Militarizm kavramını, kapitalist devlet analizi içerisinden, profesyonelleşilmiş bir şirket yapısı gibi ya da siyasi bir kurum olarak yorumlayabiliyoruz. Bu şekilde de politik aktörlerin, ekonomik yapının, sosyal ve kültürel değişkenlerin militarizm kavramı içerisinde nasıl işlevselleştiğini analiz etme şansı buluyoruz. Ancak, militarizm kavramına bakarken, yukarıdaki çok çeşitli boyutlarıyla yapılan bir analiz dahi, toplumsal cinsiyet perspektifi dışlanarak yapılmış bir analiz ise eğer; eksik, politik olarak yanlış ve farklı eşitsizlikleri görünmez kılan bir analiz olacaktır. Bu nedenle bu çalışmada yeni bir militarizm analizi yapmaya çalışırken; öncelikle Cynthia Enloe’dan ödünç aldığımız feminist merakımızla (feminist curiosity) yola çıkacağız. Yani, bu çalışmayı yaparken sorunsallaştıracağımız tüm durumlara, kavramlara; politik teorilere ya da gündelik pratiklerimize, öncelikle toplumsal cinsiyet perspektifi ile kadınlık durumlarımızı düşünerek yaklaşacağız; Cynthia’nın sözleriyle: Satır aralarına bakacak ve var olan durumların altında neler yattığını keşfetmeye çalışacağız. [1]
Bu yazıda öncelikle militarizm ve kadınlık durumlarını analiz etmek üzere, Cynthia Enloe ve Virginia Woolf’un politik perspektiflerinin rehberliğinde bir kavramsallaştırma yapacağız. Bu kavramsallaştırmanın somut verilerini bulabilmek için, Türkiye gündemini tartışmaya açıp; her biri birer milli bayram havasında gerçekleştirilen cumhuriyet mitinglerindeki kadın imgesine ve bu mitinglerdeki kadınların söylemlerine daha yakından bakacağız. Çalışmamızın ikinci bölümünde ise kadın bedeninin militarizmden nasıl etkilendiğini; gerek sıcak savaş, gerek savaşın olmadığı ortamdaki militarizasyon süreçleri açısından gerekse aile içinde aile içindeki şiddetin artması üzerinden incelemeye çalışacağız. Bu noktada, dünyadan örneklere, Av. Eren Keskin’in “Hepsi Gerçek: Devlet Kaynaklı Cinsel Şiddet” adlı kitabından verilere ve Müjgan Halis’in “Batman’da Kadınlar Ölüyor” adlı kitabından anlatılara yer vereceğiz. Son bölümde ise; tüm bu militarizasyon süreçleri ile kadınların nasıl mücadele etme yolları geliştirdiklerine bakacağız. Burada odaklandığımız örnekler de özellikle İsrail, Amerika ve Türkiye’deki savaş karşıtı kadın örgütleri olacak. Sonuç yerine ise, bu çalışmayı yapan iki kadın olarak biz kendi anti-militarist feminist örgütlenme önerimizi kavramsallaştırmaya çalışacağız.
Militarizmin Feminist Bir Kavramsallaştırması
Virginia Woolf, Three Guineas kitabında, belki de feminist bir bakış açısından militarizmi ilk kez kavramsallaştırır. ‘Militarizm’ sözcüğünü kullanmaz, ama bizce militarizasyon sürecinin ta kendisini anlatır. Kendisi gibi orta sınıf ve eğitimli bir erkeğin “Savaşı nasıl önleyebiliriz?” sorusuna yanıt vermek üzere kadınlığın ve erkekliğin o an içinde bulunduğu İngiltere’nin koşullarında ve tarihsel olarak nasıl kurulduğuna bakar. Erkekler ‘doğaları gereği’ savaşkan değillerdir; eril savaşçı bir toplumsal yapıya doğduklarında çoğu savaşmaya ve öldürmeye meyillidirler. Ancak kadınlar da bu eril toplumsal yapının devamını sağladıkları ölçüde savaşı desteklerler. Yani savaş ancak ve ancak kadınlar bu eril normların dışından ataerkil olamayan kendi politikalarını ürettiklerinde ve dolayıyla savaşa destek olmayıp, militarizmin bir damarını kestiklerinde savaşı önleyebilirler.
