Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Kasım 21, 2024
No menu items!
Ana SayfaKadınKadın'a DairBir Kadın İşçinin Gençliği | Proleter kadın hareketi önderi Adelheid Popp

Bir Kadın İşçinin Gençliği | Proleter kadın hareketi önderi Adelheid Popp

8 Saat İş Günü Hareketi, 1 Mayıs toplantısı ve işçi evleri

Sanayi bölgelerinde hemen her kadın sanayi işçisidir. Kızlar okul yaşını geçer geçmez, çoğu zaman annelerinin ve büyük annelerinin çalışmış olduğu fabrikalarda işe girerler. Hemen her kız yaşayacaklarını önceden bilir. Gerçi birkaç yıl sonra evlenecektir ve muhtemelen anne de olacaktır, ancak yine de bacakları onu taşıdığı ve gücü yettiği sürece her gün fabrikaya gitmeyi sürdürecektir.

Tekstil işçilerinin yaşadığı sefalet ve cam ile seramik işçilerinin insan sağlığını yiyip bitiren koşulları hakkında bugüne kadar çok şey yazılıp çizildi. Sendikal ve politik örgütlenmenin olmadığı dönemlerde, patronlar en yüksek kar oranlarına ulaştı ve örgütlenme fikri yalnızca erkekler tarafından benimsendiği sürece bu sömürü sistemine ancak yetersiz kalan silahlarla karşı konulabildi. Çünkü kadınlar ve kızlar, erkeklerin yerine çalışmaya ve emeklerini en düşük ücretler karşılığında satmaya dünden razıydı. Kadın işçiler yoksunluklara katlanmak üzere yetiştirilmişlerdi.Daha yüksek bir yaşam düzeyine ulaşmak isteyen bütün işçiler, bu nedenle, işçi kadınların bilinçlendirilmesi, eğitilmesi ve örgütlenmesini vazgeçilmez bir koşul olarak görmelidir.

Küçüklüklerinden beri kendilerine en iyi erdemlerden biri olarak sunulan, varolanla yetinmekti. Durum böyle olunca, yoksul ve cahil kadınlar, iş güçlerine karşılık yeterli bir ücret talep etmeye nasıl cüret etsinler?

Eğitim ve meslek derneklerine üye, coşkulu kadınlar her zaman vardı ama sayıları parmakla sayılacak kadar azdı. Doksanlı yılların başında, sosyal demokrat işçi hareketi propagandası her yerde yürütülmeye başlandığında, kadınlar da ajitasyon faaliyetine dahil edildi. Kadın işçi hareketinin ilk tohumlarını atan yine zeki işçi kadınların kendileri olmuştur çoğu kez. 1 Mayıs’ta iş bırakma, kadın işçiler arasında ajitasyon faaliyetine özel bir ivme kazandırmıştır.

1894 yılında, Bohemya eyaletindeki bir dizi sanayi kentinde bu propaganda çalışmasına katılmakla görevlendirilmiştim. Görevimi gereken biçimde yerine getirip getiremeyeceğime dair ciddi kuşkularım vardı. Bu kapsamda ilk konuşmamı küçük bir kentte yapmam gerekiyordu. Sekiz saatlik iş günü talebinin elde edilmesinin işçi sınıfı için neden gerekli olduğunu anlattığımda, üniformasıyla kurumlanan hükümet komiseri genç bey huzursuzlanmaya başladı. Sözümü birkaç kez kestikten sonra toplantının dağıtılacağını duyurdu. Bu, aslında amaçladığım bir şey değildi. Düşünüp taşınmadan konuşmuş olmakla suçladım kendimi. Fakat planlanmış toplantıların üzerinde bir uğursuzluk bulutu geziniyor gibiydi. Çünkü düzenlenen on toplantıdan yedisi dağıtılmayla sonuçlandı, bazısı ise çok güç koşullar altında gerçekleştirilmişti.

İser dağlarında bulunan bir kasabada hükümet komiseri, üzerinde durduğum platformun sağ ve soluna, süngüleri takılmış tüfekler taşıyan birer jandarma dikmişti. Bir ara komiser yumruğuyla masaya vurarak: “Tıpkı Dr. Adler kadar kışkırtıcı konuşuyorsunuz siz” diye bağırdı. Bu söz beni gururlandırmış olsa da, komiser toplantıyı dağıttı. Gece yarısı, yakınlarda bulunan kente doğru yola çıktık. Bu sırada İser dağlarında halkın nasıl yaşadığına bir ölçüde tanık olma fırsatını bulabildim. Geç saate karşın böylesine şiirsel bir doğada, yeşilin arasına kondurulmuş gibi duran o küçük evlerin tümünün pencereleri aydınlıktı. Genç, yaşlı, kadın, erkek, bütün ev halkı gaz lambasının ışığında günlük un çorbalarını çıkarabilmek için çalışmaktaydı. Bazılarını içeriden görme fırsatını bulduğum bu evlerde, tüberküloz mikrobunun izlerini yüzlerinin çizgilerinde taşıyan kadınlar ve hünüz okul çağına gelmiş çelimsiz çocuklar çalışıyordu.

