“M. Proudhon’un, bize, ekonomi politiğin yanlış bir eleştirisini yapması, saçma bir felsefi teoriye sahip bulunmasından ötürü değildir; bugünün toplumsal sistemini, M. Proudhon’un daha pek çokları gibi Fourier’den aldığı bir sözcüğü kullanayım, engrènement‘ı içinde anlayamadığı içindir ki, bize saçma bir felsefi teori veriyor.
M. Proudhon, Tanrıdan, evrensel akıldan, hiç bir zaman yanılmayan, bütün çağlar boyunca hep kendisine eşit olmuş bulunan ve gerçeği bilebilmesi için kişinin doğru bilince sahip olmasını gerektiren insanlığın kişisel olmayan aklından niçin sözediyor? Kendisine gözüpek bir düşünür görünümü verebilmek için, niçin o güçsüz hegelciliğe sığınıyor?
Bu bilmecenin anahtarını da gene kendisi veriyor. M. Proudhon, tarihte bir dizi toplumsal gelişme görmektedir; tarihin içinde gerçekleştirilen bir ilerleme bulmaktadır; nihayet, insanların bireyler olarak yaptıkları şeylerden haberdar olmadıklarını ve kendi hareketlerinde yanıldıklarını söylemektedir, yani bunlann toplumsal gelişmeleri ilk bakışta, kendi bireysel gelişmelerinden başka, ayrı ve bağımsız gibi görünmektedir. Bu olguları açıklayamıyor ve bundan ötürü de evrensel aklın kendi kendisini açıkladığı varsayımını icat ediveriyor. Mistik nedenler, yani sağduyudan yoksun sözler icat etmekten daha kolay bir şey yoktur.
Ama insanlığın tarihsel gelişimi konusunda hiç bir şey anlamadığını kabullenmekle —o, bunu, Evrensel Akıl, Tanrı vb. gibi şatafatlı sözcükler kullanmakla kabul etmiş oluyor— M. Proudhon, ekonomik gelişimi anlama yeteneğinden yoksun bulunduğunu üstü kapalı bir biçimde ve zorunlu olarak kabullenmiş olmuyor mu?”[1]
Yukarıdaki pasaj Marx’ın P.V. Annekov’a 1846 yılında yazdığı bir mektuptan alıntıdır. Proudhon’un Sefaletin Felsefesi adlı eserini okuduktan sonra yazdığı bu mektupta Proudhon’un eseri ile ilgili edindiği genel izlenimi aktarmıştır. Eserin detaylı eleştirisini ise 1847 yılında tamamladığı Felsefenin Sefaleti adlı kitabında ortaya koymuştur.
Riazanov, Marx’ın bu eseri yazma sürecini şöyle anlatır:
“Marx’ın Felsefenin Sefaleti’ni yazabilecek hale gelebilmesi için, iki yılı aşkın sürekli yoğun bir çalışma gerekmiştir. Burjuva toplumu içinde proletaryanın oluştuğu ve geliştiği koşullar üzerinde çalışırken, gittikçe daha derinliğine kapitalist sistemdeki üretim ve bölüşüm kanunlarının taranmasına dalar. Diyalektik yöntemin ışığında burjuva iktisatçılarının öğretilerini yeniden inceler ve temel kategorilerin, burjuva toplumun fenomenlerinin –meta, değer, para, sermaye- ebedî olmayan şeyleri temsil ettiğini gösterir. Felsefenin Sefaleti’nde kapitalist üretim sürecinin gelişmesindeki önemli evreleri tanımlamak için ilk denemede bulunur. Bu, yalnızca bir ilk taslaktı; ama daha bu eserle Marx’ın doğru yolda olduğu, burjuva ekonomisinin çalılıklarında yolunu güvenle bulmasına yardım eden harikulade bir pusulaya, doğru bir yönteme sahip olduğu ortaya çıkar. Ama yine bu kitap, doğru bir yönteme sahip olmanın yeterli olmadığını, insanın kendini genel sonuçlarla sınırlayamayacağını, kapitalizmin karmaşık işleyişinin tüm inceliklerine nüfuz edebilmek için kapitalist gerçeklik üzerine dikkatli bir çalışma yapma gerekliliğini de doğrulamıştır.” [2]
Engels, kaleme aldığı Birinci Almanca Baskıya Önsöz’de, Marx’ın Proudhon’u eleştirirken aslında dolaylı olarak Rodbertus’u da eleştirmiş olduğundan söz eder. Alman iktisatçı Rodbertus (1803-1875), Devlet Sosyalizmini temsil eder. -Rodbertus’a göre üretimin sosyal gereksinmelere uydurulabilmesi, üretim araçlarının tam olarak kullanılması ve gelirin adil biçimde dağıtılması için devletin ekonomik ve sosyal yaşama müdahale etmesi gerekir. Rodbertus, gelir dağılımında, ortalama çalışma süresinin ölçü olarak alınmasını istemiş ve değeri, iş saatleri ile ifade edilecek bir yeni para türü düşünmüştür.- Engels’in önsözünde bu iktisatçıdan bahsetmesinin önemli bir nedeni vardır: Rodbertus, Marx’ı, kendisini “soymakla” suçlamıştır. Rodbertus suçlamasında kapitalistin artı değerinin kaynağının ne olduğunu üçüncü toplumsal mektubunda kısa ve açıkça gösterdiğini, Marx’ın ise bunu kendisinden çalmış olduğunu iddia eder. Engels bu konuya Kapital’in ikinci cildine yazdığı önsözde ayrıntılı olarak değinmiştir.[3]
Marx Felsefenin Sefaleti adlı eserin birinci bölümüne, Proudhon’dan yaptığı alıntıyla başlar.