Cynthia Enloe da, Virginia’nın tarif ettiği bir toplumdaki kadınlık ve erkekliğin nasıl kurulduğu ve dolayısıyla işlevselleştirildiği noktada manevralar (maneuveurs) kavramını ortaya atar. Cynthia şöyle der: “Militerleşme sadece ordu ile ilgili mekanlarda ortaya çıkmaz, bombalarla ya da askeri kamuflaj giysileri ile hiç alakası olmayan insanların, şeylerin ve düşüncelerin de anlamlarını ve kullanılma biçimlerini dönüştürür; militerleşme erkekliğe ayrıcalık tanır ama bunu kadınlığın ve erkekliğin anlamlarını manipüle ederek yapar.”[2] Cynthia’nın tarifini yaptığı manipüle etme işi militarizasyonun çeşitli manevralarla toplumsal cinsiyeti nasıl işlevselleştirdiğidir. Buradaki önemli vurgu somut militer şiddetin olmadığı yerlerde de militarizasyon sürecinin gizil olarak işlemesidir. Manevralar ile erkekliğin avantajlı konumu muhafaza edilir. Kadınlar ise militarizasyon sürecinden dışlanmaz, aksine çeşitli ödüllerle bu süreçten fayda sağlıyormuş gibi gösterilir. Ve böylece onlar da militarizme rıza göstermiş kimi zaman da bu sürecin aktif destekleyici olmuşlardır. Buradaki çelişkili nokta aslında bu kadınların da militarizmden her zaman negatif bir şeklide etkilenmesidir. Tabi ki bütün kadınlar militarizyonun “güçlü” kıldığı kadınlar değildir, bu sürece aktif rıza göstermeyen kadınlar da dezavantajlı konumda tutularak militarizasyon sürecine olan dirençleri etkisiz hale getirilmeye çalışılır. Bu kadınlar karar alma süreçlerinden dışlanır. Yani militerleşmenin kararları da ya erkekler ya da militarizmin destek sunduğu kadınlar tarafından verilir. Böylece toplumsal cinsiyet militarizmin devamlılığı anlamında işlevlenir. Bu noktada karar alma süreçlerine bakmak önem kazanır. Militarizmin belirleyici olduğu bir sistemde karar alma mekanizmalarında sadece askerler değil, siviller de yer alır. Burada feministlerin sunduğu eleştiri askeri mekanizmalara kadınların dahil olamaması değil, askerleşmiş-sivil karar mekanizmalarından kadınların dışlanmasıdır. Feministler bu noktada şu soruları sorarlar: “Kadınlar nerede?” ya da “Hangi kadınlar orada?”
Sözünü ettiğimiz manevraları daha somut biz düzlemde inceleyebilmek için; ulus-devlet, vatanseverlik ve aile kavramları üzerinden kısaca bu süreçlerin nasıl işlediğine bakacağız. Modern ulus devletin temeli aileye dayanır. Ulus devleti kuracak ve ayakta tutacak her türlü değer önce ailede üretilmek ve böylece gelecek kuşaklara aktarılmak durumundadır. Bu değerlerden belki de en kritiği olan vatanseverlik ise aile içi işbölümü ile paralel bir şekilde gerçekleştirilir. Erkek, asker olduğu ve ailesinin namusunu koruduğu ölçüde vatansever iken; kadın cephe gerisinde –yani mutfaktadır-; onun vatanseverliği asker olan eşine ya da oğluna sevgisi, sadakati ile ölçülür. Doğurganlık ve fedakârlık da iyi bir vatansever “ana”nın diğer önemli vasıflarıdır. Pınar Selek’in de dediği gibi, ulus bu saydığımız özellikleri taşıyan fertlerden oluşan büyük bir ailedir ve her aile de bir nevi mangadır.
“Paşam, paşam! Sen rahat uyu, biz cumhuriyetin bekçisiyiz!”
Nisan ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile gündeme gelen Cumhuriyet mitingleri yaklaşık iki aydır Türkiye’nin gündemini meşgul ediyor. Mitinglerde irtica ve bölücülük laikliğe ve cumhuriyete iki en önemli tehdit unsuru olarak konumlandırılıyor ve bu olgular etrafında oldukları, dolayısıyla laik Türkiye Cumhuriyeti’ne potansiyel tehdit oluşturdukları iddia edilen insanların aleyhinde sloganlar atmak ve bu insanları alt etmek bu mitinglerin ana gayesi halini alıyor. Mitinglerin medya tarafından nasıl ele alındığı ise kritik bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Mitinglere kaç kişinin katıldığı; taşınan bayrakların sayısı ya da uzunluğu, Samsun’a yapılan çıkarmayı yad etmek için aranan gemi kitle iletişim araçlarının çoğunda sansasyonel malzemeler olarak işlev görüyor, ve adete bir “cumhuriyet” ya da “kuvayi-milliye yeniden” arkası yarını olarak sunuluyor. Kadınların bu noktada mitinglerde nasıl konumlandığı ve bir yandan bu konumlanışın nasıl medyaya yansıdığı da önem kazanıyor.
Kadınlar, özellikle ana akım medyada bu mitinglerin ya birebir örgütleyicileri ya da öncüleri olarak haber yapıldılar. Bu haberlerin “kadınlar” kısmının, yani toplamda Türkiye’nin kadınlarını temsil ediyormuş gibi, bir çarpıtma olduğunu öne sürmek yanlış olmayacaktır. Ancak bu mitinglerde gerçek anlamda öncülük eden kadınlar da vardır ve biz burada asıl olarak bu kadınlık durumunun nasıl kurulduğunu ve militarizm çerçevesinde nereye oturduğunu tartışacağız.
Mitinglerde en ön saflarda yer alan kadınlar genelde orta-sınıf ve kendilerini laik Türkler olarak tanımlayan kadınlardır. Temel söylemleri Türkiye Cumhuriyeti’nin onlara kazandırdığı hakları koruyacakları ve bu hakların İslami hareketle lağvedilmesine izin vermeyecekleridir. Onlar başlarını başörtüsü ile değil, bayrakla örtmüş kadınlardır ve yalnızca laik cumhuriyetin onlara tanıdığı kadınlığı doğru kadınlık olarak kabul etmektedirler. Mitinglerde yoğun olarak ifade edilmemiş olsa da, bu noktada politik gündeme şu mesajın sezdirilmeye çalışıldığı yorumu yapabiliriz: İslami eğilimli hükümet ve cumhurbaşkanlığı ihtimali ile beraber devletin yüksek kademelerinde dahi, başörtülü -yani cumhuriyet kadınından farklı- bir kadınlık ifadesi olasılığı ortaya çıkmıştır. Bu olasılığın doğru, yani mitinglerde temsil edilen kadınlık durumu olmadığı, aksine tehlikeli olduğu sezdirilmeye çalışılır.
Bu mitinglerdeki kadınlık temsili, Türkiye’de kurtuluş savaşı ve cumhuriyetin kurulması süreci ile beraber kurulan kadınlık ile güçlü bir ilişki gösterir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, ulus devletin inşası sürecinde vatanseverlik, kadın ve erkek açısından farklı tezahür etmekte, farklı nitelikler gerektirmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecine baktığımızda; buradaki durum da kadınların cephede savaşan erkekleri iyi birer eş ve anne olarak desteklemesi şeklinde gerçekleşmiştir. Kadınlar askeri göreve çağırılmazlar, çünkü onlar zaten vatanseverlikleri açısından kendilerine düşen rolü o kadar iyi yerine getirmişlerdir ki; ne zaman çağırılsalar askere dahi gideceklerini, yani hem vatanlarına hem erkeklerine sadakat göstereceklerini kanıtlamışlardır. Ancak Cumhuriyet mitinglerinde gördüğümüz kadınlık durumunu vatanseverlik açısından analiz etmek için çekirdek aile kavramı yeterli olmayacaktır. Türk ulusunu büyük bir aile olarak düşünürsek, mitingleri sahiplenen kadınlar sadece sadık eş-fedakar anne değil, ulusun babası Ata’nın kızlarıdır aynı zamanda. Dersim’de ulusun bölünmezliğini koruyan Atatürk’ün kızı Sabiha Gökçen gibi[3], onlarda Ata’nın mirasını muhafaza etmek için alanlara dökülmüşlerdir. Buradaki meydan bir yönüyle artık savaş alanıdır. Taşıdıkları “Atam rahat uyu” pankartlarıyla da “babalarına” olan sadakatlerini göstermişlerdi.
“Hangi Kadınlar Orada?”
Cumhuriyet mitinglerindeki kadınlarla militarizmin ilişkisini incelemek açısından yukarıda kavramsallaştırma kısmında değindiğimiz manevralar tanımına yeniden bakmak önemlidir. Buradaki kadınlar ulusun inşası ve vatanseverlikleri ile ulus uğruna savaşta aldıkları rol açısından militarizm ile “barışık” kadınlardır. Militarizmin toplumsal cinsiyeti manipüle ederken karar mekanizmalarına kısmen katılımları –erkekliğin avantajlı konumunu sarsmayacak şekilde- desteklenmiş kadınlardır. Feministlerin hangi kadınlar orada sorusunun bir yanıtı olabilecek kadınlardır. Bu noktada militarist sistemden zarar görmez gibi görünürler, peki gerçekten öyle midir? Yukarıda da belirttiğimiz çelişki tam da burada kendini gösterir. Asker eşlerini örnek olarak alırsak; bu kadınlara çoğunlukla asker “eşi” olarak hitap edilir. Yani asker eşi oldukları ölçüde bulundukları toplumsal ortamda kabul görürler. Burada militarizmin kadına uygun gördüğü pozisyon yine destekleyicidir. Aslında, bulundukları sosyal statüde avantajlı durumda olduklarını düşünen kadınlar, asker eşi olmaları durumu bozulduğunda belki de kimliksizleşecek, militarizm tarafından güçlendirilen kadın statüsünden de düşeceklerdir.
Böylece; yukarıda yaptığımız çıkarsamalar ışığında söyleyebiliriz ki, cumhuriyet mitingleri; cumhuriyetin, laikliğin, ulus fikrinin ve milliyetçiliğin yeniden inşa edildiği ve adeta bunların bir kutsama töreninin yapıldığı gösterimler olmakla beraber; militarizmin de kadınlıkla beraber ve böylece belki nazikleştirilip, soylulaştırılarak yeniden üretildiği yerler haline gelmiştir. Öyle olmalı ki; Türk kadını imajı yenilenmeye ve bunun tekrarı ile gösterimine, böylece geçerli kadınlık olarak yeniden kurulmasına ihtiyaç duyulmuş; bu mitingler de bu ihtiyacı karşılamıştır.
Militarizm ile Barışamayan Kadınlar
Savaş dönemlerinde savaşın kadınları güçlendirdiğine dair ekonomik temelli yaygın bir tez vardır. Bu teze göre kadınlar, savaş dönemlerinde çıkamadıkları kamusal alana çıkabilmiş, erkeklerin bıraktığı işlerin (tarla, fabrika gibi) başına geçmiş ve savaş boyunca ekonomik faaliyetleri onlar devralmışlardır. 20. yy. başında, kadınların hak kazanımları da bu görüşe bağlanır. Savaş dönemlerinde kadınların ekonomik alanda daha aktif oldukları doğrudur; fakat bu durum onların özgürleştiğini ve sistemin değiştiğini göstermemektedir. Çünkü savaşlar kadınları güçlendirmez; aksine savaşın tüm insanlar için getirdiği hayati tehditlerin yanı sıra kadınlar sadece kadınlık durumları ile ilgili çok çeşitli tehditlere maruz kalırlar. Tecavüz, savaş dönemlerinde stratejik olarak daha yoğunluklu uygulanan bir politikadır. Bu noktada kadın bedeni ile vatan özdeşleştirilir. Pınar Selek’in de dediği gibi: Savaş dönemlerinde…“Vatan, ülke dişileşir… Vatanın zapt edilmesi kadının başka erkekler tarafından kullanılmasını ya da tecavüze uğratılmasını hatırlatır.” Bu strateji aslında iki yönlüdür. Bir taraftan “düşman” askerler morallerini yükseltmek için tecavüzü bir araç olarak kullanırlar. Diğer taraftan da, kendi kadınlarının tecavüze uğraması aslında erkeğin yenilgisidir (namusu kirlenen aslında erkeğin ta kendisidir), ve böylece onun düşmana saldırması için bir motivasyondur.
Savaşlar devletin sağladığı sosyal haklar bakımından da kayıp dönemlerdir. Bu durum, kadınlar açısından; devletin sağladığı sağlık, eğitim, çocuk bakımı gibi hizmetlerin geri çekilmesi, böylece güçsüzleşmeleri demektir. Savaş döneminde cinsel şiddet ve sosyal hakların kaybı olgularının kesişimdeki en önemli örneklerden bir tanesi olarak Bosna Savaşı verilebilir. 1992–93 yılları arasında burada 20.000 Müslüman kadına tecavüz edilmiştir. Savaş koşullarından ötürü de büyük çoğunluğu kürtaj imkânı bulamamıştır. Savaş sona erdikten sonra da tecavüze uğrayan kadınlar ve gayri-meşru çocukları genelde toplumdan dışlanmışlardır. Tecavüz savaş sırasında Müslüman erkekler için Sırp askerlerine karşı bir motivasyon kaynağı olmuşken; savaş sonrasında bir utanç kaynağı ve psikolojik şiddetin sebebi olmuştur.
Kadınların militarizmden fiziksel olarak etkilenmesi için sıcak savaş durumu şart değildir. Askeri üslerin bulunduğu yerlerde kadına yönelik şiddetin her koşulda arttığı gözlemlenmiştir. Ulusal güvenlik söylemleri ile açılan yerli ya da yabancı askeri üsleri, o bölgede yaşayan kadınların güvenliğini sağlamaz. Tersine, bu bölgelerde kadınlar fuhuşa zorlanmakta, ayrıca tecavüz vakaları artmaktadır. Okinawa’daki anti militarist kadın hareketi de böyle bir sürecin sonucunda oluşmuştur. Okinawa’da yaşananları anlatmanın[4], sıcak savaşın olmadığı coğrafyalardaki militarizm ve kadın ilişkisini ortaya koymak açısından önemli olacağı kanaatindeyiz.
İlk olarak söylenmesi gereken, belli bir tarihte, belli bir coğrafyada sıcak savaşın olmaması şiddet ortamının olmayacağı anlamına gelmez. Okinawa’da da şu anda bir savaş bulunmamaktadır. Ancak bölgenin tarihine baktığımızda 2. Dünya Savaşı ve sonrası dönemde ülkedeki şiddet ortamının hiç ortadan kalkmadığını görürüz. 2. Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın işgal ettiği Okinawa’da nüfusun dörtte biri savaşa bağlı sebeplerden dolayı ölmüş. Pek çok Okinawalı, şiddet ortamına dayanamayıp toplu intihar etmişlerdir. Ancak bazı intiharlar şüphelidir. Savaşta hemşire olarak çalıştırılan kız enstitülerinden öğrenci ve öğretmenlerin intiharları hala şüpheli karşılanmaktadır, Japon askerlerine hizmet etmeyi reddettikleri için öldürülmüş oldukları da iddia edilmektedir. Ayrıca yaklaşık 500 Okinawalı ve 1000 Koreli kadın Japon askerleri için kurulan 130 askeri geneleve zorla yerleştirilmişlerdir. Savaş bittikten sonra ise ülkedeki şiddet ortamının bittiğini iddia etmek güçtür. Bunun başlıca nedeni, bu kadar ciddi bir travmanın çok kısa sürede geçemeyecek olmasıdır. Diğer bir sebep ise Amerikan güçlerinin 1972’ye kadar bölgede kalması ve 40 kadar askeri üs açmasıdır. Savaşın bittiği tarih olan 1945’te bu yana ABD’li askerler 200’den fazla kayıtlı tecavüzde bulunmuş, bunların yüzde 60’ı için herhangi bir cezai işlemde bulunulmamıştır.
Şimdiye kadar bahsettiğimiz şiddet biçimlerini daha çok kamusal alanda karşılığını bulan şiddet biçimleri olarak yorumlayabiliriz. Ancak özel alan deyince ilk aklımıza gelen ailede de militarizm kadınlara yönelik bir fiziksel şiddet olarak yeniden üretilmektedir. Müjgan Halis’in “Batman’da Kadınlar Ölüyor” adlı kitabındaki anlatılar bizim bu konudaki referans noktamızı oluşturdu. Buradaki anlatılarda ortaklaşan olgu; evin dışındaki şiddet ortamının kadınlara (eş ya da çocuk) şiddet ya da baskı olarak geri dönmesi idi. Bir taraftan dışarıdaki şiddet ortamı kadına yönelik şiddeti de beraberinde arttırmış, diğer taraftan da aile “reis”leri ki muhalif tavırları bile olsa, kadının kamusal alanı çıkmasını engellemişlerdir. İntihar eden kadınların, intihar sebeplerinin ortaklaştığı nokta ise bu şiddet ortamı ve yalnızlaşmadır. Kadınlar hakkındaki anlatıların çoğunda intihar etmeden önce bulundukları ortamdan gitmek istedikleri belirtilmiş ve gidemeyenlerin intiharların bu durumun etkili olduğu anlatılmıştır. Diğer bir taraftan zorunlu göçle yerlerinden edilen kadınların, hem göç ettirilirken yaşadıkları travmanın hem de gittikleri yerdeki koşullara alışamamalarının intiharlarındaki etkisinden söz edilmektedir. Bu veriler ışığında, Türkiye’deki son dönem namus cinayetleri tartışmasını sadece kültüre, töreye, geleneğe bağlamanın, bölgedeki koşullar ve militarist şiddet ortamının üstünü örttüğünü düşünüyoruz. Bu bölgede yaşanan intihar ve öldürme olaylarındaki kadınlar, dolaylı değil doğrudan militarist şiddet ortamının dolaylı değil doğrudan etkilenenleridir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz kadına yönelik militarist şiddet biçimlerinde devletin her zaman bir aktör olduğunu söylemek gerekir. Ancak çoğu zaman devlet gizil olarak işler. Devlet şiddetinin en çok açığa çıktığı militarist şiddet biçiminin ise gözaltında cinsel taciz ve tecavüz olduğu söylenebilir. Bu noktada Av. Eren Keskin’in “Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi”ne bakmak önemlidir. Eren Keskin cezaevine girdiğinde siyasi tutuklarla beraber kalmıştır. Burada; kadınlarla konuşmaya başladıkça, daha önce çeşitli işkence hikâyeleri dinlemesine rağmen, kadınların hikâyelerinin çok daha farklı olduğunu gözlemlemiştir. Kadınlara bu konuda neden hukuki bir mücadele vermediklerini sorduğunda aldığı cevap hep korku olmuştur. Ancak bu korku, devlet korkusundan ziyade, kadınların kendi çevreleri ve mücadele arkadaşları tarafından dışlanmak konusunda yaşadıkları çekincedir. Bu durumda iki taraflı bir analiz yapmak gerekmektedir. Bir tarafta devletin kadın mahkûmlara uyguladığı işkence tekniklerinin cinsel olması; diğer taraftan da muhalif yapıların da kendi içinde ataerkiden arınmamış olduğudur. Eren Keskin bu durumu şöyle ifade eder: “Bu on yıllık çalışmada, cinsel şiddet yaşayıp da bu mağduriyetinin annesini üzmekten korkacak diye açıklamayan hiçbir kadın tanımadım.” Eren Keskin çalışmasını bu perspektifle, hukuki mücadeleyi temel alarak yürütüyor. Ancak hukuki mücadele konusunda da, hukuksal zeminin kendisinin ataerkil olduğunu belirtiyor. Bunun en iyi örneklerinden bir tanesi, Türk Ceza Kanunu’nda; kadına yönelik şiddet içeren suçların Genel Ahlak ve Aileye Karşı Cürümler başlığı altında düzenlenmiş olmasıdır. Eren Keskin’in yapmış olduğu bu proje, devlet kaynaklı şiddeti açığa çıkarması ve hukuksal yollarla bu şiddet ile mücadele etmesi açısından çok değerlidir. Aksi takdirde; kadınlar kendi yaşadıkları şiddeti deşifre etmeden ve diğer kadınlarla dayanışmadan, militarist şiddet ile mücadelenin mümkün olmadığı açıktır. Bu noktada, biz de çalışmamızın bundan sonraki kısmında dünyadan ve Türkiye’den kadınların militarist şiddet karşısında örgütledikleri direnişlerden örneklere bakacağız.
Savaş Karşıtı Kadın Örgütleri
Savaş karşıtı örgütlenmelerin büyük çoğunluğunda kadınların öncülük ettiğini görmekteyiz. Bunun nedenini kadınların doğaları itibariyle barışçıl olmalarına değil çalışma boyunca belirttiğimiz gibi savaşlardan ve militarizmden en çok etkilenenlerin kadınlar olmasına bağlıyoruz. Dünyadaki savaş karşıtı kadın örgütlenmelerinin en güçlü ve etkili olanlarının İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri gibi militarizmin ve aktif savaş halinin en yoğun olduğu ülkelerde olması pek tabii tesadüfi değil. Biz de çalışmamızda özellikle bu ülkedeki kadın örgütlerine bakacağız. Daha sonra bu örgütlerin birbirleriyle örtüşen ve ayrışan özelliklerini belirleyip çeşitli eleştiri noktaları sunacağız.
Barıştan Yana Kadınlar Koalisyonu (Coalition of Woman for Peace)
Barıştan Yana Kadınlar Koalisyonu 2000’de 2. İntifada’nın başlamasından altı hafta sonra, İsrail vatandaşı İsrailli ve Filistinli kadınlar tarafından kurulan bir örgüt. Temel amaçları adil barış ve İsrail’in demokratikleşmesi. Sadece İsrail ve Filistin arasındaki savaşa karşı çıkmıyorlar, aynı zamanda bu savaşı besleyen İsrail’deki militarizasyon süreçlerine de ciddi eleştiriler getiriyorlar. Temel ilkeleri işgalin bitmesi, kadınların barış görüşmelerine aktif katılımının sağlanması, 1967 sınırlarına geri dönülmesi, mülteci sorununun çözümünde İsrail’in sorumluluk alması, İsrail’in demilitarizasyonu, tüm İsrail vatandaşları için eşitlik. Barıştan Yana Kadınlar Koalisyonu bu saydığımız ilkelerde ortaklaşan pek çok kadın örgütünün bir araya geldiği ortak bir platform olarak düşünebiliriz. Birazdan bahsedeceğimiz Bat Shalom, New Profile, Siyahlı Kadınlar, Özgürlük ve Barış için Kadınlar Birliği gibi örgütler Barıştan Yana Kadınlar Koalisyonu’nda bir arada çalışmalar yürütüyorlar.
Bat Shalom
Bat Shalom 1993’te İsrail vatandaşı İsrail ve Filistinli feminist kadınlar tarafından kurulmuş bir taban örgütlenmesidir. Ancak bu örgütü tek başına düşünmek yanlış olacaktır çünkü sınırın öte tarafındaki Kudüs Kadın Merkezi (Jerusalem Center for Woman) ile kardeş örgütlerdir.
1989 yılında İsrailli ve Filistinli feminist kadın barış aktivistleri Brüksel’de buluştu. Bu buluşmanın sonuncunda kurulan diyalog daha sonra devam etti ve 1994 yılına gelindiğinde “Jerusalem Link” kuruldu. Sınırın İsrail tarafında kalan kadınlar Bat Shalom, Filistin tarafında kalan kadınlar ise Kudüs Kadın Merkezi altında örgütlendi. Bu iki örgüt ortak siyasal ilke ve amaçlar paylaşmaktadır ki bunların en temeli bir arada barış içinde yaşamdır.
New Profile
New Profile, İsrailli kadın ve erkeklerin İsrail’in militarist devlet ve toplum yapısına karşı 1998’de kurduğu bir feminist bir örgüttür. İsrailli kadın ve erkek vicdani retçiler de New Profile üzerinden örgütlenirler. İsrail’in sadece Filistin’e yönelik savaşkan politikalarına muhalefet oluşturmakla kalmaz İsrail’deki eğitim sisteminden yasalara, güvenlik politikalarından sivil topluma kadar hayatın, siyasetin ve ekonominin içine işlemiş militarizmi eleştirip buna karşı sürekli eylemler yaparlar.
Siyahlı Kadınlar(Women in Black)
Siyahlı Kadınlar bir örgütten ziyade ‘barış için eylemlilik ağı’ olarak tanımlıyorlar kendilerini. İlk olarak 1988’deki Birinci İntifada’nın hemen sonrasında kurulmuş. Siyah işgal ve savaşta ölenler için tutulan yasın sembolü. Ama siyah giyen kadınların şiddet uygulanan ya da uygulanması muhtemel yerlerde tuttukları nöbetler matemden ve pasifist bir duruştan ziyade askeri otoriterleri rahatsız eden, güvenlik söylemini tersine çeviren “aktif” bir meydan okumaya dönüşmektedir. İsrail’de başlayan bu eylemlilik ağı kısa sürede tüm dünyaya yayılmıştır. Bugün Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, İtalya, İspanya, Azerbaycan ve Sırbistan Siyahlı Kadınların aktif oldukları ülkelerin başında gelir.
Codepink
Codepink, Amerikalı kadınlar tarafından 2002’de kurulmuştur. Kuruluş amacı Irak Savaşı’nı sona erdirilmesine yönelik eylemlilikler yapmaktır. Ayrıca başka savaşların çıkmasını engellemek, askeri harcamaların başta sağlık ve eğitim gibi sosyal harcamalara aktarılmasını sağlamak da vardır. Amerikan güvenlik politikasının ülkenin maruz kaldığı tehdit oranına göre çeşitli renklerle nitelendirdiği güvenlik alarmlarına karşı, Amerikalı savaş karşıtı kadınlar pembe alarm vermişlerdir. Süreç içinde Guantanamo’daki ya da Vicenza[5]’daki ABD politikasına karşı tavır almışlar, Iraklı kadınlarla dayanışmak için Irak’a gidip Savaş Gözlem Bürosunu kurmuşlardır.
Özgürlük ve Barış İçin Uluslararası Kadın Birliği (The Women’s International League for Peace and Freedom)
Özgürlük ve Barış için Uluslararası Kadın Birliği 37’den fazla ülkede şubesi bulunan, genel merkezi New York’ta olan uluslararası bir sivil toplum örgütüdür. Temel ilkeleri savaşı ortaya çıkaran sebeplerle mücadele etmek, savaşın meşru bir araç olduğu algısını kırmak, tüm dünya ülkelerine silahsızlanma yönünde baskı yapmak, Birleşmiş Milletlerin demokratikleşmesi için diğer STK’larla dayanışmak, herkes için sosyal, politik ve ekonomik eşitliği savunmak ve çevre mücadelesine aktif destek vermek olarak sıralanabilir. Bu saydığımız amaçlara ulaşmanın yolunu uluslararası kamuoyuna şiddetten içermeyen baskılarda bulunmaktan geçtiğini ifade ediyorlar. WILPF 1915 yılında Avrupalı suffragetler tarafından 1. Dünya Savaşı’na karşı kurulmuş. Savaş sonrası ise, imzalanan barış anlaşmalarına karşı çıkmış, bunların yeni savaşların meydana gelmesini engelleyecek ilkeler temel alınarak tekrar hazırlanmasını talep etmiş. Afrika, Asya ve Amerika’daki pek çok ülkede başta şiddete ve ırkçılığa karşı olmak üzere pek çok alanda insan hakları mücadelesi vermiş.
Barış Anneleri
1996 yılında Türkiye’deki savaşın bitmesini isteyen kadınlar tarafından “Kürt ve Türk halkları arasında güçlü bağların kurularak özgür ve ortak vatanda bir arada kardeşçe yaşamın tesis edilmesi ve en temel ihtiyaç olan barışın sağlanması amacıyla” kurulmuş bir barış hareketidir.
Örgütlenmelere İlişkin Değerlendirme
Yukarıda sıraladığımız tüm kadın örgütlenmeleri ve bu çalışmada yer vermediğimiz daha niceleri; sadece hedefleri arasında barış kelimesini telaffuz ediyor olmaları ile bile çok değerli girişimlerdir. Ancak barışın bu kadar zor olduğu bir dünyada, barışın peşinden koşan tüm insanların dileklerine biraz olsun ulaşabilmelerinin de; eleştiri getirerek, gelişerek, yeniden gözden geçirerek olabileceğini düşünüyoruz. Bu nedenle de, çalışmanın bu bölümünden sonra, kadın örgütlenmelerine dair hali hazırda var olan eleştirilerin özeti ve yorumunu yapmaya çalışacak ardından da biz kendi perspektifimizle bir kadın barış mücadelesini nasıl tanımlıyoruz, bu konuyu tartışacağız.
Barış talebi ile ortaya çıkan tüm kadın örgütlenmeleri için tabii ki de en önemli vurgu kadınlar olarak savaşa karşı durmalarıdır. Ancak bu noktada, kadınlık kavramı özellikle ataerkil yapılar ve aktörler tarafından hep yeniden tanımlanma konusunda ‘çekici’ bir kavram olduğu için, önemli bir risk göze çarpar. Bu da kadınların savaşa karşı olmalarının onların özleri itibariyle, savaşa ya da kavgaya-gürültüye karşı olmaları; uysal olmaları, kavga etmek konusunda güçsüz ve böylece kavga aleyhtarı oldukları yönündeki yorumlardır. Böylece, kadınların savaş karşıtı tavırları ve barış taleplerinin politik anlamı manipüle edilir. Ki bu söylemler çoğu zaman kadınlar tarafından, hatta bazen bu kadın örgütleri içinde geliştirilebilmektedir. Kadınların, kadınlık durumları ile ilişki içerisindeki mücadelelerinin özelliği ve anlamı saklı tutulmakla beraber; bahsettiğimiz özcü yaklaşımdan kaçınmak, ataerkinin sınırlarını zorlayan bir kadın hareketi için önemli görünmektedir. Bir yandan ‘barış’ talebinin kendisi; nasıl bir barış, hangi koşullarda bir barış ve kimlerin kimlerle barışı sorularının cevapları ile yüklü politik anlamları olan bir kavramdır. Yani apolitik bir barış söylemi çok mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle de kadınların barış talebi politik ortamı yatıştırıcı ve politika dışı bir talep olmaktan ziyade politikanın tam ortasında konumlanabilir bir taleptir.
Bir diğer nokta da savaşa karşı olmanın sınırlarının nasıl belirleneceğidir. Bir barış örgütlenmesi çoğunlukla öncelikle kendi bölgesindeki savaşa karşı olarak ortaya çıkar; tabi çoğu zaman en mantıklı ve işler olan yol da budur. Ancak belli bir bölgedeki savaşa karşı olma durumu, savaşın akıl ve ahlak dışı bir yığın nedenselleştirilmesinin yapıldığı günümüzde tehlikeli olabilir. Haklı savaş-haksız savaş tanımlamaları bazen barışı temelinden sarsacak karşıtlıklar yaratabilir. Mesela; yukarıda bahsettiğimiz Okinawa örneğinde, Amerika’daki bir grup feminist Okinawa’da ve genel olarak askeri üslerdeki cinsiyetçi ve militer politikaları eleştirmektedirler ama üssün tamamen ortadan kaldırılması konusunda bir tavır belirtmezler. Çünkü üssün gerekli olabileceğini de düşünmektedirler. Ama Okinawa’lı kadınlar üssün kaldırılması gerektiğini düşünürler, çünkü onlar için bu üs yakın ve sıcak bir tehdittir. Aynı militer yapıya karşı birlikte hareket edebilecek kadınların, özellikle de Amerikalı kadınların kendilerini geri çekmeleri ile savaşa topyekûn karşı olan bir tavır örgütlemediklerini görüyoruz.
Tüm bu yorumlarda barış arayışının en önemli ayaklarından birini karşı olunan durumun sadece savaş değil, militarizasyon olarak tanımlanmasının mücadele etmek açısından önemli alanlar açtığı görülür. Cynthia Enloe’nun da çeşitli yazılarında belirttiği gibi; savaş yerine militarizm kavramını kullanmak, belli bir durumdan ziyade sürece bakmanın ve sınırlı bir alandan ziyade kültürlerarası bir düzlemde politika yapmanın, mücadele etmenin yollarını açar. Böylece kadınlar sadece sıcak savaş anındaki değil, mutfaklarındaki, yatak odalarındaki; yakınlarındaki alışveriş merkezindeki veya yemyeşil ağaçlarla kaplı askeri üsteki şiddetle, militarizasyonla ilgili olarak diyalog kurma ve mücadelelerini alternatif ağlar kurarak güçlendirme imkânı bulabilirler.
Sonuç Yerine…
Biz de bu yazıyı yazan iki kadın olarak öncelikle barış talebimizden yola çıkarak militarizmi incelemeye karar verdik. Çünkü etrafımıza feminist bir merakla bakmaya çalışırken biz de fark ettik ki; sıcak savaşın, şiddetin yanında masum görünen, gizlenen ve evimizin içinde dolaşan militarizme bakmak da vazgeçilmez. Militarizmin bu haline bakmadan o en şiddetli can alan hali ile de mücadele edemiyoruz. Bu yüzden de barış talebimiz sadece savaşın karşıtı olmakla yetinemiyor. Bizce barış; tüm etnik, milli, dini, sınıfsal ve cinsel yönelim ve kimlikle ilgili kategorileri manipüle etmeden ve ama bu kavramlar ile yapılan ayrımlarla güçsüzleşmeden talep edilebilen bir barış olmalı. Yani bizce barış ancak politik bir proje olduğu takdirde bir talep haline gelebiliyor. Feminist hareket için nasıl özel olanın kamusal olduğu ciddi bir açılımsa ve bu noktadan hareket ederek ataerkinin sınırlarını zorlayan politikalar geliştirilebilirse; barış için de militarizasyon kavramının önemli bir nokta olduğunu, barış yanlısı bir tavrın da ancak bu militarizasyon süreçlerine alternatif stratejiler geliştirerek örgütlenebileceğini düşünüyoruz.
[1] Cynthia Enloe, “Kararlar, Kararlar, Kararlar”, Feminist Çerçeve 2003, s. 133–147.
[2] Cynthia Enloe, “Kararlar, Kararlar, Kararlar”, Feminist Çerçeve 2003, s. 133-147.
[3] “The Myth of the Military-Nation” kitabında Ayşe Gül Altınay Sabiha Gökçen’in hayat hikayesi ve onunla vücut bulan kadın kurgusundan bahsetmiştir. Kadınlar sadece yeniden üreme aracı anne ya da destekleyici eş değil, savaşa aktif destek veren kız çocuklardır. Bu açıklamanın Cumhuriyet Mitingleri için de geçerli olduğunu düşünüyoruz.
[4] Bu bölümdeki anlatı, Yoko Fukumura ve Martha Matsuoka’nın “Redifinig Security: Okinawa Women’s Resistance to U.S. Militarism” makalesinden hareketle yazılmıştır.
[5] Vicenza, ABD’nin İtalya’da kurmak istediği üssü yerleştireceği yerin ismidir. Vicenza’daki kadınlar kurulacak ABD üssüne karşı ciddi bir politik eylemlilik başlatmışlar, Codepink üyeleri de bu eylemleri aktif bir biçimde desteklemiştir.