıdır, kendi içlerinde samimi ya da tutarlı mıdırlar ya da cinsiyet değiştirme nedenleri nedir gibi tartışmalar benim konumun dışında kalıyor. Benim vurgulamak istediğim nokta, kadınlıktan erkekliğe ya da erkeklikten kadınlığa geçmenin aslında var olan kalıplara uymanın ötesinde onlar arasındaki sınırı yıktığıdır. Cinsiyetin doğal bir veri olduğu kabulünü çürütmektedir. Tanımı, rolleri ve kuralları, içsel-leştirilmiş ve normalleştirilmiş kalıplara karşı çıkmaktadırlar.

Hapishanenin Doğuşu’nda (Discipline and Punish: The Origine of the Prison) Foucault, iktidarın bedene nüfuz etmesini ve tahakkümünü beden üstüne kurmasını anlatır. Bunu da asker bedeninin tarihsel değişimi ve dönüşümü üzerinden yapar. Bu durum sadece askerlere özgü değildir. Kadın ve erkek bedenleri de, her toplumda farklı olmakla beraber, belirli şekillerde tanımlanmışlardır ve çeşitli kurumlarla bu tanımlar normalleştirilmiştir. Bir kişinin bu tanımları aşması ve kendi bedeni üzerinde kendi iktidarını kurması, bedenini “uysallıktan” çıkararak onu dönüştürmesi, toplumsal iktidarı sarsar. Farklı stratejilerle bu başkaldırmaya cevap verir: “Üniversite mezunu, yabancı dil bilen bir travesti neden iş bulamaz?”. Bu aslında basit bir soru gibi gözükse de cevabı çok karmaşıktır. Transsek-süellere iş verilmeyeceğine dair bir kanun ya da işverene uygulanan bir yaptırım yoktur. Zaten iktidar ilişkileri sadece yasalar ile sağlanmaz- ki yasalarda da cinsiyet değiştirmek yasaklanmamıştır. O halde toplumun çok daha fazla içine nüfuz etmiş iktidar ilişkileri ile karşı karşıyayız; ataerkil ya da heteroseksist söylemin bir manada tezahürü ile. Bedenler üzerinde kurulmuş olan normlar, toplum tarafından onaylanmıştır ve bunun bekçiliğini yapacak, gerekirse travesti ve transseksüellere iş vermeyerek onları cezalandıracak olan yine toplumdur.

Travesti ya da transseksüel olmanın bir direniş olduğunu böyle bir bağlam içerisinden kabul ediyorum. Böyle bir karar aldıklarında, tercihte bulunduklarında ne ile karşılaşacaklarını biliyorlar aslında. Buna rağmen bu kararın alınması “uysal” bir beden olmaktan çıkıp beden üzerinde kendi iktidarını kurması ve bunu yaparken de ailesi de dahil olmak üzere içinde bulunduğu tüm iktidar ilişkilerini karşısına alması direniştir. “Tek tipleştirmeye” ve de “sıradan-laştırmaya” karşı bir direniş.

Başka bir direniş noktası olarak, travesti ve transseksüellerin birlikte yaşamalarını gösterebiliriz. İstanbul’da, özellikle Beyoğlu’na yakın sokaklarda, birbirine yakın evlerde beraber yaşamışlar. Örneğin Ülker Sokak saldırılarından önce sokakta 70 kadar travesti ve transseksüel yaşıyormuş. Geçtiğimiz ilkbaharda talan edilen Erya-man’da ise 30 kadar travesti ve transseksüel yaşıyormuş. Beraber yaşamanın anlamı ne? Öncelikle bu, hayatta kalmanın bir yolu onlar için. Çoğunluğun fuhuş yaptığını düşünecek olursak, şiddetle hatta ölümle aralarında mesafe pek de fazla değil. Aynı sokakta yaşamanın ilk olarak böyle bir amacı var: Hayatta kalma. Diğer bir amaç ise kendilerine “yaşam alanları” açmak. Ülker Sokak’tan bahsederken orayı “imparatorluk” ya da “Lubunistan” olarak tanımlıyor oranın eski yerlileri, ne de olsa orada onların “borusu öterdi!” Dışlandıkları, görünmez kılındıkları şehirde var oluşlarını sürdürebilecek, rahatça dolaşabilecek, kendilerini güvende hissedebilecekleri bir alan yaratmış oluyorlardı böylece. Orada iktidar ilişkilerinin dengesi bozuluyor, asimetri -tamamen olmasa da- ortadan kalkıyordu.

Aynı mekânı paylaşmanın travesti ve transseksüellere ortak bir üslup kazandırdığını da söyleyebiliriz. Kendilerine dayatılan, kabul ettirilmeye çalışan söyleme alternatif olarak oluşan bu üslup, onlar açısından “silahtır” ve “normalleştirmeye-ehlileştirmeye karşı direnmeyi sağlar” (Selek, 2001: 20). Bu üsluba en güzel örnek kendi dilleridir: Lubunca. Bu dil, kendileri gibi dışlanmış başka bir kesimin, Çingenelerin dillerinden etkilenilerek oluşturulmuştur. Travesti ve transseksüeller kendilerine Lubunya derler. Paparon, boby, laky gibi kelimeler polis anlamına gelir. Gacı (kadın), laço (erkek), şugar (tatlı, güzel) yanı sıra sık sık “ziyaret ettikleri” zührevi hastalıklar hastanesine ise cancan derler. 100–200 kelimeden oluşan bu dil elbette onların birbirleriyle tamamen anlaşmasını sağlamaz. Ancak şifreli konuşmak durumunda oldukları zamanlarda, onlara görece bir özgürlük alanı açar. Ortak pratiklerden doğan ortak bir üslubun oluşturulması travestilik ve transseksüelliğin cinsel tercihten öte bir kimliğe dönüşmesini ve dayanışmanın-mücadelenin artmasına da vesile olacaktır. Maruz kaldıkları dışlanma ya da şiddetin tek tek bireylere karşı değil, bu kimliklere yönelik olduğunun farkındalığı bu ortak alanlarla ve ortak üslupla oluşmuştur. Bu nedenle hiç tanımadıkları bir travesti ya da transseksüel ölse cenazesi için hep beraber para toplarlar ya da davası varsa hep beraber giderler. Cancanda ya da karakoldaki aşağılama ve işkencelere beraber dayanırlar. Çünkü “beraberlik korkuyu azaltır” [5]

Mücadelelerinin başka bir ayağınınsa görünürlük kazanmak olduğunu söyleyebiliriz. Aslında sahip oldukları bir görünürlük var: Gazetelerin üçüncü sayfalarındaki “vahşet”, “terör” ve “rezillik” manşetleriyle beraber verilen fotoğrafları ya da ana haber bülten-lerinde son sırayı alan genellikle bir kavga sırasında çekilmiş ya da “otoban fareleri”[6] jeneriği ile verilen “görüntüler”. Toplumdaki bu algıyı yıkmaya çalışıyorlar. Bir dönem çeşitli televizyon programlarına çıkarak kendilerini ifade etmeye çalıştılar, ancak ya sözleri çarpıtıldı ya da çeşitli provokasyonlara maruz kaldılar. İmajları değişmedi, hatta daha da karikatürleştirildi. Özellikle son yıllarda çeşitli parti ya da sivil toplum kuruluşlarında çalışarak hem devlete hem topluma görünür olmaya çalışıyorlar. Devlete görünür olmaktan kastım, hukuksal mücadeleleri. Bir yandan dernek açabilmek için hukuksal mücadele verirken bir yandan da birey haklarının uygulanmasındaki eksikliklerle uğraşıyorlar. Ancak hukuksal mücadele elbette tek başına anlamlı değil. Sonuçta karşısında durdukları tek iktidar devlet değil. Bu nedenle sivil toplum kuruluşlarında aktif olarak çalışmaları önemli bir yerde duruyor. Çünkü kendi durumlarını savunmakla yetinmeyip, aynı zamanda varoluşlarını toplum nezdinde olumlamak da karşılarında bir zorunluluk olarak duruyor. Bu olumlamanın yalnızca kimlik olarak değil, yaratıcı güç olarak da gerçekleşmesi önemli. Bu da ancak toplumsal iletişim ile gerçekleşebilir.

İletişim kurmada sanatsal yaratıların/aktivitelerin önemi çoktur. Ülker Sokak ile ilgili araştırmalarını yaparken Pınar Selek, “Sokak Sanatçıları Atölyesi”ni kurmuş. Atölyelere sokak çocukları, öğrenciler, travestiler ve ev kadınları katılmış. İlk başlarda katılan gruplar birbirleri ile konuşmayı reddetmişler, ancak faaliyetler ilerledikçe, üretim yapıldıkça farklı gruplar birbirleriyle iletişime geçmeye başlamışlar. Pınar Selek’in ifadesi ile: “Buluşma sanatla oldu. Farklı gruplar birbirlerinin dilini sanatla çözdüler. Yavaş yavaş birbirlerini tanıdılar, çünkü her ifade biçimi ile iletişim kurdular. Çamurların, seslerin, kağıtların ortasında kısa bir tarih yaşandı. Bu kısa tarih bize, erkek egemenliğine dayalı olarak kurulan ve onu meşrulaştıran uzun tarihi yeniden yazma umudunu ve özgüvenini kazandırdı.”[7] Pınar Selek’in bu yorumu, günlük yaşantımızın pek çok alanın tahakküm altında olmasına rağmen bu tahakküm ilişkisine karşı çıkabilecek, hatta güç ilişkisini tersine çevirebilecek alanların olduğunu gösteriyor. Kendimizi iktidar ilişkilerinin dışına yerleştiremesek, ondan bağımsız olamasak da bu durumu her zaman dönüştürebiliriz. Sanatsal yaratıcılık da bu dönüşümün araçlarından biridir. Çünkü yaratıcılık, her ne kadar içinde bulunulan iktidar ilişkilerinden tamamen bağımsız olamasak da, kontrolün en aza indiği ve belki de yıkıldığı yerdir. Yaratıcılık ile bir eylem gerçekleştirildiğinde, yani bir “şey” yaratıldığında ise tahakküm, bir nebze de olsa, kırılmış olur. “Sokak Sanatçıları Atölyesi” ürettiklerini sergilemiştir de. Böylece belli bir deneyimin paylaşılması sağlanmıştır.

Ancak mevcut iktidar ilişkilerinin dönüşümünü sağlamak hiç de kolay değil. Sonuçta travesti ve transseksüeller 1996’da Ülker Sokak’tan, 2006’da Eryaman’dan “temizlendiler”. Lubunistan İmparatorluğu çöktü, geriye tek tek kaleler kaldı. Geride kalanlar, kaçanları yeterince direnmemekle, mücadele etmemekle, bencil davranmakla suçladı. Ancak Ülker Sokak’ta kaba kuvvete karşı direnmeyi sürdürmek onlara pek bir şey katmayacaktı belki de. Çünkü maruz kaldıklar şiddet tekil bir olay olmanın ötesinde, travesti ve transseksüel kimliğine yöneltilen sistematik bir şiddet. Bu nedenle tek tek öznelerin verdikleri direnişle bu olayların çözülmesini beklemek, sorunu hem tarihsizleştirir, hem de iktidar ilişkilerini görmemizi engeller. (Şunu belirtmeliyim ki bireysel direnişin önemsiz olduğunu kesinlikle söylemiyorum, ancak toplumsal dönüşümün, direniş bireysel -sadece birkaç travesti ve transseksüelin direnişi olarak- kaldığı sürece gerçekleşemeyeceğini düşünüyorum.) Bir taraftan travesti ve transseksüeller daha önce de farklı şehirlerde “temizlenme” operasyonlarına uğramışlar, diğer taraftansa travesti ve transseksüel kimliğine yöneltilen nefretin ötesinde o bölgelerdeki rant kavgalarının arasında kalmışlardır. Bu nedenle, belki de güdülmesi gereken strateji, cinsel kimlikler üzerine odaklanarak özcü bir yapıya dönüşmeyen, farklı boyutları da içine alabilecek bir yapıda olmalı. Bu da zaten daha önce değindiğim üslup, yani travesti ve transseksüellerin kendi aralarında oluşturdukları dil meselesine geri götürüyor bizi. Farklı kimliklerle iletişim halinde ve gündelik pratiklerle oluşan bu üslup onları ehlileşmekten kurtarıyor.

Ancak iktidar ilişkilerine karşı gösterilen direniş, bir son ya da zafer anlamına gelmez çünkü “direniş olduğu zaman tahakküm uygulayanın iktidarı çok daha fazla güçle, direniş ne kadar büyükse o kadar daha fazla kurnazlıkla tutunmaya çalışır.” (Foucault, 2003: 177)

Evcilleştirmenin, ehlileştirmenin, normalleştirmenin yolu elbette ki sadece kaba kuvvet değildir. Çok farklı kurumlarla bu tarz bir politika güdülebilir. Günümüzdeki eğlence sektörünün de böyle bir yeri olduğunu düşünüyorum. Çünkü eğlence sektörü, bir direniş pratiği olan üslubu kendi içine alarak onu “ya aşağılar, ya evcilleştirir ya da bir görüntüye, bir palyaçoya dönüştürebilir.” (Selek, 2001: 21) Son zamanlarda televizyonda en çok reyting alan programların “starları”nın travesti (Huysuz Virjin) ya da transseksüel (Bülent Ersoy) oluşu gibi. Ayrıca sosyetik bazı lüks gece kulüplerinde pek çok travesti ve transseksüelin “showgirl” olarak sahne almasıyla da travesti ve transseksüellerin hem toplumsal rolü (eğlence-haz sektörü) hem de uymaları gereken normal kalıp belirleniyor. Ancak bütün bunlar bir “show” olduğu için travesti ya da transseksüel olma hali bir kimlik olmaktan koparılıp bir işe dönüştürülüyor. İşi biten bir palyaço gibi makyajlarını çıkartıp “gerçek” hayata dönmeleri bekleniyor. Böyle bir sektöre girip “namuslarıyla para kazanmak” varken neden fahişeliği “tercih” ettiklerine ise kimse akıl sır erdiremiyor.
Bugün onları bekleyen en büyük tehlike, kendi üsluplarının ellerinden alınmak üzere olmasıdır. Sonuçta her ne kadar mevcut iktidar ilişkilerinin tamamen dışında yer almasalar da, kendilerine ait olan, kendi yaratıcılıklarının bir ürünü olan üslupları, onların en büyük direniş silahı. Bu kuvvetli silahın, mevcut söylemlere alternatif yapısını kaybetmesi onların mücadelelerini sekteye uğratacağını düşünüyorum. Yine de kurulacak yeni iktidar ilişkilerinin beraberinde yeni direniş pratikleri getirmesi kaçınılmazdır. Çünkü kimileri için yaşamak direnmektir.

Bu yazı Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü(BÜKAK) Bülteni BÜ’de Kadın Gündemi’nin Bahar’07 sayısında yayınlanmıştır

Kaynakça

Michel Foucault, İktidarın Gözü (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2003).
Pınar Selek, Maskeler Süvariler Gacılar Ülker Sokak: Bir Kültürün Dışlanma Mekanı (İstanbul: Aykırı Yayınları, 2001).

· Bu ödev, Yrd. Doç. Dr. Zeynep Çağlayan-Gambetti’nin 2006–2007 Güz döneminde açmış olduğu POLS 406 Politics, Ideology and Discourse dersi için hazırlanmıştır.
[1]Hortum Süleyman, işkence yapacağı mağdurlarına dayak yiyecekleri hortumun rengini seçme “hakkı” vermesiyle nam salmıştır.
[2]Temizlik operasyonu sırasındaki sloganlardan bir diğeri ise “Namuslu olan Türk bayrağı assın!” idi. Travesti ve transseksüelliğin namussuzluk olarak adlandırması çok şaşırılacak bir durum değildi maalesef. Ancak namusun, ataerkilliğin, eşcinsel düşmanlığının milliyetçiliğe eklemlenmesi ve bütün bu denk kavramların Türk bayrağı ile temsil edilmesinin çok derin bir analiz gerektirdiğini düşünüyorum.
[3]Bu anlatılar için BÜ’de Kadın Gündemi, “İstenmeyen Kadınlar: Travesti ve Transseksüel Kadınlar ve Şiddet(le) Deneyimleri”, sayı: 11 ve Pınar Selek, Maskeler Süvariler Gacılar Ülker Sokak: Bir Kültürün Dışlanma Mekânı, (İstanbul: Aykırı Yayınları, 2001) kaynaklarından faydalandım.
[4]Güngör Gider, yukarıda bahsettiğim “Namuslu olan Türk bayrağı assın!” sloganını çıkaran, Ülker Sokak’ta pek çok evi olan ve travesti ve transseksüellerin sokaktan ayrılmasını isteyen kişilerden biridir.
[5]Ülker Sokak’taki olaylar sırasında orada bulunan ve sokakta kalan son “kale”de oturan Demet Demir’in anlatısından; Pınar Selek, Maskeler Süvariler Gacılar Ülker Sokak: Bir Kültürün Dışlanma Mekanı, (İstanbul: Aykırı Yayınları, 2001) s. 176.
[6]Lambda İstanbul’dan Belgin ile yapılan söyleşiden; BÜ’de Kadın Gündemi, sayı: 11, s. 68.
[7]Pınar Selek, Maskeler Süvariler Gacılar Ülker Sokak: Bir Kültürün Dışlanma Mekanı, (İstanbul: Aykırı Yayınları, 2001), s. 203.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments