Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Ekim 17, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkİlkel Köleci Feodal Toplum - Zubritski Mitropolski Kerov3.Kısım , 2. Bölüm | Feodalitenin Açılıp Gelişme Çağı

3.Kısım , 2. Bölüm | Feodalitenin Açılıp Gelişme Çağı

3.KISIM ,2 BÖLÜM FEODALİTENİN AÇILIP GELİŞME ÇAĞI

1. ZANAATÇILIĞIN VE TİCARETİN İLERLEMESİ
Kesin olarak kurulmuş feodalitenin niteleyici bir yönü, kentlerin zanaat ve ticaret yığınakları, ticarî üretim merkezleri olarak hızla ilerleyişidir. İlkel zamanlarda başlayıp kölelikte derinleşen zanaat ile tarım arasındaki ayrılık, duraksamış bulunuyordu. Köleci imparatorlukların dağılıp parçalanması, ekonomik durgunluğa sıkı sıkıya bağlıydı. Birkaç Asya ve Kuzey Afrika sitesi bir yana, kentler, ticaret ve zanaat merkezi olmaktan çıktılar.
Feodalite koşulları içinde, zanaatçılıkla tarımın birbirlerinden ayrılmalarının yeni aşaması, birdenbire gelmedi. Feodal toplumda, üretici güçlerdeki ilerlemenin dürtüp hızlandırdığı karmaşık bir sürecin sonucu oldu. [sayfa 180]

ZANAATLARDA UZMANLAŞMA
Uzmanlaşma, Batı Avrupa’da, özellikle bu ayrılmanın en belirgin olduğu Fransa’da oldu. Birçok köylü, senyöre rantı, yalnız tarım ürünü olarak değil, aynı zamanda zanaat eşyası olarak, en çok da dokuma (çuha ve yünlü kumaşlar) olarak ödüyorlardı. Tarım aletleri zamanla yetkinleşiyordu: özellikle demirli saban çok yaygınlaştı. Bitki örtüsü yakılan alanlar ve meralar üzerindeki tarımın yerini, kesinlikle, iki ya da üç yıllık almaşık ekim alıyordu; bağlar, meyve bahçeleri, sebze ekimi yaygındı. Artık köylü ailesi, zanaat imalâtına daha fazla zaman ayırabilirdi. Aile üyelerinin bazısı ise, zamanlarını tümüyle tek bir tarım-dışı uğraşa ayırmaya başladılar.
İlkin demircilik ve çömlekçilik dalları oluştu. Yapı tekniği ilerliyordu. Su değirmenlerinin yayılması, üretimin gelinmesinde önemli bir rol oynadı. İnsanlar, zaman zaman büyük taş yapılar yapmaya giriştiler. Egemen sınıfın temsilcileri, artık, yünlü kumaşları, keten kumaşa üstün tutuyorlardı; böylece yünlü kumaşların üretimi arttı. Her gün daha çok sayıda köylü, uzman zanaatçı haline geliyordu.
Bazı köylüler rantın tümünü, senyörlere, zanaat eşyası olarak ödüyorlardı. Zaten çoğu kez, kendi köylerinin bütün gereksinmesini sağlıyorlardı, bu da, onlara, bir miktar para biriktirmek olanağı veriyordu. Kendileri gene köylü olarak kalıyorlardı; ama artık tarım, onlar için tek geçim aracı değildi.

ZANAATÇI İLE PAZAR ARASINDA İLİŞKİLERİN KURULMASI
Uğraşlar, zanaatçı ile pazar arasında ilişkilerin kurulması ile yeni bir aşamaya girmiştir. Feodalitenin oluşumu çağından beri yardımcı bir uğraşa da sahip olan köylüler, senyörlerinin izni ile, yaptıkları eşyayı satmak üzere, bayram günlerinde, büyük şatoların ve manastırların duvarı dibinde [sayfa 181] kurulan en yakın panayıra gidebiliyorlardı. Ama bu ticaret, sürekli bir niteliğe sahip değildi ve zanaatçılık ile tarım arasında, tüm toplum ölçüsünde bir kopma meydana getirmiyordu: zanaat eşyası, ancak raslantı sonucu meta haline geliyordu.
Başlangıçta, zanaatçılar ile çiftçiler arasındaki ayrılma, yurtluğun dar çerçevesi içinde gerçekleşti. Ama uzmanlaşmanın ilerlemesiyle, zanaatçı, gittikçe daha sık olarak ürününü sürmek ve gereksinmesi olan her şeyi satınalmak üzere pazara gitmeye başladı. Zanaatçı, meta üreticisi haline geliyordu.

KENT İLE KIR ARASINDA TOPLUMSAL İŞBÖLÜMÜ
Usta zanaatçı, köyde yeterli bir pazar bulamıyordu. Üstelik feodal sömürü, ona ağır geliyordu. Köylü-zanaatçı1ar, yurtluktan ayrılmak, ürettiği eşyayı daha rahatlıkla satışa sunabileceği ve senyörlük boyunduruğundan kurtulabileceği yerlere gitmek eğilimindeydiler.
Bazıları, bunu, gizlice kaçarak yapıyorlardı; başkaları, senyöre, bir miktar para ödemeyi kabul ederek, senyörün izni ile köyden ayrılıyorlardı. Her zaman paraya gereksinmesi olan senyörler, serflerinin bu koşulla köyden ayrılmasına izin veriyorlardı. Önceleri, köyden ayrılma izinleri kısa süreli idi; örneğin panayıra gitmek için ya da kış süresince, yani derebeylik toprakları üzerinde kolgücü pek gerekli olmadığı zaman, köyden ayrılabiliyorlardı. Ama sonradan, bu izinler, daha uzun süreli oldu.
Usta zanaatçıların dışında, ancak bazı fırsatlarda, kendi özel gereksinmelerini sağlamak için zanaatçılık yapan basit çiftçiler de köyden ayrılıyorlardı. Demek ki, bu olgu, giderek yurtluğun ve komünün sınırlarını aştı, toplumun bütününü kapsadı. Bu toplumsal işbölümü, daha sonra kent ile köy arasındaki çelişkileri doğuracaktır. [sayfa 182]

KASABALARIN KURULUSU
Köylerden kaçan ya da senyörlerinin izni ile ayrılan köylüler, zanaat eşyasının daha kolay satılabildiği, hammadde kaynaklarına yakın, aynı zamanda, kendilerine güvenlik sağlayan yerler arıyorlardı. Bu yerleri, kralların, preslerin ve piskoposların konutlarının duvarları altında, büyük yönetsel merkezlerin yakınlarında buluyorlardı. Kaçak serfler, gönüllü olarak, çoğunlukla berkitilmiş olan büyük manastırların ve abbeliklerin yakınlarında da yerleşiyorlardı.
Köylerden ayrılıp giden köylüler, kervanların mola verdikleri yerlerde, kara yolları ya da nehir yolları kavşaklarında, ürünlerin sık sık trampa edildiği yerlerde yerleşmeye çalışıyorlardı; öte yandan, zanaatçılar da, kendi ürettikleri metaları, buralarda, kolaylıkla satışa sunabiliyorlardı. Bunun bir başka nedeni de serflerin bu gibi yerlerde yük boşaltıcılığı, kayıkçılık, mavnacılık vb. gibi geçim kapıları bulabilmeleriydi.

KÖYLÜLERİN KİŞİSEL BAĞIMLILIKTAN KURTULMALARI
Böylece, köylüler (genel kural olarak serfler) yavaş yavaş feodal boyunduruktan kuruluyorlardı, çünkü, raslantı olarak, kral ve yerel senyör, el emeğine karşı aynı ölçüde ilgi duyuyorlardı.
Bir miktar para biriktirebilen köylüler, kendi kişisel bağımlılıklarından doğan angaryaların karşılığını ödüyorlardı. Bazan, rant vermeyi düpedüz reddediyorlar ve köye geri dönmüyorlardı. Senyörlere gelince, onlar, serfleri zorla geri getiremiyorlardı. Böylece de bu köylüler özgür oluyorlardı.

İTALYA’NIN VE GÜNEY FRANSA’NIN KENTLERİ
İtalya’nın ve Güney Fransa’nın Bizans’la ve Doğu ülkeleri ile ticaret bağları, (İtalya’da) Venedik, Cenova, Piza, Napoli (Fransa’da) Marsilya, Arles, Narbonne ve Montpeller [sayfa 183] gibi kentlerin hızla ilerlemesine yardımcı oldu. Bu iki ülkede, ticaret ve zanaat ocakları olarak kentler, daha 8. yüzyılda doğuyorlar; Tuna ve Ren nehirleri vadilerinde ve İngiltere’de ise, kentler, 10. ve 11. yüzyıllarda ortaya çıkacaklardır.

RUS KENTLERİ
Yukarda belirttiğimiz gibi, Kiev, daha 10. ve 11. yüzyıllarda, büyük bir kentti. O çağda bile, Novgorod, önemli bir ticaret ve zanaat merkeziydi. Ensonu, Çernigov, Smolensk ve Polotsk da ortaçağ Rus ekonomisinde büyük bir rol oynuyordu.
9. ve 11. yüzyıllarda, Moskova, ticaret merkezlerinin yol kavşağı oldu. Kent, 12. yüzyılın ortalarından başlayarak, daha hızlı ilerledi. 13. yüzyılın başında, bir prenslik olan Moskovi’nin başkenti oldu.
Rus kentlerinin çoğu, şu plana göre kuruldu: Kentin ortasında bir hendekle ve kalın surlarla çevrili bir ordugâh, kremlin, bulunuyor, prens ya da voyvoda, askerî birliği (drujina) ve nedimleriyle burada yaşıyordu. Ordugâh çevresinde, tacir ve zanaatçıların oturduğu kasabalar kuruluyordu.
Rus kentleri, Volga, Kokaz, Bizans, Orta Asya, Iran, Arap devletleri ve Akdeniz ülkeleriyle ticaret yapıyorlardı. Rusya da, Slavlar, İskandinavya, Bohemya, Moravya, Polonya, Macaristan, Almanya vb. aracılığıyla Baltık Denizi bölgelerinde yayılıyordu.

TİCARÎ ÜRETİM
TACİRLER
Feodaller, gittikçe daha kalabalık olmak üzere, zanaat ürünlerini satınalmak ve tarım ürünlerini satmak için pazarlara koşuyorlardı. Köylüler de, sonunda feodaller gibi, bazı ürünleri pazardan satınalmaya başladılar.
Feodaller tarafından gittikçe daha çok ezilen köylüler, [sayfa 184] kırı terkediyorlar, ve böylece, giderek zanaatçılığın ve ticaretin merkezi haline gelen kasabaları büyütüyorlardı. Bu kasabalarda yaşayanların buğdaya ve başka tahıllara gereksinmesi vardı ve bu da, kent ile kır arasındaki değişimlerin gelişmesinin nedeni idi. Kırdan göç ile başlayan toplumsal işbölümü, yeni bir hız kazandı.
Toplumsal üretimin bir tek alanı, bir yanda tarımsal üretim, bir yanda da sınaî üretim olarak çiftleşti. İmal edilen ürünler, meta haline geldi. Yeni bir toplumsal tabaka, kendilerini yalnızca ticarete veren tacirler tabakası ortaya çıktı. Tacirler, zanaatçılardan, ürettikleri eşyayı satınalıyor, pazarda yeniden satıyorlardı. Eskiden, zanaatçı, imal ettiğini kendisi satarken, şimdi bu işi, onun yerine, tacir yapıyordu.

LONCANIN DOĞUŞU
Toplumsal işbölümü, yalnızca (sonradan kentleri oluşturacak olan) zanaat kasabalarının (bourgades) kuruluşu ve bir iç pazarın yaratılması sonucunu doğurmakla kalmadı, toplumsal ve siyasal ilişkilerde de değişikliklerin nedeni oldu.
Kırsal bölgelerden kaçan köylüler, kendi topluluk ilişkilerine ait töre ve âdetleri her yana yayıyorlardı. Yeni belediyelerden (commune’lerden), geleceğin kentlerinin ilk çekirdekleri ortaya çıkı veriyordu. Belediyeler, etkinliklerine giren en önemli işleri: zanaatçılığı, ticareti, hâlâ nüfusun bir bölümünün çalıştığı tarımı, komşu feodallere karşı savunmayı vb. düzenliyorlardı. Belediyeler, kentlerde yerleşmiş olan eski-köylü serflere etkin bir yardım sağlıyorlardı. Onlara, senyörün baskısını sarsmak ve özgür bir insanın kişisel ve maddî haklarını elde etmek için yardım ediyorlardı. Belediyelerin yönetimi altında, yavaş yavaş meslek loncalarının temelleri atılıyordu. Bunlar, henüz az gelişmiş olan bir meta üretimi toplumunun iktisadî niteliğine uygun düşüyordu. [sayfa 185]

TİCARETİN GELİŞMESİ VE FEODAL DÜZENDE PARANIN ROLÜ
Gelişmekte olan ticaret, paranın, özellikle ticaret sermayesinin önemini artırıyordu. Bu, henüz kapitalist ilişkilerin doğması demek değildi, bunun için emek-gücünün de meta haline gelmesi gerekecekti. Yavaş yavaş, feodal düzende, para, kölelik çağında yerine getirdiği ve kapitalizmde de yürürlükte olan bütün görevlerine yeniden başlıyordu.
Ortaçağın başlarında, dış ticaret, iç ticarete üstün geliyordu. Onun için, ilkin evrensel paranın (bu terimin saymaca anlamıyla) işlevi ortaya çıktı. Ticaretin gelişmesi sayesinde tacirler, paraya, artık, satınalmış olduğu metaı daha yüksek fiyatla satarak ek bir para elde etmenin aracı olarak bakıyorlardı. P-M-P’ (para-meta-para) formülü ile P”nün, P’den daha büyük olduğu bir sözleşme temsil edilmektedir. Çeşitli yerlerdeki fiyatları bilen tacirlerin pazar üzerindeki tekeli, bu işlemleri hazırlıyordu. Burada, para, para-sermaye rolünü yerine getiriyordu.
O sırada, para, dışardan, başka bölgelerden gelme bir unsurdu, ama daha o zamandan feodaller tarafından servet biriktirilmesine yardımcı oluyordu. Para, servet biriktirme aracı işlevini görmeye başladı.
Özellikle yükümlülüklerin ve para cezalarının artması yüzünden emekçilerin aşırı ölçüde sömürülmesi, alım-satım ilişkilerinin az gelişmiş koşulları altında, parayı bir ödeme aracı yapmakta yardımcı oluyordu.
Genişleyen toplumsal işbölümü, meta-para ilişkilerinin gelişmesi sonucunu doğurdu. Paranın kendisinin daha önemli olan işlevleri, bu evrimi kolaylaştırıyordu. Para, giderek daha çok dolaşım aracı rolünü oynuyordu. Para basmak yaygınlaştı.
Ensonu, meta-para ilişkilerinin genişlemesiyle, köylülerin ve zanaatçıların alım-satım ilişkilerine gittikçe daha çok katılımlarıyla, para, yavaş yavaş, değer ölçüsü işlevini görmeye [sayfa 186] başladı. Karşılıklı ödeşmeler sırasında, köylü ve zanaatçılar, emek giderlerini hesaba katmak gerektiğini anlıyorlardı. Ama bu durumda, para, her zaman değerli maden ağırlığının değerini bulmuyordu. Bundan böyle, köleci çağda olduğu gibi, meta-para ilişkileri M-P-M (meta-para- meta) formülü ile nitelenebiliyordu.

FEODAL SENYÖRLERE KARŞI KENTLERİN SAVAŞIMI
Ortaçağ kentleri, feodallerin toprakları üzerinde kurulmuştu ve kaçınılmaz olarak, başlangıçta, kent içinde bütün iktidarı elinde tutan senyörlere boyuneğmek zorundaydılar. Feodaller, kentlerden en büyük yararı, kazancı sağlamak istiyorlardı. Onun içindir ki, kuruluş yolundaki kentin yönetimi, feodal senyörlere karşı savaşıma girişmek zorunda kaldı.
Belediye hakları için savaşırken, bütün halk, senyöre karşı oluyordu. Bu savaşın sonucu, siyasal yapıyı ve senyöre karşı kentin bağımlılık derecesini -vergilerin bizzat kentlerce toplanması gibi burjuva haklarından tam yönetim özerkliğine değin- belirtiyordu. Özerk siyasal birimler haline gelen bağımsız kentlerin (Fransa’daki belediyeler gibi) kendi özel adliye aygıtları, milis kuvvetleri, maliyeleri vb. vardı. Belediye sakinleri, öteden beri, varolagelen senyöre karşı yükümlülüklerden bağışıktılar.
Batı Avrupa’da, kendi kendilerini yöneten kent-cumhuriyetler, önce İtalya, Fransa, Hollanda ve daha sonra Batı Avrupa’da, Almanya’da kuruldu (11. ve 12. yüzyıllar). Rusya’da, Büyük-Novgorod, 11. yüzyılda, özel tipte bir cumhuriyet oldu.
Özellikle krallığa ait topraklar üzerinde kurulan bazı kentler, özerk belediyelere sahip olmak haklarını elde edemediler, ama yine de, bazı ayrıcalıklardan ve bağışıklıklardan yararlanıyorlardı. Belediye yönetiminde, seçilmiş organlar, senyörün delegeleri ve kralın görevlileriyle birlikte çalışıyorlardı. [sayfa 187]
Kentte, en yüksek organ, seçimle gelen meclisti; ki, bu meclis, milis kuvvetlerini seferber ediyor, zanaatı denetliyor, gerekli kararları yayınlıyordu. Meclise, seçimle gelen bir yüksek görevli, Fransa ve İngiltere’de belediye reisi {le maire), Almanya’da kent-başkanı {bourgmestre) vb. başkanlık ediyordu. Senyöre karşı koymaya yetecek gücü de, kaynakları da olmayan küçük kentler ise, senyörlerin yargılama yetkisi alanında kalıyorlardı.
Bununla birlikte, bütün kentlerin ortak bir yanı vardı ki, kentlerde oturanlar, kişisel kölelikten kurtulmuşlardı. Kentte bir yıl bir gün yaşamış olan her köylü, özgür oluyordu.
Asya ülkelerinde de, aynı şekilde, kentler, feodallere karşı savaşım veriyorlardı; ama genel olarak, amansız savaşım, özerklik kazanmaya yetenekli olmayan kentlilerin yenilgisi ile sonuçlanıyordu.

PATRİSYENLERLE ZANAATÇILAR ARASINDA SAVAŞIM
Kentlilerle feodallerin savaşımı sonuçlanıp, kentlerde herhangi bir statü bir kez yerleştikten sonra toplumsal çelişkiler, kent nüfusunun bağrında kendilerini gösterdiler.
Kentlerde, iktidar, daha sonra antikçağdan gelme adıyla “patriciat – patrisyenler” (yani aristokrasi) denen kent halkının en zengin bölümünün elindeydi. Patrisyenler, belediye topraklarındaki mülk sahiplerini, büyük tacirleri, tefecileri ve kentte oturan küçük feodalleri içine alıyordu. Halk kitlesi, zanaatçılardan ve ailelerinden oluşuyordu.
Kentlerde zanaatçılık geliştikçe, siyasal yaşamda loncaların önemi artıyordu. Loncalar, iktidarı, patrisyenlerden almaya uğraşıyorlardı. Kolonya, Floransa kentlerinde, savaşım, kentin kilit noktalarını ele geçiren loncaların tam başarısıyla sonuçlandı. Başka yerlerde, örneğin, Kuzey Almanya’nın büyük-ticaret kentlerinden üstün gelenler, patrisyenler oldu. Bazan, savaşım bir uzlaşma ile sonuçlanıyor, en zengin ve en güçlü loncaların temsilcileri, aristokratlarla aynı [sayfa 188] ölçüde olmak üzere belediye yönetimine katılıyorlardı. İktidara gelen zanaat ustaları (maître), kendilerini, belediyelerin daha ileri bir biçimde demokratlaştırılmasına karşı olan ayrıcalıklı gruplarla bir tutmaya çalışıyorlar ve patrisyenlere karışıp gidiyorlardı.

LONCALAR
Zanaat, ortaçağ kentinin sınaî temelini oluşturuyordu. Feodalitede küçük sanayi, kırın olduğu kadar, kentin de ayrıca özelliğiydi. Köylü gibi zanaatçı da, bir küçük üretici idi. Kendi üretim aletlerine sahipti, kendi işletmesinde kendisi çalışıyordu ve kâr elde etmek değil, yaşamını kazanmak istiyordu.
Ortaçağ zanaatçıları, aynı meslekte çalışan zanaatçıları biraraya toplayan loncaları oluşturuyorlardı. Her lonca, üretimi ve üretimin oylumunu düzenlemeye çalışıyordu, örneğin bir kumaşın ölçülerini, hammaddelerin niteliğini belirliyordu. İlke olarak, her zanaatçı, en çok iki kalfa ve iki çırak kullanabilirdi.
Özel bir tüzük, kalfaların ücretini, zanaat eşyasının satımını, imal edilen metaın fiyatını düzenliyordu.
Loncalar, karşılıklı yardımlaşma amacıyla kurulan meslek birlikleriydi; aynı zamanda, dinsel görevleri de yerine getiriyorlardı. Loncaların kendi küçük kiliseleri, kendi azizleri, koruyucuları, kendi dinsel bayramları vb. vardı. Öte yandan, her meslek, askerî bir birimdi. Savaş sırasında lonca üyeleri, şeflerinin komutası altında silahlanıyorlardı.
Kentlerin çoğunda, zanaatçılar, loncalar kurmak zorundaydılar. Kentte, bir kimse, eğer bir lonca üyesi değilse, şu ya da bu mesleğe giremezdi. Kenti kuşatan köyler dahil olmak üzere, kentte başka yerde imal edilen eşyayı satmak yasaktı.
Loncaların içinde iyice belirlenmiş bir işbölümü yoktu. Teknik ilerleme ve uzmanlaşma, küçük zanaat niteliğini değiştirmiyor, [sayfa 189] ancak yeni bir meslek loncasının oluşması ile sonuçlanıyordu. Her kentte onlarca, büyük kentlerde yüzlerce meslek vardı. Örneğin Paris’te, 14. yüzyılın başında 300 meslek loncası vardı.
Loncalar ve uyguladıkları önlemler, başlangıçta, zanaatçılara, üretim sürecini yoluna koymakta ve haklarını elde etmek için savaşımda yardım ederek, olumlu bir rol oynadılar. Ama lonca örgütü, zamanla, iktisadî ilerlemeyi durduran bir engel haline geldi. Meslek sahipleri, her tür yeniliğe, her tür teknik yetkinliğe karşı koyuyordu. Örneğin, 13. ve 14. yüzyıllarda, çıkrık kullanmak yasaktı. 11. yüzyılda icat edilen keçeleme makinesi, 15. yüzyıla değin yasaklandı. Öte yandan, her zanaat, kendi meslek gizlerini sımsıkı saklıyordu.

KALFALAR VE ÇIRAKLAR
Bir tür feodal hiyerarşi, zanaat örgütünü düzenliyordu: usta, kalfa, çırak. Ustalar, yavaş yavaş, ayrıcalıklı bir grup oluşturdular. Her kalfaya, ustalığa geçme yetkisi verilmiyordu. Loncaya kabul edilmek için üstün nitelikte bir nesne, bir şaheser yapmak gerekiyordu. Eğer özel bir kurul, bu nesnenin kurallara tümüyle uygun olduğuna karar verirse, ancak bundan sonra işçi, ustalığa kabul edilebiliyordu. Öte yandan kalfa, ustalığa kabul edilişinin onuruna bir şölen vermek için büyük bir para harcamak zorundaydı. Zamanla, şaheserler ortaya koymak, giderek daha karmaşık bir iş oluyor ve pratik olarak, yalnızca ustanın oğulları ve yakın akrabaları ustalığa kabul ediliyor.
Kısacası, artık ustalığa geçmek iddiasında bulunamayan sürekli bir kalfalar sınıfı vardı; bunlar, birlikler, kardeşlik dernekleri kuruyor ve ortaklaşa haklarını savunuyorlardı. Böylece meslekler arasında ve bir mesleğin içinde, maddî bir farklılaşma kendiliğinden ortaya çıktı: Ticaret sermayesi, giderek, zanaatçıları sömürüyordu. Büyük ticaret merkezlerinde, bazı kişiler, aracılar, imal edilmiş [sayfa 190] eşyayı satınalıyorlar, hammaddeleri dağıtıyorlardı. Öyle oldu ki, bunlardan hammadde alan zanaatçı, kendi imal ettiği malları da onlara satıyordu. Az varlıklı usta-zanaatçı1ar, hammaddeleri kredi ile alıyor, yapılmış eşya ile borcunu ödüyordu; giderek meslekten tacirler haline gelmiş olan aracının boyunduruğu altına düşüyorlardı.

TEFECİ SERMAYE
Paranın önemi arttıkça, emekçiler ve feodaller gittikçe daha çok borç almak gereksinmesi duyuyorlardı. Önemli miktarda paraları elinde biriktirerek çok yüksek bir kâr yüzdesi ile borç veren bir sınıfın ortaya çıkışı, bundan ileri gelmekteydi. Burada da, para, gene sermayeye, ama bu kez tefeci sermayesine dönüşüyordu. Onun hareketinin formülü, doğal olarak, ikincisinin tutan birincisinden daha büyük olmak üzere, P-P’ (para -para) oluyor.
Tacirler de ödünç almalardan (istikrazdan) vazgeçemiyorlardı, kredi ve kambiyo işlemleri genişlemişti. Bankalar doğdu. İlk bankalar, Kuzey İtalya kentlerinde kuruldu; çünkü orada meta-para ilişkilerinin gelişmesi 13. ve 14. yüzyıllarda büyük bir hız kazanmıştı. Banka terimi bile, İtalyanca “banca”, yani “sarraf masası” sözcüğünden gelir. İflâs, “banqueroute” terimi de, “banka rotta”, yani “kırık sarraf masası” deyiminden türetilmiştir. Bir faizci iflâs ettiği zaman, onun masasını kırmak âdetti.
Öte yandan tefeci-bankacılar, muhtaç durumdaki zanaatçılara “yardımlarda bulunuyordu”; böylelikle, onların daha da, yoksullaşmasına yolaçıyordu.

SÖMÜRÜCÜLERE KARŞI SAVAŞIM
Kalfalar, iflâs etmiş zanaatçılar ve öteki yoksul kentli grupları, yavaş yavaş, tacirler, tefeciler, varlıklı zanaatçılar, feodal aristokrasi gibi zenginlere karşı duran kentlerin yoksullar sınıfını oluşturdular. [sayfa 191]
Mülksüzler, sömürücülere karşı kendiliklerinden isyan ediyorlardı. Ama o dönemde, bu ayaklanmalar, kurulu düzeni sarsamıyordu.

2. META-PARA İLİŞKİLERİ VE KIR RANTTA DEĞİŞİKLİKLER
Pazarda satmak üzere yapılan üretimin genişlemesi, tarım ilişkilerinin gelişmesini de etkiledi, angarya-rant (emek-rant) önemini yitirdi. 13. yüzyılın ortalarında, Avrupa ülkelerinin çoğunda, aynî-rant (ürün-rant), ve özellikle para ile ödenen rant, yani para-rant, yaygın durumdaydı.
Ortaçağın başlangıcında, aynî olarak ödenen yükümlülüklerin yerini malî yükümlülüklerin alması, raslantıya bağlı ve ikincil nitelikte bir şeyken, artık para toplama ve onu çoğaltıp yığma, feodal senyörlerin, esas amacı haline geliyordu. Emek-rant ve aynî-rantın yerine, para-rantın geçmesi (rantta değişiklik) yaygınlaştı. Gittikçe daha sık olmak üzere, köylüler, emeklerinin ürünlerini pazarda satmak zorunda kalıyorlardı.
Para-rantı artırmak isteğinde olan feodaller, köylülere bir ölçüde iktisadî bir özerklik tanıyorlardı. Bu, yüzden, köylünün kişisel bağımlılığı, feodalin gözünde önemini yitiriyordu. Feodalin, köylünün kişisel köleliğinden gelme ödemelerin yerine, büyük bir para almakta kazancı vardı. Özgürlüklerin satınalınması için çok yüksek, çoğu kez köylünün gücünün üstünde bir fiyat konuluyordu. Köylüler, böyle bir “azat olma”ya itiraz ediyorlardı. Feodaller, sık sık köylüleri “azat olmaya” zorla razı edebilmek için silahla tehdit etmek zorunda kalıyordu.

KÖYLÜLER ARASINDA ARTAN EŞİTSİZLİK
Köylülerin ticarî işlemlere katılmaları, servet eşitsizliklerinin artmasına yardımcı oldu. Buna, tarım ilişkilerindeki değişikliklerin de katkısı oldu. Topraktan yararlanma (tasarruf [sayfa 192] hakkı), 12. ve 13. yüzyıllarda kesin olarak kalıtsal bir nitelik aldı. Mirasçıların sayısının çokluğu, köylü topraklarının parçalanmasının nedeni oluyordu. Bir köylü, kendi tarlasından istediği biçimde yararlanabilirdi: satabilir, toprak satınalabilir, rehine koyabilir vb.. Bununla birlikte, sözcük anlamıyla, toprak satmak sözkonusu değildi, ancak yararlanılmakta olan toprağın tasarruf hakkı satılabilirdi. Feodaller arasında da, toprağa ait anlaşmalar, benzer niteliklere bürünüyordu. Feodaller, toprak yükümlülüklerinin kaldırılması “hakkı”nı satınalıyor ya da satıyorlardı.
Köylülerin hepsi para yükümlülüklerini ödeyecek durumda değillerdi. En yoksulları, kendi toprak paylarının tamamını ya da bir bölümünü yitiriyorlardı. Birçok köylü işletmesi, tefecilere yem oldu. Tefeci sermayesi, toprağa ait ilişkiler alanına da girmeye başladı. Muhtaç köylüler, toprak paylarını rehine koyuyorlar ve çoğu durumda, faiz yüzdeleri çok yüksek olduğu için, topraklarını geri alamıyorlardı. Daha varlıklı köylüler, yoksullaşmış komşularının topraklarını satınalıyorlardı. Zengin köylülerin tarlaları, çoğu kez, alışılagelmiş parsellerden birkaç kat daha büyüktü.

TOPRAĞIN KÜÇÜK KÖYLÜLER TARAFINDAN KİRALANMASI
Feodal toprak sahipleri, köylülerin emek ürününün büyük bir kısmını kendilerine malediyor, aynı zamanda köylülerin yükümlülüklerinin daha da ağırlaştırılması için baskı yapıyorlardı. Bununla birlikte, her zamanki ödemelerin artması, büyük toplumsal çalkantıların nedeni olabiliyordu.
Egemen feodal sınıf, en başta Fransa’da ve Güney Hollanda’da, kendisini tatmin edecek olan para-rant sistemini birdenbire hazırlayıp kotaramadı. Birçok laik ve kiliseye bağlı feodaller, malî güçlüklerine çare bulmak için, daha büyük feodallerden ya da tefecilerden ödünç para alıyorlar, bunun sonucu olarak onların bağımlılığı altına giriyorlardı.
Feodaller, köylülere (ve tacirlere) birçok yerel vergi, [sayfa 193] ayakbastı parası ödemeyi kabul ettiriyorlardı. Bu ödemeler, feodaller için yalnızca önemli bir gelir kaynağı değil, aynı zamanda, köylüler üzerinde bir baskı aracıydı. Bir köylü, sürüsü için geçiş parası, ayakbastı hakkı ödüyordu (elbette ki çoğu kez bu hayvanları satmak sözkonusu değildi). Pazar vergisi de ödüyorlardı; ticaret işlemleri bir hukuka tâbiydi.
Ama bu ödemeler, feodal mal sahiplerinin açlığını doyurmuyordu. Birçok toprak sahibi, kendi yurtluklarının topraklarını, intifa hakkına sahip köylülerin ötedenberi ödediklerinden çok daha yüksek bir fiyatla, üç aylık vade ile, kiraya veriyordu. Feodaller için kârlı olan bu küçük köylü kira sistemi, yavaş yavaş genişliyordu. Kira, çoğu kez ürünün bir bölümü, bazan da yarısı ile (Fransa’da olduğu gibi) ödeniyordu.
Varlıklı köylüler, önemli toprakları, tekrar küçük tarlalar halinde yoksul köylülere kiraya vermek üzere kiralıyorlardı.
Köylü kiralamalarının genişlemesi, feodal üretim ilişkilerinin evrimine tanıklık ediyor. Senyörlere ait işletmelerin önemi azalıyordu. Ortaçağ köyünün iktisadî yaşamında köylü işletmesinin önemi artıyordu.
Köylülerin feodal senyörler tarafından aşırı ölçüde sömürülmeleri, köylüleri kendi ürünlerinden yoksun bırakan başlıca araçtı, ama tek araç değildi. Ticarî işlemlere katılmak zorunda olan köylüler, varlıklı köylüler bunun dışında olmak üzere, tacirler tarafından konulan tekel fiyatları ve loncaların tekel fiyatları yüzünden kayba uğruyorlardı.
Sonuç olarak, meta-para ilişkileri içinde yeralan köylüler, özellikle yoksul köylüler, gittikçe daha acımasızca sömürülmekteydiler.

KENTLERİN İKTİSADÎ BÜYÜMESİ VE YEREL PAZARLARIN GELİŞMESİ
Ticaretin gelişmesi, sürekli pazarların yaratılması kentlerin [sayfa 194] durumunu sağlamlaştırıyor ve feodal devletin iktisadî yaşamında kentlerin önemini artırıyordu. 13. ve 14. yüzyıllarda, Avrupa’da ulusal pazarlar henüz oluşmamıştı. Bununla birlikte, bütün kentlerin ve kasabaların bir pazarı vardı.
Dış ticaret ilişkilerinin genişlemesi, meta-para ilişkilerinin gelişmesine sıkı sıkıya bağlı oldu. En çok aranan metaların toptan alışverişinin yapıldığı panayırlar, dış ticaret ilişkilerinin genişlemesinde önemli rol oynuyorlardı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinin tacirlerinin karşılaştıkları Fransa’nın Champagne kenti, Avrupa’nın önde gelen ticaret, merkezlerinden biri oldu. Baltık Denizi ve Akdeniz bölgeleri de canlı birer ticaret merkezi oldular. Wolin, Arkona, Szczecin, Gdansk vb. gibi Slav kentleri, Baltık Denizinde, ticaret ilişkilerinin gelişmesinde önemli rol oynadılar. Akdeniz ticareti, Avrupa ülkeleri ile Kuzey Afrika ülkelerini birbirine bağlıyordu.

BURJUVA TARİHÇİLİĞİNDE KENT SORUNU
Burjuva tarihçileri, kentin evrimi ve onun kökeni sorununun özünü tahrif ederler. Burjuva yazarlar, zanaatçılıkta tarımın ayrılmasına ve daha sonra pazar aracılığı ile tarımla birleşen zanaatın, toplumsal üretimin bağımsız bir kolu haşine dönüşümüne, gereken önemi vermezler. Burjuva yazarlar, ortaçağ kentinin ortaya çıkışı ve gelişmesi ile feodal toplumda meta üretiminin ve iç pazarın gelişmesi arasındaki ilişkiyi görmüyorlar. Sorunun biçimsel hukuksal yönü üzerinde duruyorlar. En çok, çevresinde bir kentin oluştuğu evler kümesi (kasaba ve köy) tipini aydınlatmaya, bu kümenin eski kurumlarının nasıl bir ortaçağ kenti haline döktüklerini bilmeye çalışıyorlar. Burjuva tarihçiliği, iktisadî sorunlarla ilgilendiği zaman, bu sorunları, kentin ve feodal toplumun genel iktisadî yaşamı dışında çözümler.
Başka tarihçiler yanında, 19. yüzyılın birinci yarısında, [sayfa 195] Fransız tarihçisi Reynouard’ın da paylaştığı bir teori gereğince, ortaçağ kenti, düz bir çizgi halinde son dönem Roma kentinden geliyordu. Bu teorinin yandaşları, kentlerin, Roma İmparatorluğundan günümüze değin kesiksiz olarak geliştiği fikrini savunuyorlardı.
Almanya’da 19. yüzyılın ortasında yaygınlık kazanan “patrimuan teorisi”nin yandaşlarına göre, kent, ancak feodal miras-irattan bu yana genişledi. Bunlar, kent nüfusunun başlıca tabakalarının yurtluktan geldiğini, kent kurumlarının ise bu nüfusun yönetim organizmalarının gelişmesinin bir sonucundan başka bir şey olmadığını söylüyorlardı.
Almanya’da “burg (kent) teorisi” doğdu (Wilde, Gierke, Keitgen); bu teori gereğince, kent belediyesinin (komününün) temelinde Cermenlerin, kentin duvarları dibinde yerleşmiş üyelerini korumak üzere yapılmış askerî ittifakları vardı.
Bu arada, İngiliz tarihçisi Matland tarafından, geçen yüzyılın sonlarında formüle edilen “garnizon teorisi”nden sözedelim. Matland’e göre büyük toprak sahibi İngilizler, kendi adamlarını, berkitilmiş yerler kurmaya ve garnizonları koruyup bakmaya gönderiyorlardı. Bu berkitilmiş yerler, kent haline geldiler. Matland’e göre, bir kenti köyden ayıran, kent evlerinin ve kentteki toprak paylarının köydekinden farklı olarak kendiliğinden birçok mülk sahibine ait olmasıdır
Maurer, kendi “mark teorisi”ni, kentin kökeni sorununu içine alacak biçimde genişletmiştir. Maurer’e göre, bir ortaçağ kentinin nüfusu ve organizasyonu, Alman kabile topluluğu mark ile doğrudan doğruya ilgilidir.
“Pazar teorisi”nin temsilcileri (herkesten önce Alman tarihçi Sohm) bütün dikkatleri, sorunun hukuksal yanı üzerinde topluyorlardı. Kentin niteleyici özellikleri, kent hukukunda yansımaktadır. Bu kent hukuku ise, pazarın yarattığı ayrıcalıklara dayanmaktaydı.
“Pazar teorisi”, H. Pirenne tarafından daha çok geliştirildi. [sayfa 196] H. Pirenne’in görüşleri, burjuva tarihçiliği üzerinde büyük bir etki yaptı ve yapmaktadır. Pirenne, ticaretin önemini abartır. Ona göre, ticaret, ortaçağ kentinin başlıca kökeni, tüm feodal toplumun iktisadî ilerlemesinin başlıca etkenidir. Kenti yaratanlar, tacirlerdir. “Dünya ticareti”nin gelişmesi, ona göre, antikçağ ile ortaçağı bir tek bütün halinde birleştiren etkendir. Pek çok çağdaş burjuva tarihçisi, gerçekten bilimsel bir tahlille pek de ortak yanları olmayan kendi görüş açılarını kurmak için, Pirenne’in teorisini kullanırlar.
Görüyoruz ki, burjuva tarihçileri ve iktisatçıları, ancak temel süreçlere eşlik eden dış etkenleri dikkate almaktadırlar. İktisadî ve toplumsal olayların maddî özü, onlar için anlaşılmaz bir kitap gibidir.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments