İçinde hiç kimse yoktu onun; yüzünün (o günlerin kötü portrelerinde bile başka hiç kimseye benzemeyen yüzünün) ve bol bol sarf ettiği akla hayale sığmaz, fırtınalı sözcüklerin ardında yalnızca bir parça soğukluk ve başka hiç kimsenin görmediği bir düş vardı. Önceleri bütün insanların kendisine benzediğini sandı, ama içindeki boşluktan bir arkadaşına söz edecek olduğunda yanlışını fark etti ve o andan sonra başkalarından farklı olan kişinin, dış görünüşüyle herkese benzemesi gerektiğini anladı.
Gün geldi, derdine kitaplarda çare bulacağını sandı, bunun için çağdaşlarının kullandığı kadar Latinceyle biraz da Grekçe öğrendi; sonra bir gün aradığının belki de insanoğlunun en belli başlı tapınma biçiminde bulunabileceğini düşündü ve uzun, sıcak bir haziran, öğleden sonrası, Anne Hathaway’ın kendisini baştan çıkarmasına izin verdi. Yirmi küsur yaşında Londra’ya gitti. Ötekiler ‘hiç kimse’ olduğunu fark etmesinler diye ‘başka birisiymiş gibi yapma’ alışkanlığını sezgisel olarak iyice geliştirmişti; Londra’da kaderin kendisi için hazırladığı mesleği buldu; sahnedekinin başka birisi olduğuna inanırmış gibi yapan bir insan topluluğunun önünde o başka biriymiş gibi yapan oyuncu’nun mesleğini… Sahnede yerine getirmesi gereken görevler ona büyük bir zevk verdi.
Belki de yaşamında ilk tattığı zevk buydu: Ama rolünün son dizesi söylenip de son ceset de cehenneme sürüklenip götürüldüğünde, gerçek dışılığın nefret edilesi tadı gene dönüp geliyordu ağzına. Ferrex ya da Timurlenk olmaktan çıkıyor, gene o ‘hiç kimse’ oluyordu. Yakasını bir türlü bırakmayan bu lanetten kurtulmak için kendisi başka kahramanlar, başka acıklı masallar uydurmaya başladı. Böylece, bedeni Londra’nın meyhaneleriyle kerhanelerinde et olarak işlevini yerine getirirken,· onu zapt eden ruh, falcının kehanetine kulak asmayan Sezar, tarla kuşunun ötüşünü nefretle anan Juliet, aynı zamanda Kader Ulakları olan üç cadıyla ovada konuşan Macbeth oldu.
Hiç kimse onun kadar çok ve değişik kişiliğe bürünmemiştir; o Mısırlı Proteus gibi gerçekliğin bütün yüzlerini tüketti. Kimi kereler, çözülmeyeceğinden emin olarak, eserlerinin şurasına burasına itiraflar serpiştirdi; Richard, kendinde birden fazla kişinin barındığını söyler; İago, “Olduğum kişi değilim ben,” gibi garip sözler sarf eder. Varoluşun, rüya görmenin ve oyun oynamanın temelde aynı şeyler olması ona nice unutulmuş dizeler esinlemiştir.
Yirmi yıl boyunca. o denetimli sanrılarda diretti, sonra bir sabah kılıçtan geçirilen onca kral, ayrılan, kavuşan ve ahenkli sözlerle son nefeslerini veren onca acılı aşık olmanın can sıkıntısı ve dehşeti ansızın çöktü omuzlarına. Hemen o gün tiyatrosunu sattı. Bir hafta içinde doğduğu köye döndü; orada çocukluğunun ağaçlarıyla ırmaklarına yeniden kavuştu, onlarla Esin Perisi’nin pek sevdiği, mitolojik çağrışımları Latince adlarıyla dolduran öteki ağaçlar ve ırmaklar arasında hiçbir bağ kurmadı. Birisi olmak zorundaydı; zamanında yükünü tutmuş, artık sağa sola borç para vermekle, mahkemelerdeki davalarıyla, ufak çaplı tefecilikle uğraşan köşesine çekilmiş bir tiyatro müdürü oldu. Ondan bize kalan, içinde duygu’nun ne de edebiyat’ın izine rastlanmayan o kupkuru vasiyetnameyi de, bu rolü üstlenmişken yazdı işte. Arasıra, Londra’da ki dostları onu çekildiği köşede yoklamaya gelirler, o da onların hatırına şairliğini takınırdı.
Tarihler, ölmeden önce ya da sonra kendini Tanrı’nın huzurunda bulduğunu ve O’na şöyle dediğini yazar “Boşu boşuna onca kişi olan ben, tek ve kendim olmak istiyorum.” Tanrı’nın sesi bir girdaptan karşılık verdi ona: “Ben de tek kişi değilim; senin eserlerini düşlemen gibi, ben de dünyayı düşledim, Shakespeare kulum. Ve sen de düşümdeki suretlerden birisin; ve tıpkı benim gibi, hem herkes hem de hiç kimse olansın.”
***********
*-“Doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen geçmeyen tek sözcük hangisidir?”
-Bir an düşündükten sonra cevap verdim”satranç sözcüğü”
-“Tam üstüne bastınız”dedi Albert”Yolları Çatallanan Bahçe konusu zaman olan uçsuz bucaksız bir bilmece ya da mesel;bu çok gizli nedenden ötürü zaman sözcüğü geçmiyor.Bir sözcüğü hiç kullanmamak,onun yerine yetersiz benzetmeler ve dolambaçlı anlatım yollarına başvurmak onu vurgulamanın belki de en etkili yoludur”
**************
Zaman beni sürükleyen bir nehir,ama nehir benim;
Beni parçalayan bir kaplan,ama kaplan benim.
Beni tüketen bir ateş,ama ateş benim.
Evren,ne yazık ki,gerçek;
Ben,ne yazık ki,Borges’im
Yıllar boyu,insanoğlu bir boşluğu imgelerle,illerle,krallıklarla,dağlarla,körfezlerle,
gemilerle,adalarla,balıklarla,odalarla,aletlerle,yıldızlarla,atlarla,insanlarla doldurur.Ölümünden az önce,usanmaz çizgi labirentinin kendi yüzünün imgesini oluşturduğunu anlar.
****************
*Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım.
***
Victoria Ocampo’ya
Liddell Hart’ın Birinci Dünya Savaşı Tarihi’ nin 22. sayfasında, 24 Temmuz 1916 günü on üç İngiliz tümeni tarafından -1400 topçu desteğinde- Serre Montauban hattına karşı girişilmesi gereken saldırının 29’u sabahına ertelendiğini okuyacaksınız.
“Hiç kuşku yok ki, bu önemsiz gecikmeye sağanak halinde yağan yağmurlar neden olmuştur” diyor Yüzbaşı Liddell Hart.
Tsingtao’daki Hochschule’nin eski İngilizce profesörlerinden Dr. Yu Tsun tarafından yazdırılmış, gözden geçirilmiş ve imzalanmış aşağıdaki sayfalar, olaya hiç beklenmedik bir açıklık kazandırmaktadır.
Belgenin ilk sayfası kayıptır.
“…ve ahizeyi yerine koydum. Hemen ardından telefonda Almanca karşılık veren sesi tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden’in sesiydi bu. Madden’in Viktor Runeberg’in apartman katında olması dertlerimizin ve aynı zamanda -ama bana daha az önemli geliyordu ya da öyle gelmeliydi- onunla benim yaşamımızın da sonu demekti.
Runeberg ya tutuklanmış ya da öldürülmüş olmalıydı.(1)
(1)Dipnot: İğrenç ve tuhaf bir varsayım. Prusyalı casus Hans Rabener, nâm-ı diğer Viktor Runeberg, otomatiğini çektiği gibi tutuklama emrini getiren Yüzbaşı Richard Madden’e saldırmıştı. Madden ise kendini savunmak üzere Runeberg’i öldürücü biçimde yaralamıştı.
O gün güneş batmadan ben de aynı kaderi paylaşacaktım. Madden, son derece acımasızdı. Ya da belki öyle olmak zorundaydı. İngiltere’nin hizmetinde bir İrlandalı’nın, gevşeklik ve hattâ ihanetle suçlanan bir adam olarak böyle mucizevî bir fırsata dört elle sarılıp, duacı olması doğal değil miydi? Alman Reich’ın iki casusunun ortaya çıkarılması, tutuklanması ve hattâ belki de öldürülmeleri…
Odama çıktım; nedendir bilmem, kapıyı kilitledim ve kendimi sırtüstü dar demir karyolama attım. Pencereden tanıdık damları ve bulutların gölgelediği saat altı güneşini gördüm. Bu her türlü belirti ve simgeden yoksun günün, aman vermez ölümün yakama yapışacağı gün olması, bana inanılmaz bir şey gibi geliyordu. Ölmüş babama, Hai Feng’in simetrik bahçesinde geçen çocukluğuma karşın -şimdi?- ölüp gidecek miydim? Sonra, insanoğlunun başına gelen her şeyin, tam ama tastamam şimdi’de geçtiğini hatırladım. Yüzyıllar geçiyor ve yalnızca şimdiki zaman’da oluyor her şey; havada, yerin ve denizin üzerinde sayısız insan var, ama gerçekte, olup biten her olay bana oluyor…
Madden’in beygir suratını yüreğim daralarak hatırlayınca bu dalıp gitmelerim yarıda kaldı. Duyduğum nefretle dehşetin ortasında (hoş, Richard Madden’e hayatımın oyununu oynadığıma, boynum artık darağacının ilmiğini hasretle beklediğine göre, dehşetten sözetmenin de anlamı yok ya) o ateşli ve kuşkusuz şu anda mutlu Savaşçı’nın, Büyük Sırrın bende olduğunu bilmediği geldi aklıma; Amre ırmağı üzerindeki yeni İngiliz topçu cephaneliğinin bulunduğu yerin adı!
Bir kuş, külrengi gökyüzüne çizgi çekerek geçti, ben de onu zihnimde doğruca bir uçağa, uçağı da (Fransız göğü üzerinde) dikine bombalarla cephaneliği yokeden sayısız Fransız uçaklarından birine çevirdim. Bir kurşunla paramparça olmadan önce ağzım o gizli yerin adını ta Almanya’dan duyulacak biçimde haykırabilse…
İnsan bedenindeki ses yetersizdi. Nasıl yapmalı da, o adı Şefin kulağına ulaştırmalıydım? Ben ve Runeberg
hakkında, ikimizin de Staffordshire’de bulunduğundan başka bir şey bilmeyen ve Berlin’deki çıplak duvarlı bürosunda sonsuza dek gazeteleri gözden geçirerek boşuboşuna raporumuzu bekleyen o hasta, o nefret edilesi adamın kulağına?.. Yüksek sesle: kaçmalıyım, dedim. Sanki Madden şimdi pusuda bekliyormuş gibi, hiç gürültü çıkarmadan, sessiz hareket etme konusunda gereksiz bir özen göstererek yerimden doğruldum. Bir şey -belki de yalnızca, başvurabileceğim hiçbir çare olmadığını apaçık görmenin boşuna telâşı- beni ceplerimi yoklamaya yöneltti. Bulacağımı bildiğim şeyleri buldum. Amerikan işi cep saati, nikel zinciri,. dörtköşe demir para, üzerinde Runeberg’in dairesinin işe yaramaz -ama suç niteliği taşıyan–anahtarları bulunan anahtarlık, not defteri, hemen yoketmeye karar verdiğim (ama etmediğim) bir mektup, bir crown, iki şilin ve birkaç pençe, mavi – kırmızı yazan kalem, mendil, tek kurşunlu tabanca. Nedendir bilmem, tabancayı tutup, cesaret versin diye elimde şöyle bir tarttım.
Tabanca sesinin çok uzaklardan duyulabileceğini geçirdim aklımdan. On dakika içinde planım hazırdı. Mesajı ulaştırabilecek tek kişinin adı telefon rehberinde yazılıydı; trenle yarım saat çeken Fenton’ın bir banliyösünde oturuyordu.
Korkak bir adamım ben. Bunu şimdi, tehlikeli olduğunu kimsenin yadsıyamayacağı bir planı sona erdirdikten sonra söylüyorum. Biliyorum, yerine getirilmesi korkunç oldu. Almanya için yapmadım, hayır. Bana casus olma alçaklığını yükleyen o barbar ülkeye hiçbir sevgi beslemiyorum. Ayrıca, İngiltere’de benim için Goethe’den daha az büyük olmayan bir adam -alçakgönüllü bir adam- tanıdım. Onunla bir saat bile konuşmadım, ama o bir saat içinde Goethe’ydi o…
Şefin benim ırkımdan insanlardan -benim kimliğimde eriyip birbirine karışan sayısız atalarımdan- biraz ürktüğünü sezdiğim için yerine getirdim planımı. Sarı derili bir adamın ordularını kurtarabileceğini kanıtlamak istedim ona. Hem Yüzbaşı Madden’den da kaçmam gerekiyordu. Yumrukları her an kapıma inebilir, sesi her an kapıma dayanabilirdi. Gene gürültü etmeden giyindim, bir aynada vedalaştım kendi kendimle, merdivenlerden aşağı indim, sakin sokağı kolaçan ettim ve dışarı çıktım. İstasyon, evimden uzak değildi, ama bir taksiye binmenin daha akıllıca olacağını düşündüm. Böylelikle tanınma tehlikesinin daha azalacağını söyledim kendi kendime; işin doğrusu şu ki, ıssız sokakta kendimi çok daha gözönünde, çok daha tehlikede hissediyordum.
Taksi şoförüne ana giriş kapısının biraz uzağında durmasını söylediğimi hatırlıyorum. Özellikle, son derece ağır hareketlerle indim taksiden; Ashgrove köyüne gidiyordum, ama daha uzak bir istasyona bilet aldım. Tren birkaç dakika içinde, tam sekiz ellide hareket edecekti.
Koştum; bunu kaçırırsam bir sonraki tren ta dokuz buçuktaydı. Platformda kimsecikler yoktu. Ardarda vagonlardan geçtim; birkaç çiftçi, yas elbiseleri içinde bir kadın, büyük bir ilgiyle Tacitus Tarihi’ni okuyan genç bir çocuk, yaralı ama mutlu bir asker gördüğümü hatırlıyorum. Sonunda vagonlar öne doğru bir sarsıldı. Bir adam boşuboşuna platformun sonuna kadar koştu; onu tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden’di bu. Aklım
başımdan gitmişti, tir tir titreyerek oturduğum koltuğun bir köşesine, lanet olası pencerenin iyice uzağına büzüldüm.
Bu müthiş korku giderek rezilce bir mutluluğa dönüştü. Düellonun artık başlamış olduğunu ve kırk dakika için de olsa, talihin yardımıyla da olsa, karşımdakinin saldırısını boşa çıkararak ilk hamleyi kazandığımı düşündüm.
Zaferlerin bu en sıradanının mutlak bir zaferin habercisi olduğunu söyledim kendi kendime; içimde hissettiğim korkakça mutluluğun, serüveni başarıyla sonuçlandırabilecek bir adam olduğumu kanıtladığını söyledim (bu öncekinden daha az yalan değildi). Bu zaaftan, beni hiç yarıyolda bırakmayan bir güç aldım. İnsanoğlunun günden güne daha büyük acımasızlıklara girişeceğini seziyorum; yakında savaşçılarla haydut çetelerinden başka bir şey kalmayacak; onlara bir öğüdüm var: Korkunç bir işe kalkışan kişi bunu çoktan tamamlayıp bitirmiş olduğunu düşlemeli, geçmiş kadar geriye döndürülemeyecek bir gelecek olduğu düşüncesini kendine kabul ettirmeli. Bir ölünün gözleriyle, belki de yaşamının son günü olacak o günün bitişini, gecenin çöküşünü seyrederken bunları geçiriyordum aklımdan.
Tren dişbudak ağaçlarının arasından yavaşça ilerliyordu. Durdu, neredeyse tarlaların ortasındaydık. Kimse istasyonun adını bağırmadı.
“Ashgrove mu?” diye sordum platformdaki oğlanlara. “Ashgrove,” dediler. İndim.
Platformu bir lâmba aydınlatıyordu, ama oğlanların yüzleri karanlıktaydı. Biri ona, “Dr. Stephan Albert’in evine mi gidiyorsunuz?” diye sordu.
Bir başkası, cevabımı beklemeden, “Ev buradan çok uzaktadır, ama şu soldaki yoldan gider; her dörtyol ağzında bir sola saparsanız kaybolmazsınız,” dedi.
Onlara bir metelik (sonuncusunu) fırlattım, iki üç basamaklı taş merdivenden indim ve ıssız yoldan yürümeye koyuldum.
Yol, hafif bir eğimle yokuş aşağı gidiyordu. Toprak bir köy yoluydu; başımın üzerindeki dallar içice girmişti; alçak dolunay bana eşlik eder gibiydi. Bir an, Richard Madden’in bir biçimde umarsız planımı keşfettiği düşüncesine kapıldım. Sonra hemen ardından bunun imkânsız olduğunu anladım. Hep sola sapmam konusunda söylenenlerin kimi labirentlerin merkez noktasına varmak için başvurulan, çok bilinen bir yöntem olduğunu hatırladım.
Labirentlerden anlarım biraz; Yunnan valisi olan ve hem Hung Lu Meng’den bile daha çok kişili bir roman yazmak, hem de her içine girenin kaybolacağı bir labirent kurmak uğruna yeryüzündeki bütün yetkilerinden vazgeçen Ts’ui Pen’ in torunu olmam boşuna değil. Büyükbabam, bu çok farklı uğraşlara on üç yılını vermiş, ama sonunda bir yabancı tarafından öldürülmüştü.
Romanı bölükpörçüktü, labirentiyse hiç kimse bulamamıştı. İngiltere’nin ağaçları altında yürürken o kayıp labirenti düşündüm. Gözlerden uzak bir dağ doruğunda el değmemiş ve kusursuz biçimiyle gözümün önüne getirdim onu; pirinç tarlalarıyla yeryüzünden silindiğini, sular altında kaldığını gözümün önüne getirdim; sonsuz bir labirentti, sekizgen tarhlar ve içice geçmiş, başladığı noktaya dönen yollardan değil, ırmaklar, iller ve krallıklardan kurulmuş sonsuz biçimiyle canlanıyordu gözümün önünde…
Bir labirentler labirentiydi düşündüğüm; geçmişle geleceği kuşatacak ve bir yolunu bulup yıldızları da içine alarak yılan gibi kıvrıla kıvrıla dünya yüzüne yayılacak bir labirent. Bu aldatıcı imgelere kapılıp kaderimin kaçaklık olduğunu unuttum. Belirsiz bir zaman dilimi içinde dünyayı soyut biçimiyle algılayan bir varlık olduğumu sanmıştım.
Her türlü yorgunluk olasılığını ortadan kaldıran inişli yol kadar, sanki usul usul soluk alıp veren kırlar, gökyüzündeki ay, günün son ışıkları da etkilemişti beni. Günün öğleden sonrası sanki dost, sanki sonsuzdu. Yol iniyor, iniyor ve artık birbirine karışan çayırlıklar arasında çatallanıyordu. O an farkettim; rüzgârın estiği yöne göre yaklaşıp uzaklaşan, sık yapraklarla aradaki uzaklığın hafiflettiği tiz, neredeyse gümüşsü tınılar taşıyan bir müzik geliyordu ileriden. İnsanın öteki insanların yaşamlarının belli anlarında onların düşmanı olabileceğini, ama bir ülkenin düşmanı olamayacağını düşündüm o an; ateşböceklerinin, sözcüklerin, bahçelerin, akarsuların, günbatımlarımn düşmanı olamayacağını…
Bunları düşünerek, yüksek, paslı bir bahçe kapısının önüne gelmiştim. Demir parmaklıkların arasından bir kavak korusuyla bir köşk seçiliyordu. Ansızın, birincisi önemsiz, ikincisiyse neredeyse inanılmaz iki şeyin farkına vardım.
Müzik köşkten geliyordu ve Çin müziğiydi. Demek ki bu yüzden hiç düşünmeden, hemen benimseyivermiştim müziği… Zil ya da çıngırak var mıydı, yoksa elimle kapıya vurup seslendim mi, hatırlamıyorum. Müziğin şıngırtıları sürüp gidiyordu.
Evin içinden, gerilerden bir lâmba yaklaştı; ağaçların bazan çizgilediği, bazan örtüp kararttığı bir lâmba, davul biçimli ve ay renginde kâğıttan bir lâmba. Uzun boylu bir adamın elindeydi. Işık gözümü aldığı için yüzünü göremedim.
Kapıyı açtı ve ana dilimde tane tane: “Görüyorum ki yüce gönüllü Hsi Peng yalnızlığımı paylaşmaya kararlı. Bahçeyi görmek istiyorsunuz herhalde?” dedi.
Elçilerimizden birinin adı olan bu adı tanıdım ve şaşırarak, “Bahçe mi?” dedim.
“Yolları çatallanan bahçe.”
Belleğimde bir şeyler canlandı ve nasıl oldu bilmiyorum, hiç düşünmeden, “Atam Ts’ui Pen’in bahçesi,” dedim.
“Atanız demek ki? Şanlı atanız… Girin içeri ye.”
Islak patika, çocukluğumda gezdiğim patikalar gibi zikzaklar çiziyordu. Doğu’dan ve Batı’dan gelme kitaplarla dolu bir kütüphaneye girdik.
‘Işıklı’ Hanedanın üçüncü hükümdarı tarafından baskıya hazırlanan, ama hiçbir zaman basılmayan Yitik Ansiklopedi’nin sarı ipekle ciltlenmiş sıra sıra ciltlerini hemen tanıdım. Gramofonun tablasında dönen plağın yanında tunçtan bir anka kuşu vardı. Ayrıca famille rose üslûbunda bir vazo ve ustalarımızın Acem çömlekçilerinden örnek aldıkları mavi renkte, yüzyıllar öncesinden kalma bir başka vazo daha hatırlıyorum…
Stephan Albert beni gülümseyerek seyrediyordu. Dediğim gibi, çok uzun boylu, yüz çizgileri sert, gri sakallı bir adamdı. ‘Sinolog olmayı aklıma koymadan önce’, Tıyenşan’da misyonerlik yaptığını söyledi bana.
Oturduk. Ben uzun alçak bir divana oturdum, o da pencereye, büyük, yuvarlak bir saate sırtını verecek biçimde oturdu. Peşimdekinin, Richard Madden’in buraya bir saatten önce varamayacağını hesapladım kafamda.
Dönüşü olmayan kararım henüz bekleyebilirdi.
“Şu Ts’ui Pen’inki de şaşırtıcı bir talih,” dedi Stephen Albert.
“Yerlisi olduğu ilin valisi, astronomi ve astroloji bilgini, yorulmak bilmez din kitapları yorumcusu, satranç oyuncusu, ünlü şair ve hat ustası -bütün bunlardan bir kitap ve labirent kurmak uğruna vazgeçmiş. Hem de zorbalığın, hem de adalet dağıtmanın, yatağındaki cariyelerin, şölenlerin, hattâ engin bilgisinin zevklerinden bile el etek çekmiş- hepsi de kendini on üç yıl Duru Yalnızlığın Köşkü’ne kapamak için. Öldüğünde, mirasçıları karmakarışık elyazmalarından başka bir şey bulamamışlar. Belki biliyorsunuzdur, ailesi bunları ateşe atmak istemiş; ama vasiyetnameyi yerine getirmekle yükümlü olan kişi -Tao’cu ya da Buda’cı bir keşiş- basılmaları gerektiğinde diretmiş.”
“Biz Ts’ui Pen’in soyundan gelenler,” diye karşılık verdim, “o keşişi hâlâ lanetle anıyoruz. Bunların basılmasında hiçbir anlam yoktu. Kitap karşıtlıklar içinde bir taslaklar yığını. Bir kere gözden geçirmiştim; kahraman, üçüncü bölümde ölüyor, dördüncü bölümde canlı. Ts’ui Pen’in öteki girişimine, labirente gelince…”
“İşte Ts’ui Pen’in labirenti,” dedi Stephan Albert yüksek, lake boyalı bir yazı masasının üzerini işaret ederek.
“Fildişinden bir labirent!” diye bağırdım. “Mümkün olan en küçük labirent, öyle mi?”
“Simgelerden kurulu bir labirent,” diye düzeltti.
“Göze görünmez bir zaman labirenti. Bu sırrın çözümü bana, barbar bir İngiliz’e lâyık görüldü. Aradan yüzyıldan uzun bir süre geçtiği için ayrıntıları yerli yerine oturtmak imkânsız; ama olup biteni kestirmek zor değil. Ts’ui Pen birdenbire, kitabı yazmaktan vazgeçiyorum demiş olmalı. Başka bir keresinde de; bir labirent kurmaktan vazgeçiyorum demiştir. Herkes bunların iki ayrı eser olduğunu sanıyordu; kitapla labirentin tek ve aynı şey olduğu hiç kimsenin aklına gelmemiş.
Duru Yalnızlığın Köşkü, belki de yolları son derece karmaşık bir bahçenin tam ortasında duruyordu; bu durum mirasçılara gerçek bir labirentin varlığını düşündürmüş olabilir. Ts’ui Pen öldü; sahibi olduğu o uçsuz bucaksız topraklarda yaşayan hiç kimse bir labirente rastlamadı; romandaki karışıklıkların bana labirentin romanın kendisi olduğunu düşündürdü. İki ipucu meselenin doğru çözümünü buldurdu bana.
Biri: Ts’ui Pen’in gerçek anlamıyla sonsuz bir labirent yaratacağı yolundaki garip söylenti. Ötekisi: ele geçirdiğim bir mektubun parçası.”
Albert ayağa kalktı, bir an sırtını döndü; siyah ve altın renkli yazı masasının çekmecesini açtı. Benden yana döndüğünde elinde bir zamanlar kızıl renkli olan, ama artık pembeye dönmüş, tekrar tekrar katlanıp açılmaktan zar gibi incelmiş bir kâğıt tutuyordu. Ts’ui Pen hattat olarak haklı bir ün kazanmıştı.
Kendi kanımdan bir adamın minicik bir fırçayla yazdığı şu sözleri anlamadan, yutarcasına okudum:
Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum.
Tek söz söylemeden kâğıdı geri verdim. Albert sözlerini sürdürdü:
“Bu mektubu bulmadan önce, kendi kendime bir kitabın nasıl sonsuz olabileceğini sormuştum. Dönümlü, dairevî bir ciltten başka bir şey gelmedi aklıma. Son sayfası ilk sayfayla eş olan, dilediğince sürüp gitme olasılığını içeren bir kitap. 1001 Gece Masalları’nın tam ortasına rastgelen o geceyi de hatırladım; hani Şehrazat (elyazmasmı kaleme alanın büyülü bir gaflet anı sonucunda) 1001 Gece Masalları’nı başlatan masalı, yani ‘Şehra-zat’ın sultana masal anlatması masalını’ kelimesi kelimesine anlatmaya başlar da böylece sonsuza kadar tekrar tekrar başa dönmeyi de göze almış olur ya… Sonra babadan oğula geçen, geçerken de her bir kişinin yeni bir bölüm eklediği, ya da atalarının yazdığı sayfaları sofuca bir dikkatle düzelttiği Platon’cu bir metni de düşündüm. Bu varsayımlarla oyalandım bir süre; ama bunlardan hiçbirinin Ts’ui Pen’in kitabının birbiriyle çelişen bölümleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktu.
Zihnim böyle karmaşıkken Oxford’dan sizin de gözden geçirdiğiniz elyazması geldi. O cümle dikkatimi çekmişti elbet: Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum.
Daha ilk bakışta anladım: ‘Yolları çatallanan bahçe’, o karmakarışık romandı; çeşitli geleceklere (hepsine değil) sözü çatallanmanın uzamda değil zamanda olduğunu düşündürdü. Eseri iyice bir okuyunca bu kuramım doğrulandı. Bütün kurgusal eserlerde, kişi birden fazla seçenekle karşılaştığında, bir tekini seçer ve ötekilerden vazgeçer; Ts’ui Pen’ in kurgusal eserindeyse yazar -aynı anda- hepsini birden seçiyordu. Yazar böylelikle kendileri de çoğalıp çatallanan çok sayıda gelecek, çok sayıda zaman da yaratıyordu. Romandaki çelişkilerin açıklaması da bu işte.
Diyelim ki Fang diye birinin bildiği bir sır var; bir yabancı çalıyor kapısını; Fang araya giren bu adamı öldürebilir, araya giren adam Fang’ı öldürebilir, ikisi de kaçıp kurtulabilir, ikisi de ölebilir falan filan. Ts’ui Pen’in eserinde akla gelebilecek bütün çözümler içerilmiş; her biri de başka çatallanmalar için birer çıkış noktası. Bazan, bu labirentin yolları kavuşur; örneğin, siz bu eve geldiniz; olası geçmişlerden birinde düşmanımsınız, bir başkasında dostum. Düzelmek bilmeyen Çincemin kusuruna bakmazsanız birkaç sayfa okuyalım.”
Lâmbadan gelen ışığın parlak yuvarlağı içindeki yüzü, kuşku yok ki bir yaşlı adam yüzüydü; ama bu yüzde inatçı, hattâ ölümsüz bir şeyler vardı. Yavaşça, olanca dikkatiyle aynı destansı bölümün iki yorumunu okudu.
Birincisinde bir ordu ıssız bir dağın ortasından savaşa yollanıyordu; kayalarla gölgelerin ürkünçlüğü askerlerin yaşamlarını hiçe saymalarına yol açıyor ve düşmanı kolayca yeniyorlardı. İkincisinde, aynı ordu büyük bir şölenin yapıldığı bir sarayı bir uçtan ötekine geçiyordu; görkemli savaş onlara eğlentinin devamıymış gibi geliyor ve düşmanı yeniyorlardı.
Bu eski metinleri gereken saygıyla dinledim; belki de asıl şaşırtıcı olan, metinlerin kendilerinden çok benim kanımdan biri tarafından yaratılmış ve çetin serüvenler sonucunda, Batı dünyasındaki bir ada üzerinde, uzak bir kırallığın hizmetkârı tarafından bana aktarılıyor olmalarıydı. Her iki yorumda da gizli bir buyruk gibi yinelenen şu son sözleri hatırlıyorum: İşte böyle dövüştü kahramanlar; övülesi yürekleri huzur içinde, kılıçları kıyıcı, ölmeye ve öldürmeye yeminliydiler.
O andan sonra kendimde ve karanlık gövdemin içinde elle tutulmaz, gözle görülmez bir kıpırdaşma hissettim. Birbirine koşut ilerleyip sonra ayrışan, derken birbirinin içinde eriyip giden orduların yarattığı değilse bile, bunların esinlediği, anlatılmaz, çok derin bir iç sıkıntısıydı bu. Stephen Albert sözlerini sürdürdü:
“Şanlı atanızın bu çeşitlemeleri boşuboşuna kurcaladığını sanmam. On üç yılını bıkıp usanmadan bir retorik oyunu kurmaya adaması akla yakın gelmiyor. Sizin ülkenizde roman, edebiyatın dallarından biridir; Ts’ui Pen son derece usta bir romancı, ama aynı zamanda da kendini yalnızca romancı olarak görmeyen bir edebiyat adamıydı. Çağdaşlarının tanıklığı onun metafizik ve mistik ilgileri olduğunu gösteriyor. Yaşamı da bunu bütünüyle doğrular nitelikte. Romanın büyük bölümü felsefî tartışmalarla dolu. Karşısına çıkan bütün meseleler arasında, zamanın bir uçurumu andıran sonsuzluğu kadar kafasını uğraştıran hiçbir mesele olmadığını biliyorum. Oysa, Yolları Çatallanan Bahçe’nin sayfalarında karşımıza çıkmayan tek mesele bu. Zaman sözünü bile kullanmıyor. Bu sözcükten bile bile vazgeçmesini nasıl açıklıyorsunuz?”
Çeşitli açıklamalar önerdim -hepsi de doyurucu olmaktan uzaktı.- Bunlar üzerinde tartıştık.
Stepnen Albert dedi ki:
“Doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen tek sözcük hangisidir?”
Bir an düşündükten sonra cevap verdim: “Satranç sözcüğü!”
“Tam üstüne bastınız,” dedi Albert. “Yolları Çatallanan Bahçe, konusu zaman olan uçsuz bucaksız bir bilmece ya da mesel; bu çok gizli nedenden ötürü zaman sözcüğü geçmiyor. Bir sözcüğü hiç kullanmamak, onun yerine yetersiz benzetmeler ve dolambaçlı anlatım yollarına başvurmak, onu vurgulamanın belki de en etkili yoludur. İmâlarla yazan Ts’ui Pen’in bitip tükenmez romanının dolambaçlarında yeğlenen dolaylı yöntem de budur işte. Yüzlerce elyazmasım karşılaştırdım, yazarlarının dikkatsizliği sonucu ortaya çıkan yanlışları düzelttim, bu kaosun iç yapısını kestirmeye çalıştım; ilk baştaki düzenini yeniden kurdum -evet, yeniden kurdum sanıyorum- eseri tümüyle ‘çevirdim’; ‘zaman’ sözcüğünü bir kere bile kullanmadığı açık.
Bunun nedeni ortada; Yollan Çatallanan Bahçe, Ts’ui Pen’in algıladığı biçimiyle evrenin belki
tamam olmayan, ama doğru bir görünümüdür.
Newton’la Schopenhauer’in tersine, atanız, bir örnek, mutlak bir zamana inanmıyordu. Sonsuz zaman dizilerine, gittikçe büyüyen, baş döndürücü hızla birbirine kavuşup ayrışan koşut zamanların oluşturduğu bir ağa inanıyordu. Yüzyıllar boyu birbirine yaklaşan, çatallanan, sekteye uğrayan ya da birbirinden habersiz zamanlardan örülen bu ağ bütün olasılıklarıkucaklamaktadır.
Biz bu zamanların birçoğunda varolmayız; bazılarında siz varolursunuz, ben olmam; ötekilerde ben varolurum, siz varolmazsınız; başkalarında ne siz ne de ben varolmayız. Talihin yüzüme gülüp de sizi karşıma çıkardığı şu içinde bulunduğumuz zamanda evime geldiniz; bir başkasında, bahçeden geçerken cesedimi buldunuz; gene başka birinde, aynı sözleri söylüyorum ama, ben bir aldatmaca, bir hayaletim.”
“Her birinde,” dedim sesimin titremesine engel olamayarak, “size teşekkür borçluyum ve Ts’ui Pen’in bahçesini eksiksiz biçimde kurduğunuz için size büyük bir saygı duyuyorum.”
“Hepsinde değil,” diye mırıldandı gülümseyerek. “Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım.”
Sözünü ettiğim kıpırdaşma bir kere daha geçti içimden. Evi çevreleyen nemli bahçe sonsuz sayıda insanla dolup taşıyordu sanki. Bu kişiler Albert’le bendik; başka zaman boyutlarında aldığımız türlü biçimlerde gizli ve etkindik. Gözlerimi kaldırdım; o zar inceliğinde karabasan çözülüp yok oldu. Bu sarı ve siyah bahçede bir tek adam vardı; ama bu adam bir heykel kadar sarsılmazdı… bu adam bahçenin yolu boyunca ilerliyordu ve Yüzbaşı Richard Madden’di.
“Gelecek şu anda varoluyor,” karşılığını verdim, “ama ben dostunuzum sizin. Şu mektubu bir kere daha görebilir miyim?”
Albert ayağa kalktı. Upuzun boyuyla ayakta durarak yüksek masanın çekmecesini açtı; o an sırtı bana dönüktü. Tabancayı doğrultmuştum. Olanca dikkatimle ateşledim. Albert gık demeden hemen yere yıkıldı. Onun o an öldüğüne yemin ederim – bir şimşek- çakmıştı sanki.
Gerisi gerçek olmaktan uzak, önemi de yok zaten. Madden içeriye daldı, beni tutukladı. Darağacına yollayacaklar beni. İntikamımı en pis biçimde aldım; saldırmaları gereken kentin gizli adını Berlin’e bildirdim. Dün bombaladılar; haberi, Yu Tsun adlı bir yabancı tarafından öldürülen, ünlü Sinolog Stepnen Albert’i saran esrar perdesini tüm İngiltere’ye duyuran gazetelerde okudum. Şef esrarı çözmüştü. Derdimin (savaşın gürültüsü patırtısı arasında) Albert adlı kente işaret etmek olduğunu, bunu yapmak için de aynı adı taşıyan bir adamı öldürmekten başka yol bulamadığımı biliyordu. Sayısız pişmanlıklarımla bıkkınlıklarımı ise bilmiyor.
Hiç kimse de bilemez zaten.
Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan Bahçe