Küçüklüğümde hep bir arabam olsun isterdim. Yetişkinlerin arabası olur, diye düşünürdüm kendi kendime. Bir arabam oluncaya dek kendimi büyümüş saymayacaktım. Yirmi sekiz yaşımda hala yetişkin bir insan değilim diye üzülüyordum. Yeterli kazanç sağlamayan bir doğa şiirleri derlemesi yayımladım, iki tane film senaryosu yazdım; ve bir araba satın alabildim. Aldım da n’oldu?
Bir arabam olduğu için kendimi olgunlaşmış sayıyordum. Böylece kendi arabamla zamandan kazanacak herkes gibi tramvaylara asılarak gitmek, itilip kakılmak zorunda kalmayacaktım. Arabamda kimse beni itip kakamazdı.
Arabam olunca, ansızın, okyanuslar kadar boş zamanım olduğunu anladım. Şöyle bir gezintiye çıkayım, dedim, daha önce dolaşmak için bütün günümü alan, şimdi ise iki saat içinde gezebileceğim yerlerde. Gerçekten arabam olmadığı zamanlarda, orada burada oturur, her türlü insanla konuşur yada çeşitli şeyler görebilmek için, ötede beride dolaşırdım. Şimdi arabam olduğu için her yere çabucak gidip geliyorum. Arabamdan dolayı kendimi öyle olgun duyuyorum ki! Her büyük adamın, olgun insanın az zamanı vardır, benim de zamanım az olduğu için, her yere arabamla gidip geliyorum; böylesi daha rahat ve çabuk oluyor. Artık bütün vaktimi arabamla geçiriyorum. İstediğim zaman istediğim yere gidiyordum.
Bu «istediğim yer» bana öyle bir tuzak oldu ki! Bütün gün akşama dek araba sürüyordum. Çabucak ve ra56 Hanspulka yolundan götüreyim mi?
Başını sallayıp onayladı. 56 »Hanspulka yoluna sürat gidiyordum gideceğim yere, ama, gerçekte nerelere gideceğimi de bilmiyordum. Arkadaşlarım böyle araba sürmeyi bırakmamı, işimin başına dönmemi salık verdiler. Arabam da garaja koymalıymışım. Fakat, böyle yaparsam, gerekli yere yürüyerek gitmek zorunda kalacaktım: yürümek hiç işime gelmiyordu. Yürümekle hem çok zaman yitirecek, hem de ötede beride her türlü insanla çene çalacaktım. Vitrinleri seyretmek de cabası! Düşündüm: Arabanın garajda durmasının yararı neydi? Bir araba daima işlemelidir. Eh, bensiz de kendi kendisine çalışamazdı ya!
Arabayı garajdan çıkardığım zaman, bir an duraklasam, hemen «bir yere rahatça ve çarçabuk gidebilme dürtüsü» tarafından zorlanırdım. En rahat yer, arabamın içiydi doğrusu.
Ama bu kez de sokakta dolaşanlara, tramvaylarda yolculuk edenlere imrendim. Taksi şoförlerine de. Direksiyon başında beklerlerdi, birisi arabaya binecek, şoföre nereye gideceğini söyleyecek ve o belirli yere doğru yola koyulacaklar. Yaşamları o denli yalındı ki!
Arabamı sokağa çıkardım. Bütün kalbimle birisinin kapıyı açıp, arabama binmesini diledim. Binsin ve 56 Hanspulka yoluna ya da 6 Santoska sokağına gitmemizi istesin. Hemen sürerdim arabayı.
Kapı çıtladı, arabaya bir kadın bindi ve arka kanepeye oturdu.
İşte! Motoru çalıştırdım.
«Nereye?» diye istekle sordum.
«Siz sürün» dedi kadın. .
«Süreyim mi? Buradan başka bir yer olmalı gideceğiniz… sizi götürebilmem için, bana yardımcı olmalısınız.»
Bana yardımcı olamayacağını söyledi. Eğer arabayı sürmeyi istemezsem, yine inebilirmiş.
«Hayır, hayır,» dedim, «Kalın olduğunuz yerde.
«Hayır» diye başını yine salladı. «Buradan değil, burası Hanspulka yolu. Devam edin.»
«Sizi, 6 Santoska sokağına götüreyim mi?»
«Evet, oraya götürün isterseniz.
6 Santoska yolunda yalnızca yavaşladım, arabayı sürmeye devam ettim. Eğlenmeye başlamıştım.
«Nereye gidiyoruz?» diye sordu.
«Her halde şimdi bulunduğumuz yerden başka bir yere, öyle değil mi?»
«Hayır, beni Vyspa sokağına götürün.»
4 Vyspa sokağına saptım. Bu, kadının arabama bindiği ve gezimize, başladığımız sokaktan başkası değildi. Akasya çiçekleri ile kaplı yüksek taş bir duvarla sona eren çıkmaz bir sokak.
Kadın arabadan indi. Kılığımı inceledi, sonunda başını sallayarak, bir şeyler yemek için beni evine çağırdı. Hafif loş, vazolar, heykeller, resimlerle bir çeşit stüdyo olan çatı katına çıktık. Alçak bir divanın üzerine oturdum. Öteye beriye atılı duran kitaplara göz gezdirdim; yıldızlara, bazı çiçeklere, Jizera vadisine ait kitaplar.
Kadın öbür odaya geçti. Geri döndüğünde, üzerinde elişi simlerle kuş desenleri işli Çin usulü bir ev ceketi vardı.
Kahve ve bisküvi getirdi. Sessizce kahvemizi yudumluyorduk. Bana baktı.
«Geleceğini biiiyordum, Jacob.» dedi.
Kiminle konuştuğunu anlamak için çevreme bakındım. Yalnızdık. Ben Jacob değildim, hiç bir zaman da olmadım. Bu dağınık dalgalı saçlı, benimle içten konuşan kadını tanımıyordum. Söyleyecek bir şey düşünemedim. Kahvemi yudumlamayı sürdürdüm.
«Seni bekledim Jacob, hep bekledim. Her şeyi bağışlamıştım. Kız lisesinde, bağımsızlık günü, ıhlamur ağacı dikim töreninde, giysilerimi çıkarttığım zaman, beni ‘nasıl iğfal ettin!»
Acımasızca bir susuştan sonra, kısık sesle «Merak ediyorum,» dedi, «Ihlamurların büyüdüğünü gördün mü? Gidip baktın mı onlara?»
Başımı salladım. Hiç bir ıhlamur ağacı görmeye gitmemiştim. Penceremin önünde ıhlamurlar vardı. Ama onları her zaman görüyordum. Kız lisesinde ıhlamur dikilip dikilmediğini de anımsayamadım. Onları kimin diktiği hakkında da bir bilgim yoktu. Her halde belediye dikmiştir. İsterse liseli kızlar dikmiş olsun. Ben onlardan hiç birini iğfal etmedim!
«Hiç değişmemişsin Jacob, gidip ağaçlara bakmadın. Diyeceğini biliyorum: beş yıl sonra evlendin. Oysa bunu yapmak zorunda değildin, öyle aptalsın ki! Neden senin için bir sivrisinek ısırığı bile benden daha önemli? Babusice deresini, beni kollarına alıp nasıl geçirdiğini anımsıyor musun? Yeni tafta elbisemi giymiştim. Sense beni derenin ortasında düşürüvermiştin kollarından. Sonra da elini ısıran sivrisineği öldürmek için beni bırakmak zorunda kaldığını söylemiştin. Sivrisinek senden kurtulmuştu. İyice ıslanmıştım. Biliyorum, tekrar tekrar özür diledin. Islanmıştım, topallıyordum, sen elini bana uzatırken gülmüştün. Sen daima bayağı bir insandın Jacob. Ama sıcak kanlıydın. Kızımız Lucy…»
Ayağa kalktım.
«Otur Jacob, dinle. Sık sık seninle böyle oturur, havadan sudan konuşurduk, hatta senin yokluğunda bile. Kızımız Lucy…
«Özür dilerim Madam, ben Jacob değilim!»
Bana baktı ve ışığı yaktı,
«Jacob değilsiniz, ne yazık!»
«Neden yazık olsun Madam, ben Joseph’im.»
«Yazık, çünkü içtiğiniz kahve Jacob için hazırlanmıştı.» .
«Ya! o halde, Jacob’un kahvesini içmeden önce söylemediğim için beni bağışlayın.»
«Hayır, hayır, asıl siz beni bağışlayın; içtiğiniz kahve zehirliydi.»
O anda vücudumu yavaşça saran bir üşüme duydum.
Kollarım ve parmaklarım bana ait değildi sanki. Gözlerim kapanıyor, yapışkan bir karanlık beynime yürüyordu. Güçlükle.
«Zehirliyse… öyleyse… izin verin… Jacob’un… yerini… alayım…» dedim.
İrkildi ve ayağa kalktı. «Hasta mısınız?» dedi. Bu sorudaki duygusuzluk yıktı beni.
«Evet… hasta… zehir et… kişini… gö… gösteriyor…»
«Ne zehiri, kötü bir şey mi yediniz?»
«Siz… söylediniz., ya… kahve… zehirliydi..»
Bir an ayakta mıhlandı kaldı. Sonra kahkaha ile gülmeye başladı,
«Evet, zehirliydi: üzüntülerimle, genç kızlığımın öfkesiyle. Benim bütün…»
Soluksuz kalıncaya dek güldü. Alacakaranlık çevremizi sarmıştı.
Kahkahalar arasında kendimi odadan dışarı attım. Her yerde onun kahkahaları çınlıyordu.
Arabama yığılırcasına atladım, ayağımı sonuna değin gaz pedalına dayadım.
Karanlıkla ve bir anlık çılgınlığımla, sokağın yüksek duvarla kapalı bir çıkmaz olduğunu tamamen unutmuştum.