“ “DOĞAL ya da sınaî tüm ürünlerin insanın yaşamasına katkıda bulunma yeteneklerine, özel olarak, kullanım-değeri denir; başka bir şeye karşılık olarak verilme yeteneklerine de değişim-değeri… Kullanım-değerinin değişim-değeri biçimine gelmesi nasıl olur? … (Değişim)-değeri düşüncesinin üzerine iktisatçılar yeterince eğilmemişlerdir. Bundan ötürü bunun üzerinde durmak bizim için zorunluluk oluyor. Gereksinme duyduğum şeylerin birçoğu doğada çok az miktarlarda bulunduğundan, ya da hiç bulunmadığından, kendimde eksik olan şeylerin üretimine yardımcı olmak zorundayım. Ve bu kadar çok şeye birden el atamayacağıma göre, başka insanlara, işbirliği yaptığım çeşitli işlerle uğraşan kimselere, ürünlerinin bir kısmını benimkilerle değişmelerini önereceğim.” (Proudhon, c. I, Böl. II.)”
Marx, Proudhon’un değer düşüncesinin yaratılışına ilişkin fikirlerini, “tarihsel ve anlatımcı yöntem” kullanarak ortaya koyduğu için eleştirir; çünkü bu şekilde, somut tarihsel koşullar göz ardı edilmektedir: Değer denen kavramı tanımlamak için verili koşullara dayanarak genelleme yapmak, onu basitleştirerek soyut bir ifadeye dönüştürmektir. Bir olayın ya da durumun gerçekte ne olduğunu anlayabilmek için onu bulunduğu koşullar altında edindiği biçimiyle dondurup incelemek ya da tarih içinde hangi aşamalardan geçtiğini sebep sonuç ilişkisine dayandırmadan betimleyici bir tarzda ortaya koymak, diyalektik bakışa aykırıdır ve Marx Proudhon’u bu yüzden eleştirmektedir. Peki, Proudhon’un yukarıda alıntılanan eserinde yanlış olan bakış açısının doğrusu nedir? Engels, Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı eserinde, Hegel felsefesinin devrimci yanından söz ederken aslında bu soruya da cevap vermiş oluyor:
“Dünyanın bir hazır şeyler karmaşası olarak değil, görünürde istikrarlı şeylerin, en azından beynimizdeki zihinsel yansıları olan kavramlar gibi, kesintisiz bir oluş ve yok oluş değişikliğinden geçtikleri, görünürdeki bütün tesadüfîliğe ve anlık gerilemelere rağmen sonunda ilerleyen bir gelişmenin kendini kabul ettirdiği bir süreçler karmaşası olarak görülmesi gerektiği düşüncesi –bu büyük temel düşünce özellikle Hegel’den beri günlük bilince öylesine işlemiştir ki bu genellikte artık neredeyse hiçbir itirazla karşılaşılmaz. Fakat onu lafta kabul etmekle, onu gerçeklikte ayrıntılı olarak, araştırmaya konu olan her alanda uygulamak iki farklı şeydir. Araştırmada hep bu görüş açısından yola çıkılırsa kesin çözümler ve ebedi doğrular talebinden kesin olarak vazgeçilir; edinilen tüm bilginin zorunlu olarak sınırlı olduğunun, edinilmiş olduğu şartlarla koşullu olduğunun daima bilincinde olunur; hala yaygın olan eski metafiziğin doğru ve yanlış, iyi ve kötü, özdeş ve değişik, zorunlu ve tesadüfi gibi aşılmaz karşıtlıklarının da etkisinde kalınmaz artık; bu karşıtlıkların ancak göreli geçerliliğe sahip olduğu, şimdi doğru diye bilinenin, gizli, daha sonra ortaya çıkacak yanlış bir yanı da olduğu gibi, şimdi yanlış diye bilinenin de doğru bir yanı olduğu ve bu doğru yanı yüzünden önceleri doğru diye bilindiği; iddia edilen zorunluluğun salt tesadüflerden ibaret olduğu ve güya tesadüfi olanın, ardında zorunluluğun gizlendiği biçim olduğu bilinir- ve saire.”[4]
Daha sonra Marx, Proudhon’un değişim değeri ile kullanım değeri arasındaki ilişkiye değindiği bölüme geçer. Proudhon Sefaletin Felsefesi adlı eserinde kendisinden önceki iktisatçıların bunu açıkça ifade etmediklerini ve değişim değeri ile kullanım değeri arasında ters orantılı bir ilişki bulunduğunu ilk olarak kendisinin keşfettiğini belirtir.
“İktisatçılar değerin ikili niteliğini çok iyi açıklığa kavuşturmuşlar, ama onun çelişik niteliğine aynı kesinlikle işaret etmemişlerdir; işte bizim eleştirimizin başladığı yer burası. … İktisatçıların çok basit görmeye alıştıkları kullanım-değeri ile değişim-değeri arasındaki şaşırtıcı karşıtlığa dikkatleri çekmiş olmak çok bir şey değildir: öne sürülen ve içine girmek görevi bizim olan bu basitlik, derin bir sır saklamaktadır. … Teknik terimlerle söylemek gerekirse, kullanım-değeri ile değişim-değeri, birbirine ters orantılıdırlar.”
Marx bu sırra Proudhon’dan önce Sismondi ve Lauderdale tarafından da dikkat çekildiğini, bu iktisatçıların eserlerinde benzer ifadeleri kullanarak değişim değeri ile kullanım değeri arasındaki zıtlıktan söz ettiklerini ortaya koyar. Daha sonra değişim ve kullanım değeri arasındaki zıtlığı kısaca şöyle açıklar:
“Talep aynı kalıp arz arttığında bir ürünün değişim-değeri düşer; bir başka deyişle, talebe kıyasla bir ürün ne denli bollaşırsa, o ürünün değişim-değeri ya da fiyatı da o denli düşer. Vice versa: talebe kıyasla arz ne denli zayıf olursa, arzedilen ürünün değişim-değeri ya da fiyatı da o denli yükselir: bir başka deyişle, arz edilen ürün miktarı ne denli az olursa, fiyatlar da o denli yüksek olur. Bir ürünün değişim-değeri o ürünün bolluğuna ya da azlığına, ama her zaman talebe göre bolluğuna ya da azlığına bağlıdır. Azdan da öte, kendi türünde tek olan bir ürün düşününüz: bu biricik ürün, kendisi için talep yoksa, boldan da öte, gereksiz olacaktır. Öte yanda miktarı milyonları bulan bir ürün düşününüz. Bu ürün talebi karşılamıyorsa, yani onun için çok fazla talep varsa, her zaman için kıt olacaktır.”
Marx, yukarıdaki açıklamayı yaparken Proudhon’un ele almadığı çok önemli bir ayrıntıya dikkat çeker. Bir ürünün bolluğu da kıtlığı da taleple doğrudan bağlantılıdır ve Proudhon, üretimin o ürüne gösterilen ya da gösterilecek olan talep doğrultusunda belirlendiğini göz ardı etmiştir.
“”Öyle ki, ilkeyi sonal sonucuna dek izleyerek, kişi, kullanımları vazgeçilmez olmakla birlikte miktarları sınırsız olan şeylerin karşılıksız edinilmeleri gerektiği ve hiçbir işe yaramasa da son derece kıt olan şeylerin hesaplanamayacak kadar yüksek fiyatları olması gerektiği sonucuna, dünyadaki bu en mantıki sonuca varsın. Uygulamada bu aşırı uçları bulmanın olanaksız oluşu güçlüğün üstüne tüy dikmektedir: bir kere, insan tarafından üretilmiş hiçbir ürün sınırsız miktarda olamaz; öte yandan, en kıt şeyler bile kaçınılmaz olarak belirli bir ölçüde yararlı olacaklardır, tersi durumda bunların hemen hiçbir değeri olamayacaktır. Kullanım-değeri ve değişim-değeri böylece, yaratılışları gereği sürekli olarak birbirlerini dıştalama eğilimi göstermelerine karşın, karşı konulmaz bir biçimde birbirlerine bağlıdırlar.” (c. I, s. 39.)”
Proudhon, insanın üretimle içinde bulunduğu ilişkiye baş aşağı bakmaktadır. Örneğin ekmek az üretiliyorsa yani ekmek kıtlığı çekiliyorsa fiyatı da o oranda yüksek olur; ama çok fazla üretiliyorsa yani ekmek bolluğu söz konusuysa fiyatı düşer. Peki, ekmeğin çok ya da az üretilmesini gerektiren koşul nedir? Ekmeğe duyulan ihtiyaçtır. Talepten bağımsız olarak üretim yapan tek şey doğadır; çünkü doğada “hiçbir şey —ister yüzeyde gözlemlenebilen sayısız görünür rastlantılarda olsun, ister bu rastlantılardan tevarüs eden ve düzenliliği doğrulayan doğrudan sonuçlarda olsun— bilinçli istenen bir erek olarak meydana gelmez.” (age, s. 55) O halde üretim ilişkilerinin geliştiği bir toplumda Proudhon’un, talebi göz ardı ederek oluşturduğu formülünün bir değeri kalmaz.
Proudhon bolluğu kullanım-değeri ve kıtlığı da değişim-değeri olarak sunduktan hemen sonra kullanım-değerini arz ile ve değişim-değerini de talep ile bir tutar. Değişim-değeri yerine “tahminî değer”i, kullanım-değeri yerine de “yararlılık” ifadesini kullanır. Daha sonra da bu iki değerin karşıtlığına yol açan şeyin özgür irade olduğunu söyler. Ona göre özgür alıcı ve özgür üretici özgür iradesini feda etmelidir. Marx bu noktada öncelikle arz ve talebin birbirinin karşısına konulamayacağını çünkü her ikisinin de bir diğerini kendi içinde barındırdığını söyler. Örneğin bir üretici bir ürünü arz ederken onun masrafını çıkarabilmek için alıcıdan para talep eder. Aynı şekilde alıcı da bir ürünü edinebilmek için karşı tarafa belli bir miktar para arz etmek zorundadır. Böylece talep, arz konumuna; arz da talep konumuna gelir. Marx bu şekilde Proudhon’un soyutlamasını çürütmüş olur. Üreticinin özgürlüğü konusunda ise Marx, üretim araçlarının çoğunu dışarıdan edinen ve üretimin sürekliliğini sağlayabilmek için ürününü ürettiği anda satmak zorunda olan üreticinin aslında özgür olmadığını; üretici güçlerin gelişimiyle üretimin birbirine paralel gittiğini belirtmiş; aynı şekilde alıcının özgürlüğünün de gereksinimleri ve sahip olduğu araçlarla sınırlı olduğunu eklemiştir.
Marx’a göre Proudhon’un diyalektiği “kullanım-değeri ile değişim-değeri yerine, arz ile talep yerine; kıtlık ile bolluk, yararlılık ile tahmin, her ikisi de özgür irade şövalyesi bir tek üretici ile bir tek tüketici gibi soyut ve çelişik kavramlar koymaktan” ibarettir.
Proudhon daha sonra kullanım değeri ve değişim değerinin bir sentezi olarak oluşturulmuş değer ya da sentetik değer ifadesini kullanır. Üretim maliyetini de bu kavramdan yola çıkarak açıklayacaktır.
*
Marx eserin ikinci bölümüne Proudhon’un “oluşturulmuş değer” kavramını tanımlayarak başlıyor. “Yararlılık bir kez kabullenildi mi, emek, değerin kaynağıdır. Emeğin ölçüsü zamandır. Ürünlerin göreli değeri, üretimleri için gerekli emek-zamanı ile belirlenir. Fiyat, bir ürünün göreli değerinin parasal ifadesidir. Ensonu, bir ürünün oluşturulmuş değeri, o ürünün içerdiği emek-zamanı tarafından oluşturulmuş değerden ibarettir.
Proudhon oluşturulmuş değeri kendi keşfi olarak ortaya koysa da bu kavramın daha önce Adam Smith ve J. B. Say tarafından çok belirgin olmamakla birlikte kullanıldığını da belirtir. Marx, Proudhon’un kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki çatışmanın çözümü olarak ortaya koyduğu düşüncenin, aslen Ricardo’da değişim değeri formülü olarak ifade edilmiş olduğunu gösterir. Ricardo, “Metaların göreli değeri, yalnızca üretilmeleri için gerekli-emek miktarına tekabül eder.” diyerek değişim değerini formüle eder. Değişim değerinin bu formülü, Proudhon’un iddia ettiği gibi oluşturulmuş değere eşit değildir; çünkü oluşturulmuş değerin iki ayağından birini oluşturan kullanım-değeri, emek-miktarı ile ölçülemez. Bunu Marx, Kapital’in birinci cildinin birinci bölümünde (s.49) net bir biçimde ortaya koyar:
“Bir şeyin yararlılığı, onu, bir kullanım-değeri haline getirir.[4] Ama bu yararlılık, belirsiz bir şey değildir. Metaın fiziksel özellikleriyle sınırlı olduğu için, o, metadan ayrı bir varlığa sahip değildir. Demir olsun, buğday olsun ya da elmas olsun, bir meta, bu nedenle, maddi bir şey olduğu için, bir kullanım-değeridir, yararlı bir şeydir. Metaın bu özelliği, o metaın yararlı niteliklerinden yararlanmak için gerekli olan emek miktarına bağımlı değildir.”[5]
Proudhon’a göre, bir ürünü yaratmak için gereken emek zamanı, bu ürünün arz ile talep arasındaki gerçek oransal ilişkisini gösterir. Yani en kısa sürede üretilen ürün, en çok gereksinim duyulan üründür. Toplumlar da üretimde öncelikli olarak kısa sürede üretilen bu en faydalı ürünleri ortaya koyar ve daha uzun sürede üretilen ürünleri üretmeye doğru yol alır. Marx ise bu durumu, üretimi, sınıfların uzlaşmaz karşıtlığının tetikliyor olduğu gerçeğinden yola çıkarak açıklar:
“İşler M. Proudhon’un hayal ettiğinden çok başkadır. Uygarlık başlar başlamaz, üretim de, zümrelerin, tabakaların, sınıfların uzlaşmaz karşıtlığı üzerine, ve ensonu, birikmiş emek ile fiilî emek arasındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerine kurulmaya başlar. Uzlaşmaz karşıtlık yoksa, ilerleme de olmaz. Bu, uygarlığın günümüze dek izlediği yasadır. Şimdiye dek üretici güçler bu sınıfların uzlaşmaz karşıtlıkları sisteminden ötürü gelişmiştir. Şimdi tutup da, bütün işçilerin tüm gereksinmeleri karşılanmış bulunduğundan insanlar artık kendilerini daha yüksek düzeydeki ürünlerin —daha karmaşık sanayilerin— yaratılmasına verebilirler demek, sınıfların uzlaşmaz karşıtlığını bir kenara itmek ve tüm tarihsel gelişimi başaşağı çevirmek olur. Bu, Roma imparatorları [sayfa 60] zamanında yapay havuzlarda yılanbalıkları beslendiği için, tüm Roma halkını bol bol beslemeye yetecek besin vardı demek gibi bir şeydir. Gerçekte tam tersine, Roma aristokratları zehirli yılanbalıklarına yem diye atabilecekleri kadar çok köleye sahiplerken, Roma halkının ekmek bile almaya yetecek parası yoktu.”
*
Marx, Ekonomi Politiğin Metafiziği başlıklı bölümde Proudhon’un ekonomi politiğine Hegelci felsefeyi nasıl uyguladığını açıklar. Bu açıklamalara değinmeden önce Marx’ın, Proudhon’un Hegel felsefesini kavrayış ve kullanışını kısaca anlattığı bir bölüm aktaralım:
“1844’te, Paris’te bulunduğum sıra, Proudhon’la kişisel (sayfa 30) ilişki kurdum. Buna burada değiniyorum, çünkü İngilizlerin ticari mallara hile karıştırılması demeleri gibi, Bay Proudhon’un “sophistication“undan[4*] bir ölçüye kadar ben de sorumluyum. Çoğu kez bütün bir gece süren uzun tartışmalar sırasında, kendisine büyük zarar veren ve Almanca bilmediğinden doğru dürüst inceleyemediği hegelciliği ona aşıladım. Paris’ten çıkartılmamdan sonra benim başladığım işi Herr Karl Grün sürdürdü. Üstelik bir Alman felsefesi öğretmeni olarak benden üstün olan yanı, bu konudan kendisinin de bir şey anlamamasıydı.
Bunu, bana ikinci önemli yapıtı Philosophie de la misère vb. çıkmadan kısa bir süre önce, çok ayrıntılı bir mektupta, Proudhon’un bizzat kendisi bildirmişti. Bu mektubunda, diğer şeylerin yanı sıra, şöyle diyordu: “J’attends votre férule critique.“[5*] Bu kırbacı (yazdığım Misère de la Philosophie,[6*] vb., Paris 1847’de), dostluğumuzu ilelebet sona erdiren bir biçimde, çok geçmeden yedi.
Kitabının ki iki kalın cilttir, bir değerlendirmesi olarak size, buna bir yanıt olarak yazmış bulunduğum kendi yapıtımı gösterebilirim. Orada, diğer şeyler yanında, kendisinin bilimsel diyalektiğin sırları içine ne denli az girmiş olduğunu; öte yandan ekonomik kategorileri ele alış biçiminde spekülatif felsefe kuruntularına nasıl kendisinin de katıldığını; bunları, maddi üretimdeki belirli bir gelişme aşamasına (sayfa 31) tekabül eden tarihsel üretim ilişkilerinin teorik ifadeleri olarak açıklayacağı yerde, boş sözleriyle nasıl önceden var olan ölümsüz düşünceler haline dönüştürdüğünü ye, bu dolambaçlı yoldan, nasıl bir kez daha burjuva ekonomisinin görüş açısına vardığını da gösterdim.[8*] “[6]
Proudhon’un şeyleri analitik bir biçimde incelemektense soyutlamalar yaptığını ve Marx’ın da bu metafizik bakış açısını eleştirdiğini yazının başında belirtmiştik. Aşağıdaki alıntı Proudhon’un ekonomiyi Hegel’in mutlak tin düşüncesine bağlayışını ortaya koyuyor:
“İktisatçılar, burjuva üretim ilişkilerini, işbölümünü, krediyi, parayı vb. sabit, değişmez, ölümsüz kategoriler olarak ifade ediyorlar. Önünde bu hazır-yapılmış kategoriler duran M. Proudhon, bize, bu kategorilerin meydana geliş olayını, [sayfa 104] yaratılışlarını, ilkelerini, yasalarını, fikir ve düşüncelerini açıklamak istiyor.
İktisatçılar üretimin yukarda sözü edilen ilişkiler içinde nasıl yapıldığını açıklarlar, ama bizzat bu ilişkilerin nasıl üretildiklerini, yani onları doğuran tarihsel hareketi açıklamazlar. Bu ilişkileri, ilkeler, kategoriler, soyut düşünceler olarak kabullenen M. Proudhon’un yapacağı tek şey, ekonomi politik üzerine yazılmış her malzemenin sonunda alfabetik sıraya göre verilmiş bu düşünceleri bir düzene sokmaktan ibarettir. İktisatçının malzemesi, insanoğlunun etkin, enerjik yaşamıdır; M. Proudhon’un malzemesi ise, iktisatçıların dogmalarıdır. Ama üretim ilişkilerinin tarihsel hareketinin ki kategoriler bunun teorik ifadesinden ibarettirler, peşini bıraktığımız an, bu kategorilerin içinde fikirlerden, gerçek ilişkilerden bağımsız kendiliğindenci düşüncelerden başka bir şey görmek istemediğimiz an, bu düşüncelerin kaynağını saf aklın hareketine bağlamak zorunda kalırız.
…….
Tıpkı soyutlama aracılığı ile her şeyi bir mantıksal kategori haline dönüştürmemiz gibi, soyut durumda hareketi, – yalnızca biçimsel hareketin salt mantıksal formülünü– elde etmek için de değişik hareketleri bütün ayırt edici’ niteliklerinden soyutlamamız yeterlidir. Kişi mantıksal kategorilerde bütün şeylerin özünü buluyorsa, hareketin mantıksal formülünde de, yalnızca her şeyi açıklamakla kalmayıp şeylerin hareketini de belirten mutlak yöntemi bulduğunu sanır. [sayfa 106]
…….
Öyleyse nedir bu mutlak yöntem? Hareketin soyutlanması. Hareketin soyutlanması nedir? Soyut durumda hareket. Soyut durumda hareket nedir? Hareketin saf mantıksal formülü ya da saf aklın hareketi. Saf aklın hareketi nelerden ibarettir? Kendisine durum almaktan, kendisine karşıt olmaktan, kendisini oluşturmaktan; kendisini tez, antitez, sentez olarak formüle etmekten; ya da, gene, kendisini olumlamaktan, kendisini yadsımaktan, kendi yadsımasını yadsımaktan.”
Hareketin soyutlanması diye ifade edilen düşüncenin örneklerine bugün de çok sık rastlarız. Eğitimi ele alalım. İlköğretimden yüksek öğretime kadar okutulan birçok derste bu soyutlama yöntemi hâkimdir: Bir filozof x düşünceyi savunmuştur. Ondan sonra gelen filozof ise bu x ript src=”http://marksizmcalismalari.org/okul/jscripts/tiny_mce/themes/advanced/langs/en.js” type=”text/javascript”> düşüncesinden etkilenmiş; ama bu düşünceyi eleştirip ona kısmen karşı çıkarak ortaya y düşüncesini atmıştır. Aynı şey edebiyat dersleri için geçerli: Divan edebiyatı şu tarihte son örneklerini verdi ve yerini Tanzimat edebiyatına bıraktı… gibi. Sözü edilen kişiler ve durumlar kronolojik sıra takip edilerek masalsı bir biçimde anlatılır. O filozof neden x görüşüne sahipti; o dönemde öyle düşünmesine sebep olan maddi koşullar nelerdi ya da kendisinden sonra gelen filozof nasıl oldu da aynı konuya daha derinlikli bir bakışla yaklaşabildi… vb sorular sorulmaz. Sözlük maddesi ezberletir gibi kişiler, olaylar, durumlar peş peşe aktarılır; bir bilimin ya da disiplinin bir diğeriyle bağlantılı olması ve birinde gerçekleşen herhangi bir gelişmenin bir diğerini de etkilemiş olabileceği ihtimali ise tümüyle göz ardı edilir. Bu sadece eğitim alanında değil günlük yaşantımızda da bize dayatılır: Uyuşturucuya başlama yaşı her yıl biraz daha düşüyor, denir. Eğitimsizlik, aile baskısı… vb etkenler ortadan kaldırılırsa bu değiştirilebilir, diye umut verici sözler edilir. Sanki eğitim, aile içi şiddet vs etkenler kendiliğinden var olmuş, toplumun maddi koşullarından bağımsız şeylerdir.
“Ekonomik kategoriler yalnızca teorik ifadeler, toplumsal üretim ilişkilerinin soyutlanmasıdırlar. M. Proudhon, gerçek [sayfa 108] bir filozof gibi, şeyleri baş aşağı tuttuğundan, gerçek ilişkilerin içinde “insanlığın kişisel olmayan aklı”nın bağrında uyuklayan –diye anlatıyor bize filozof M. Proudhon– bu ilkelerin, bu kategorilerin cisimleşmelerinden başka bir şey görmüyor.”
Yukarıdaki alıntıda Marx, Proudhon’un düşüncenin maddeden önce geldiği yönündeki fikrinden söz etmektedir. Marx, Hegel felsefesinde var olan bu fikri, Kapital’de (cilt 1, Almanca İkinci Baskıya Sonsöz) şöyle eleştirir:
“Benim diyalektik yöntemim, hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci —Hegel bunu “Fikir” (“Idea“) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür— gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca “Fikir”in dışsal ve görüngüsel (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.”[7]
Yine yaşantımızdan bir örnek verelim. Dinler ve onlara ait tüm öğretiler de doğal gerçekliğe böyle tersten bakmayı öğütler. Tanrının evreni yarattığı ya da (tasavvufta) tanrının kendini evrende cisimleştirmiş olduğu inanışı da Hegel’in fikir dediği bağımsız öznenin marifetlerine örnek sayılabilir.
Proudhon, her ekonomik kategorinin iyi ve kötü olmak üzere iki yanı olduğunu söyler.
“iyi yan ve kötü yan, yararlar ve sakıncalar, birlikte ele alındıklarında, M. Proudhon için her ekonomik kategorideki çelişkiyi oluştururlar. [sayfa 110]
Çözülmesi gereken sorun: kötü yanı atarken, iyi yanı alıkoymak.
…….
Hegel karşısında insanlığın yararına çözme hakkını elinde tuttuğu sorunları ortaya koyma üstünlüğüne sahipse de, diyalektik doğum sancılarıyla bir yeni kategori doğurma sözkonusu olduğunda, kısırlığa uğrama sakıncası vardır. Diyalektik hareketi oluşturan şey, iki çelişik yanın bir arada var olması, bunların çatışmaları ve yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmalarıdır. Sorunu kötü yanın atılması olarak koymak, diyalektik hareketi kısa kesmektir.
…….
Elinin altındaki ilk kategoriyi alıyor ve buna, paklanacak kategorinin sakıncalarına karşı bir çare olma niteliği veriyor keyfî olarak. Böylece, eğer M. Proudhon’a inanacak olursak, tekelin sakıncalarına vergiler, vergilerin sakıncalarına ticaret dengesi, kredinin sakıncalarına da toprak mülkiyeti çare oluyor.”
?????
Proudhon’a göre ekonomik evrimler dizisi işbölümü ile başlar. İşbölümü basit, soyut bir kategoridir. İyi yanı, koşullarda ve zekâda eşitliği sağlaması, kötü yanı ise insanları sefalete sürüklüyor olmasıdır.
“”İşbölümünün bu ciddi anında, insanlık üzerinde fırtına yelleri esmeye başlar. İlerleme, herkes için eşit ve tekdüze bir biçimde yeralmaz. … İlkin ayrıcalıklı bir azınlığı kapsar. … Koşullardaki doğal ve tanrısal eşitsizlik inancını bunca uzun bir süre yaşatan ve kastları yaratan ve bütün toplumları hiyerarşik bir biçimde oluşturan şey, ilerlemenin kişiler arasında yarattığı bu kayırmadır işte.” (Proudhon, c. I, s. 94.)
……
“Parçalı işin” diye devam ediyor M. Proudhon “ruhun bozulmasından sonraki ilk sorunu, vardiyaların uzatılmasıdır ki, bu uzama, harcanan zekanın toplam miktarına ters [sayfa 130] orantılı olarak artar. … Ama vardiyaların uzunlukları günde onaltı ila onsekiz saati geçmeyeceğinden, bunun bedeli zamandan çıkartılamadığı an, fiyattan çıkartılır, ve ücretler düşer. … Kesin olan ve bizim için saptanması gereken biricik şey, evrensel vicdanın bir ustabaşının işi ile bir makinist çırağın işini aynı oranda değerlendirmediğidir. Günlük işin fiyatının azaltılması, bundan ötürü gereklidir; öyle ki, aşağılatıcı bir iş yapmanın ruhunda açtığı yaradan sonra, işçi, bedeninde de düşük değerlendirilmesinin acısını duymamazlık etmesin.” [I, 97-98.]”
Marx, Proudhon’un sözlerini şöyle özetler:
“İşbölümü işçiyi aşağılatıcı bir işe indirger; bu aşağılatıcı işe tekabül eden şey, bozulmuş bir ruhtur; ruhun bozulmasına tekabül eden şey ise, durmadan artan bir ücret düşmesidir. Ve bu düşmenin bozulmuş bir ruha tekabül ettiğini kanıtlamak için de, M. Proudhon, vicdanını rahatlatmak amacıyla, evrensel bilincin bunu böyle arzuladığını söylemektedir.”
Daha sonra Proudhon iş araçlarının (makinelerin) yoğunlaşmasını işbölümünün yadsınması olarak belirtir. Yani makine, işbölümünün antitezidir. Oysa iş araçları ile işbölümü arasında doğru orantı vardır; yani, iş araçları geliştikçe işbölümü de gelişmek zorundadır ve bunun tam tersi geçerlidir:
“İşleri yalnızca iplik sarma ve buhar makineleri yapmak olan (sayfa 395) işçiler yokken de bu makineler vardı; tıpkı ortada terzi diye birisi yokken insanların giyinmeleri gibi. Bununla birlikte, Vaucanson, Arkwright, Watt ve diğerlerinin buluşları, ancak, bunların ellerinin altında manüfaktür döneminden kalma çok sayıda yetişmiş mekanik işçiyi hazır bulmaları nedeniyle gerçekleşmiştir. Bu işçilerden bazıları, çeşitli mesleklerden bağımsız zanaatlarda, diğerleri de, daha önce de belirtildiği gibi, sıkı bir işbölümünün uygulandığı manüfaktürlerde biraraya gelmişlerdi. Buluşların sayısı arttıkça ve yeni bulunan makinelere talepler fazlalaştıkça, makine yapım sanayii gitgide artan sayıda çeşitli kollara ayrıldı ve bu manüfaktürlerdeki işbölümü aynı ölçüde gelişti.”[8]
Proudhon, işbölümü ile makine arasındaki ilişkinin bir benzerini de rekabet ile tekel arasında kuruyor. Proudhon’a göre rekabetin iyi yanı, “çalışmada sorumluluk, değerin oluşması, eşitliğin sağlanması için bir koşul” olmasıdır. Rekabetin kötü yanları ise, sefalet yaratması, iç savaşlar çıkarması, özgür ve dürüst ticareti yok etmesidir. Proudhon tekelin, kendini yadsıyan rekabetin doğal bir sonucu olduğunu söyler:
“Tekel, sürekli bir kendini yadsımayla tekel yaratan rekabetin kaçınılmaz sonucudur. Tekelin bu doğuşu, kendi içinde tekeli haklı çıkarmaktadır. … Tekel rekabetin doğal karşıtıdır … ama rekabet zorunlu olur olmaz, tekel düşüncesini de birlikte getirir, çünkü tekel, daha önceleri de olduğu gibi, rekabet eden her bireyin üstüne çıkıp oturduğu yerdir.” [I, 236, 237.]”
Proudhon’a göre, rekabet ve tekel iyi şeylerdir; çünkü her ikisi de birer kategoridir. Kötü olan yanları tekel gerçeği ve rekabet gerçeğidir. Proudhon, şeylerin tanrıdan gelen özünün iyi; ama gerçek hayattaki yansımalarının birbirini tüketmesinin kötü olduğu sonucuna varıyor.
Sonuç olarak ilerleyen bir gelişmenin, bir sürecin ürünü olan şeyleri, bu gelişim sürecinden kopararak salt kategorilere indirgeyen Proudhon, pratik yaşamda karşılaşılan sorunların çözümünü de pratik yaşamı değiştirmek yerine kategorileri değiştirmekte bulur, çünkü ona göre toplumdaki değişiklik, bu kategorilerin değiştirilmesi sonucunda gerçekleşecektir. Marx’ın bu düşünceleri eleştirmesi, bir yanlışlığı düzeltme çabasından ibaret değildir. O, Proudhon’un fikirlerinin işçiler üzerindeki yozlaştırıcı etkisini görmüştür ve 1866 yılında Kugelmann’a yazdığı mektupta bunu şöyle dile getirir:
“… Cenevre’deki ilk Kongre konusunda ciddi endişelerim vardı. Ama, bir bütün olarak, beklediğimden daha iyi sonuçlandı. Fransa, İngiltere ve Amerika’daki etkisi beklenmedik oldu. Oraya gidemezdim ve gitmek de istemedim, ama Londra delegeleri için o programı yazdım. Bu programı, kasıtlı olarak, işçilerin ivedi bir anlaşmaya varmalarına ve eylem birliği yapmalarına olanak veren ve sınıf mücadelesinin ve işçilerin bir sınıf olarak örgütlenmelerinin gereklerini doğrudan besleyen ve iti veren noktalarla sınırlı tuttum. Parisli baylar kafalarını en boş prudoncu safsatalarla (sayfa 498) doldurmuşlardı. Bilim konusunda gevezelik ediyorlar ama bir şey bildikleri yok. Her türlü devrimci eylemi, yani bizzat sınıf mücadelesinden çıkan eylemleri, her türlü yoğun, toplumsal hareketleri, ve dolayısıyla siyasal araçlarla (örneğin işgününün yasal olarak kısaltılması) gerçekleştirilebilecek olanları da hor görüyorlar. Özgürlük ve anti-hükümetçilik ya da anti-otoriter bireycilik bahanesi altında -en sefil despotizme onaltı yıl boyunca bu denli sessizce katlanmış ve hâlâ da katlanmakta olan!- bu baylar, fiilen, salt Proudhon’vari bir biçimde idealleştirilmiş sıradan burjuva iktisadı vaazediyorlar! Proudhon’un verdiği zarar çok büyük olmuştur. Ütopyacılara yönelttiği sahte eleştiri ve sahte muhalefet (bizzat kendisi bir küçük-burjuva ütopyacısından başka bir şey değildir, oysa bir Fourier’nin, bir Owen’in, vb. ütopyalarında yeni bir dünyanın sezgisi ve yaratıcı ifadesi vardır), ilkin “jeunesse brilliante“, öğrencileri, ardından işçileri, özellikle lüks nesneler üretiminde çalışan işçiler olarak eski döküntülere bilmeden “pek” bağlı olan Paris işçilerini kendine çekti ve yozlaştırdı.” [9]
Felsefenin Sefaleti Notları
Kaynak:www.marksizmcalismalari.org
Dipnotlar
[1] K. Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Ahmet Kardam, Ankara: Sol Yayınları, 2007, s. 178.
[2] Riazanov, K.Marx, F. Engels Hayatı ve Eserlerine Giriş, çev.Ragıp Zarakolu, İstanbul: Belge Yayınları, 1997, s. 80.
[3] Engels, http://www.kurtuluscephesi.com/marks/kapc200.html#01z , (s. 15-30)
[4] Engels, L.Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, çev. İsmail Yarkın, İstanbul: İnter Yay., 1999, s. 45-46.
[5] Marx, Kapital, c.1, s. 49 (http://www.kurtuluscephesi.com/marks/kapc107.html#21)
[6] Marx, Proudhon Üzerine (J. B. Schweitzer’e Mektup), http://www.kurtuluscephesi.com/marks/secme208.html
[7] Marx, Kapital, (s.27) http://www.kurtuluscephesi.com/marks/kapc102.html#9
[8] Marx, Kapital, c.1, s.394-95, http://www.kurtuluscephesi.com/marks/kapc115.html#04z
[9] http://www.kurtuluscephesi.com/marks/mektuplar1.html#m1