Kathe Kollwitz’in 1893 tarihli İhtiyaç adlı taplosu işçi evlerini ve yaşanan sefaleti tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor. Resimin odağına ölü bir çocuğu yerleştirmiş sanatçı. Minik bir bebeğin yaşamasına- yaşatılmasına dek geriletilmiş ihtiyaçlar, ama bunun bile sağlanamadığı yaşam koşulları.

Bir odada şu görüntüyle karşılaştım: Hasta bir kadın yatakta yatıyordu, yatağın önünde bir masa ve masanın üzerinde un serpilmiş bir tahta duruyordu. Hasta kadın öğle yemeğini böyle hazırlıyordu. Diğer yatakta boğmayacaya yakalanmış iki çocuk ve on yaşındaki bir kız ipe boncuk diziyordu. Evin erkeği de biley taşında çalışıyordu. Diğer bir evi ziyaret ettiğimde tam öğle yemeği saatiydi. Ev sakinleri çocuksuzdu ve yalnızca kendilerini geçindirmek zorunda oldukları için oda biraz daha varlıklı görünüyordu.

Yemeklerine ortak olmak daveti aldım. Kadın, toprak bir kaptan, un ve sudan yapılmış bir çorba koydu tabaklara. Çorbaya ekmek katık edildi. Hepsi buydu. Başka bir öğün yoktu ve bu yemekle gece yarılarına kadar çalışılıyordu. Alınan gelir ise ancak böylesine bir sefalete izin veriyordu. Doğa burada bütün bereketini sunuyordu. Haziran ayında yeniden bu bölgede toplantılar düzenlediğimde, eşsiz güzellikteki çayırlar halı gibi yayılmıştı ayaklarımızın altına. Yeşil, mavi, kırmızı, beyaz, bütün renkler tüm görkemiyle yaşanıyordu burada. Bu harika topraklarda yaşayan insanların çekmek zorunda kaldıkları sefaleti, bağıran bir haksızlık olarak duyumsuyordum. Oysa İser dağlarının kadın ve erkek işçileri ne parlak, ne de mükemmel insanlardı! Başından beri sosyalizmi büyük bir coşkuyla selamladılar. Hiçbir baskı onların cesaretini karmaya yetmedi. Başları dik, inançları sağlam kaldı. Bilinçlenme sözcüğünü, köy köy, kasaba kasaba taşımak ve yeni katılımcılar kazanmak için kadın ve kızlar tarifi zor zahmetlere katlandılar.

Bu arada işçi hareketi içinde, her yerde böyle insanlara rastlandığımı söylemeliyim. Ancak her zaman aynı biçimde ortaya çıkmıyor. Dağların kadınları sessiz, düşünceli ve sebatkar. Başka bölgelerdeki kadınlar ise heyecanlı, enerjik ve coşkulu.

Kuzey Bohemya işçilerinin de enerji saçan bir coşkunluğa sahip olduğunu, bir sanayi kasabasında düzenlenen toplantıda tanık oldum. Dört bin insan kapasitesine sahip olduğu söylenen bir salonda erkekler ayakta sıkışık bir biçimde duruyordu. Kadın ve kızlar ise önlerdeki tahta sıralara yerleşmişlerdi. İlk toplantıyı dağıtan aynı hükümet komiseri, burada da gözlemci masasında yerine almıştı. Konuşmamı sonuna dek sürdürmeyi kafama koymuştum. Bir kesintiye izin vermeyecek sözler bulmaya çalışıyordum. Yaklaşık iki saat boyunca bunu başarabildim. Birden komiser, söz almak için ayağa kalktı. Konuşmacının sömürüden söz ettiği ve hükümete hakaret ettiği için toplantıyı dağıtmak zorunda olduğunu açıkladı. Bunun üzerine kopan gürültü görülmeye değerdi; kitle yerinden kıpırdamıyor, bağırıyor ve alkışlı protesto yapıyordu. Komiser eline çanı alıp salladı. Ona verilen yanıt bravo çığlıkları ve “Yaşasın 1 Mayıs” sloganından oluşan bir tufandı sanki. Komiser, kitleyi dağıtmak konusunda verdiği çabanın boşuna olduğunu görünce jandarmayı çağırmak için salondan ayrıldı. Toplantıyı düzenleyenler, sessizlik ve düzen sağlamaya ve insanları yatıştırmaya çalıştılar. Ancak ilk kez bir toplantıya katılmış çok sayıda insan vardı ve toplantının haksız yere dağıtılmasına o kadar çok öfkelenmişlerdi ki, onları yatıştırmak mümkün olmadı.

Bu toplantının bir de sonrası olacaktı. Bu toplantıdan sonraki toplantıların birçoğu da dağıtılacaktı; ancak hiçbiri bunun kadar fırtınalı bir biçimde sona ermedi. Bir süre sonra, oranın ilçe hakiminin karşısına çıkıp, hükümete hakaret ettiğim gerekçesiyle ifade vermem gerekti. Duruşma komikti. Savcılık görevini üstlenen kişi emekli olmuş bir maliyeciydi. Makamının bütün saygınlığını ve önemini dışa vurmak için büyük bir çaba sarfediyordu. Komiser, sözde bulunduğum tüm hakaretleri ve kışkırtmaları anlattı. Kendimi savunmaya çalıştım, ama anlaşılan bunda pek başarı gösteremedim. Çünkü emekli maliyeci savcı, ilçe hakimiyle fısıldaştıktan sonra ayağa kalkarak, “Kanunun uygulanmasını talep ediyorum” dedi. Sanırım bundan başka ne söyleneceğini kendisi de bilmiyordu. Hakim de suçlu olduğuma kesin gözüyle bakmış olmalıydı; ancak yaşımı, sabıkasızlığımı ve “evlilik halimi” göz önünde bulundurarak bana yalnızca 120 Gülden para cezası verdi. Bu mahkumiyetin gereği yerine getirilmedi. Dosyam daha yüksek bir mahkemeye gittiğinde, savunmamı üstlenen avukat, davanın açıldığı tarihte suçun zaman aşımına uğramış olduğunu ortaya çıkardı. Böylece suçumun cezasının ödeyecek fırsatım olmadı.

Başlangıçta ajitasyon çalışmalarının beraberinde getirdiği ve daha önce değinilen güçlüklerin yanında başka bir çok badire de söz konusuydu. Bazen bir toplantı yerine varabilmek bile ne kadar çok zaman alırdı! Bugün dokuz saatte aşılabilen mesafeler, o zamanlar uzak yerlere de banliyö tereniyle gidildiği için on beş saat tutuyordu. Erkeklere göre kadınlar daha büyük güçlükler yaşıyordu. Özellikle de cumartesi ve pazar günleri. Çoğu zaman epey içkili bir erkek kalabalığının arasında tek başına yolculuk etmek zorunda kalıyorlardı. Yirmi yıl önce, tek başına yolculuk eden genç bir kız ya da kadın, bugüne göre yolcuların çok daha fazla dikkatini çekiyordu. Ne kadar soğuk, asık bir ifade takınsalar da, uyuyor gibi durup veya kıpırtısız bir halde kitap okusalar da, sarkıntılık edenlerden kurtulmaları çok zordu. Birçok durumda savunmanın ve kurtuluşun yolu olarak işçi gazetesi işe yarıyordu. Elimde sosyal demokrat gazeteyi tutarak, çoğunlukla yolculuğun can sıkıcı yanlarından kurtulmayı başarıyordum. Ancak bu araç bazen başka sonuçlara da yol açıyordu. Yolcular kendi aralarında fısıldaşmaya ve sosyal demokrat parti ve tek tek yöneticileri hakkında iğneleyici konuşmalar yapmaya başlıyorlardı. Böyle durumlarda, tamamen soğukkanlı davranır, söylenen şeylere kulaklarımı tıkardım; çünkü benim için bir trende ya da lokantada bütün dikkatleri üzerime çekmekten daha rahatsız edici bir durum yoktu.

(…)

Beni en çok dertlendiren konulardan biri de geceleme sorunuydu. Toplantı masraflarının, yapıldıkları anda karşılanmaya çalışıldığı yoksul köy ve kasabalarda, yalnızca oteller değil, yolculuk eden yabancılar için konaklamaya uygun misafirhaneler de yoktu. Bugün, yaygın turist trafiği sayesinde, ıssız ve dağlık köylerde bile bulunan temiz bir gece barınağı o zamanlar bilinen bir şey değildi. İyi yürekli fedakar proleterler kendi yataklarını veriyorlardı bize. Misafir için yatağını boşaltan erkek, yakınlarının evlerine giderdi. Gerçek bir yatak odası söz konusu değildi, tersine yatakların bulunduğu odada aynı zamanda dokuma tezgahları da bulunurdu. Burada yemek pişirilir, çamaşır yıkanırdı. Bu iyi yürekli insanlar, her zaman, duygulandırıcı bir özenle misafiri rahat ettirmeye çalışırlardı. Olanaklarının kısıtlı olmasının sorumluları kendileri değildi.

