DÖRDÜNCÜ BÖLÜM | SOSYALiZM |15. SOSYALİST PLANLI EKONOMİ
Şimdi sosyalizmin tahliline gelmiş bulunuyoruz. Şunu başlangıçta açıkça belirtmek gerekir ki, sosyalizme inananlar, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kamu mülkiyetine geçmesi ile insanın tüm sorunlarının çözümleneceğini iddia etmiyorlar. Sosyalizm, ne şeytanları meleğe dönüştürecek, ne de cenneti yeryüzüne indirecektir. İddia edilen şeyler, sosyalizmin, kapitalizmin bellibaşlı kötülüklerine çare bulacağı, sömürüyü, sefaleti, güvensizliği, savaşı ortadan kaldıracağı ve insanlar için daha büyük bir refah ve mutluluğun kapılarını açacağıdır.
Sosyalizm kapitalizmin yırtıklarının yamanarak düzeltilmesi değildir. Sosyalizm, devrimci bir değişme, toplumun büsbütün farklı bir çizgide yeniden kurulması demektir. Bireysel kâr için bireysel caba yerine, kolektif yarar için kolektif çaba olacaktır. Kumaş, para kazanmak için değil, insanlara giysi sağlamak için yapılacaktır; bütün öteki mallar da öyle. İnsanın insan üzerindeki gücü azalacak, insanın doğa üzerindeki gücü artacaktır. Bolluk yaratına gücü, kâr yapma düşüncesiyle kısılacağı yerde, herkese bol mal sağlamak için son sınırına kadar kullanılacaktır.
Kullanım için yapılacak planlı üretimin, herkese, her zaman iş sağlayacağının bilinmesi ile insanların içindeki ekonomik depresyon, işsizlik, yoksulluk ve güvensizlik duygusu kaybolacak, bunun yerini beşikten mezara kadar ekonomik güvenlik duygusu alacaktır.
Başarının ölçüsü, servetin miktarı ile değil de insanlarla giriştiğimiz işbirliğinin büyüklüğü ile ölçüldüğü zaman, altının egemenliğinin yerini altın yönetim alacaktır.
Kâr peşinde koşanların, mal “fazla”sını satabilecek ve sermaye “fazla”sını yatırabilecek dış pazar avcılığından doğan emperyalist savaşlar son bulacaktır; çünkü artık ne mal ne de sermaye “fazla”sı olacak, ne de gözünü kâr hırsı bürümüş sermayeciler.Üretim araçları özel ellerde olmadığı için toplum, artık, işverenler ve işçiler diye sınıflara bölünmeyecektir. Bir insan bir başkasını sömürecek durumda olmayacak, B’nin emeğinden A kâr sağlayamayacaktır. Kısacası, sosyalizmin özü gereği, ülke bir avuç insanın malı olmaktan ve bunlar tarafından kendi çıkarları için kötü yönetilmekten kurtulacak, bütün halkın malı olacak ve halk yararına, halk tarafından yönetilecektir.
Şimdiye kadar sosyalizmin özünün ancak bir yanını, ülkenin “halkın malı” oluşunu, yani üretim araçlarının kamunun mülkiyetinde bulunmasını ele aldık. Şimdi tanımın ikinci kısmına gelmiş oluyoruz – “halk yararına, halk tarafından yönetilme” kısmına. Bu nasıl başarılacaktır?
Bu sorunun karşılığı, merkezî planlamadır. Üretim araçlarının kamu mülkiyetinde olması, sosyalizmin nasıl bir temel özelliği ise, merkezî planlama da öyledir.
Bütün ulus için merkezî planlamanın güç bir iş olduğu besbellidir. Bu, o denli güç bir iştir ki, kapitalist ülkelerdeki pek çok kimse –özellikle üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar ve bu nedenle de kapitalizmi mümkün olan düzenlerin en iyisi sayanlar– bu merkezî planlamanın yürüyemeyeceğinden emindirler. Örneğin Ulusal İmalâtçılar Derneği bu nokta üzerinde, tekrar tekrar durur. Birkaç yıl önce yapılan “Amerikan Sanayi Platformundaki bu konu ile ilgili apaçık ve dolaysız tümcelerden birisi şöyledir: “Bir avuç insan, bütün halkın faaliyetlerini başarılı bir biçimde planlamak, yönetmek ve hızlandırmak için gerekli bilgiye, görüş gücüne ve kavrayışa sahip olamaz.”
Bu iddia, eğer doğru ise, sosyalizm bakımından son derece önemlidir. Çünkü sosyalist ekonomi, planlı ekonomi olmak zorundadır, ve eğer planlama olanaksız ise sosyalizm de olanaksız demektir.
Merkezî planlama mümkün müdür? 1928 yılında öyle bir şey oldu ki, planlama sorunu, bir tahmin işi olmaktan çıktı ve ayağı yerde bir konu halini aldı. 1928 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ilk Beş Yıllık Planı yaptı. Bu tamamlanınca İkinci Beş Yıllık Plan, onun ardından da Üçüncü Beş Yıllık Plan yapıldı ve uygulandı. Ve bu böylece sürüp gidecek. (Ve bu SSCB sosyalist bir ülke olduğu sürece sonsuza dek sürüp gidecek, çünkü gördüğümüz gibi sosyalist bir devletin mutlaka bir planı olması gerekir.)
Artık, bir ulus için merkezî bir planlamanın mümkün olup olmadığını düşünmemize gerek kalmadı. Şimdi bunu biliyoruz. Sovyetler Birliği bunu denedi. Oluyor. Mümkündür.
Bir kimse, Sovyet yaşamının şu ya da bu özelliği üzerinde ne düşünürse düşünsün, Sovyetler Birliği’nin ister hayranı olsun isterse düşmanı, sunu kabul etmek zorundadır ki –çünkü en amansız düşmanları bile bunu kabul ediyor–, bu ülke planlı bir ekonomiye sahiptir. Bu nedenle, sosyalist bir ülkede planlı ekonominin nasıl işlendiğini anlamak için, SSCB modelini incelememiz gerekir.
Bir plan neyi kapsar? Sen, ben ya da herhangi bir kimse plan yapacaksak, onun iki kısmı olduğunu bilmemiz gerekir: ne için ve nasıl, yani amaç ve yöntem kısımları. Amaç planımızın bir kısmı, ona ulaşma yolu öteki kısmıdır.
Bu, sosyalist planlama için de böyledir. Onun da bir amacı ve bir yöntemi vardır. Müteveffa Sidney ve Beatrice Webb (Sovyet Komünizmi: Yeni Bir Uygarlık mı? adım taşıyan incelemeleri otuz yıl kadar önce yayınlanmış olmakla birlikte toplumsal bilimlerde bilimsel çalışmanın ilk görkemli anıtlarından birisi gibi hâlâ ayakta durmaktadır), sosyalist planlamanın amacı ile kapitalist ülkelerde ulaşılmaya çalışılan hedef arasındaki temel ayrılığı şöyle anlatıyorlar: “Kapitalist bir toplumda, en büyük teşebbüslerin bile amacı, sahiplerine ya da ortaklarına maddî kâr ve kazanç sağlamaktır. … SSCB’nde, proletarya diktatörlüğü ile yönetilen bu ülkede, planlanacak amaç büsbütün başkadır. Kâr sağlayacak ne mal sahibi vardır, ne de ortak. Maddî kâr ve kazanç düşüncesi diye bir şey yoktur. Hedef alınan tek amaç, uzun vadede, bütün toplumun azamî refahı ve güvenliğidir.”
Sosyalist ekonomide planlamanın amacı için bu sözler yeter. Genel amacın kâr değil, halkın gereksinmeleri olduğu gerçeğini yukarda görmüş bulunuyoruz. Burada asıl konumuz, ne için değil nasıl sorunu, yani amaç değil, bu amaca ulaşmanın yöntemi olacaktır. Bilmek istediğimiz şey, istenilen hedefe ulaşmak için hangi politikaların uygulanması gerektiğidir.
Gereksinmeler sınırsız, ama bu gereksinmeleri karşılayabilecek üretken kaynaklar sınırlıdır. Bunun için benimseneçek politikalar, Sovyet plancılarının ne yapmak istediklerine değil, nelerin yapılmasının mümkün olduğuna dayanmalıdır. Bu olanak da, ancak, ülkenin üretken kaynaklarının tam ve doğru bir tablosunun elde edilmesi ile saptanabilir.
Bu, Devlet Planlama Komisyonunun (Gosplan) isidir.
Bu komisyonun ilk görevi, SSCB’ndeki her şey konusunda kimin, neyi, nerede, ve nasıl yaptığını bulmaktır. Ülkenin doğal kaynakları nedir? Elde ne kadar işçi vardır? Kaç fabrika, maden ocağı, iş yeri, çiftlik vardır ve bunlar nerelerdedir? Geçen yıl ne üretmişlerdir? Ek malzeme, ve isçi verilirse, ne üretebilirler? Daha fazla demiryoluna ve limana gerek var mıdır? Bunlar nerelerde yapılmalıdır? Eldeki olanaklar nelerdir? Nelere gereksinme vardır?
Dağlar kadar olgular, rakamlar, istatistikler.
SSCB’nin geniş toprakları üzerindeki her kurumdan, her fabrikadan, çiftlikten, imalâthaneden, madenden, hastaneden, okuldan, araştırma enstitüsünden, sendikadan, kooperatiften, tiyatro topluluğundan bu uçsuz bucaksız alanın en uç köselerinden şu sorulara karşılıklar gelir: Geçen yıl ne yaptınız? Bu yıl ne yapıyorsunuz? Önümüzdeki yıl ne yapmayı umuyorsunuz? Ne gibi yardıma ihtiyacınız var? Siz ne yardımda bulunabilirsiniz? Ve yüzlerce başka soru.
Bütün bu bilgiler Gosplan’ın bürolarına akar ve orada uzmanlarca toplanır, düzene sokulur, yoğrulur. “Halen Sovyetler Birliği’nde, Gosplan’ın bütün personeli iki bin kadar istatistik uzmanı ile çeşitli bilim dallarındaki teknisyenlerden oluşmuştur. Bir bu kadar da büro görevlisi memur vardır. Bu haliyle Gosplan, dünyada hiç kuşkusuz en iyi donatılmış ve en geniş daimî istatistik araştırma merkezidir.”
Bu uzmanlar, toplanan bilgilerin ayıklanma, düzenlenme ve denetlenme işini bitirince, Mevcut Durumun bir tablosunu elde ederler. Ama, bu, görevin ancak bir kısmıdır. Şimdi de düşüncelerini Durum Ne Olabilir sorusuna yöneltirler. Bu noktada, planlamacıların, hükümetin başlarıyla biraraya gelmeleri gerekir. “Devlet Planlama Komisyonunun vardığı sonuçlar ile hazırladığı projelerin, hükümetin onayından geçmesi gerekir. Planlama işlevi, önderlik işlevinden ayrılmıştır, ve önderlik planlamaya bağımlı değildir.”
Planlama, elbetteki, planla uygulanacak politik kararların zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Politika, hükümet tarafından saptanır, plancıların görevi ise, topladıkları bilgilere ve verilere dayanarak, bu politikayı en etkin biçimde uygulayacak yolu bulmaktır. Gosplan ile yöneticiler arasındaki tartışmalar sonucu, ilk Plan Taslağı ortaya çıkar.
Bu, sadece ilk taslaktır. Henüz plan değildir. Çünkü, sosyalist planlı ekonomide, Beyin Kurulunun hazırladığı plan, kendi başına yeterli değildir. Bunun, bütün halka sunulması gerekir. Bu, ikinci adımdır. “Görüşlerini ve yorumlarını bildirmeleri için, Ağır Sanayi, Hafif Sanayi, Ticaret, Ulaştırma, Dış Ticaret ve bunun gibi Halk Komiserlikleri ve ulusal ekonomi ile ilişkili merkezî organlara, ‘kontrol rakamları’ sunulur. Her merkezî yetke kendisine ait planın çeşitli bölümlerini yetke bakımından bir alt organa gönderir ve böylece planın ilgili bölümleri tek bir fabrikaya ya da çiftliğe kadar inmiş olur. Her aşamada, ‘kontrol rakamları’, çok sıkı bir incelemeden geçer. Plan, Devlet Planlama Komisyonundan başladığı yolculuğun son durağı olan fabrika ya da kolektif çiftliğe ulaşınca bütün işçiler ve köylüler inceleme ve plan konusunda tartışmaya katılır, öneri ve tavsiyelerde bulunurlar. Bundan sonra, ‘kontrol rakamları’, aynı yoldan geçerek, değiştirilmiş ya da eklenmiş biçimi ile Devlet Planlama Komisyonuna döner.”
Fabrikada işçiler, çiftlikte köylüler, planın iyi yanları
ve kusurları konusunda düşüncelerini söylerler. Bu durum,
Sovyet halkının haklı olarak gurur duyduğu bir durumdur. Çoğu zaman bu işçiler ve köylüler, kendi çalışma yerlerine ait rakamları kabul etmezler. Kendilerinden beklenen üretimi artırabileceklerini göstermek için çoğu zaman, kendi rakamlarını kapsayan bir karşı-plan sunarlar. Her yerde milyonlarca vatandaşın katıldığı bu geçici plan tartışmalarına ve görüşmelerine, Sovyet halkı, gerçek bir demokrasi gözüyle bakar. Yapılacak işin, erişilecek hedefin planı, tepeden inme değildir. Bunda işçilerin ve köylülerin de söz hakkı vardır.
Bunun sonucu ne olur? Usta bir gözlemci bu soruya su karşılığı veriyor: “Nereye giderseniz gidiniz, hiç değilse SSCB’nin benim gördüğüm yerlerinde, şunu gururla söyleyen işçilere raslarsımz: ‘Bu bizim fabrikamız, bu bizim hastanemiz, bu bizim dinlenme evimiz/ Bütün bu sözkonusu olan şeylerin birey olarak mülkiyetinin kendilerine ait olduğunu kastetmiyorlar, ama hepsi de, onların yararı için çalışmakta ve üretmektedir. Ve onlar, bunu bildikleri gibi, bunların başarılı olmalarında kendilerinin de bir sorumlulukları olduğunu biliyorlar.“
Planın hazırlanmasında üçüncü aşama, gelen rakamların son olarak incelenmesidir. Gosplan ile hükümet yetkilileri, tavsiyeler ile düzeltmeleri incelerler, gerekli değişiklikleri yaparlar ve plan artık hazırdır. Son biçimi ile tekrar ülkenin dört bir yanındaki işçilerle köylülere gönderilir ve tüm ulus, bütün gücünü, görevin tamamlanmasına yöneltir. Kolektif yarar için kolektif eylem bir gerçek haline gelir.
Sosyalizmde, üretim araçlarının kamu mülkiyeti ve merkezî planlama yolu ile insanlar, kendi kaderlerini ellerinde bulundururlar; insan ekonomik güçlerin efendisidir. Üretim ile tüketim, şu soruları soran bir plana dayanır: Elimizde neyimiz var? Nelere gereksinmemiz var? Gereksinmelerimizi karşılayabilmek için elimizdekiler ile neler yapabiliriz? Böyle bir plan ile, çalışmak isteyen herkese yararlı bir iş sağlamak mümkün olur ve iş bulma hakkı güvence altına alınır. Sovyetler Birliği Anayasasının 118. maddesi şöyle der: “SSCB yurttaşları çalışma hakkına sahiptirler, yani çakışma ve yaptıkları işin nicelik ve niteliğine göre uygun bir ücret alma hakkı her vatandaş için güvence altına alınmıştır.“
“Çalışma hakkı, ulusal ekonominin sosyalist örgütlenmesi ile, Sovyet toplumunun üretken güçlerinin devamlı büyümesiyle, ekonomik bunalım olasılığının dıştalanmasıyla ve işsizliğe son verilmesiyle güvence altına alınmıştır.“
1929 ekonomik bunalımına, çoğu zaman, bir dünya ekonomik bunalımı denir. Oysa öyle değildir. Üretimin felce uğraması ve onunla birlikte gelen işsizlik ve halk kitlelerinin sefaleti, dünyanın her tarafına bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldı ama bir ülke hariç. Bu bunalım Sovyetler Birliği’nin sınırlarına çarptı ve geri döndü.
Sovyet halkı sosyalist planlı ekonominin ördüğü setlerin ar. kasında güvenlik içindeydi.
Merkezî planlama, sosyalizmin belirgin bir özelliğidir. Planlamanın nasıl işlediğini anlamak için zorunlu olarak SSCB modelini inceledik, çünkü SSCB, şu anda dünyada tek sosyalist ülkedir.*
Ancak, başka bir ülkede sosyalizmin, Sovyetler Birliği’ndekinin aynısı olrhası zorunluluğu gibi bir yanılgıya düşmemeliyiz. Olmayabilir de. Örneğin sosyalist bir Amerika Birleşik Devletleri’nde, ağır sanayiin hızla kurulması gibi bir zorunlulukla karşılaşmayacağız, çünkü, bu kolda, dünyada en büyük ve en iyi sanayi zaten bizde var. Bizim ilk görevimiz, Sovyetler Birliği’nin tersine tüketim mallarının üretimine ağırlık vermek olacaktır.
Öteki ülkeler için de aynı şey geçerli. Doğal kaynaklar farklı, iklim farklı, halkın sevdiği ve sevmediği şeyler farklı, sağlık, eğitim ve kültür düzeyleri farklı, özgürlük ve siyasal haklar anlayışı farklı, tarih ve gelenekler farklıdır. Sovyetler Birliği’ni kendi gereksinmelerine en iyi uyan bir sosyalizmi geliştirmeye yönelten özel koşullar, başka ülkelerde aynı olmayabilir. Yani bunların, sosyalizmi uygulama biçimi başka türlü olabilir.
Ancak, anaçizgiler, sosyalizmi benimseyen bütün ülke ler için aynı olacaktır. Hepsinde de üretim araçları kamu mülkiyetinde olacak ve merkezî bir planlama bulunacaktır.
* Bu satırların 1949 yılında yazılmış olduğunu okura anımsatalım. –Ed.
16. SOSYALİZM ÜZERİNE SORULAR
EKONOMİK SİSTEMİMİZ KAPİTALİSTLER OLMAKSIZIN İŞLEYEBİLİR Mİ?
Bu sorudaki kapitalistler sözcüğünü değiştiriniz, tarihin her döneminde sorulmuş beylik bir soruyu görürsünüz. Dört yüz yıl önce Avrupa’da soru şöyleydi: ekonomik sistemimiz feodal beyler olmaksızın işleyebilir mi? Yüz yıl önce Amerika’da soru şöyleydi: ekonomik sistemimiz köle sahipleri olmaksızın isleyebilir mi?
Toplum, feodal beyler ve köle sahipleri olmaksızın da pekâlâ yaşayabileceğini nasıl gördüyse, kapitalistler olmadan da yasayabileceğini görecektir.
Kapitalistler ile, bunların sermaye olarak sahip oldukları üretim araçları arasında bir ayrım yapmak gerekir. Toplum, hiç kuskusuz, bu üretim araçları, yani toprak, madenler, hammaddeler, makineler ve fabrikalar olmadan edemez. Bunlar gereklidirler. Robert Blatchford, Merrie England adlı tanınmış yapıtında bu ayrımı şöyle belirtir:
‘Sermaye olmaksızın çalışamayacağımızı söylemek, tırpan olmaksızın çayır biçemeyeceğimizi söylemek kadar doğrudur. Oysa, kapitalist olmadan çalışamayacağımızı söylemek, bütün tırpanlar tek bir adama ait olmadan çayır biçemeyeceğimizi söylemek kadar saçmadır. Bundan da öte, bütün tırpanlar tek bir kişiye ait olmadan ve bu adam, ürünün üçte-birini, tırpanlarını ödünç verdiği için almadan, çayır biçemeyeceğimizi söylemek kadar saçmadır.”
Kapitalist, zorunlu yönetim işlevini yürüttüğü, gelirini hakettiği sürece toplum için gerekli bir kimseydi, oysa şimdi tutulmuş yöneticiler işi yürütürken kendisi sadece hisse senetlerine ve tahvillere sahip olduğu için Ve haketmediği bir gelir sağladığı için gerekli değildir.
Bir zamanlar yararlı olan mülkiyet, artık asalaktır. Ekonomik sistemimizin, asalaklar olmadan işleyebileceğini – hatta öncekinden daha da iyi işleyeceğini– kim yadsıyabilir?
İşin aslı aranırsa, bugün biz, toplumun, kapitalistler olmadan işleyebileceği noktaya değil, işlemek zorunda olduğu noktaya gelmiş bulunuyoruz, çünkü bunların, üretim araçlarına sahip olmaları nedeniyle ellerinde bulundurdukları güç, işsizliğe, güvensizliğe ve savaşa yolaçacak biçimde kullanılıyor,
İNSANLAR K‚R TEŞVİKİ OLMADAN DA ÇALIŞIRLAR MI?
ı> Bu soruya verilecek en iyi karşılık, kapitalist toplumda, bugün bile pek çok kimsenin kâr teşviki olmadan çalıştığıdır. Bir çelik fabrikasında, bir dokuma fabrikasında ya da bir kömür madeninde çalışan bir işçiye, emeğine karşılık ne kadar kâr elde ettiğini sorunuz. Size çok yerinde olarak böyle bir kâr elde etmediğini söyleyecektir. Bu kârlar, fabrika ya da maden ocağı sahibine gitmektedir. Öyleyse işçi niçin çalışıyor?
işçiyi teşvik eden, “kâr. değilse nedir? Kapitalist toplumda insanların çoğu, çalışmak zorunda oldukları için çalışır.. Çalışmazlarsa karınlarını doyuramazlar. Bu, bu kadar basittir. Bunlar, kâr elde etmek için değil kendileri ile ailelerini doyurmak, giydirmek ve barındırmak için gerekli ücret için çalışırlar.
Sosyalizmde de aynı zorunluluk olacaktır, insanlar yaşayabilmek için çalışacaklardır.
Sosyalizmde, kapitalizmin sağlayamadığı bazı ek teşvikler de vardır, işçilerden, kimin uğruna üretimi artırma cabsına girişmeleri istenecek? Sosyalizmde daha fazla ve cfetha iyi çalışma isteği, haklı bir temele, yani bundan bütito toplumun yararlandığı gerekçesine dayanır. Kapitalizmde böyle değildir. Orada fazla çabanın sonucu, kamu yararı değil, özel kârdır. Bunlardan ilkinin bir anlamı vardır, ikincisinin yoktur. İşçiyi, birisi elinden geldiğince çok vermeye; ötekisi ise elinden geldiğince az vermeye özendirir. Birisi, insanın manevî isteklerini doyuran ve onu heyecanlandıran bir amaçtır; ötekisi ise, yalnızca basit kafalıları ayartan bir erektir.
Buna karşı şu itiraz öne sürülür: kâr teşvikinin büyük ölçüde zaten bir hayal olduğu ortalama işçi için bu doğru olabilir, ama, kâr teşvikinin gerçek olduğu deha, mucit ya da kapitalist girişimciler için aynı şey söylenemez.
Bilim adamlarını ve mucitleri, denemelerini başarıya ulaştırmak için gece gündüz çalışmaya iten şeyin zenginlik hayali olduğu doğru mudur? Bu savı destekleyen pek az kanıt vardır. Öte yandan, yaratıcı dehaların, buluşlarından duydukları büyük haz ya da yaratıcı güçlerinin tam ve serbestçe kullanılmasından doğan mutluluk dışında bir ödül peşinde olmadıklarını gösteren pek çok kanıt vardır.
Şu isimlere bakınız: Remington, Underwood, Corona, Sholes. Bunlardan ilk üçünü, başarılı daktilo yapımcısı olarak hemen tanırsınız. Ya dördüncüsü, Bay Christopher Sholes de kimdi? O da daktiloyu icat eden zat! Acaba onun beyninden doğmuş olan yaratık, Remington’a, Underwood’a veya Corona’ya getirdiği serveti ona da kazandırmış mıdır? Ne gezer. O, buluşu üzerindeki haklarını, Remington’a 12.000 dolara satmıştır!
Öyleyse, Sholes’ı teşvik eden kâr mıydı? Onun hayatım yazan yazara göre değil: “Parayı pek az düşünür, aslını ararsanız, sıkıntı verici bir şey olduğu için, para kazanmak istemediğini söylerdi. Bu nedenle iş konularına pek aldırmazdı.”
Sholes, yaratıcı çalışmalarına kendilerini büsbütün verdikleri için “parayı pek az düşünen” binlerce bilim adamı ve mucitten sadece birisidir. Bu, elbette, kârın tek teşvik unsuru olduğu bazı kimselerin bulunmadığı anlamına gelmezr.
Altına tapan toplumda, bu da beklenir. Ancak, böyle bir toplumda bile, insanlığa hizmetin tek teşvik unsuru olduğu büyük isimlerin listesi, dehaların kâr teşviki olmaksızın çalıştıklarını kanıtlayacak kadar uzundur.
Eskiden bu konuda bir kuşku olsa bile bugün olamaz. Çünkü, bilim adamlarının kendi hesaplarına çalıştıkları günler çoktan geride kaldı. Bilim dünyasındaki yetenekli kişiler, artık belirli ücretle laboratuvarlarda çalışmak üzere büyük şirketler tarafından kiralanmaktadır. Güvenlik, düşte görülebilecek cinsten bir laboratuvar, kendini işe vermekten gelen tatmin – bunlar, bilim adamının aradığı şeylerdir, ve çoğu zaman da bunlara kavuşurlar, ama kâra değil.
Diyelim ki, yeni bir süreç buldular. Bu buluşun getirdiği kâr onlara mı gider? Hayır. Ek prestij, terfi ve daha çok ücret elde edebilirler ama kâr değil.
Sosyalist bir toplum, bilim adamlarını ve mucitleri nasıl teşvik edeceğini ve onurlandıracağını bilir. Onlara, hem paraca ödül, hem de lâyık oldukları saygınlığı sağlar. Ayrıca onlara, her şeyden fazda değer verdikleri bir şeyi verir: yaratıcı faaliyetlerini en geniş ölçüde yürütme olanağını.
Kâr, çok eskiden kapitalist girişimci için gerçekten teşvik ediciydi, ama bu kişi artık sanayi alanından çekilmiştir. Rekabetçi sanayiin tekelci sanayie dönüşmesi ile, bu duruma daha uygun olan yeni bir tip yönetici, onun yerini al-mıştır. Eski tip girişimcinin özellikleri olan atılganlık, cesaret ve saldırganlık, bugünün tekelci sanayiinde aranmamaktadır. Büyük şirketler risk altına girmeyi asgariye indirmişlerdir, işleri mekanik ve planlıdır. Kararları, artık, sezgiye değil, istatistik! araştırmalara dayanmaktadır.
Bu şirketler, artık dünün mal sahibi-girişimcileri tarafından yönetilmiyor. Bunların sahipleri yönetime hiç karışmazlar; bunları, kâr için değil, maaşla çalışan ücretli kimseler yönetir. Bunların maaşları çok ya da az olabilir. Bundan başka ikramiye de alabilirler. Başka ödüller de olabi”îir:”övgü,”saygınlık, kudret, işi iyi yapma zevki. Ama Amerikan iş hayatını yöneten insanların çoğu için kâr teşviki çok-ıtan ortadan kalkmıştır.
Peki, insanlar kâr dürtüsünden başka şeyler için de çalışabilirler mi? Bunu tahmin etmeye gerek yok, biz çalıştıklarını biliyoruz
SOSYALİST TOPLUMDA HERKES AYNI ÜCRETİ Mİ ALIR?
Hayır, herkes aynı ücreti almaz. Usta işçi, usta olmayan işçiden, ve yönetici de, işçiden daha fazla alır. Büyük müzisyen, ortalama bir müzisyenden daha fazla alır. 400 kile buğday üreten bir çiftçi, 300 kile üretenden daha fazla; sekiz ton maden çıkartan bir madenci, altı ton çıkartandan daha fazla para alır ve bu örnekler böyle sürer gider, insanlara, yaptıkları işin nicelik ve niteliğine göre para ödenir.
Sosyalist toplumda en yüksek ücreti alan kimse bile, bunu, çalışmasıyla hakettiği sürece alır. Bunu, üretim araçları satın alarak, başkalarının emeğinin sırtından, kazanılmamış paraya çeviremez. Zaten üretim araçları satın alması olanağı yoktur, çünkü sosyalist toplumda, üretim araçları halka aittir, satılık değildir. Daha çok ya da daha iyi çalışarak daha yüksek ücret alması, onun başkalarından daha iyi yaşamasını sağlar, ama hiç kimseyi sömürmesine elvermez.
Sosyalist toplumda ücret eşitsizliği olmakla birlikte fırsat eşitliği vardır. Usta işçi daha yüksek ücret alır, ama hüneri olmayan işçinin önünde de usta olabilmesi için gerekli eğitim ve uygulama olanakları da açıktır. Her ne kadar mühendisler, yöneticiler, yazarlar, sanatçılar daha çok kazanırlarsa da, herkese, yetenekleri ile orantılı ücretsiz eğitim sağlanır; herkese bu mesleklere giriş kapıları ardına kadar açık tutulur. Sosyalist toplumda “herkese” demek sözcüğün tam anlamıyla herkese demektir, yoksa, sadece ücretleri ödeyebilene, ya da tutum ve davranışları kusursuz olana, ya da zenci veya yahudi olmayana demek değildir.
SOSYALİZM İLE KOMÜNİZM ARASINDAKİ FARK NEDİR?
Sosyalizm ite komünizm, her ikisi de, kullanım için üretim yapan sistemler olması ve üretim araçlarının mülkiyetinin kamuya ait bulunması ve merkezî planlamaya dayanması bakımından benzer sistemlerdir. Sosyalizm, doğrudan doğruya kapitalizmden doğup gelişir, yeni toplumun ilk biçimidir. Komünizm çlaha ileri bir gelişme ya da sosyalizmin “daha yüksek bir aşamasıdır”.
Herkesten yeteneğine göre, herkese yaptığı iş kadar (sosyalizm). Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesi kadar (komünizm).
İşe göre, yani yapılan işin nitelik ve niceliğine göre, sosyalist dağıtım ilkesi, hemen uygulanması mümkün ve pratik bir ilkedir. Öte yandan, gereksinmeye göre komünist dağıtım ilkesi, hemen uygulanması mümkün bir ilke değil, son bir hedeftir.
Besbellidir ki, bu aşamadan önce üretimin çok yüksek bir düzeye erişmesi gerekir; herkesin gereksinmesinin karşılanması için her şeyin çok bol olması zorunludur. Ayrıca, insanların işe karşı tutumlarında bir değişiklik olması gere kir; zorunlu oldukları için çalışma yerine, çalışma, hem topluma karşı bir sorumluluk duygusunu karşıladığından, hem de kendi hayatlarında bir boşluğu doldurduğundan, insanlar arzu ettikleri için çalışacaklardır.
Sosyalizm, bolluğu gerçekleştirmek ve halkın zihnî ve manevî görünümünü değiştirmek için üretici güçleri geliştirme sürecindeki ilk adımdır. Yani sosyalizm, kapitalizmden komünizme geçişte zorunlu bir aşamadır.
Sosyalizm ile komünizm arasındaki ayrımdan, yeryüzünde sosyalist diye adlandırılan partilerin sosyalizmi savundukları, komünist partilerin ise komünizmi savundukları sonucu çıkartılmamalıdır. Durum bu değildir. Kapitalizmin yerine ancak sosyalizm geçeceği için, komünist partiler de tıpkı sosyalist partiler gibi sosyalizmin kurulmasını hedef olarak almışlardır.
Bu durumda, sosyalist ve komünist partiler arasında bir fark yok mu demektir? Hayır, arada bir fark vardır.
Komünistler, işçi sınıfı ile müttefiklerinin, durumu elverir elvermez, devletin yapısında’temelli bir değişiklik yapması gereğine inanırlar; kapitalistlerin bir sınıf olarak (birey olarak değil) varlığına son verme ve en sonunda sınıfsız bir topluma ulaşma sürecinde, işçi sınıfı üzerinde kapitalist diktatörlük yerine, kapitalist sınıf üzerinde işçi sınıfı diktatörlüğünü kurmalıdırlar. Sosyalizm, sadece, eski kapitalist hükümet mekanizmasını devralmak ve bunu kullanmakla kurulamaz. İşçiler, eski devlet aygıtını parçalamak ve kendi yeni devlet aygıtlarını kurmalıdırlar, îşçi devleti, eski egemen sınıfa, bir karşı-devrimi örgütleme fırsatı vermez. Kapitalist direnmenin doğduğu yerlerde, bunu ezmek için, silahlı gücünü kullanmalıdır.
Sosyalistler ise devletin niteliğinde temel bir değişiklik yapılmadan kapitalizmden sosyalizme geçilebileceğine inanmaktadırlar. Bu görüşte olmalarının nedeni, kapitalist devleti esas olarak, kapitalist sınıfın diktatörlüğünün bir kuru-mu olarak değil de, daha çok onu ele geçiren sınıfın kendi yararına kullanabileceği yetkin bir mekanizma olarak kabul etmeleridir. Bu durumda, iktidardaki işçi sınıfının eski kapitalist devlet aygıtını yıkmasına ve kendisininkini kurmasına gerek yoktur. Sosyalizme doğru yürüyüş, kapitalist devletin demokratik çerçevesi içinde adım adım gerçekleştirilebilir.
Her iki partinin de, Sovyetler Birliği’ne karşı tutumları, (Joğrudan doğruya bu soruna yaklaşmaları açısından ileri gelmektedir. Genel bir deyişle, komünist partiler Sovyetler Birliği’ni övmekte, sosyalist partiler değişik ölçülerde onu yermektedir. Komünistler için Sovyetler Birliği, sosyalizm düşünü gerçekleştirdiği için bütün gerçek sosyalistlerin övgüsüne hak kazanmıştır. Sosyalistler içinse, Sovyetler Birliği sosyalizmi hiç kuramadığı için –hiç değilse onların hayal ettikleri sosyalizmi kuramadıkları için– sadece yergiye lâyıktır.
SOSYALİZM, HALKIN ÖZEL MÜLKİYETİNİ ELİNDEN ALMAK MI DEMEKTİR?
Sosyalistler, halkın özel mülkiyetini elinden almak şöyle dursun, daha çok insanın eskisinden daha fazla özel mülkiyeti olmasını isterler.
iki çeşit özel mülkiyet vardır. Niteliği gereği kişisel olan mülkiyet vardır: kişisel tatmin için kullanılan tüketim malları. Bir de, kişisel nitelikte olmayan özel mülkiyet türü vardır: üretim araçları mülkiyeti. Bu tür mülkiyet kişisel tatmin için değil tüketim mallarının üretimi için kullanılır.
Sosyalizm, birinci çeşit özel mülkiyeti, diyelim ki, giydiğiniz elbiseleri elinizden almak değildir, ikinci tür özel mülkiyeti, yani elbiseyi yapan fabrikayı almak demektir. Azınlığın elindeki üretim araçlarının özel mülkiyetini kaldırarak, tüketim araçlarında çoğunluk için daha fazla özel mülkiyeti sağlar. Sosyalizmde, işçiler tarafından üretilmiş olup da kapitalistin kârı biçiminde ellerinden alınan servet, daha fazla özel mülkiyet, yani daha çok elbise, daha çok mobilya, daha fazla yiyecek içecek, daha fazla sinema bileti satın alabilmeleri için gene işçilerin olur.
Kullanım ve eğlence için daha fazla özel mülkiyet vardır, ama ezme ve sömürme için özel mülkiyet yoktur, îste sosyalizm budur.
SOSYALİSTLER SINIF SAVAŞI ÖĞÜTLEMEZLER Mİ?
Toplum, çıkarları karşıt olan sınıflara bölündüğü sürece sınıf savaşının varlığı zorunludur. Kapitalizm, yapısı gereği bu bölünmeyi yaratır. Toplum düşman sınıflara bölünmediği anda, sınıf savaşı da sona ermek zorundadır. Sosyalizm, özü gereği sınıfsız bir toplum yaratır.
Sosyalistler sınıf savaşı “öğütlemezler”, zaten var olan sınıf savaşını açıklarlar. Zorunlu olarak sınıflara bölünmüş bir toplumun, böyle bir bölünmenin olanaksız hale geleceği bir topluma dönüştürülmesi işinde, işçi sınıfını yardıma çağırırlar. Kapitalizmde bir hayal olan ve ancak sosyalizmde gerçekleşebilecek olan evrensel kardeşliğin kurulması için diretirler.
Sosyalistlerin öğütlediği şey, hıristiyanlığın akidesidir, insanlığın kardeşliğidir. Sosyalistlerin öğretileri için Encyclopedia Britannica’nm da söylediği budur: “Sosyalist ahlâk, hıristiyan ahlâkın aynısı olmasa bile, ona çok yakındır.”
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ HALKI, SOVYETLER BİRLİĞİ HALKINDAN DAHA İYİ DURUMDA DEĞİL MİDİR? BU, KAPİTALİZMİN, SOSYALİZMDEN DAHA İYİ OLDUĞUNU KANITLAMAZ MI?
Birleşik Devletler’de kapitalizm 150 yıllık, Sovyetler Birliği’nde sosyalizm sadece 50 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bunun için, ikisi arasında bir karşılaştırma yapmak, yetişkin bir insan ile henüz yürümeye başlayan bir çocuğun kuvveti arasında karşılaştırma yapmak gibidir.
Üstelik, Sovyetler Birliği, doğuşu sırasında, savaş ve kıt-lığın perişan ettiği geri bir sanayi ülkesiydi. Tam gelişmeye başladığı sırada, ikinci Dünya Savaşında bir kere daha yakılıp yıkıldı. Sosyalizm ile kapitalizmin birbirlerine göre üstünlükleri, dünyanın en zengin kapitalist ülkesi olan, sanayide en ileri ve üstelik savaşın yıkımından en az zarar gören bir ülkeyi örnek alarak kanıtlanamaz.
Daha âdil bir karşılaştırma, Çarlık Rusyası kapitalizmi ile Sovyetler Birliği sosyalizmi arasında yapılacak karşılaştırma olur. Bunda, tarafsız her gözlemci, sosyalizmin her bakımdan çok üstün olduğunu kabul eder.
Bunun gibi, gene âdil bir karşılaştırma, kapitalist Birleşik Devletler ile sosyalist Birleşik Devletler arasında yapılacak bir karşılaştırma olabilir.
Dünyanın hiç bir tikesinde maddî koşullar, sosyalizm için bu derece olgun değildir. Kapitalizmin güvensizliğinden, yoksulluktan ve savaştan, sosyalizmin güvenliliğine, bolluğa ve barışa geçiş, hiç bir yerde buradaki kadar hızlı ve asgarî karışıklık ve huzursuzlukla olamaz. Sosyalizm yolunda olan öteki ülkeler, sanayi kuruluşları, bilimsel ve teknik bilgiyi elde etmek için büyük fedakârlıklar yapmak zorunda oldukları halde, bizde bütün bunlar hazır durumdadır. Başka ülkelerde, Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, bolluk yaratacak üretim düzeyine ulaşmak için halkın fedakârlık yapması gerekir, oysa Amerika’da üretici güçler hazır durumdadır, tek yapılacak şey, bunları kurtarmaktır, îşte bunu, kapitalizm değil, ancak sosyalizm yapabilir.
SOSYALİZM, ANTİ-AMERİKAN DEĞİL MİDİR?
Sosyalizmin, anti-Amerikan olması için, amaçlarının Amerikan halkının ruhu ve gelenekleriyle uyum içinde olmaması gerekir. Durum böyle midir? Sosyalizmin amaçları olan sosyal adalet, fırsat eşitliği, ekonomik güven ve barıştan daha Amerikan ne olabilir? Bütün bunlar, Bağımsızlık Bildirisi ile Anayasada yer alan Amerikan ilkelerinin ta kendisidir. Gene bütün bunlar en büyük devlet adamlarımızın yaymaya çalıştığı idealler değil midir?
Karl Marx’m sosyalizmi bir bilimdir. Bütün öteki bilimler gibi evrenseldir ve Amerika da dahil, yeryüzünün her köşesindeki milyonlarca insanın düşüncesini doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak etkilemiştir. Bir fikrin Amerikan ya da anti-Amerikan olmasının ölçüsü, o fikrin nereden geldiği değil, Amerika’ya uygulanabilir olup olmamasıdır.
“İNSAN TABİATINI DEĞİŞTİREMEYECEĞİMİZE GÖRE” SOSYALİZM OLANAKSIZ BİR ŞEY DEĞİL MİDİR?
“İnsan tabiatını değiştiremezsiniz” savını öne sürenler, insanın, kapitalist toplumda, belirli bir biçimde davranmasına bakarak, bunu, insanoğlunun tabiatı diye kabul et-me ve başka türlü davranmasına olanak olmadığını varsayma hatasına düşüyorlar. Bunlara göre kapitalist toplumda insan, “hep bana” diyen bir tabiattadır, onu harekete getiren şey, bencil bir hırs ile iyi ya da kötü her yola başvurarak, öne geçme dürtüşüdür. Bundan da şu sonucu çıkartıyorlar: bu, bütün insanlar için “doğal” bir .davranıştır ve özel kazanç için rekabetçi mücadele dışında herhangi bir şeye dayanarak bir toplum kurmak olanaksızdır.
Ne var ki, antropologlar, bunun saçma olduğunu söylüyorlar ve bugün varolan başka toplumlarda insan davranışının kapitalist toplumlardakine hiç benzemediğini belirterek bu sözlerini kanıtlıyorlar. Ve bunlara katılan tarihçiler de, gene bu savın saçma olduğunu söylüyorlar ve köleliğe ve feodalizme dayanan toplumlarda yaşayan insanların davranışlarının, kapitalist toplumdakine hiç benzemediğini belirterek, bu sözlerini kanıtlıyorlar.
Bütün insanlarda, hayatta kalabilme ve türünü sürdürme içgüdüsünün doğuştan varolduğu belki de gerçektir. Beslenme, giyinme, barınma ve cinsel aşk gereksinmeleri, temel gereksinmelerdir. Bu kadarı “insan tabiatı” diye kabul edilebilir. Ancak, bu isteklerini tatmin etmek için seçtikleri yolun, kapitalist toplumda alışılagelen yol olması gerekmez. Bu, daha çok, içinde doğup büyüdükleri kültüre bağlıdır. Eğer bir insanın temel gereksinmeleri, bir başkasını yere sermekle karşılanabiliyorsa, insanların birbirlerini yere sereceklerini varsayabiliriz; yok eğer, insanın temel gereksinmeleri işbirliği ile daha iyi karşılanabiliyorsa, insanların işbirliği yapacaklarım varsayabiliriz.
însanm bencilliği, daha çok ve daha iyi yiyecek, giyecek, barınak ve güvenlik isteğinde ifadesini bulur. Bu gereksinmelerin, kapitalizmde, sosyalizmdeki kadar karşılanamayacağını öğrenirse, gerekli değişikliği yapar.
17. ÖZGÜRLÜK
Amerikalıların çoğu için özgürlük, devlet müdahalesi olmaksızın istediklerini yapmak, diledikleri şeyi söylemek hakkıdır. Hele, hükümet ile hükümeti yönetenleri eleştirme haklarından dolayı, büyük gurur duyarlar.
Amerikalıların haklı olarak gurur duydukları bu özgürlükler, İnsan Hakları Bildirisi ile Anayasanın başlangıcındaki on maddede sayılmıştır. Güvenlik altına alınan haklar şunlardır: konuşma özgürlüğü, keyfî tutuklanmama özgürlüğü, bütün ceza kovuşturmalarında jürinin bulunduğu bir mahkemede yargılanmadan mahkûm edilmeme özgürlüğü.
Bu özgürlüklerin önemi konusunda ne söylense azdır. Bunlar çok değerli özgürlüklerdir, îşçi sınıfının daha iyi ko^ sullar için verdiği mücadelede, bunlar, başlıca silah olmuştur. Büyük Amerika’nın yaratılmasına yardımcı olmuşlardır. Bunlar, Birleşik Devletler’i, diğer ülkelerden göç edeceklerin çekim alanı haline getirerek ulusun inşasına yardım etmişlerdir. Kardeşi Josef’ten yeni bulduğu özgürlüğü öven şu mektubu aldıktan sonra Misel artık eski yurdunda kalabilir miydi? “Misel, burası görkemli bir ülke. İstediğin her şeyi yapma özgürlüğü var. İstediğin şeyi okur, istediğini yazar, aklına gelen her şeyi konuşabilirsin; bunun için kimse seni tutuklamaz.”
Amerikalılar, hiç kuşkusuz, bu özgürlüklerin tadını, öteki birçok ülke halklarından daha fazla çıkarmışlardır. Ancak Anayasa ile bize verilen hakların gerçek hayatımızda daima var olduğunu sanmak budalalık olur. Kitaplardaki özgürlükler, gerçek hayatımızda her zaman bizim olmamıştır. Bunun için, Senato Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler Komitesi, yurttaşları, însan Hakları Bildirisine hiç aldırmaksızın suçlamakta ve kovuşturmaktadır. Devlet memurlarının düşünce ve örgütlenme özgürlükleri, Başkanlığın, Amerika’nın geleneksel anlayışından uzak, yeni bir sadakat emriyle, ayaklar altına alınmıştır. Federal Araştırma Bürosu (FBI), milyonlarca Amerikalının inanç ve eylemleri hakkında bitip tükenmez gizli dosyalar düzenleyen siyasî bir polis dairesine döndürülmüştür. FBI, giriştiği araştırmalarda, yeni-“sadakat” anlayışı çerçevesi dahilinde, örnekte görülen yorumlarda bulunmayı görevi saymaktadır. 1948 tarihli bir FBI raporunda şu yorum yer alabilmiştir: “Zenci hizmetçisinin ön kapıdan eve girmesine izin verecek nitelikte bir insandır.“
Olaylar, bizim, yücelttiğimiz özgürlüklerin tantanayla ilân edilmeleri ile bunların gerçekleşmelerinin bir ve aynı şeyler olduğu konusunda benimsediğimiz inancın hiç de yerinde olmadığını gösteriyor. Durup dinlenmeden bunlara olan bağlılığımızı ilân etsek de, dua okur gibi her gün tekrarlasak da, bu özgürlükler gene de gerçekleşemez.
Üstelik, özgürlüklerimiz, devletin doğrudan zorlaması olmadan da, etkin bir biçimde kısıtlanabilir ya da yok edilebilir. Bunun örnekleri pek çoktur: güneyde zenciler, beyazlarla eşit yurttaşlık haklarına sahip değildir, ve ülkenin her yerinde, şu ya da bu biçimde farklı muamele görürler. Yahudiler, kolejlere, otellere, işe, eşit koşullarla giremezler. Sahne yazarları, Anayasanın kendilerine sağladığı kişisel inançlarını, kanaatlerini açıklamamak haklarında direndikleri için ekmeklerinden edildiler. Yorumcular, fazla “liberal“ görüldükleri için işlerinden oldular.
İstediğimizi söylemek özgürlüğü, övündüğümüz ve inandığımız ölçüde güvence altında mıdır? Politik ve ekonomik karşı görüşlere, gerçekten hoşgörü ile bakabiliyor muyuz? Olağan zamanlarda liberaller ile radikalleri hapisanelere kapamadığımız doğrudur. Ya büyük gerilim zamanlarında neler oluyor? îşin, gücün ve saygınlığın hemen her zaman yumuşak başlılara, “sağlam ve güvenilir” kişilere nasip olduğu doğru değil midir? Örneğin eğitim alanını ele alalım. Üniversitelerimizdeki akademik özgürlükle övünürüz. Birleşik Devletler’deki yüzlerce üniversitede binlerce profesör vardır. Genellikle –tabiî olağan zamanlarda– bunların, düşündüklerini öğretme özgürlüğü vardır. Ama bunların, her şeyden önce, üniversite yöneticileri ile hemen aynı çizgide düşündükleri için seçildikleri doğru değil midir? Akademik yönden yeterli kaç sosyalist, fakültelere ekonomi profesörü olarak atanmıştır?
Basın özgürlüğü, soylu ve tantanalı bir sözdür ve Amerikalıların kulaklarına pek hoş gelir. Bunun, kamuya her şeyi rahatça söylemek hakkı olduğunu sanırız. Bir zamanlar belki öyleydi, ama artık değil. Chicago Üniversitesi eski rektörü Dr. Robert Hut chins yönetimindeki Basın Özgürlüğü Komisyonu, 1947 tarihli raporunda şöyle diyordu: “Hükümete karsı korunmuş olmak, artık söyleyecek şeyi olan bir insanın, bunu söylemek fırsatını ve olanağını bulmasına yetmemektedir. Basının sahipleri ile yöneticileri, kimin, neyi, nasıl söyleyeceğini, hangi düşüncelerin halka ulaşacağını kararlastırıyorlar.”
Biz, Amerika’da, tüm özgürlük sorununun, “hükümete karsı korunmaya” bağlı olduğunu, söyleyeceğimiz ya da ya-pacağımız şeyler üzerine yasalarla konulan zorunlulukların ya da denetimin sınırlandırılmasıyla sorunun çözümlenebileceğini sanırız. Ama, Komisyon raporunun da gösterdiği gibi, kısıtlamanın bulunmayışı, tek başına yetmiyor; “söyleyecek şeyi olan bir insanın, bunu söylemek fırsatı ve olanağını bulması” yetmiyor.
Sosyalistler, bunun, tüm sorunun candamarı olduğunu öne sürüyorlar. Zor ve baskının bulunmayışı, sosyalistler için, hiç kuşkusuz çok değerli olmakla birlikte, kendiliğinden özgürlüğü sağlayamıyor. Size bir şeyi yapmayı yasaklayan bir yasanın bulunmayışı, sizin onu yapabilecek durumda olduğunuz anlamına gelmez. En yakın havaalanına giderek, New Orleans’a, Hollywood’a veya New York’a gidecek bir uçağa binmek hakkınız olabilir ama, eğer cebinizde bilet alacak paranız yoksa, aslında bunu yapmak özgürlüğünüz yok demektir. Kullanamadıktan sonra, hakkinizin bulunması neye yarar?
Öyleyse özgürlük, zor ve baskının bulunmamasından çok daha fazla bir şey demektir. Özgürlüğün, insanların çoğunluğu için derin anlam ve önemi olan olumlu bir yanı vardır. Özgürlük, hayatı bütünüyle yaşamak demektir; yeterli beslenme, giyinme ve barınma konusunda, bedenin gereklerini karşılamak için ekonomik olanak, ayrıca aklın faaliyet alanını genişletmek, kişiliği geliştirmek ve kişiliğimizi ortaya koymak için etkin fırsat ve olanaklara sahip olmak demektir.
Bu özgürlük anlayışı, isteklerini daima tatmin etme ve zihnî yetilerini geliştirme olanağına sahip olmuş kimseleri şaşırtabilir. Bunlar için özgürlük, sadece haklarına müdahale edilmemesi ile ölçülür. Oysa insanlığın büyük çoğunluğu için özgürlük haklarla değil, ekmek, tatil ve dinlenme, güvenlikle ölçülür. Bu daha geniş anlayışın geçerliğini saptamak için birkaç soru sormak yeterlidir, îşsiz ve aç bir insan özgür müdür? Kitap ve kültür dünyasının kapıları kendisine kapanmış okuma yazma bilmeyen cahil bir insan özgür müdür? Yılın 52 haftasında çalışmak zorunda olan, dinlenme, tatil, gezmek için birkaç günü biraraya getiremeyen bir insan özgür müdür? Gece gündüz, iki yakasını biraraya getirme tasasında olan bir insan özgür müdür? Her an işini kaybetme korkusu içinde olan bir insan özgür müdür? Yetenekli ama yeteneklerini geliştirecek öğrenim olanaklarından yoksun bir insan özgür müdür?
Bolluk, güvenlik ve gezip tozma anlamındaki bu geniş özgürlüğün tadını, sadece zenginler çıkartabilir. Yoksullar özgür değildir. Ayrıca yukarda gördüğümüz gibi, kapitalizmde, özgürlüklerini de kazanamazlar. Corliss Lamont’un yerinde bir deyişiyle sosyalizm için mücadele, “özgürlükten pay alma” mücadelesidir.
İşçi sınıfı için özgürlüğe giden yol, açıkça bellidir: üretim araçlarının özel mülkiyeti yerine kolektif mülkiyeti koymak, kapitalizmin yerine sosyalizmi kurmak. Çoğunluğun gerçek özgürlüğü bu yoldadır. John Strachey bunu şöyle ifade ediyor: “Kapitalistleri mülksüzleştirmek olan ilk adım, kapitalizmde bir çırpıda o güne kadar varolmuş ya da varolabileceklerin hepsinden daha fazla özgürlük yaratır; tabiî kapitalistler hariç. Hayatları, geçim araçlarım ellerinde tutan küçük bir sınıfın lütuf ve merhametine bağlı kaldıkça, ne anayasa, ne insan hakları, ne cumhuriyet, ne anayasal monarşi, insanları özgür kılabilir. İngiliz ve Amerikan işçilerinin sadece bir kırıntısına sahip oldukları özgürlükler, ancak sosyalist bir toplumda biçim ve öz kazanabilir. Sosyalist bir toplumda işçiler, yalnız teorik haklara değil, özgürlüklerini kullanmada günlük pratik fırsatlara da kavuşurlar. Sadece çalışmazlar, yasamaya da zaman bulurlar. Sosyalizmde çalışma, özgür ve iyi bir hayatın aracı olur. Kapitalizmde ise işçinin hayatı, kendisinden en fazla işi koparmak için, gerekli bir araç olarak korunur.”
Sosyalizm, halk yığınları için özgürlüğün koşuludur, ama kapitalist sınıfı da keyfini sürdüğü özgürlükten yoksun kılar. İşte bunun için, kapitalistlerin, sosyalizm ile özgürlüğün bağdaşamaz şeyler olduğu konusundaki öfkeli çığlıklarını şu soruyla karşılamalıyız: kimin özgürlüğü? Sosyalizmin, onların alıştığı cinsten özgürlükle bağdaşamayacağı doğrudur. Sosyalizm, bunların kendi refahlarını, genel refahın üzerine koyma özgürlüklerine son verir. Başkalarını sömürme özgürlüklerine de son verir. Çalışmadan yaşama özgürlüklerine de.
Ama bütün geriye kalanlarımız için sosyalizm, daha az değil, daha fazla ve etkin özgürlük demektir. Kapitalistlerin özgürlüklerini yitirecekleri konusunda fazla tasalanmak yerine, azıcık özgürlükleri olanların daha fazla özgürlüğe, ancak, gereğinden çok özgürlüğü olanlar zararına kavuşabileceğini unutmayalım. Abraham Lincoln’ün sözleriyle:
“Hepimiz özgürlükten yana olduğumuzu ilân ediyoruz; aynı sözcüğü kullanıyoruz, ama aynı şeyi kastetmiyoruz. Bazıları için özgürlük, canının çektiği şeyi yapmak, emeğinin ürününü dilediği gibi kullanmaktır. Buna karşılık, başkaları için aynı sözcük, bazı insanların başkalarına istediklerini yapmaları, başkalarının emeklerinin ürününü diledikleri gibi kullanmaları anlamına gelebilir. Burada, sadece farklı değil, uyuşmaz iki şeye aynı ad verilmekte, özgürlük denilmektedir. Bunun sonucu, bu şeylerin herbirine, iki ayrı taraf, iki farklı ve bağdaştırılamaz ad vermekte, özgürlük ve zulüm demektedirler.
“Çoban, koyunu boğazlamak üzere olan kurdu kovalar; koyun, kurtarıcısı olduğu için çobana teşekkür eder; oysa kurt, aynı hareketinden dolayı çobanı özgürlüğün yıkıcısı di-ye lanetler. … Açıkçası, koyun ile kurt, özgürlük sözcüğünün tanımı üzerinde anlaşamıyorlar.”
İşte tıpkı bunun gibi, sosyalistlerle kapitalistler, serbestlik, özgürlük sözcükleri üzerinde anlaşamazlar. Sosyalistler için, ulusun bütün üretim araçlarının halkın malı olması ve bunların merkezî bir plana göre yönetilmesi özgürlük demektir, oysa özgürlüğün anlamı kapitalistler için tam tersidir. Bunların hangisi doğrudur? Sosyalist görüşaçısı, hiç değilse, tutarlı olmak gibi bir erdeme sahiptir. Eğer siyasal demokrasiden yana isek –ki bunu dilimizden hiç düşürmüyoruz– aynı nedenle ekonomik demokrasiden de yana olmalıyız.
Kapitalistler artık siyasal demokrasiye karşı çıkmak cesaretini gösteremiyorlar. Ama, ekonomik demokrasiye, özgürlüğe karşı bir darbe olduğu gerekçesiyle karşı çıkıyorlar. Gene aynı soruyu sormalıyız: kimin özgürlüğü? Bunlar, hayatın nimetlerini paylaşmak için bütün bireylerin özgürlüğü ile mi ilgileniyorlar, yoksa kendi ayrıcalıklı durumlarını sürdürmek için sadece üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet özgürlüğünü mü düşünüyorlar?
Özgürlük, hayatı tümüyle yaşamak demektir; yeterli beslenme, giyinme ve barınma konusunda bedenin gereklerini karşılamak için ekonomik olanak, ayrıca aklın faaliyet alanını genişletmek, kişiliği geliştirmek ve kişiliğimizi ortaya koymak için etkin fırsatlara sahip olmak demektir. Besbellidir ki, bu anlamda özgürlük, en büyük bolluğa kavuşulunca mümkün olur.
Toplum sınıflara bölünmesi, insanın insanı sömürmesi ve özgürlükten küçük bir azınlığın yararlanmasının tarihî gerekçesi insan üretkenliğinin düşük düzeyi, artık ortadan kalkmıştır.
Şimdi insanlık tarihinde ilk kez, işsizliği yoketmek, toplumsal güvenliği ve huzuru eksiksiz sağlamak, kültür dünyasına herkesin girebilmesini kolaylaştırmak, dinlenmek, eğlenmek, çalışmak ve yaratıcı eylemlere zaman ayırmak için sınıfları kaldırmak, yeryüzünden sömürüyü silmek, insan yaşamının niteliğini zenginleştirmek mümkün hale gelmiştir.
Bu kolay olmayacaktır, çabuk olmayacaktır, ama bu sosyalizmle gerçekleştirilir.
însanm yüzyıllar boyu süren, insanlığın kurtuluşu hayalinin gerçekleşmesinin eşiğindeyiz; yalnızca bir avuç insan için değil, tüm insanlar için özgürlük.
18. İKTİDAR YOLU
Marksistler, toplumu değiştirmek için devrimin zorunlu olduğu düşüncesindedirler. Kapitalizmden sosyalizme geçişin, herhangi bir anda değil, ancak dönüşüm için koşulların olgunlaştığı zaman olabileceği inancındadırlar, iktidarın, bir azınlık tarafından ele geçirilmesinden yana değildirler; devrim, ancak, nispî bir toplumsal karışıklık anında, egemen sınıfın önderliği etkisiz hale geldiği ve iktidarın ele geçirilmesinde halkın çoğunluğunun iyi örgütlenmiş isçi sınıfının desteklediği zaman başarılı olabilir.
Devrim, ayaklanma ya da başkaldırma ile, hükümet kadrolarının egemen sınıfın birinin üyelerinin elinden ötekine geçmesini sağlayan bir nöbet değiştirme değildir. Marksistler için “devrim” teriminin daha derin bir anlamı vardır. Devrim, ekonomik ve siyasal iktidarın, bir sınıftan diğer bir sınıfa geçmesi demektir. Marx’m öngördüğü devrim türü, sosyalist devrim, iktidarın kapitalist sınıftan, işçi sınıfına geçmesi anlamına gelir, îşçi sınıfı ile. kapitalistler arasındaki ilişkileri değiştirerek, işçi sınıfının egemen sınıf olması demektir; üretim araçlarının toplumsallaştırılması yoluyla, kapitalizmin ortadan kaldırılması demektir.
Siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi, devrimin ilk adımıdır. İkinci adım, toplumsal düzene yeni bir biçim vermek ve kapitalist sınıfın değişmeye karşı direncini ezmektir.
Marksistler, bu noktada, tarihten edinilen deneylere dayanarak, devrimlerin kuvvet ve şiddetle birlikte yürüdüklerini hatırlattıkları için halk arasında, onların “kuvvet ve şiddet” yanlısı oldukları kanısı yaygındır. Bu, doğru değildir. Marksistler, şiddet kullanılmasından yana değildirler; zaten aklı başında kimse şiddetten yana olamaz. Marksistler, toplumu, kapitalizmden sosyalizme, barışçı ve demokratik yöntemlerle dönüştürmeyi herkesten fazla isterler. Ancak, gerekli değişiklik için, isçi sınıfının çoğunluğunun isteğini gerçekleştirme girişiminin, eski düzenin sürüp gitmesini arzu eden egemen sınıfın direnciyle karşılaşacağını hatırlatırlar. Ayrıca, bir kez iktidara gelen işçi sınıfının kuvvet ve şiddete başvurmasının, mülksüzleştirilmiş kapitalistlerin ve bunların öteki ülkelerdeki müttefiklerinin, kuvvet ve şiddet kullanan bir karşı-devrimle kendi iktidarını devirmesini önlemenin bir aracı olması bakımından da haklılığında diretirler.
Marksistler, kapitalizmden sosyalizme geçişi, “despotluktan özgürlüğe” dönüşüm olarak kabul ederler. Bunu, zorunlu ve kaçınılmaz olarak görürler. Bunun tehlikelerinin pekâlâ farkındadırlar. Kan akabileceğinin, can kaybı olabileceğinin farkındadırlar. Ama bunun bir başka seçeneği var mı diye sorarlar. Sosyalist devrime eşlik edebilecek can kaybının dışında kalan seçenek, ıstırap olmaması, kan dökülmemesi, şiddet olmaması, can kaybı olmaması mıdır? Hiç de değil. Öteki seçenek, kapitalist savaşlarda daha büyük ıstırap, daha fazla kan dökülmesi, daha fazla şiddet, daha fazla can kaybı kaçınılmazdır. Tarih kitapları, Fransız Devrimi sırasında ölen binlerce insanın öyküsünü dehşetle anlatmaktadır. Bu, gerçekten trajik bir öyküdür. Ama bir de bu devrimde kaybedilen insan sayısını –17.000 kadar tahmin ediliyor– son dünya savaşının tek bir muharebesinde ölen insan sayısı ile karşılaştırınız. 17.000 insanın hayatına malolan Fransız Devriminin şiddeti ile-, asker ve sivil 22.060.000 ölü, 34.400.000 yaralı sayısı ile İkinci Dünya Savaşının şiddet ve dehşetini karşılaştırınız! Dünya çapında sosyalizmi kurmak ve onunla birlikte barışa kavuşmanın karşısında seçilecek yol, kapitalizmi, getireceği kaçınılmaz savaşlarla birlikte olduğu gibi yerinde bırakmaktır.
Yepyeni bir hayat tarzının kurulmasının dışındaki seçenek, gelecek kapitalist savaş hengamesinde belki de tüm insanlığın yokolup gitmesidir. Yüz yıl önce Karl Marx ile Friedrich Engels Komünist Manifestomda, dünya işçilerine, insan soyunun tarihsel gelişiminde bir sonraki adım olan kapitalizmden sosyalizme geçişin niçin gerektiğini ve bunu nasıl gerçekleştireceklerini açıklamışlardı. Bu devrim bilimcileri o büyük yapıtlarını yayınlamadan birkaç hafta önce, 12 Ocak 1848’de, bir büyük Amerikalı, Temsilciler Meclisinde, onların düşüncelerini aynen yansıtan bazı şeyler söylüyordu, îşte Abraham Lincoln’ün, halkın devrim yapma hakkı üzerinde söylediği sözler: “Dünyanın her yerinde halkın, eğer istiyorlarsa ve güçleri yetiyorsa, ayaklanma, mevcut hükümeti devirme ve kendi isteklerine daha iyi uyan bir yenisini kurma hakkı vardır. Bu en değerli ve en kutsal haktır — bir hak ki, dünyayı kurtarıp özgürleştireceğine umudumuz ve inancımız vardır. Bu hak, mevcut devletin .bütün halkının kullanmaya karar vereceği durumlarla da sınırlı değildir. … Böyle bir halkın çoğunlukta olan bir kesimi, arasına karışmış ya da kendisiyle yanyana duran bir azınlığı bu harekete karşı koyduğu için devirerek, devrim yapabilir. Bizim devrimimizde, Torylerin durumu, işte tam bu azınlığın durumu gibiydi. Devrimlerin bir niteliği de, eski yollar ya da eski yasalar doğrultusunda gitmek değil, her ikisini de parçalayıp yenilerini yapmaktır.”
19. SOSYALİZMİN HAYATIMIZDAKİ ETKİSİ NE OLACAKTIR?
Sosyalizm, yetkinlik getirmeyecektir. Bir cennet yaratmayacaktır. İnsanlığın karşı karşıya olduğu sorunların tümünü çözmeyecektir. Günahkârların evliya oluvermesi, cennetin yeryüzüne inivermesi, tüm sorunlara bir çözüm bulunuvermesi, ütopyacı sosyalistlerde olduğu gibi, sadece sunî olarak yaratılmış hayalî toplum sistemlerinde olur. Marksist sosyalistlerin böyle hayalleri yoktur. Sosyalizmin, sadece, insanlığın belirli gelişme aşamasındaki belirli sorunları çözümleyeceğini bilirler. Bundan daha fazlasını iddia etmezler. Ama bu kadarının bile hayat düzenimizi geniş ölçüde iyileştireceğine inanırlar. Ortaklaşa sahip olunan üretici güçlerin bilinçli ve planlı bir şekilde geliştirilmesiyle sosyalist toplum, kapitalist düzende ulaşılabileceğinden çok daha yüksek düzeyde bir üretime ulaşacaktır. Sosyalizm, kapitalist verimsizliği ve israfı ortadan kaldıracaktır; özellikle gereksiz depresyonlardaki atıl insan, makine ve para israfını. Uluslararası barışın kurulması yoluyla, kapitalist savaşlardaki daha da pahalıya malolan insan ve malzeme israfını da ortadan kaldırır. Teknik gelişmeyi hızlandırır ve kâr sağlamayı ilk ve en önemli amaç sayan kapitalizmin önüne çıkardığı engellerden arman sosyalist bilim, ileriye doğru büyük adımlar atar. Üretimdeki artış, mal miktarını çoğalttıkça, herkesin yaşam düzeyinde bir yükselme olur. Yaşama tarzındaki bu toptan değişiklik, bu hayatı yaşayan insanlarda da bir değişme yaratır. Başlangıçta insan, sosyalist topluma, kapitalist düzende alışkın olduğu hayat ve çalışma anlayışını da birlikte getirir. Kapitalizmin rekabetçi havasında katılaştığı için, sosyalizmin işbirliği ruhuna kolayca alışamaz. Kapitalist sistemin bencil düzeni benliğinde yer ettiği için, sosyalizmin bütün insanlara yardım ilkesini hemen benimseyemez. Kapitalizmden sosyalizme geçişle pek çok şey kazanacak olan kimseler bile, bu değişikliğe hazırlıklı değildirler. Hele, üretim araçlarının özel mülkiyetten kamu mülkiyetine geçmesiyle güçlerini ve servetlerini kaybeden eski egemen sınıf olan kapitalistler için, bu sözler çok daha fazla doğrudur.
Ama, kullanım için planlı üretime dayanan sosyalist düzen kök saldıkça, insanların tutum ve gelişmelerinde de değişmeler başlar. Zihnî ve ruhî görünümler indeki kapitalist izler yok olur ve bunlar, sosyalizm ruhu içinde yeni bir yön kazanırlar. Yeni toplumda doğup büyüyen yeni kuşaklar, tıpkı eski kuşağın kapitalist düzene alışması gibi, sosyalist yasama tarzına alışırlar.
Kapitalizmin propagandacıları, bizi, sosyalizmin, özgürlüklerin sonu demek olduğuna inandırmaya çalışırlar. Oysa gerçek, tam tersidir. Sosyalizm, özgürlüğün başlangıcıdır. Sosyalizm, insanlığa en büyük acıları veren kötülüklerden kurtulmak demektir; ücretli kölelikten, sefaletten, toplumsal eşitsizlikten, güvensizlikten, ırk ayrımından, savaştan kurtuluş demektir.
Sosyalizm, uluslararası bir harekettir. Programı dünyanın bütün ülkelerinde aynıdır: barbar rekabet sistemi yerine, işbirliğine dayanan ortak zenginlik için uygar işbirliğini koymaktır. Her insanın refahının bütün insanların refahı ile gerçekleşebileceği insanların kardeşliğine dayanan toplumu kurmaktır. Sosyalizm, gerçekleşemeyecek bir düş değildir. Toplumsal evrim sürecinde bir ileri adımdır. Ve gerçekleşme zamanı gelmiştir.
SOL YAYINLARI. Sorumlu Yönetmen: Muzaffer Erdost. Yönetim Yeri: Zafer Çarşısı, 26, Yenişehir, Ankara.