ÜÇÜNCÜ BÖLÜM DEĞİŞMEYİ SAVUNANLAR 13. ÜTOPYACI SOSYALİSTLER
Sosyalizm, kapitalizmin tersine, üretim araçlarında özel mülkiyetin yerine ortak mülkiyetin, kâr için anarşik üretimin yerine kullanım için planlı üretimin bulunduğu bir sistemdir.
Sosyalizm fikri, yeni değildir. Kapitalist sistem, sanayi devriminin başlaması ve fabrika sisteminin gelişmesi ile daha yeni güçlenmeye başladığı zaman, verimsizliği, israfı, ‘ akıldışı oluşu ve adaletsizliği, düşünen insanlar için apaçık ortadaydı.
Aşağı yukarı 1800 yılından başlayarak, İngiltere ile Fransa’da kapitalizmin kötülükleri, broşürler, kitaplar ve konuşmalarla halka anlatılmaya başlanmıştı. Böyle eleştiriler daha önceden, 16. yüzyılda ve bunu izleyen yüzyıllarda da vardı. Ne var ki, bu konuyu ilk ele alanlar, hiç bir zaman bir taraftar yaratamamış, yalıtlanmış düşünürlerdi. Artık durum değişmişti. İngiltere’de Robert Owen’a, Fransa’da Charles Fourier ile Comte Henri de Saint-Simon’a bir bakıma öncü sosyalistler denebilir. Çünkü bunların herbirinin çevresinde, önemli ölçüde, bir hareket gelişmiştir. Bunların kitapları geniş ölçüde okunmuş, konuşmaları büyük dinleyici topluluklarını çekmiş ve bunların aracılığı ile sosyalizm fikri, Amerika gibi uzak ülkeler de dahil olmak üzere, başka yerlere de yayılmıştır.
Bunlar, toplumun o günkü durumunu suçlamakla, kötülemekle yetinmiyorlar, daha da ileri giderek, toplumun nasıl olması konusunda herbiri kendine göre, özenle düşünülmüş planlar üzerinde epeyce zaman ve çaba harcıyorlardı.
Herbiri, geleceğin ideal toplumunun, kendilerine göre görüntüsünü canlandıran ve en ufak ayrıntılara kadar inen bir manzarasını çizmiştir. Bunların kendilerine özgü ütopyaları, belirli ayrıntılarda, birbirine hiç benzememek ve farklı olmakla birlikte hepsinde ortak bir temel bulunmaktaydı.
Bunların ütopik tasarılarının hepsinde, en önemli ilk ilke, kapitalizmin ortadan kaldırılmasıydı. Bunlar kapitalist sistemde, yalnız kötülük buluyorlardı. Bu sistem, müsrif, adaletsiz ve plansızdı. Oysa bunlar, verimli ve adaletli olan planlı bir toplum istiyorlardı. Kapitalizmde, çalışmayan bir azınlık, üretim araçlarına sahip olduğu için konfor ve lüks içinde yaşıyordu. Ütopyacılar, üretim araçlarının ortak mülkiyetinde güzel bir hayata giden yolu gördüler. Böylece hayalî toplumlarında, çalışan çoğunluğun üretim araçlarının sahipliği yoluyla konfor ve lüks içinde bir hayat sürmelerini düşündüler.
Bu sosyalizmdi – ve bu, ütopyacılarm düşüydü.
Bu, Ütopyacılar için bir düş olarak kaldı, çünkü bunlar nereye gitmek istediklerini biliyor olmakla birlikte; buraya nasıl gidileceği konusundaki fikirleri pek bulanıktı. İdeal bir toplumun bir planım yapmanın, güçlüleri ya da zenginleri (ya da her ikisini) yeni düzenin doğruluğuna ve güzelliğine inandırarak çekmenin, bu düzenin küçük bir denemesini yapmanın, ve işin bundan ötesini, onu gerçekleştirecek olan bu uysal kimselerin sağduyusuna bırakmanın yeterli olacağına inanıyorlardı.
ı> Ütopyacıların saflıkları şuradaydı ki, planlarını gerçekleştirmek için başvurdukları gruplar, çıkarları, düzeni değiştirmek şöyle dursun, onu olduğu gibi korumakta ya-tan gruplardı. İsçi sınıfının girişeceği politik ve ekonomik hareketleri kabul etmemekle, yeni topluma işçilerin sınıf olarak örgütlenmesi ile değil bütün insanların iyi niyeti ve anlayışlılığı ile ulaşılacağında diretmekle toplumdaki etkin güçler konusunda da aynı yanlış anlayışı gösteriyorlardı.
Hayalî örneklere göre, minyatür toplumsal deneylere girişmekle başarıya ulaşabilecekleri düşüncesi de, aynı derecede gerçek dışıydı.
ı> O sırada bile, önceden görülebileceği gibi, “kapitalist sefaletin bulanık denizi ortasındaki mutluluk adaları” başarısızlığa uğramaya mahkûmdu, kapitalist sistem dünyanın geri kalan kısmı ile ilişkileri kesilmiş, küçük, yalıtılmış topluluklara bölünemezdi.
Ütopyacı sosyalistler, kapitalizmin yarattığı sert ve insafsız çevreye şiddetle tepki göstermiş insanseverlerdi. Kapitalist sisteme karşı geçerli ve yerinde eleştiriler yöneltmişler, daha iyi bir dünyanın kurulması için planlar hazırlamışlardır. Bunlar yeni kutsal kitaplarını yayarlarken, soruna başka bir açıdan yaklaşan iki adam dünyaya geliyordu.
Bu iki kişinin adları Karl Marx ve Friedrich Engels’ti.
14. KARL MARX VE FREDRICH ENGELS
Ütopyacıların sosyalizmi, adaletsizliğe karşı insanca bir duygu üzerine kurulmuştu. Marx ve Engels’in sosyalizmi ise, insanın tarihî, ekonomik ve toplumsal gelişmesinin incelenmesi üzerine kurulmuştur.*
Karl Marx, hiç bir ütopya tasarlamamıştır. Geleceğin Toplumunun nasıl işleyeceği konusunda hemen hemen hiç bir şey yazmamıştır. Geçmişin Toplumunun, Bugünkü Toplum haline gelene kadar, nasıl doğduğu, geliştiği ve çürüdüğü konusuna büyük bir ilgi duymuştur. Bugünkü Topluma büyük bir ilgi duymasının nedeni ise, bundan, Geleceğin Toplumuna dönüşmeyi sağlayacak güçleri bulup çıkarmak içindi.
Ütopyacılardan farklı olarak Marx, Yarının ekonomik kurumları üzerinde zaman harcamamıştır. Zamanının he-men hemen hepsini, Bugünün ekonomik kurumlarının incelenmesine vermiştir.
Marx, kapitalist toplumda çarkları döndüren şeyin ne olduğunu bilmek istiyordu. En önemli kitabının başlığı, Kapital – Kapitalist Toplumun Eleştirel Bir Tahlili, ilgisinin ve dikkatinin hangi noktada toplandığını gösterir. O, kapitalist üretimin sistematik, zekice ve eleştirici bir tahlilini yapan ilk büyük toplumcu düşünürdür.
Ütopyacılar için sosyalizm, bir hayal ürünü, bu ya da su parlak zekânın bir buluşuydu. Marx, sosyalizmi bulutlar üze
*Biz, burada, daima Marx’in düşüncelerine atıf yapacağız, ama Engels’in sosyalist düşüncenin gelişmesine katkısı küçümsenmemelidir. İlk kez karşı laştıklarında Marx ve Engels, yirmi yaşlarında idiler ve bütün ömürleri bo yunca dost ve çalışma arkadaşı olarak kaldılar. Bu durum, hiç kuşkusuz dünyanın gördüğü en büyük entelektüel ortaklıktı. Engels her ne kadar ken di başına seçkin bîr düşünür ve kendi temel felsefesine Marx’tan bağımsız olarak varmış ise de, uzun süren ilişkilerinde daima ikinci planda kal makla yetinmiştir. 1888’de alarmdaki ilişkiyi şu sözlerle özetlemiştir: “Marx’la olan 40 yıllık işbirliği süresince temellerin atılmasında ve özellik le teorinin işlenmesinde, özel bir payım olduğunu yadsıyamam. Ama teori nin temel ilkelerinin büyük kısmı, hele ekonomi ve tarih alanlarına ait olan ları ve bunlardan da öte, onun son şeklini açık ve seçik olarak alışı, Marx’a aittir. Marx daha yukarda duruyor, daha ileriyi görüyor ve daha geniş bir alanı hepimizden daha hızlı kavrıyordu. Biz, hepimiz, olsa olsa yetenek liydik, Marx ise bir dâhi idi.”
rinden yere indirdi, onun belirsiz bir umut olmayıp, insan soyunun tarihî gelişiminde bir sonraki adım, kapitalist toplumun evriminin zorunlu ve kaçınılmaz bir sonucu olduğunu gösterdi.
Marx, sosyalizmi, bir ütopya olmaktan çıkartıp, bilim haline getirdi. Yetkin bir toplumsal düzenin düşsel seması yerine, ayakları yerde bir toplumsal ilerleme teorisi getirmiştir; toplumun değiştirilmesi için, üst sınıfın merhametine, iyi niyetine ve anlayışına sığınmak yerine, işçi sınıfının kendi kendisini kurtarmasına ve yeni düzenin mimarı olmasına bel bağlamıştır.
Marx’m sosyalizmi –bilimsel sosyalizm–, ilk kez, yüz yirmi yıl kadar önce 1848 Şubatında, Engels ile birlikte kaleme alınan Komünist Manifesto’da. ifade edilmiştir. Öğretilerinin özünün yoğunlaştırıldığı, ilk baskısı sadece 23 sayfa tutan bu kitapçık, o zamandan beri yeryüzünün her köşesindeki sosyalist hareketin temel taşı olmuştur, incil dışında, yabancı dillere en çok çevrilen kitap haline gelmiştir. Dünyanın her yerinde, işçi sınıfı hareketinin güçlü esin kaynağı olması yönünden, hiç kuşkusuz, şimdiye kadar yazılan broşürlerin en etkilisidir.
Marx ile Engels, toplumun bu halde bulunmasının nedenleri, değişmesindeki nedenler, hangi yönde gittiği konusundaki-yoğun çalışmalarında, tarih boyunca akıp giden birleştirici bir öğenin varlığını buldular. Olaylar, birbirlerinden bağımsız değildi; tarih, karmakarışık olgular ve olaylar yığını gibi görünüyordu ama, aslında hiç de böyle değildi: tarih, bir keşmekeş değil ortaya çıkartılabilecek belli yasalara uyan bir bilimdi.
tşte Karl Marx, insan toplumunun bu gelişme yasalarını bulmuştur. Onun, insanlığa yaptığı büyük katkı budur.
Her uygarlıkta ekonomi, politika, yasalar, din, eğitim birbirine bağlıdır; herbiri ötekine dayanır ve oluş nedeni ötekilerine bağlıdır. Bütün bu güçler içinde ekonomi en önemli-.
ı> sidir, temel etmendir. Yapının temel direği, üreticiler olarak insanlar arasında varolan ilişkidir. İnsanların yaşama biçimini, geçimlerini sağlama biçimleri, belirli bir toplumda, belirli bir anda hüküm süren üretim biçimi, belirler.
İnsanın düşünce biçimini, yaşama biçimi belirler. Marx’-ın sözleriyle: “Maddî yaşamdaki üretim biçimi, yaşamın toplumsal, siyasal ve düşünsel sürecinin genel niteliğine egemendir. İnsanların varlıklarını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilinçlerini, toplumsal varlıkları belirler.”
Hak, adalet, özgürlük ve benzeri kavramlar, yani her toplumda bulunan fikirler dizisi, o toplumun ulaştığı ekonomik gelişimin belirli aşamasına uygun düşer. Öyleyse, toplumsal ve politik devrimi oluşturan şey nedir? Acaba yalnızca insanların düşüncelerindeki bir değişmeden mi ibarettir? Hayır, çünkü bu fikirler, her şeyden önce ekonomideki değişikliğe – yani üretim ve değişim biçimindeki değişikliğe– bağlıdırlar.
İnsan doğaya egemen olma yolunda ilerler; malların üretimi ve değişimi için yeni ve daha iyi yöntemler bulunur, ya da icat edilir. Bu değişmelerin temelden ve geniş çapta olduğu zamanlar, toplumsal çatışmalar doğar. Eski üretim biçimi ile birlikte gelişen ilişkiler kemikleşmiştir. Eski topluca yaşama biçimi, yasada, politikada, dinde ve eğitimde sabitleşrniştir. İktidarı elinde bulunduran sınıf, iktidarını korumak ister ve yeni üretim biçimi ile uyum halindeki sınıfla çatışır. Bunun sonucu devrimdir.
Tarihe bu şekilde yaklaşım, marksistlere göre, başka türlü kavranılamaz olan bir dünyayı anlamayı olanaklı kılar. Tarihsel olaylara, insanların hayatlarını kazanma biçimlerinden doğan sınıf ilişkileri açısından bakmakla, kavranamaz şeyler, ilk kez kavranır hale gelmiştir. Bu nedenle, Mani/esto’da yapılan tahliller, şu tümce ile baslar: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.”
Sınıflararası mücadelede devletin yeri, rolü nedir? Devlet, egemen sınıfın yarattığı bir şeydir. O, mevcut sistemi korumak için kurulmuştur ve bu amaçla sürdürülmektedir. Kapitalist toplumda, devletin rolü, Manifestomda şöyle açıklan-mıştır: “Modern Devletin yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.”
Kapitalist toplumda devletin ilk görevi, kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin temelini teşkil eden üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti savunmaktır. Bundan şu sonuç çıkar ki, eğer işçi sınıfının amacı, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmaksa egemen sınıfların devletini yıkmalı ve onun yerine kendi devletini koymalıdır. Ancak, egemen sınıfın devleti yerine bir işçi sınıfı devleti kurulmasıyladır ki* işçi sınıfı iktidara gelebilir, devrim başarılı olabilir.
İlk bakışta bu, sadece, kapitalist sınıfın diktatörlüğünün yerini işçi sınıfı diktatörlüğünün alması gibi görünebilir, îşçi sınıfı devriminin ereği bu mudur? Yani işçileri, daha önce uyrukları oldukları sınıf üzerinde egemen kılmak mıdır?
Hayır. Proletarya diktatörlüğü, toplumu, sınıflara bölen koşullara son vererek, sınıf egemenliğini büsbütün ortadan kaldırma sürecinde sadece gerekli ilk adımdır. Sosyalizmin amacı, bir sınıfın egemenliği yerine bir başka sınıfın egemenliğini koymak değil, bütün sınıfların büsbütün ortadan kaldırılmasıdır. Sosyalizmin amacı, her türlü sömürüye son veren sınıfsız bir toplum kurmaktır. Manifesto’daki sözlerle: “Sınıflarıyla ve sınıf karşılıklarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini, kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır.”
Marx, her zaman ve her yerde, şu noktayı belirtmiştir: eski sınıflı toplumdan yeni sınıfsız düzene geçişi, işçi sınıfı, proletarya başaracaktır. Marx, sosyalizmi kurmada, proletaryaya etkin unsur gözüyle bakmıştır; çünkü o, yani nüfusun çoğunluğu, kapitalizmin çelişkilerinden en çok ıstırap çekendir, çünkü durumunu düzeltebilmesi için de başka çıkar yolu yoktur.
İçinde yaşadıkları korkunç koşullar, işçileri, biraraya gelmeye, örgütlenmeye ve çıkarları uğruna mücadele etmek için sendikalar kurmaya zorladı. Gene de sendikaların kurulması öyle hemen bir gecede olup bitmedi. Sınıf olarak çıkar birliği duygusunun gelişmesi, uzun zaman aldı; bu noktaya gelinceye kadar da ulus ölçüsünde güçlü örgütler kurulması olanaksızdı.
Sanayi devrimi ve fabrika sistemi ile kapitalizmin büyüyüp gelişmesi, sendikacılığın dev adımlarla ilerlemesini sağladı. Bunun böyle olmasının nedeni, sanayi devrimi ile birlikte işçilerin kentlerde yoğunlaşması, ulusal ölçüde bir ör-‘ gütlenme için büyük önemi olan taşıma, ulaştırma ve haberleşme alanlarındaki ilerlemeleri ve bir işçi hareketini gerekli kılan koşulları birlikte getirmesidir. Böylece, isçi sınıfı örgütlenmesi, sınıfı, sınıf duygusunu ve işbirliği ile haberleşmenin fizikî araçlarını yaratan kapitalist gelişme ile birlikte büyümüştür.
Öyleyse proletarya, kapitalizmle doğuyor ve onunla birlikte gelişiyor. Nihayet, kapitalizm, işlemez hale geldiği, çözemediği çelişkiler içine yuvarlandığı, “toplumun bu burjuvazinin egemenliği altında artık yaşamayaz, bir başka deyişle onun varlığı toplumla artık bağdaşamaz” duruma geldiği anda, kısacası, kapitalizm mezara girmeye hazır olduğu zaman, onu gömecek olan proletaryadır.
Marx, başkalarına, neyin yapılmasını, niçin yapılmasını anlatmakla yetinen bir koltuk devrimcisi değildi. Hayır, o, felsefesini yaşayan bir insandı. Felsefesi yalnız dünyanın bir açıklaması olmayıp, dünyayı değiştirmenin bir aracı da olduğu için, içten bir devrimci olarak mücadelenin dışında kalmayıp, onun savaşkan bir parçası olmak zorundaydı. Öyle de oldu.
Proletaryanın, kapitalizmin kaldırılması aracı olduğu inancı ile, çalışmalarından ayırabildiği bütün zamanını, işçi sınıfının ekonomik ve politik mücadelesi için eğitilmesine ve örgütlenmesine verdi. 28 Eylül 1864’te Londra’da kurulan Uluslararası işçiler Derneğinin (Birincisi Enternasyonalin) en faal ve etkili üyesiydi. Kuruluşundan iki ay sonra Marx, Al-man arkadaşı Dr. Kugelmann’a şöyle yazıyordu: “Dernek, daha doğrusu Komite önemlidir, çünkü Londra İsçi Sendikalarının başkanları Komitededir. … Paris isçi liderleri de birliğe bağlıdır.”
îşçi sendikaları, o zamanlar birçok insana, bugün de olduğu gibi, işçinin günlük hayatını azar azar iyileştirecek örgütlerden ibaret gibi görünen sendikalar Marx ve Engels için daha derin bir anlam taşıyordu: “îşçi sınıfının, bir sınıf olarak sendikalar yoluyla kurduğu örgüt … proletaryanın gerçek sınıf örgütüdür ve sermaye ile günlük mücadelesini bunlar aracılığı ile verdiği gibi, bunların içinde kendi kendini eğitir. …”
Kendisini ne için eğitir? Daha yüksek ücret, daha az çalışma saati, daha iyi çalışma koşulları için mi? Evet kuşkusuz. Ama daha önemlisi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılarak işçi sınıfının tam kurtuluşu amacı ile mücadele için de.
ı> Marx, bu noktayı, 1865 Haziranında, Enternasyonalin Genel Konseyinde yaptığı bir konuşmada özellikle belirtmiştir. Sendikaların mücadeleyi sürdürmeleri halinde, “kurtuluşlarından umut kesilen sefiller sürüsü ile aynı düzeye düşeceğini” gösterdikten sonra, bunu da aşan amaçları olması zorunluluğunu şu sözleri ile açıklamaya devam etmiştir: “Aynı zamanda ve ücret sisteminin birlikte getirdiği genel kölelikten tamamen ayrı olarak, isçi sınıfı, bu günlük mücadelenin sonuçlarını gözünde büyütmemelidir. Sonuçları doğuran nedenlere karşı değil, sonuçlara karşı mücadele ettiklerini, aşağı doğru hareketi geciktirmemekle birlikte bunun yönünü değiştirmediklerini, yatıştırıcı ilaçlar kullandıklarını, ama hastalığı tedavi etmediklerini hatırdan çıkarmamalıdırlar. Bu nedenle, sermayenin bitip tükenmez saldırıları ile piyasa değişikliklerinden doğan bu kaçınılmaz gerilla savaşlarına kendilerini büsbütün kaptırmamaları gerekir. Yürürlükteki sistemin, kendilerini ezen bütün sefaletlerle birlikte, toplumun ekonomik yapısının yeniden kurulması için gerekli maddî koşullar ile toplumsal biçimleri de meydana getirdiğini anlamalıdırlar. Tutucuların parolası olan, ‘Âdil bir işgünü için âdil bir ücret’ yerine bayraklarına şu devrimci parolayı yazmalıdırlar: ‘Ücret sisteminin kaldırılması!’.”
Marx, su temel öğretisini daima ve her yerde tekrarla-mıştır: toplumun ekonomik, politik ve toplumsal yapısında temelden bir değişiklik yapılması tek çıkar yoldur, ve bu, ancak işçi sınıfının yapacağı bir devrimle gerçekleşebilir.
Bu genellikle sanıldığı gibi, devrime o kadar inanan Marx’m, her yerde ve her zaman devrim istediği anlamına gelir mi? Asla. Marx, gelişigüzel devrime karşıydı. Marx, Enternasyonalde, ilke olarak devrim isteyenlere, devrim yapmış olmak için devrim yapılmasını isteyenlere şiddetle karşı çıkmıştır. Marx’ın düşüncesinin özü, devrimin başarılı olması için tam zamanında yapılmasıdır; ekonomik gelişim, değişmek için olgunlaşmadan, toplum, değiştirilemez.
Sosyalizme dönüşmenin temeli, kapitalist toplum içinde bulunan ve onun çöküşünü hazırlayan derin çelişkilerde ya-tar; üretimin toplumsallaşması ile eski > düzenin rahminde yeni düzenin tohumlarının yaratılmasında yatar; değişikliği gerçekleştirmek için gerekli devrimci eylemi yürüten işçi sınıfının sınıf bilinci ile örgütlenme derecesinin artışında ya-tar.
Marx, kapitalist sistemi, insanlığın gelişim tarihinin bir parçası olarak görmüştür. Bu ne kalıcı ne de değiştirilemez bir sistemdir. Tersine, kapitalizm, esas olarak geçici bir toplumsal sistemdir ve bütün diğer toplum biçimleri gibi bir önceki sistemden doğmuş ve gelişmiştir; zamanı gelince çökecek ve yerini başka bir sistem alacaktır. Marx’a göre hiç bir toplum durağan değildir, hepsi de devamlı bir akış ve değişme içindedir. Ona göre yapılacak iş, kapitalist toplumda değişmeyi meydana getiren şeyi bulmak, kapitalizmin ”hareket yasasını” keşfetmektir. Kapitalizmi açıklamak çabası ile ise girişmiş ve bunu, öteki iktisatçıların yaptıkları gibi, kapitalizmi mazur gösterme çabası ile değil, gelecekte daha iyi bir toplum yaratacak güçler için bir eylem kılavuzunun, ana çizgilerini ortaya koymakla sonuçlandırmıştır.
Sosyalistler, Marx’ın çizdiği kapitalist toplum tablosunun sağlam ve marksist olmayan iktisatçıların çizdiklerinden gerçeğe daha yakın olduğu kanısındadırlar. Bu konuda Harvard Üniversitesinden Profesör Leontief, kendisi marksist olmamakla birlikte, birkaç yıl önce, Amerikan iktisat Derneği üyelerine şunları söylemiştir: “Kârın, ücretin, kapitalist girişimlerin aslında neler olduklarını öğrenmek isteyen bir kimsenin Kapital’in üç cildinden ilk elden edineceği bilgi, Amerikan Sayım ve İstatistik dergisinin birbirini izleyen on sayısında ya da çağdaş ekonomik kurumlar üzerine yazılmış bir düzine ders kitabında bulacağını sandığı bilgiden daha gerçekçi ve daha uygun olacaktır…”
Aynı makalesinde Profesör Leontief, Marx’m yaptığı ve o zamandan beri gerçekleşen bir çok tahmin için şu övücü Sözleri söylüyor: “olanlar gerçekten etkileyicidir; gittikçe artan servet yoğunlaşması, küçük ve orta girişimlerin hızla tasfiyesi, rekabetin gitgide sınırlanışı, sabit sermayenin durmadan artan bir önem kazanması ile birlikte, devamlı teknik gelişme ve nihayet birbirini izleyen ve genişleyen ekonomik çevrimler – modern iktisat teorisinin bütün inceliklerine karşın karşısına pek bir şey çıkaramayacağı aşılamaz bir tahminler dizisi.”
Şurası da ilginçtir ki, Harvardlı Profesörün iktisatçı meslektaşlarına Karl Marx’tan öğrenebilecekleri pek çok şey bulunduğunu söylemeyi gerekli gördüğü sıralarda, başka bir seçkin bilim adamı, tarih alanında, meslektaşlarına benzer tavsiyelerde bulunuyordu. American Historical Review’m 1935 Ekim sayısında, Amerika’nın en seçkin tarihçilerinden birisi olan müteveffa Charles Beard şöyle yazıyordu: Marx’i sadece bir devrimci ya da ateşli bir partizan olarak görmek eğiliminde olanlara, onun bundan daha öte bir kişi olduğunu hatırlatmak yerinde olabilir. Bir Alman üniversitesinde felsefe doktoru olmuş, bilim adamı özelliklerini taşıyan bir insandı. Yunan ve Latin kültürü araştırıcısı idi. Anadili Almancadan başka, Yunanca, Latince, Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve Rusça okurdu. Çağdaş tarih ve ekonomi bilimleri alanında yazdıkları, geniş çevrelerce okunmuştur. Bu nedenle, Marx’m kişisel görüşlerinden ne kadar hoşlanmazsak hoşlanmayalım, geniş ve derin bilgisini, korkusuz ve insanlığa adanmış hayatını yadsıyamayız. Tarih yazan herhangi bir kimsenin yaptığı gibi, tarihi yalnız yorumlamakla kalmamış, tarihin yapılmasına yardım etmiştir. Herhalde bildiği bir şey vardı.”
Dünyanın hemen hemen her ülkesinde toplumsal ve ekonomik adaleti gerçekleştirmeye çalışan işçi sınıfı hareketi, onun bildiği bir şey olduğunu hissetmektedir.
Kurtuluş ve bağımsızlık mücadelelerini onun öğretilerine dayandıran Asya ve Afrika’nın sömürge halkları, onun bildiği bir şey olduğu düşüncesindedir.
Kâr peşinde koşan anarşik üretim yerine kullanım amacıyla planlı üretimi koyma çabasında olan Doğu Avrupa ülkeleri, onun bildiği bir şey olduğuna inanmaktadır.
Sallanan iktidar koltuklarında kalabilmek için umutsuzca çırpınan kapitalist ülkelerin mutlu azınlığı, onun bir bildiği olması korkusuyla titremektedirler.
Sosyalizmin sınıf ayrımını sona erdireceğini ve insanın ekonomiyi bilinçli olarak herkesin refahına yöneltebileceğini uygulama ile gösteren ve yeryüzünün altıda-birini kaplayan bir ülkenin halkı, onun bir bildiği olduğundan emindir..