Bir dokumacı köyünde, son derece başarılı bir toplantıdan sonra bir aile beni misafir etmek üzere evine götürdü. Toplantının ardından akşam saatinde bir eğlence düzenlenmişti. Önceki geceyi bir banliyö treninde geçirdiğim için erkenden yorgun düşmüş ve yatacağım yeri göstermelerini rica etmiştim. Genç, içten bir kadın olan ev sahibem yatağımı gösterdi ve odada dolanan küçük siyah köpekten tedirgin olmam için bir neden olmadığını söyledi. Lambayı açık bırakıp uyumaya çalıştım. Tam dalmıştım ki bir çığlıkla yerimden sıçradım. Uysal olduğu söylenen köpek, alışkanlığı olduğu üzere yatağa sıçramıştı. Köpeği üzerimdeki yorganla birlikte yere attım. Ben hayvana, hayvan da bana bakakalmıştı. Kıpırdamaya cesaret edemiyordum ancak çaresizlikten gözlerimden yaşlar damlıyordu. Üşümeye başladım, ama yorgan köpekteydi. Sobanın arkasından aniden duyduğum bebek ağlaması beni şaşkına çevirdi. Lambanın verdiği cılız ışığın yardımıyla odanın bir yerinde bir kadının kalktığını fark ettim. Odaya girdiğimde, ayakta duramayacak kadar yorgun oluşumdan olacak, kapının yanındaki köşede bir yatağın, önünde de bir beşiğin durduğunu görmemiştim. O yatakta yatan ve kulakları ağır işiten büyükanne, çığlığımı duymamıştı ama çocuğun ağlamasını içgüdüsel olarak algılamış olmalıydı. Artık ben de kıpırdamaya cesaret edebildim ve kadını çağırıp derdimi anlattım. Köpeği, yan tarafta bulunan ve öteberinin konduğu bir odacığa attılar, ancak saat de gece yarısını çoktan geçmişti artık.

İşçi evlerinin içinde bulunduğu yoksunluklar üzerine bir kitap dolusu karamsar satırlar yazılabilir. Şimdi işçi ailelerinde de vazgeçilmez ihtiyaçlar olarak yer edinen her şeye, yalnızca zenginlerin sahip olduğu bir dönem olduğu göz önünde bulundurulursa, sağlık için bile gereken en basit kuralların ne kadar mütevazi talepler olduğunu görmek mümkün olacaktır. Işık, hava ve su, işçi sınıfı için birer lükstü. Sabahları yıkanmak için yalnızca bir bardak suyun, yıkanma leğeninin yanına konduğu olurdu. Ya da varsa kuyunun yanına gidilirdi. Sabun olağan bir şey değildi. Bugün artık herşey değişmiş durumda.

Kültür, bu alanda da etkisini çoktan göstermiş ve yoksul barakalarına ulaşmayı başarabilmiştir. Fakat bugün, günde on altı ve daha da fazla çalışan insanlar arasında böylesine düşük bir kültür seviyesinin hüküm sürmüş olduğu düşüncesi bile dehşet veriyor. Gelirleri, ne yıkanma leğenine ne de günlük sabun kullanımına yetiyordu. Böyle bir durumda parti ve sendikaya katılım için çalışma yürütmek kolay değildi. Buna rağmen, sosyalizmin ideallerinden bahsedildiğinde bu erkeklerle kadınların gözleri ışıldardı. “Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” sözcükleri, bu sömürülen insanların yüreğinde sınırsız umutların yeşermesine neden olurdu. Çocukluklarından beri bildikleri tek şey, bütün gücü elinde bulunduran velinimetin isteklerine boyun eğmekti yalnızca. Biri, bırakın bu kölece bağlılığın gereklerini yerine getirmemeyi, ağzından bunu ima edecek bir söz bile çıksa sonu işsizlik olurdu. İşveren efendi olmak istiyordu; kadın ve erkek işçiler de bunu, düzenin değiştirilemez, tanrısal bir kuralı olarak kabul ediyorlardı. Fabrikatörlerin güzel evlerinin, karılarının gösterişli elbiselerinin, arabaları ve atlarının, zengin sofralarının, işçinin ücretine yansıtılmayan artı değerin bir ürünü olduğu, asıl velinimetin kendileri olduğu söylendiğinde başlarını sallıyor, yüzlerinde kuşkulu bir ifade beliriyordu. Kadınlar, daha önceleri tanrının bir isteği gibi görüp kabullendikleri şeyleri, örneğin doğumdan yalnızca birkaç gün, çoğu kez birkaç saat sonra, evde ya da fabrikada yeniden çalışmak zorunda kalmaları nedeniyle bedenlerinin hasta ya da kötürüm olmasını, giderek acımasızlık ve zorbalık olarak algılamaya başladılar. (…)

*Bu metin, Evrensel Basım Yayın tarafından Türkçeleştirilip yayınlanan, Adelheid Popp’un “Bir Kadın İşçinin Gençliği” adlı kitabının 152 ila 158. sayfaları arasında yer almaktadır.

Kadınların politik gösterilere katılımı

Sosyal demokrasinin yalnızca ekonomik alanda yürüttüğü faaliyetler, kadın işçiler arasında sempati ve anlayışla karşılanmakla kalmıyor, onlar, politik haklar uğruna verilen mücadeleyi de coşkuyla izliyorlardı. Daha 1893’te, Viyana

işçilerinin, genel seçim hakkının elde edilmesi için düzenlediği bir gösteriye, dikkati çekecek kadar çok kadın katılmıştı. Kadınların politik hakları da başından beri talepler arasında yer alıyordu. Örgütlü işçi kesimi, kendi politik taleplerini dile getirdiği her eylemde, kadınlara eşit haklar verilmesi talebini de hiç ihmal etmedi.

Daha 1893 yılının sonbaharında, seçim hakkı hareketi kadınlar tarafından öyle sahiplenilmişti ki, kadınlar, seçim hakkı talebiyle açık arazide büyük bir miting düzenlediler. Bu mitingde bir konuşma yapan kadınlardan biri, kraliyet senatosuna saygısızlık olarak algılanan bir ifadesi nedeniyle, yargı önüne çıkarılarak dört ay ağır hapis cezasına mahkum edildi. Sonraları bu ceza kaldırıldı. Ancak yine de tamamen zararsız bir mesele nedeniyle böylesi ağır cezalarla karşı karşıya kalındığı dönemlerin yaşandığını yeni kuşakların unutmamasında fayda vardır. Konuşmacı kadın, konuyu değerlendirirken, on sekiz yaşındaki arşidüklerin senatoda sandalye ve söz hakkına sahip oluduklarını hatırlatıp, “Arşidükler, halk için bizden daha mı iyi bir yüreğe sahiptirler?” sorusunu sormaktan başka birşey yapmamıştı. Ve bu cümle saygısızlık olarak mahkum edilecekti! Apre işçilerinin örgütleyen o genç işçi kadın olan ikinci konuşmacı, ayrıcalıklılar parlamentosu hakkında yaptığı bir yorum nedeniyle üç hafta hapse mahkum edildi ve onu çekmek zorunda kaldı.

O dönemlerde politik suçlar nedeniyle kadınların hızla yapgılanıp hapse mahkum edilmeleri olağandı. Örneğin, ajitasyon gezisinde bulunan bir kadın konuşmacı, kırsal alanda bir kentte gözaltına alınıp birkaç hafta boyunca tutuklu kaldı. Henüz yirmi yaşına basmamış genç bir kızdı bu. Ve karşısında mücadele ettiği kapitalist düzen tarafından öyle tehlikeli bulundu ki, özgürlüğü elinden alındı. Birkaç çocuk annesi olan bir başka kadın konuşmacı, karnındaki çocuğunun doğumuna birkaç hafta kalmışken aynı acımasızlıkla cezalandırılarak cezaevine atıldı. Çünkü işçileri ekonomik ve politik kurtuluşları için mücadeleye çağırmaya kalkışmıştı.

Kadın işçi hareketinin ilk dönemlerinde, cezaevine girmeyen konuşmacı neredeyse yoktu. Fakat cesaretleri kırılmadı. Tersine, uğradıkları baskılar, mücadelelerinin ne kadar haklı olduğu inancını daha da pekiştirdi. Seçim hakkı için yürütülen mücadelede de baskıya uğradılar. Buna karşın, sürekli daha kalabalık kitleler halinde politik hakkın elde edilmesi mücadelesine katıldılar.

Her gösteride ön saflarda yer alıyorlardı; o günlerde at üzerinde kılıçlarını sallayarak göstericilere saldırmaktan pek hoşlanan polisin baskıları da kadınları ürkütemedi. En kitlesel gösterilere dörtnala dalan polisin atlarından ne kadar korkulursa korkulsun, mücadeleye atılma coşkusu daha büyüktü.

1894’te sıcak bir Temmuz akşamı Viyana işçileri, bilmem kaçıncı kez seçim hakkı mücadelesinden vazgeçmeyeceklerini ilan etmek için yine belediye binasının salonunda bir araya gelmişti. Belediye binasının bulunduğu alanda, içeride yer bulamayan binlerce kadın ve erkek toplantı salonunun kapısının önünde duruyordu. Birden “Herren sokağına Windischgraetz’in evine gidelim!” çağrısı yayıldı. Dönemin Başbakanı Prens Windischgraetz, seçim hakkına karşı olanların en önde gelen temsilcisi sayılıyordu. Bu nedenle, penceresinin önünde bir seranat yapma çağrısı geniş ilgi gördü. Haber hızla yayıldı ve kadınların en ön sıralarında yer aldığı heybetli bir kitle, kentin içlerine doğru ilerledi.

Bir polis kordonu Herren sokağına girişi kesmişti. O sırada birkaç “iyi giyimli” kişi göstericilerin arasından çıkıp kendilerine geçiş izni verilmesini talep etti. Başarılı olundu. Polis kordonu, onlara geçiş vermek için açıldı. Ancak bir saniye sonra bütün kitle peşlerinden geldi ve Herren sokağına akın etti. “Windischgraetz aşağı!”, “Genel Seçim Yasası çıkarılsın!” sloganları sarayların pencerelerine çarpıyordu. Korkudan benzi atmış uşaklar göründü ve alelacele kapıları ve pencereleri sıkıca örttüler. Başbakanlık sarayının önünde ise bir kalabalık birikmiş “Windischgraetz istifa!” sloganını atıyordu. Polisin gelmekte olduğu haberi yayıldığında eylem tamamlanmıştı ve göstericiler büyük bir coşku içerisinde dağıldılar. Ertesi gün, başbakanın sözcüsü bir konuşma yaparak, “sokak argümanlarının kendisini hiç etkilemediğini”

söyledi. Fakat yine de bundan böyle büyük beylerin günleri sayılıydı.

Seçim hakkı mücadelesine canla başla katılan yalnızca Viyanalı kadın işçiler değildi; bütün ülkede durum aynıydı. Seçim hakkı mücadelesinin doruk noktasını ifade eden 28 Kasım 1903 gününü anımsamak yeterlidir bunun için. Söz konusu tarihte iş bırakmaya ve olası bir genel greve hazırlıklı olunmasına yönelik bir çağrı yayınlanması üzerine, bütün kadın işçiler saf tuttu. Proletaryanın bu devasa gösterisi için ülke çapında son derece fedakar bir biçimde hazırlandılar. Ve o, bütün bu emeği taçlandıran bir gün oldu. Parlamento önündeki rampadan iki yüz bin emekçi geçti; aralarında çok sayıda kadın ve kız vardı.

O güne dek hemen hiçbir politik hakka sahip olmayan proletaryanın bu unutulmaz eylemine katılmak için bu nemli ve soğuk Kasım havasında sabahın altısından öğleden sonraya kadar beklemişlerdi. Amaca ulaşılmış, seçim hakkı kazanılmıştı; ne var ki kadınlar için değil. Bütün ülke vatandaşlarına tanınan eşitlikten onlar hala yararlanamıyorlar.

İşçi hareketi okulunda kadınlar, hak elde etmek için nasıl mücadele edilmesi gerektiğini öğrendiler. Ekonomik kurtuluş için, politik haklarla el ele yürümek gerektiğini de öğrendiler. Tam da bu yüzden kadınların seçim hakkı mücadelesi sona ermedi. Kadınlara, iş ve sınıf yoldaşlarının politik haklara sahip olmasının yeterli olduğunu söylemek, haksızlık olur.

Sosyal demokrasi bütün halkların kendi geleceklerini belirleme hakkını savunuyor. Ancak bütün insanların kendi geleceklerini belirleme hakkı da bundan daha kutsal değildir; kadınlarınki de öyle. Kadın cinsi için, genel taleplerinin de var olduğu kadın ve anne olmalarıyla ilgili özel taleplerinin de var olduğu kadın ve erkekler tarafından sık sık parlak bir biçimde ortaya konumuştur. Bunlar, kadın hakçı talepler değildir, tersine en karmaşık sorunları kapsayan konulardır. Bu sorunların çözümünde, muhataplarından başka kim daha çok sorumlu ve etkin olabilir ki?

*Bu metin, Evrensel Basım Yayın tarafından Türkçeleştirilip yayınlanan, Adelheid Popp’un “Bir Kadın İşçinin Gençliği” adlı kitabının 146, 147 ve 148’inci sayfalarında yer almaktadır.

Kadın işçilerin bir büyük grevi

115 yıl önce bir gün genç işçi kızlardan biri yepyeni bir dilden konuşmaya başladı.

İşçi hareketinin yükselmeye başlayan genç dalgası, kadın ve kızları da önüne katmaya başlamıştı. Özellikle 1 Mayıs kutlamalarının etkisiyle yaşanan iş bırakmalara çok sayıda kadın işçi katılıyordu. Viyana’da 600 apre işçisinin başlattığı grev, büyük bir ilgi uyandırdı. Bir gün -3 Mayıs’tı- üç ayrı fabrikada çalışan kadın işçiler, sabah onda fabrika kapılarından dışarı doğru akınca, çevre sokaklarda oturan insanlar ne de çok şaşırmıştı… Büyük bir heyecan vardı. Karşılarında birdenbire beliren o yepyeni gücün etkisine öyle kapılmışlardı ki, işçilerden bazıları iş gömleğini çıkaracak kadar bir zamanı bile harcamak istememişti.

Bu kadınlar devrimci değildi. Şimdiye kadar geçirdikleri zor yaşamı, kaderdir, diye sineye çekmişlerdi. Haftada üç-beş Gulden’den fazla olmayan bir ücretle günde on iki saat çalışıyorlardı. Birçoğu yarı giyinik, ayakları çıplak, suyun içinde, ayakta iş yapmak zorunda kalıyordu. Bazıları da 40 dereceyi aşan sıcaklıkta, sağlığa zararlı buharlar soluyarak çalışıyordu. Ayrımsız hepsi, bütün kadınlar, ister genç kız, ister karnı burnunda hamile, ister birkaç çocuk anası olsun, aynı ağır yazgıya katlanıyordu.

Bu kadınlarda çiçek açmış gençliğin izlerine rastlanmazdı hiç. Ancak, bu boyunduruğa karşı çıkılabileceği henüz hiçbirinin aklına gelmemişti. Onlar, çalışmak üzere dünyaya gelmişlerdi, diğerlerinin yazgısı da efendilik yapmaktı. Bu böyleydi ve boyun eğmek gerekirdi.

Sonra bir gün, genç işçi kızlardan biri, başka, yepyeni bir dilden konuşmaya başlamıştı. İşçi hareketinin ulaştığı bir çevreyle tanışmış ve 1 Mayıs gösterilerine katılmıştı. Burada 8 saatlik iş gününden söz edildiğini duymuş ve “sekiz saat iş, sekiz saat dinlenme, seki saat uyku” şiarı kulağına bir kutsal vecize gibi çalınmış. Yeni ilahinin havarisi olmuş ve arkadaşlarını ustalıklı bir dille görüşlerine kazanmayı başarmıştı.

“Buna artık katlanmayacağız”, “Günde yalnızca on saat çalışmak istiyoruz”, diye açıklama yaptılar ve kararlılıklarını vurgulamak için iş durdurarak fabrikadan dışarı çıktılar. Başka iki fabrikanın işçileri de hızla bunlara katıldı. Aynı gün, öğleden sonra grevci işçiler, durum değerlendirmesi yapmak üzere kentin dış mahallelerinden birinde bulunan bir çayırda toplandılar. Sözü edilen genç işçi kız aniden, “Greve çıktık, öğleden sonra Ferdinand çayırında toplantımız var, gelmek zorundasınız” sözleriyle büroma daldığında öğle saatleriydi. Oraya vardığımda kadınlar ve kızlar otların üzerine yerleşmişlerdi bile. Etraflarına da, olacakları merakla bekleyen seyirciler halka olmuştu. Elbette bu biçimde bir toplantının yapılamayacağını biliyordum; çünkü toplantı bildiriminde bulunulmamıştı. Bir lokantanın bahçesini kiraladım ve çağrım üzerine bütün grevciler buraya toplandı. Bir el arabası devrilerek konuşma tribünü haline getirildi. Grevin başarıyla sürdürülmesi için bundan sonra yapılması gerekenleri açıklamam gerekiyordu. Bu tür durumlarda söylenmesi gereken hemen her şeyi söylemiştim ki, bahçenin kapısından yüksek rütbeli bir polis girdi. Beylerin yanına gittim ve komisere bu toplantının nasıl meydana geldiğini açıkladım. Yalnızca benim adımı not etmekle kalmadı, ayrıca birkaç kadın işçinin adını da aldı. Konuşmam sırasında bahçede toplanan herkesi içeren bir liste hazırlanmıştı. Böylece ertesi gün, kapalı bir toplantı yapma olanağımız oldu.

Ardından fabrikaların önünde çok sayıda grev gösterileri olmaya başladı. Kadınlar ve kızlar, çalışmaya istekli olanların fabrikaya girmesini engellemek için canla başla nöbet tutuyorlardı. Yine böyle bir anda, polis grev gözcülerini dağıtmaya çalıştı. Büyük bir kargaşa yaşandı ve bazı işçiler tutuklandı. Yaşamları boyunca durmadan çalışıp didinmiş, aralarında bir de bebek annesi bulunan kadınlar mahkemeye çıkarıldılar.

Grevcilere her taraftan etkin destekler, yüklü para bağışları, yiyecek ve giyecek yardımları ulaştığı için, çalıştıkları döneme oranla çok daha iyi bakım gördüler. Bu bir yanılsama değildi gerçekten. Grev sırasında sağlıklarını yeniden kazanmışlar, adeta çiçek açmışlardı. Artık günde birçok saatlerini açıkta, temiz havada geçiriyorlardı. Grev komitesi geziler düzenliyordu ve işçi kadınlar şarkılarını söyleyerek sokaklardan geçiyordu. Aralarındaki anneler, çocuklarının nelerden mahrum kaldığını ilk kez bu sırada görme fırsatını yakaladılar. Şimdi bir arada olabiliyor, birlikte gezilere katılabiliyorlardı; üstelik işçi sınıfının dayanışması sayesinde karınları da gerçek anlamda doyabiliyordu.

Bu ilk büyük kadın işçi grevi, olağanüstü bir yankı uyandırmış, polisin de bunda epey bir katkısı olmuştu. Sosyal demokrat basın, kadın işçilerin yaşamlarından bahsediyor, bağış çağrıları dünyaya yayılıyordu ve burjuva basın dahi bu olaylara kayıtsız kalamadı. İş kolu müfettişi bu konuyla ilgilendi ve kadın işçilerin lehine arabuluculuk yapmayı üstlendi. Üç hafta süren grev kazanımla sona erdirildi. Peki uğruna grev yapılan talepler neydi? On saatlik işgünü ve 4 Gulden asgari ücret. 600 kadının üç hafta boyunca greve çıkması bunun içindi.

O zamanlar resmi makamların, işçi hareketindeki en ufak hareketlenmeyi ne kadar büyük bir endişeyle takip ettikleri, düzenlenen zafer kutlamalarının yalnızca polis kuşatması altında yapılmasından değil, ayrıca bir kutlama konuşmasının yapılmasını yasaklamalarından da anlaşılıyor. Kadın işçilerin zaferini kutlamak üzere sayısız kentten gelen telgrafların okunması dahi engellendi. Evet, örneğin Forst’tan kadın tekstil işçilerinin gönderdiği telgraf okunsaydı kim bilir neler olurdu! Üstelik içinde dayanışma, sınıf mücadelesi ve sömürü gibi sözcükler geçiyordu!

Kadın işçilerin, işçi hareketine ilk kez katılmış olmalarının yarattığı beklentiyi boşa çıkardıklarını burada ne yazık ki belirtmem gerekiyor. İşçi hareketinin kendilerine sunduğu yararları çok çabuk unuttukları acı bir gerçektir. Geriye kalan tek teselli, gelişmenin yerinde saymayacağı ve herkesin, başta da kadın ve kızların, işçi hareketinin etkisinden sürgit uzak durmasına olanak tanımayacak bir biçimde ilerlemesidir. İşçi sınıfının yazgısı, onları da, çok çabuk içine düştükleri bu vurdum duymazlıktan sarsıp uyandıracaktır.

1893 yılındaki kadın işçiler grevinin devamı olan bir öykü de yaşanacaktı. Tutuklanan kadınlar kısa sürede serbest bıraktırılabilmişti. Ancak benim sanık olarak yargıç karşısına çıkmam gerekti. Resmen bildirilmemiş bir toplantıda konuşma yapmakla suçlanıyordum. O gün polise koşup ihbarda bulunan kişi, tanık olarak çağrılmış ve benim “birlik, daha yüksek bir ücret için mücadele, sömürünün yok edilmesi” vs. gibi tehlikeli sözler söylediğimi anlatmıştı. Kendi yaptığım savunmamdan sonra yargıç ayağa kalktı ve, “majesteleri imparator adına”, sanığın beraat edilmesi gerektiğini ve kendisinden daha bilgisiz, çaresiz iş arkadaşları üzerinde öğretici bir etkide bulunduğu için övgüye layık olduğunu söyledi!

Demek burjuvazinin devletinde de aklı başında yargıçlar bulunabiliyordu.

*Bu metin, Evrensel Basım Yayın tarafından Türkçeleştirilip yayınlanan, Adelheid Popp’un “Bir Kadın İşçinin Gençliği” adlı kitabının 143, 144 ve 145’inci sayfalarında yer almaktadır.

Adelheid Popp (Dworak) (1869 – 1939) Avusturya’daki proleter kadın hareketinin kurucusu ve sosyalizm mücadelesinin önderlerindendir. Dokumacı bir işçi ailesinin çocuğu olan Popp, yalnızca üç yıl okula gidebildi ve 10 yaşından itibaren işçi olarak çalışmak zorunda kalarak, gençlik yıllarının büyük bir kısmını atölyelerde, fabrikalarda geçirdi. Kadın işçilerin bir grevini örgütlerken gizli polisin dikkatini çekti ve birkaç kez cezaevine girdi. 1893 yılına dek bir mantar fabrikasında çalıştı, aynı yıl Kadın İşçi Gazetesi’nin redaktörlüğünü üstlendi. 1902’de Sosyal Demokrat Kadın Derneği’nin kurucularından oldu. 1918’de parti yönetimine seçildi ve aynı yıl Viyana Belediye Meclisi üyesi oldu. Bir yıl sonra Avusturya Parlamentosu’na seçilerek 1934 yılına kadar birçok kez milletvekili oldu. Clara Zetkin’in ardından Uluslararası Kadın Komitesi’nin başkalığını yürüttü.

Eserleri: “Bir Kadın İşçinin Gençliği (1909), Kapitalist Toplumda Kadın Emeği (1922), Yükselişe Giden Yol. Avusturya Sosyal Demokrat Kadın Hareketi (1929).

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments