Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Kasım 24, 2024
No menu items!
Ana SayfaİdeolojiDinSosyalist bir alternatif'in olmadığı yerde, 'din' yol gösterici olabilir | Cem Uzun

Sosyalist bir alternatif’in olmadığı yerde, ‘din’ yol gösterici olabilir | Cem Uzun

Din ve politika

Ne Türkiye’de ne de Ortadoğu’da din ve politikanın iç içe geçmesi yeni bir olgu değildir. Hatta İslam’a da özgü değildir. Almanya yapılan son genel seçimlere katılan partilerden birisi Hıristiyan Demokrat Parti’dir. Bavyera eyaletinde ise, Protestan Almanya’nın geri kalanından farklı olarak, Katolik kökenli bir parti mevcuttur. ABD’de Hıristiyan sağ politikalar büyük partiler üzerinde etkindir, hatta radikal ‘terörist’ Hıristiyan gruplar kürtaj kliniklerinde çalışan işçiler ve bu hizmeti kullananlara ölümle sonuçlanan saldırılarda bulunmaktadır.

Dine sarılmış bütün politikalar sağcı da değildir. Orta ve Güney Amerika’da radikal Katolik din adamları insan ve işçi hakları, demokrasi için ölümleri pahasına mücadele etti.

Dolayısıyla din ve politika arasındaki ilişkiyi anlamak istiyorsak bu hareketlerin sergiledikleri çelişkilerin kökenine inmemiz gerekiyor.

Din nedir?

Marks, din ve dinin etkilerini araştırdığı bir yazısında; “İnsanı yaratan din değil; dini yaratan insandır” der. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı yapıtına ise şu satırları ekler:

“Dinsel acı, aynı zamanda hem gerçek acının bir anlatımı, hem de gerçek acıya karşı bir başkaldırıdır. Din, baskı altındaki yaratığın iç geçirmesi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz dünyanın ruhudur. Halkın afyonudur.”

Dinin, hem verili toplumsal düzeni savunmak, hem de insanların acısını ifade etmek şeklinde tezahür eden ikili bir karakteri olduğu için Marks şunu öneriyor: “Tarihe yardımcı olan felsefe” (yani sosyalizm), silahını “kutsal olmayan yabancılaşma” üzerine çevirmeye konsantre olmalıdır. Marks şöyle devam ediyor:

“Böylece göğün eleştirilmesi yerin eleştirilmesine, dinin eleştirilmesi hukukun eleştirilmesine, din bilimin eleştirilmesi de siyasetin eleştirilmesine dönüşmüş olur.”

Din muğlak ve esnek olmak zorundadır. Başka türlü toplumu bir arada tutan bir ideoloji olarak işlev göremez. Ancak bu muğlaklık bazen devrimci hareketlerin kendilerini ifade ederken dini fikirler kullanması anlamına da gelebiliyor. İngiliz burjuva devrimi sırasında her iki taraf da İncil’i taşıyordu. Kralın vurgu yağtığı bölümler, yöneticilere itaati vurguluyordu. Devrimciler ise yoksulları metheden bölümlerden alıntılar yaparlardı: “Zayıf olanlar kutsanmıştır çünkü dünyanın varisi olandır.”

Kuran da muğlak ifadelerle doludur. Bir yandan mülkiyet haklarını savunan ve köleciliği hoş gören, diğer taraftan da İslam için mücadele etmek istemeyen zengin Arapları eleştiren bölümleri vardır. “Kula kulluk etmeyiniz” yaklaşımını isyan bayrağı haline getirenler için, Peygamber Muhammed’in “Cihadın en üstünü, zalim yönetici karşısında hak sözü söylemektir” gibi sözleri (hadis), ya da Kuran’daki “İnsanların haklarını kısmayın” (42/183), “Zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur” (11/15) “Size ne oluyor ki Allah yolunda savaşmıyorsunuz ve ‘Rabbimiz bizi halkı zalim olan şu ülkeden çıkar ve bize katından bir sahip ve bir yardımcı gönder!’ diye dua eden o mustazaf (aciz ve zayıf bırakılmış) erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz” (4/75) gibi ayetler, bütünüyle “bu dünya” ile ilgili ve otoriteyi sorgulamak için her zaman kaynak olabilecek ifadelerdir. Pir Sultan başkaldırırken “Şimdi bizim aramıza/ yola boynun veren gelsin/ şeriatı tarikatı/ hakikati bilen gelsin” diyordu. Son halife olan Ali ve Ebu Zer, “Evinde ekmek olmadığı halde kınından sıyrılmış kılıcıyla başkaldırmayan adama şaşarım” diyerek mücadele etmişlerdi.

Rusya’da 1905 Devrimi’ni başlatan işçiler Çarın sarayına ellerinde ikonalarla (kutsal kişilerin resimleri) Ortodoks rahiplerin liderliğinde yürüdü.

Sosyalistler ve din

Memnuniyetsizlik ve isyan, dini yollarla ifade edildiği zaman sosyalistler gelişmelere taraf olmanın bir yolunu bulmak zorundalar. Lenin, özellikle de yükselen mücadele dönemlerinde dini ilüzyonların ikincilliği konusunda çok netti:

“…Tanrıya inanan, Hıristiyan olmaya devam eden işçiler ve mistisizmi savunan aydınlar (ayıp ediyorlar) tutarlı değiller ama onları Sovyetlerden ve hatta Partiden ihraç etmeyeceğiz, çünkü gerçek mücadele ve tabandaki faaliyetlerin canlılık gösteren bütün unsurları doğrunun Marksizm’de olduğuna ikna edeceğine ve canlı olmayan bütün unsurları da bir kenara iteceğine kesin kanaat getirmiş durumdayız.”

Sosyalistlerin din hakkında ilk öğrendikleri şey, bunun bir ilüzyon olduğudur. İkincisi ise, bu ilüzyondan dolayı dinin ezilenleri rahatlattığı ve bazen de öfke ve acılarını ifade ettiği isyanın, dini fikirlerle bezenmiş olabileceğidir. Bu dini fikirlerle de soyut propaganda yoluyla mücadele etmek mümkün değildir. Alternatifin olmadığı bir ortamda din yol gösterici olabilir.

İşçilerin mücadele sürecinin pratiğinde başka fikirlerin örgütlenmede daha tutarlı bir araç olduğunu görmeleri gerekir. Lenin’in bu konuda yürüttüğü tartışmanın özü bundan ibarettir.

Lenin’in Papaz Gapon ile çay içmesi ve onun söylediklerini dinlemesinin nedeni de budur. Gapon, 1905 ayaklanmasında kitlelere liderlik etmişti ve Lenin, Gapon’un Rus kitlelerinin hissiyatını iyi anladığını fark etmişti. Lenin, Gapon ile yaptığı tartışmalar üzerine Bolşeviklerin Tarım Programı’nda değişiklikler bile önerdi. Lenin, Gapon’un rahiplik dışında polislik yaptığını bilmiyordu ama her iki meslek de kitlelerin ne düşündüğünü iyi bilmeyi gerektiriyor.

Bu söylediklerimiz, Cenova Küresel Direniş gösterilerinde bazı papaz ve rahibelerle kendimizi aynı safta bulduğumuzda şaşırmadığımız anlamına geliyor. Tabii ki başka rahipler mücadele edenlerin aforoz edilmesi gerektiğini tartışıyorlar. Dine alerjik tepkimeler verme lüksümüz yok. Dinin çelişkilerini ve ikili rolünü anlamak zorundayız.

İslam

İslamcılık yani politik bir hareket olarak İslam 20. Yüzyılın modern bir olgusudur. Bu konuda öncül olan bazı düşünürler, 19. Yüzyılda eserler vermeye başlamış olmalarına rağmen ilk gerçek kitle hareketi bir yüzyıl sonra ortaya çıktı. Bu durum, İslamcılığın yayılmasının emperyalizme karşı mücadeleye bağlı olmasından kaynaklanıyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler, burjuva ulusalcı Wafd Partisinin İngiliz emperyalizmiyle uzlaşması ve 1920’lerdeki işçi mücadelelerini satması üzerine 1930-40’larda gelişti.

Laik ve özellikle sol anti emperyalist hareketlerin ya başarısız olması ya da hareketi satması İslamcı hareketlerin gelişmesine zemin hazırladı. Örneğin Hamas, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşı İsrail devleti tarafından finanse edildi. Ancak FKÖ’nün İsrail ile uzlaştığı noktadan itibaren Hamas anti-İsrail militanlığı için bir çekim gücü haline geldi.

Aynı şekilde, Cezayir’de sol 1988 sonrası gelişen ekmek fiyatlarındaki artışa karşı mücadeleye sahip çıkmadı. Cezayir solu laik ve ilerici düzenin savunulabileceğini düşünüyordu. Ekmek zammına karşı hareketin liderliğini ışık hızıyla büyüyen İslamcılara terk ettiler.

İran’daki sol ise başka türlü bir hata yaptı. Humeyni’yi “ilerici” olarak adlandırıp Şah karşıtı harekete liderlik etmesine izin verdi. Humeyni ise İran Devrimi’ni gerçekleştiren işçilerin yarattığı konseylerin (Şura) sınıf kompozisyonunu sistematik olarak muğlaklaştırdı, bu şekilde zayıflattıktan sonra da sistematik bir şekilde solu kesti.

Bu deneyimler İslâmcı hareketlerin, solun başarısızlığı üzerine geliştiğini gösteriyor. Ancak İslâmi hareket, anti-emperyalist mücadeleleri başarıya ulaştıracak bir politikaya sahip değildir. Mısır’da Müslüman Kardeşler kitlelerin özlemine yanıt veremedi ve Mısır’ın İngiltere’den bağımsızlığını sağlayan Nasır’ın laik subay hareketi oldu. Nasır’ın ve onun devamcılarının daha sonra emperyalizm ile uzlaşması, İsrail ile antlaşmalar imzalaması İslamcı harekete yeni bir ivme kattı ve laik başkan Sedat bir suikast sonucu öldürüldü. Cezayir’de İslâmcı örgüt FİS, 1988 İntifadası’na liderlik edebildi ancak belediye seçimlerini kazandıktan sonra da temizlik işçilerinin grevini kırdı.

Chris Harman, ‘Peygamber ve İşçi Sınıfı’ kitabında İslamcı hareketin sınıf temelini şu şekilde ortaya koyuyor:

(i) Eski sömürücüler: Büyük toprak sahipleri ve köklü zenginler (ii) Yeni sömürücüler: Çok uluslu şirketler kulübünden dışlanan kapitalistler (iii) Yoksullar, özellikle de kent yoksulları, (iv) Harman’ın yeni orta sınıf diye adlandırdığı, çoğunlukla üniversite düzeyinde eğitim almış ama insanca bir yaşam standardına ulaşabilecek bir işe sahip olamayan, kendi yaşamlarının ve yaşadıkları ülkenin geri kalmışlığından sıkıntı duyanlar.

İslamcı hareket, bu kesimlere geriye değil ileriye doğru bir yol gösteriyor. İslam’ın Altın Çağı’na referanslar yapılsa da İslamcı hareket, modern dünyanın bir hareketi.

İslamcı hareket bu kesimlere dini bir ulusalcılık, kimlik gururu, istedikleri gibi bir yaşama kavuşamamanın başarısızlığına bir yanıt sunuyor. Bazı koşullarda aynı kesimler faşist hareketin de toplumsal tabanını oluşturabiliyor. Ancak bu İslamcı hareketin faşist olduğu anlamına gelmiyor. Arjantin’de Peronizm de aynı toplumsal tabana sahip olmasına rağmen işçiler faşist rejimlerde mümkün olmayan ücret artışları ve haklara sahip oldular.

Faşizm, işçi sınıfı hareketini yıkmak ve sınıfı atomize etmek üzere hizmetlerini kapitalizme sunarken İslamcı hareket emperyalizme ve etkilerine karşı mücadele için kendini ezilenlere sunuyor.

İslamcılar bazen sola karşı şiddet kullanıyor, bazen de İran’da olduğu gibi katliama gidiyorlar. Ancak sosyalistlerin “bunlar hepimizi keser” demesi sadece pasiflik yaratır. Katil olan sadece İslamcı hükümetler değildir. Ünlü Alman devrimci Rosa Lüksemburg’u öldüren hükümet sosyal demokratların kontrolündeydi. (Burada tabii ki İslamcıların sosyal demokrat olduğunu tartışmaya çalışmıyoruz.)

İslamcıların emperyalizme muhalefeti kendilerini kültürel anti-emperyalizm ile sınırlamaları nedeniyle zaafa uğruyor. Ancak bu da sadece İslamcı harekette görülen bir zayıflık değil. McDonalds’a karşı kampanya yapmanın çok iyi nedenleri olduğu tartışılmaz. Şirket işçileri acımasızca sömürüyor, sattığı yiyeceklerin besin değeri düşük, ürünleri çevreye zarar veriyor, vs. McDonalds’ın Amerikan kültürünün ürünü olduğu vurgusu ise kampanyayı, etkisini ve değerini düşürüyor. Vietnam savaşına karşı inşa edilen ve savaşı durduran hareket de Amerikan kültürünün bir parçasıdır.

İslâmcı hareketin içinde barındırdığı çelişkiler onu iki ayrı alanda bölünmeye açık hale getiriyor. Bölünmenin bir alanı- barışçıl, reformist mücadele taktiği ile şiddete başvuran yöntem arasında çiziliyor. İkinci alan ise hedefin dini bütün olmayanlar mı, devlet mi olduğu konusundaki tercih nedeniyle ortaya çıkıyor. Bu iki bölünme hattı eşgüdümlü ilerlemiyor. İslâmcı hareket bu çelişkilere rağmen büyüyorsa bunun gösterdiği tek şey daha tutarlı bir alternatifin yokluğudur.

Harman, sosyalistlerin İslamcılara karşı alması gereken tutumu şu şekilde özetliyor:

“Sosyalistler küçük burjuva ütopyacıları baş düşman olarak değerlendiremezler. Onlar uluslararası kapitalist sistemden, milyarlarca insanın kör bir birikime tabi tutulmasından, tüm kıtaların bankalar tarafından yağmalanmasından veya ‘yeni dünya düzeni’nin ilanından bu yana korkunç savaşlara yol açan makineleşmeden sorumlu değillerdir…”

Mısır, Cezayir, Türkiye gibi ülkelerdeki yoksulluk, eziyet, tutuklama, insan hakları ihlalleri, İslamcılar yarın ortadan kalksa bile, varolmaya devam edecektir.

Bu nedenlerle sosyalistler İslamcılara karşı devleti destekleyemezler. Laik değerlerin tehdit edilmesi nedeniyle devleti destekleyenler, İslamcıların solu “toplumun en yoksul kesimlerine karşı ‘ezenlerin’ ‘dinsiz’ ve ‘laik’ komplosunun bir parçası” olarak tanımlamalarını kolaylaştırmaktadırlar. Bu anlayışta olanlar, halk yığınları için hiç bir şey yapmayan rejimleri “ilerici” diye överek İslamcıların büyümesini sağlayan Cezayir ve Mısır solunun yaptığı hataları tekrarlarlar. Onlar devletin laik değerlere verdiği desteğin geçici olduğunu da unuturlar. Yeri geldiğinde şeriatın özellikle halka ağır cezalar verebilecek kısımlarını uygulamak için İslamcı liderlerle işbirliği yapar, karşılığında da baskılara karşı mücadele edilmesi gerektiğine inanan radikallerin kuyusunu kazarlar.

Sosyalistler, demokrasinin en kararlı ve tutarlı savaşçıları olmak zorundadırlar. Bazen bu mücadelede kendimizi İslamcılarla aynı saflarda bulabiliriz. Kılık kıyafet özgürlüğü ya da seçim yasakları bunlardan birisidir. Bazen de İslamcı hareketin karşısında yer alırız. Ancak hiçbir zaman devletin yanında İslamcılara karşı yer almamalıyız.
Türkiye’de İslamcılık

Sık sık şeriatçıların bizi karanlık çağa geri götürmek istedikleri savını duyuyoruz. Türkiye tarihi bu savı desteklemek üzere sürekli yeniden yazılıyor. Geçen yüzyılın başlarında yaşanan üç olay İslamcılığın gerici bir güç olduğuna dair kanıt olarak kullanılır.

31 Mart Olayları

Yeni takvimle 13 Nisan’da başlayan olaylar ilk kez parlamenter demokrasi getiren 1908 Tanzimatı’nı yok etmek isteyen bir karşı devrim girişimiydi. 1908 Devrimi Türk, Yunan ve Ermeni halklarının kitlesel desteğine sahipti. Karşı devrim, devrimde kaybeden grupların desteğiyle tezgahlanmıştı. Bu gruplar, 1908 Devrimi’yle tasfiye edilen sadık ordu subayları ve sarayla güçlü bağları olanlardı. Darbe girişimi sırasında bazı askerlerin şeriatın geri getirilmesi lehinde sloganlar attıkları doğrudur. Ancak Jön Türkler şeriat mahkemelerini kapatmamışlardı ve 1916’ya kadar da kapatmayacaklardı. Darbe girişiminin asıl nedeni mutlak monarşi sistemini geri getirmekti.

Karşı devrim, ordunun çoğunluğunun devrime sadık kalması üzerine başarısızlığa uğratıldı. Darbe girişimi sırasında parlamento İstanbul’dan kaçtı. Darbe başarısızlığa uğrayınca darbeyi destekleyenler kaçmak zorunda kaldı. İstanbul limanından çıkan her gemi “Mutlakiyetçi Paşalar, varlıklı kesimler, zengin Rum ve Ermeniler” ile tıka basa doluydu. Hıristiyan kesimler tarafından desteklenmiş bu darbe girişimi “İslamcı” olabilir mi!

Şeyh Sait Ayaklanması

Şeyh Sait Ayaklanması’nın hilafet ve şeriatı geri getirmek isteyen bir irtica hareketi olduğu söylenir. Ayaklanma o kadar büyüktü ki bastırılması için ordunun yarısı harekete geçirildi. İstiklal Mahkemeleri isyanın bastırılmasının bir parçasıydı ve Şeyh Sait dahil 660 kişi ölüme mahkum edildi. 15 bin 200 kişi de çatışmalar sırasında öldü.

Şark İstiklal Mahkemesi Başkanı Mazhar Müfit Bey, Şeyh Sait’i ölüme mahkum eden kararı okurken şunları söyledi:

“Kiminiz hasis şahsi menfaatlerinize bir zümreyi alet, kiminiz ecnebi kışkırtması ve siyasi hırslarını rehber ederek, hepiniz bir noktaya yani ‘müstakil Kürdistan’ teşkiline doğru yürüdünüz”.

Hükümet de başka bir şey iddia etmiyordu. Fethi Bey (Okyar) Meclis’te şunları söyledi:

“Olay padişahlığı, Hilafeti ve Abdülmecid’in oğullarından birinin saltanatını sağlamak gibi gerici propaganda altında Kürtçülük’tür. Genel durum budur.”

Menemen Olayı

Aralık 1930’da İzmir Menemen’de meydana gelen olaylar “irtica”ya bir örnek olarak gösterilir.

Mustafa Kemal 1930’da Fethi Okyar aracılığıyla Serbest Cumhuriyet Fırkası adı altında resmi bir muhalefet partisi kurulmasına izin verdi. Böylece tek partili rejime demokratik bir görünüm verilecek ve muhalefetin kendini ifade etmesi için güvenli bir kanal sağlanacaktı. Ancak Fethi Bey her Anadolu’ya gittiğinde halkın içinde yaşadığı koşullardan şikayet eden kitlesel gösterileriyle karşılanıyordu. İzmir’e gittiğinde de grevler yaşandı. İnsanlar göstermelik değil, gerçek demokrasi istiyorlardı. Ancak hükümet bu demokrasi deneyinin fazla ileri gittiğini düşünerek Serbest Cumhuriyet Fıkrası’nı 17 Kasım 1930’da kapattı. Bir ay sonra ise Menemen’de Nakşibendi Derviş Mehmet, Cuma namazından sonra meydana yürüyerek şeriat ve hilafetin geri getirilmesini istedi. “Modern Türkiye” kitabının yazarı Feroz Ahmad gelişen olayları söyle anlatıyor:

“Yerel halk tarafından nefret edilen jandarmada yedek subay olan Fehmi Kubilay ortalığı sakinleştirmek üzere görevlendirildi. Ancak Derviş Mehmet tarafından başı kesildi. Kafası bir değneğe geçirilerek kasaba sokaklarında dolaştırıldı.”

Ancak bu olayı tek parti diktatörlüğüne geri dönüldüğü, grev ve gösterilerin yaşandığı bir ortamda değerlendirirsek işin rengi bir hayli değişiyor. Derviş Mehmet ve beş kişinin öldüğü olaylardan sonra 31 kişi İstiklal Mahkemesi tarafından ölüme mahkum edildi. İdam edilenler arasında Musevi bir esnaf bile vardı! Diğerlerinin büyük çoğunluğu ise Balkanlardan yeni gelmiş göçmenlerdi. Mustafa Kemal ve Kemalist yazarlardan Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), “Menemen halkının ya pasif izleyici” (Kadri) ya da “gericilerin vahşetini alkışlayan ve teşvik eden” (Mustafa Kemal) olduğunu söylüyorlardı. Bu fanatik bir azınlığın işi değildi, irtica olayına da hiç benzemiyor.

Tarihte öne çıkartılan bu üç olay irticanın, bizi Ortaçağa geri götürmek isteyen mutlak gerici bir güç olduğu konusunda bir şablon bulunmadığını gösteriyor. Burada üç olay söz konusu: Mutlakiyetçi bir karşı devrim, bir Kürt isyanı ve baskının arttığı bir ortamda halkla güvenlik güçleri arasında bir çatışma. Her olayda da dini bir ifade söz konusu.
Antikapitalist; Sayı 19; Ekim 2002

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments