Şimdi bu çeşit farkında olma durumları inceleyelim, iyilik ve kötülüğün ne olduğunun farkında olmak pek çok ahlaksal dizgede iyilik ve kötülük diye adlandınlan şeyleri kuramsal olarak bilmek’ten ayrı bir şeydir. Geleneğe dayanarak sevginin, bağımsızlığın ve gözüpekliğin iyi, nefretin, boyun eğmenin ve korkaklığın kötü olduğunu bilmenin hiçbir anlamı yoktur, çünkü bu bilgi yetkililerden, töresel öğretilerden vb. edinilen yabancılaşmış bir bilgidir; bu bilginin doğru olarak kabul edilmesi bu kaynaklardan gelmesindendir. Farkında olmak demek o kişinin öğrendiklerini yaşayarak, kendisiyle deneylere girişerek, baş-kalannı gözleyerek sonunda da sorumsuz bir “fikir” edinmek yerine bir inanç kazanarak kendi kendine edindiği bilgilere dönüştürmesi demektir. Ne var ki genel ilkeler üzerinde bir karara varmak da yetmez. Bu farkında olmanın ötesinde insanın kendi içindeki güçler dengesinin ve bilinçaltı dürtüleri gizleyen akla uydurmalannın farkında olması gerekir.
Özgül bir örnek alalım: Bir erkek bir kadına karşı büyük bir çekilme, onunla cinsel ilişkide bulunmak için güçlü bir istek duysun. Erkek bilinçüstünde bu isteği kadının onca güzel, onca anlayışlı olmasından ya da kendisinin büyük bir cinsel açlık duymasından, şefkate gereksinme duymasından ya da onca yalnız olmasından ya da herhangi bir nedenden dolayı duyduğunu düşünür. O kadınla bir ilişkiye girerse ikisinin yaşamını da alt üst edeceğinin farkında olabilir; kadının güvensiz olduğunu, koruyucu bir güç aradığını, bu yüzden yakasını bırakmayacağını bilebilir; bütün bunları bilmesine karşın kararından caymaz ve kadınla ilişkiye girer. Neden? Çünkü arzusunun farkındadır ama o arzusunun ardında yatan güçlerin farkında değildir. Bu güçler neler olabilir? Birçok güç arasından bir tanesini, çoğu zaman en etkili olan gücü seçeceğim burada: Erkeğin boş benlik duygusu ve narsisizmi. Erkek o kadını elde etmeyi kendi çekiciliğini ve değerliliğini kanıtlamak amacıyla aklına koymuşsa bu gerçek dürtünün çoğu zaman farkında olmayacaktır. Yukarıda sayılan akla uydurmaların daha da çoğuna, belki tümüne kendini kaptıracak, böylece gerçek dürtüsüne göre davranacaktır; çünkü bu dürtüyü göremeyecek, daha başka, çok daha akla yatkın dürtülere göre davrandığı sanısına kapılacaktır.
Farkında olmanın ikinci adımı, o kişinin, hareketinin getireceği sonuçların bütünüyle farkında olmasıdır. Karar anında kafası arzularla ve yatıştırıcı akla uydurmalarla doludur. Oysa hareketinin sonuçlarını açıkça görebilse, örneğin şunları anlayabilse kararı değişecektir: Çok uzatmalı, dürüst olmayan bir sevgi ilişkisine girmektedir; narsisizmini ancak yeni fetihlerle duyurabileceğinden o kadından da bıkacaktır; gene de suçluluk duyduğu, kadını hiçbir zaman gerçekten sevmediğini kabul etmekten korktuğu için yerine getiremeyeceği sözler vermeye devam edecektir; bu çatışmanın kendisi ve kadın üzerinde felce uğratıcı, zayıflatıcı etkileri olacaktır vb.
Davranışın ardında yatan gerçek dürtülerin, bu tutumun getireceği sonuçların farkında olmak bile insanı doğru karara götürecek eğilimi güçlendirmeye yetmez. Önemli başka bir şeyin daha farkında olmak gerekin Gerçek seçme ne zaman yapılmaktadır ve insanın yaptığı seçmelerin getirdiği gerçek olanaklar nelerdir?
Örneğimizdeki erkeğin tüm dürtülerin ve tüm sonuçların farkında olduğunu varsayalım; o kadınla yatmamaya “karar verdiği”ni varsayalım. Bu karardan sonra kadını gezmeye götürür ve evine bırakmadan önce “Birşey içelim mi?” der. Dışardan bakınca bu öneri zararsız görünür. Birlikte içki içmenin hiçbir zararı yoktur; aslında güçler dengesi bu denli nazik olmasa hiçbir şeyin zararı yoktur. O anda erkek “birlikte bir içki içme”nin nelere yol açabileceğini farkedebilse belki de bu öneride bulunmayacaktır bile. O zaman havanın romantikleşece-ğini, içkinin istenç gücünü zayıflatacağını, bir içki daha içmek için kadının evine gireceğini, sonunda kesinlikle kadınla sevişeceğini görebilecektir. Tam bir uyanıklık içinde bu sonuçtan kaçınamayacağını önceden kestirebilecek, kestirebildiği için de “birlikte içki içmek”ten kaçınabilecektir. Oysa arzusu onun bu zorunlu sonucu görmesini engellediğinden, elinde olanak varken doğru olduğunu bildiği seçmeyi yapamaz. Başka deyişle asıl seçme burada kadınla sevişmeye başladığı zaman değil birlikte içki içmeyi önerdiği (ya da belki onu birlikte gezmeye çağırdığı) zaman yapılmıştır. Bu kararlar zincirinin sonuncu halkasında o kişi artık özgür değildir; daha önceki bir aşamada gerçek seçmenin hemen orada, o zaman yapılması gerektiğini farketse belki özgür olma olanağını kullanabilir. İnsanın kötüye karşı iyiyi seçme özgürlüğüne sahip olmadığı görüşü, büyük ölçüde olaylar zincirindeki ilk ya da ikinci karara değil de en son karara bakmaktan doğar. Gerçekten de en son karar anında seçme özgürlüğü yok olup gitmiştir. Oysa kişi kendi tutkularına bütünüyle kapılmadan önce bir noktada seçme özgürlüğünü henüz yitirmiştir. Şöyle bir genelleme yapılabilir belki: Birçok insanın yaşamlarında başarısızlığa uğramaları akla uygun davranabilme özgürlüğünün ellerinde bulunduğunu görememelerinden, seçmenin farkına vardıkları zaman da artık karar vermek için zamanın geçmiş olmasındandır.
Asıl kararın ne zaman verildiğini görebilmekle çok yakından ilgili başka bir sorun daha vardır. Seçme yeteneğimiz yaşam deneyimlerimizle birlikte sürekli olarak değişir. Yanlış kararlar vermeyi ne denli uzun sürdürürsek yüreğimiz o ölçüde katılaşır; ne denli çok doğru karar verirsek yüreğimiz o ölçüde yumuşar daha iyi söylersek o ölçüde canlılık kazanırız.
Burada söz konusu ilkeye iyi bir örnek satranç oyunudur. Aynı ustalıkta iki oyuncunun bir oyuna başladığını düşünürsek ikisinin de aynı ölçüde kazanma şansı vardır (beyaz taşlarla başlayanın şansı birazcık daha fazladır elbette ama burada önemli saymayabiliriz bunu); başka bir deyişle her iki oyuncunun da kazanma özgürlüğü aynıdır. Diyelim ki beş el oynadıktan sonra durum değişmiştir. İkisi de kazanabilirler ama daha iyi bir hamle yapan A daha büyük bir kazanma şansına sahiptir. Bir bakıma onun rakibi B’ye göre daha büyük bir kazanma özgürlüğü vaıdır. Ama B de kazanmakta özgürdür henüz. Birkaç hamleden sonra A, B tarafından iyi hamlelerle karşılanmayan doğru hamleler yapmayı sürdürerek artık oyunu kazanacak duruma gelir; ama hemen hemen kazanacak duruma gelir. B de hâlâ kazanabilir. Birkaç hamleden sonra oyunun sonucu belli olur. Usta bir oyuncu olduğunu varsayarsak, B artık kazanma özgürlüğü kalmadığını anlayacaktır. Aslında mat edilmeden önce oyunu yitirdiğini görür. Kazanma özgürlüğünü yitirdikten sonra bile hâlâ kazanabileceğini sanan kişi ancak belirleyici etkenleri çözümlenemeyen acemi bir oyuncudur; böyle bir oyuncu, yanılgısı yüzünden oyunu acı sonuna dek götürür ve şahını kaptırır.
Satranç oyunu benzetmesinin anlamı açıktır. Özgürlük “sahip olduğumuz” ya da “olmadığımız” sürekli bir özellik değildir. Aslında bir sözcüğün, soyut bir kavramın dışında “özgürlük11 diye bir şey yoktur. Yalnızca bir tek gerçeklik vardır: Seçmeler yapma süreci içinde kendimizi özgürleştirme eylemi. Bu süreç içinde seçmeler yapabilme yetimizin derecesi her eylememizle, yaşam deneyimimizle değişir. Yaşamımda kendime güvenimi, bütünlüğümü, gözüpekliğimi, inancımı pekiştiren her adım, aynı zamanda istenen seçenekleri seçme yetimi de artırır; sonunda benim için istenmeyen eylemi seçmek, isteneni seçmekten çok daha zor bir duruma gelir. Öte yandan her boyun eğme, her korkaklık hareketi beni zayıflatır, daha büyük boyun eğme eylemlerine yol açar, sonunda özgürlüğümü bütünüyle yitiririm. Artık hiçbir yanlış hareket yapamayacağım aşın durumla doğru bir harekette bulunmayı seçme özgürlüğümü yitirdiğim öbür aşın durum arasında seçme özgürlüğünün sayısız derecelenmeleri vardır. Yaşamın uygulanmasında seçme özgürlüğünün derecesi her an değişir. îyiyi seçme özgürlüğümün derecesi büyükse iyiyi seçmek büyük bir çaba gerektirmez. Küçükse çok büyük bir çabayı, başkalarının yardımını ve elverişli koşullan gerektirir.
Yitirilen yalnızca bir satranç oyunuysa sonuç insana o denli acı gelmeyebilir. Ama generallerin artık yitirdiklerini görme yeteneğine ve nesnelliğe sahip olmamaları yüzünden milyonlarca insan ölürse sonuç gerçekten acıdır. Yüzyılımızda böylesi acı bir sona iki kez tanık olduk. Önce 1917’de, sonra da 1943’te. Her iki durumda da Alman generalleri kazanma özgürlüklerini yitirdiklerini göremediler, savaşı, milyonlarca insanı kurban ederek akılsızca sürdürdüler.
Bu olguya klasik bir örnek kutsal kitapta Firavun’un Ibraniler’in serbest bırakılması isteğine karşı gösterdiği tepkidir. Firavun kendisinin, halkının başına gelen ve gittikçe çoğalan acılardan korkmaktadır; îbraniler’i bırakmaya söz verir; ama tehlike ortadan kalkar kalkmaz “yüreği katılaşır” ve gene îbraniler’i serbest bırakmamaya karar verir. Firavun’un tutumunda asıl önemli olan, yüreğinin katılaşması sürecidir. Doğru yolu seçmekten kaçındığı sürece yüreği katılaşmaya devam eder. Ne denli acı çekerse çeksin bu öldürücü gelişmeyi durduramaz; sonunda kendisinin ve halkının yıkımına yol açar. Firavun’un yüreğinde hiçbir değişiklik olmaz; çünkü o yalnızca korkuyla karar vermektedir; değişiklik olmaması yüzünden de yüreği gittikçe katılaşır; sonunda kendisinde seçme özgürlüğü diye bir şey kalmaz.
Firavun’un yüreğinin katılaşması öyküsü aslında kendi gelişmemize, başkalarının gelişmesine bakarak gözlemleyebileceğimiz bir deneyin şiirli bir biçimde anlatılmasından başka bir şey değildir. Bir örnek düşünelim: Sekiz yaşında beyaz derili çocuğun bir arkadaşı vardır: Karaderili hizmetçinin oğlu. Beyaz çocuğun annesi oğlunun küçük Zenci’yle oynamasını istemez; ona arkadaşıyla görüşmemesini söyler. Çocuk direnir; annesi söylediğini yaparsa onu sirke götüreceğine söz verir; çocuk boyun eğer. İstediğinden caymak ve rüşveti kabul etmek çocukta bir şeylere yol açmıştır. Utanır, kişilik bütünlüğü zedelenmiştir, kendine güvenini yitirmiştir. Ama henüz onanlamayacak bir durum yoktur. On yıl sonra bir kızı sever; şöyle bir tutuluverme değildir bu; ikisi de birbirlerine karşı derin, insanca bir bağlılık duymaktadırlar; ama kızın ailesi oğlanınkine göre daha aşağı sınıftandır. Oğlanın anne-babası nişanlanmalarını istemez; oğlanı kandırmaya çalışırlar; oğlan ayak direyince resmi nişanı dönüşüne ertelemek koşuluyla altı aylığına onu Avrupa’ya göndermeyi önerirler; delikanlı öneriyi kabul eder. Bi-linçüstünde bu yolculuğun kendisine çok iyi geleceğine ve elbette dönüşünde sevgilisine karşı duygularında hiçbir değişiklik olmayacağına inanmaktadır. Ama öyle olmaz. Pek çok kızla tanışır, çok beğenilir, benlik duygusunu doyurur; sonunda sevgisi ve evlenme karan zayıfladıkça zayiflar. Dönüşünden önce kıza nişanı bozduğunu bildiren bir mektup yazar.
Delikanlının kararı ne zaman verilmiştir? Onun sandığı gibi son mektubu yazdığı gün değil, anne-babasının Avrupa’ya gönderme önerilerini kabul ettiği gün. Bilinçüstünde olmasa da bu rüşveti kabul etmekle kendisini sattığını sezmiştirve karşılık olarak söz verdiği şeyi yerine getirmesi, kızdan aynlması gerekmiştir. Aynlmasımn nedeni Avrupa’da yaptıklan değildir; sözünü tutmak için içinden geçtiği mekanizmadır. Burada da gene sözünden caymıştır; sonunda bu, kendinden nefret etmesine (yeni fetihlerin vb. getirdiği doyumun ardına gizlenmiş de olsa) iç sağlamlığını, kendine güvenini yitirmesine yol açmıştır. Bu delikanlının yaşamını aynntılanyla izlemeye gerek var mıdır artık? Fizik okuyacağına babasının işini sürdürecektir; karşılığında ödüllendirilecektir; anne-babasının zengin dostlannın kızıyla evlenecektir; başanlı bir işadamı ve siyasal bir önder olacaktır; kamuoyuna karşı direnmekten korktuğu için vicdanının sesine kulak vermeyerek öldürücü kararlar alacaktır. Yüreğin katılaşmasının öyküsüdür onun öyküsü. Bir ahlaksal yenilgi onu ikinci bir ahlaksal yenilgiye götürür; sonunda dönüşü olmayan bir noktaya sürüklenir. Sekiz yaşındayken direnip rüşveti almayabilirdi; özgürdü henüz. O zaman belki onun çıkmazını duyan, bilen bir dostu, büyükbabası ya da bir öğretmeni yardım edebilirdi kendisine. On sekiz yaşında özgürlüğü biraz daha azalmıştır; daha sonraki yaşamı özgürlüğünün gittikçe azaldığı bir süreçtir artık; sonunda öyle bir noktaya gelir ki yaşam oyununu bütünüyle yitirir. Pek çok insan Hitler’in ya da Stalin’in görevlileri ölçüsünde vicdansız ve katı yürekli olsalar bile iyi insan olma şansıyla başlamışlardır yaşamlanna. Bu insanlann yaşamlannı çok aynntılı bir biçimde çözümlersek belki bir anda yüreklerinin ne ölçüde katılaşmış olduğunu, insan olma şanslarını son olarak ne zaman yitirdiklerini öğrenebiliriz. Bunun tersi de doğrudur; ilk basan ondan sonrakini kolaylaştırır; sonunda doğruyu seçmek hiçbir çaba gerektirmez artık.
Örneğimizde birçok insanın başansızhğa uğradığı nokta açıkça görülüyor; bu insanlann yaşama sanatında başansızhğa uğramalannın nedeni, yaradılıştan kötü ya da istenç gücünden yoksun olmalan yüzünden daha iyi bir yaşam sürememeleri değildir; başansızlıklan yolun ikiye aynldığı noktada durduklan, bir karar vermelerinin gerektiği zaman uyanıp gözlerini açmamalanndan doğar. Yaşamın kendilerine bir soru getirdiğinin, yanıt verme seçeneklerinin henüz ellerinde olduğunun farkında değillerdir. Yanlış yolda attıklan her adımla, yanlış yolda olduklarını kabul etmeleri gittikçe güçleşir; bu da çoğu zaman o ilk yanlışlık noktasına dönmeleri gerektiğini, boşu boşuna zaman ve enerji harcamış olduklannı kabul edememelerinden doğar.
Aynı şeyler toplumsal ve siyasal yaşamda da geçerlidir. Hitler’in başansı zorunlu muydu? Alman halkının herhangi bir noktada onu baştan atma özgürlüğü yok muydu? 1929’da Almanlar’ı Nazilik’e doğru götüren etkenler vardı. Düşünce yapılan 1918’le 1923 arasında oluşan öfkeli ve sadist bir alt-orta sınıfın bulunması, 1929 ekonomik çöküntüsünün yarattığı geniş işsizlik; ülkede sosyal demokrat önderlerin daha 1918’de hoşgörüyle karşıladıklan askeri güçlerin gittikçe ağırlık kazanması; ağır sanayicilerin kapitalizmdışı bir gelişmeye karşı duyduk-lan kuşku; komünistlerin, sosyal demokratlan başlıca düşman belleme taktikleri; yetenekli olsa da yan deli, çıkarcı bir demagogun bulunması bunlar etkenlerin yalnızca en önemli olanlandır. Öte yandan Nazilik’e karşı güçlü işçi sınıfı partileriyle güçlü işçi sendikaları gene Nazilik’e karşı olan bir liberal orta sınıf vardı; Almanlar’ın kültür ve insancılık gelenekleri vardı. Her iki tarafı çeken etkenler 1929’da öyle bir denge durumu içindeydiler ki Nazilik’in yenilgiye uğratılması olanağı ‘ henüz yitirilmemişti. Aynı şey Hitler’in Rhineland’ı işgalinden önceki dönem için de söylenebilir; orduda bazı önderler arasında Hitler’e karşı bir tertip ve Hitler’in askeri tabanının zayıflatılması söz konusuydu; Batılı müttefiklerin güçlü bir eylemle Hitler’i yenilgiye üğratmalan çok olasıydı. Öte yandan Hitler çılgınca zalimliği, katı yürekliliği ve acımasızlığıyla işgal ettiği ulusların halklanni kendine düşman etmeseydi ne olurdu? Kendisine Moskova, Stalingrad ve başka mevzilerden stratejik bir biçimde çekilmesini öğütleyen generallerini dinleseydi ne olurdu? Bütünüyle yenilgiye uğramaktan kaçınma özgürlüğü var mıydı elinde?
Son örneğimiz farkında olmanın seçme yetisini büyük ölçüde belirleyen başka bir yanını aydınlatıyor Gerçek olasılıklardan doğma-dıklan için gerçekleşmeleri olanaksız olan seçeneklere karşı gerçekliği olan seçenekleri seçebilmek.
Gerekirciliğe göre her seçme durumunda bir tek gerçek olasılık vardır; Hegel’e göre özgür insan bu bir tek olasılığın, başka deyişle zorunluluğun farkında olarak hareket eder. Özgür olmayan insan bunu göremez; bu yüzden de zorunluluğa, aklın buyruğuna uyduğunu bilmeden belli bir biçimde davranır. Öte yandan gerekirci olmayan bir açıdan, seçme anında birçok olasılık vardır ve insan bunlardan birini seçmekte özgürdür. Ne var ki çoğu zaman yalnızca bir tek “gerçek olasılık” değil iki ya da daha fazla olasılık bulunur. însanı sınırsız sayıda olasılıklar arasında bir seçme yapma durumunda bırakan belirlenmezcilik diye bir şey yoktur.
“Gerçek olasılık”la ne anlatmak istiyoruz? Gerçek olasılık bireyin ya da toplumun içinde etkileşmekte olan güçlerin yapısı gözönüne alındığında gerçekleşebilecek olasılıktır. Gerçek olasılık insanın isteklerini ve arzularını gösteren ama o koşullar içinde hiçbir zaman gerçekleştirilemeyecek olan yalancı olasılığın tam karşıtıdır, insan, belli ve belirlenebilir bir düzende bir araya gelen güçler topluluğundan oluşur. Kendine özgü bu güçler düzeninden oluşan “insan” sayısız etken altındadır: Çevresel koşullar (sınıf, toplum, aile), kalıtımsal ve bedensel koşullar; maddi olarak inceleyebileceğimiz bu etkenlerin, “sonuçlar”ı önceden belirleyen “zorunlu” nedenler olup olmadıklarını anlayabiliriz. Yaradılıştan utangaç bir insan ya aşın sıkılgan, içine kapanık, edilgen, pısırık birisi olabilir ya da çok sezgili birisi, örneğin yetenekli bir şair, bir ruhbilimci ya da doktor olabilir. Ama böyle bir insanın duygusuz, umursamaz, vurdumduymaz, “istediğini alan” bir insan olma yolunda “gerçek bir olanağı” yoktur. Şu ya da bu yönde gelişmesi, ona yön veren öteki etkenlere bağlıdır. Aynı ilke yaradılıştan sadistliğe eğilimi olan ya da çok erken yaşlarda sadistlik eğilimi geliştiren insan için de geçerlidir; bu durumda o kişi ya sadist olur ya da sadistliğiyle savaşıp o yanını yenerek öylesine güçlü bir zihinsel “koruyucu madde” geliştirir ki artık zalimce davranamaz; üstelik kendisine ya da başkalarına karşı girişilen zalimliklere karşı da aşın duyarlı olur; ama hiçbir zaman sadizme karşı ilgisiz bir kişi olamaz.
Yaradılıştan gelen etkenler arasındaki “gerçek olanaklar”dan sigara tiryakisi örneğimize dönersek, tiryakinin karşısında iki olanak bulunduğunu görürüz: O kişi ya tam bir tiryaki olarak kalacaktır ya da artık bir tek sigara bile içmeyecektir. Sigara içmeye devam edebileceği ama günde yalnızca birkaç sigarayla yetinebileceği inancı tam bir yanılsamadır. Kadınla ilişkiye giren erkek örneğimizde de adamın karşısında iki gerçek olasılık vardır: Ya kızı gezmeye götürmeyecektir ya da onunla bir sevgi ilişkisine girecektir. Erkeğin düşündüğü olasılık, kızla içki içmeye karşın ilişkiye girmemek, erkeğin ve kadının kişilik-lerindeki güçler toplamı düşünülürse gerçekdışıdır.
işgal ettiği ülkelerin halkına karşı öylesine katı ve zalimce davranmasaydı, stratejik geri çekilme önerilerini kabul etmeyecek ölçüde narsisist olmasaydı vb., Hitler’in savaşı kazanması hiç değilse böylesine bir yıkımla yitirmemesi gerçek bir olasılığa dönüşebilirdi. Ama bu olasılıklara dışında hiçbir gerçek olasılık söz konusu değildi. Umduğu gibi Hitler’in işgal ettiği ülkelerin halklarına karşı yıkıcılığını böylesine sürdürebilmesi, aynı zamanda hiç geri çekilmeyerek boş benlik duygusunu ve büyüklüğünü doyurması, bu arada bütün öteki kapitalist güçleri kendi tutkulanyla tehdit etmesi, üstelik savaşı kazanması bunlann hepsi Hitler için gerçek olasılıklar arasına giremezdi. Aynı şey, içinde bulunduğumuz durum için de geçerlidir: Her yanda nükleer silâhların bulunmasının, bunun yarattığı karşılıklı korku ve kuşkunun yol açtığı güçlü bir savaş eğilimi vardır; uluslar kendi üstünlüklerine körü körüne tapmaktadırlar; dış politika, nesnellikten ve akıldan yoksundur. Öte yandan her iki bloktaki halklann çoğu nükleer savaşın yıkımından kaçınmak istemektedirler; insanlığın geri kalan kesimiyse büyük güçlerin öteki ülkelerin tümünü bu çılgınlığa sürüklemelerine karşı bağırarak direnmektedirler; banşçıl çözümlere başvurulmasını sağlayacak, insanlığı mutlu bir geleceğe götürecek toplumsal ve teknolojik etkenler vardır, iki ayn yönde gelişen bu iki dizi etkenin yanında insanların seçebileceği iki gerçek olasılık bulunmaktadır Nükleer silâhlanma yansına ve soğuk savaşa son vererek banşı seçmek; ya da şimdiki politikayı sürdürerek savaşı seçmek. Bunlardan birisi ağır bassa bile her iki olasılığın da geçerliliği vardır. Seçme özgürlüğü henüz yitirilmemiştir. Ama hem silâhlanma yansını, hem soğuk savaşı, hem paranoid nefret tutumunu, hem de nükleer yıkımdan kaçınabilmeyi bir arada sürdürme olasılığı yoktur.
1962’de karar özgürlüğü yitirilmiş gibiydi; birkaç ölümdelisi’nin dışında kimsenin istememesine karşın, yıkım gene de gerçekleşmek üzereydi. O zaman insanlık nasılsa bu korkulu durumdan kurtuldu. Ardından gelen gerginliklerin yumuşaması döneminde görüşmeler yapıldı, ödünler verildi. İçinde bulunduğumuz şu günler 1964 belki de insanlığın yaşamla yıkım arasında seçme özgürlüğünü kullanabileceği son olanaktır. İyi niyetten öteye geçmeyen, önümüzdeki seçeneklere ve bunların getireceği sonuçlara bir açıklık kazandırmayan yüzeysel anlaşmaların ötesine geçemezsek, seçme özgürlüğümüz bütünüyle elimizden gidecektir. İnsanlık kendini yok ederse bu, insan yüreğinin yaradılıştan kötü olmasından değil gerçekçi seçeneklerin ve bunların getireceği sonuçların farkına varamamasından olacaktır. Özgürlük, aralarından seçme yapabileceğimiz gerçek olanaklarla özlemlerimizi dile getiren “gerçekdışı” olanakların farkında olmaktan doğar; özlemlerimiz yoluyla gerçek ama (bireysel ve toplumsal açıdan) sevimsiz seçenekler arasında karar vermek gibi tatsız bir görevden kendimizi kurtarmış oluruz. Gerçekdışı olanaklar elbette aslında hiç de olanak sayılmaz; boş düşlerdir bunlar yalnızca. Ama acınası gerçek şudur ki çoğumuz gerçek seçeneklerle, sezgi ve özveri gerektiren bir seçme yapma zorunluğuyla karşı karşıya kaldığımızda deneyebileceğimiz başka olasılıklar bulunduğunu düşünmek isteriz; böylece bu gerçekdışı olasılıkların aslında bulunmadığını, bunların peşinden gitmenin kararı, alınyazısının karanlığına gömmek olduğunu görmezlikten geliriz. Varolmayan olasılıkların gerçekleşeceği yanılsaması içinde yaşayan insan kendisi için seçmeyi başkalarının yaptığı, kendisinin istemediği bir yıkıma uğradığı zaman şaşırır, kızar, kırılır. İşte o zaman başkalarını suçlamak, kendini savunmaya girişmek ve/ya da Tann’ya dua etmek gibi yanlış tutumlar edinir; oysa kişinin, sorunla yüzyüze gelmekten korkması, sorunu kavrayacak ölçüde akıllı olamaması yüzünden önce kendini suçlaması gerekir.
Öyleyse sonuç olarak insanın eylemlerinin, her zaman kişiliğini etkileyen (çoğu zaman bilinçaltı) güçlerden doğan eğilimlerden doğduğunu söyleyebiliriz. Bu güçler belli bir yoğunluğa ulaştığında öylesine etkili olabilirler ki insana belli eğilimler vermekten de öteye giderek onu belirlerler; böylece kişinin elinde seçme özgürlüğü diye birşey kalmaz. Birbiriyle çatışan bu eğilimlerin kişilik içinde olumlu bir biçimde etkili olduğu durumlarda seçme özgürlüğü var demektir. Ama bu özgürlük, varolan gerçek olasılıklarla sınırlıdır. Bu gerçek olasılıklar toplam durumla belirlenir. İnsanın özgürlüğü, varolan gerçek olasılıklar (seçenekler) arasında bir seçme yapma olanağından oluşur. Bu anlamda özgürlük “zorunluluğun farkında olarak davranma” değil seçeneklerin ve bunların sonuçlarının farkında olarak davranma diye tanımlanır.
Belirlenmezcilik diye bir şey yoktur hiçbir zaman; bazen gerekircilik vardır, bazen de yalnızca insana özgü farkında olma olgusundan doğan seçenekçilik vardır. Başka bir deyişle her olay bir nedenden doğar. Ne var ki o olaydan önceki etkenler topluluğunda bir sonraki olayın neden olabilecek dürtüler bulunabilir. Bu olası nedenler arasından hangisinin belirleyici neden olacağı insanın karar anının farkında olmasına bağlıdır. Başka deyişle hiç bir şey nedensiz değildir; ama her şey (sözcüğün “katı” anlamıyla) belirlenmiş değildir.
Burada geliştirilen gerekircilik, belirlenmezcilik ve seçenekçilik görüşleri temelde üç düşünürün, Spinoza, Marx ve Freud’un düşüncelerini izler. Bunların üçüne de çoğu zaman “gerekirci” denmiştir. Bunun için de pek çok neden vardır; nedenlerin en başta geleni bu düşünürlerin kendilerini gerekirci saymalarıdır. Spinoza şunları yazmıştır “Kafada mutlak ya da özgür istenç yoktur; kafanın şunu ya da bunu istemesi, bir nedenin belirlediği bir nedenle belirlenmiştir; bu sonuncu nedeni de başka bir neden belirler ve bu sonsuza dek böyle sürüp gider.”13 Spinoza, kendimizi kandırmamız yüzünden istencimizi öznel bir biçimde özgür sandığımızı göstermiştir şu durum, başka pek çok düşünür gibi Kant’a göre de istencimizin özgür olduğunun kanıtıdır: Arzularımızın farkındayızdır ama arzularımızı yaratan dürtülerin farkında değilizdir. Bu yüzden arzularımızın “özgür olduğu”na inanırız. Freud da gerekirci bir tutum göstermiş, ruhsal özgürlüğe ve seçmeye inanmıştır; belirlenmezcilik “oldukça bilimdişidir (…) Bu görüş zihinsel yaşamı bile yöneten bir gerekirciliğin önünde silinip gitmek zorundadır.” demiştir. Marx da gerekircilikten yana gibidir. Marx siyasal olayları, sınıfsal ayrımların ve sınıf mücadelesinin sonuçlan, sınıf mücadelesini de varolan üretim güçlerinin ve bu güçlerin gelişmesinin sonuçlan olarak açıklayan tarih yasalarım bulmuştur. Öyle anlaşılıyor ki her üç düşünür de insanın özgür olduğunu yadsıyor ve insanda, onun ardından iş gören güçlerin bulunduğunu kabul ediyorlardı; bu güçler yalnızca insanı öyle davranmaya itmekle kalmıyor aynı zamanda onun öyle davranmasını belirliyordu. Bu anlamda Marx’i, zorunluluğun farkında olmayı en büyük özgürlük sayan Hegel’ciliğin izleyicisi saymak gerekir.
Spinoza, Marx ve Freud kendilerinin gerekirci olarak nitelendirilmelerine yol açan anlatımlar kullanmakla kalmamış; bundan öte, izleyici ve öğrencileri de onlan böyle yorumlamışlardır. Özellikle Marx ve Freud için doğrudur bu. Pek çok “Marx’ci” tarihin sanki değiştirilemeyecek bir akışı varmış, gelecek bütünüyle geçmiş tarafından belirlenmiş, belli playlann olması kaçınılmazmış gibi bir dil kullanmıştır. Freud’un öğrencilerinin çoğu da Freud için aynı görüşü savunmuşlardır; onlara göre Freud’un ruhbilimi sonraki sonuçlan önceki nedenlerle açıklayabildiği için bilimseldir.
Ne var ki Spinoza, Marx ve Freud gerekirci olarak tanımlanınca, bu üç düşünürün felsefelerinin öteki yanı bütünüyle dikkatlerden kaçmış oluyor. “Gerekirci” Spinoza neden en önemli yapıtını ahlâk üzerine yazmış olsun? Marx’in en büyük amacı neden toplumcu devrim, Freud’un başlıca amacı da neden ruhsal bakımdan hasta insanı nevrozundan kurtaracak bir tedavi bulmak olsun?
Bu sorulann yanıtı çok yalındır. Adı geçen düşünürlerin üçü de insanın ve toplumun belli bir biçimde davranmaya ne ölçüde yatkın olduğunu, bazen bu yatkınlığın belirlenmeye dek varabileceğini görmüşlerdir. Sonra bunlar yalnızca açıklamayı, yorumlamayı amaçlayan düşünürler değil değiştirmeyi ve dönüştürmeyi amaçlayan kişilerdi. Spinoza’ya göre insanın görevi, ahlaksal amacı, gerekirciliği azaltmak, daha çok özgürlüğe ulaşabilmekti. însan bunu kendinin farkında olarak, onu kör ve tutsak eden tutkulannı bir insan olarak kendisini gerçek çıkarlan doğrultusunda davranmaya götüren eylemlere (“etkin sonuçlara”) dönüştürerek başarabilirdi. “Tutku olan bir duygu belirgin ve açık bir biçimde algılanır algılanmaz tutku olmaktan çıkar.” Spinoza’ya göre özgürlük bize verilmiş bir şey değil, belli sınırlamalar içinde sezgi ve çabayla elde edebileceğimiz bir şeydir. Yürekliysek ve farkında olabiliyorsak seçme seçeneği elimizdedir. Özgürlüğü ele geçirmek güç bir iştir; çoğumuzun başansızhğa uğraması bundandır. Spinoza Ethic ‘in sonunda şunları yazmıştır
Zihnin duygular ve kafa özgürlüğü üzerindeki etkisiyle ilgili olarak söylemek istediklerimi böylece tamamladım. Buradan bilge kişinin yalnızca duygularıyla sürüklenen bilisiz kişiye göre ne denli güçlü olduğu, onu nasıl geride bıraktığı açıkça görülüyor. Çünkü bilisiz kişi kendi ruhunu gerçekten eline almaksızın dış nedenlerin elinde, çeşitli yönlerde sürüklenmekle kalmaz; üstelik sanki kendisinin, Tanrının ve nesnelerin farkında olmadan yaşar; acı çekmez duruma geldiği (Spi-noza’nın deyişiyle edilgen olduğu) zaman da varolmaktan çıkar.
Oysa bilge kişi, böyle kabul edildiği sürece, ruhunda hiçbir huzursuzluk duymaz; tersine kendisinin, Tanrının ve nesnelerin belli bir sonsuz gereklilik duygusuyla farkında olduğundan hiçbir zaman varolmaktan çıkmaz; tersine her zaman ruhunu gerçekten tanır.
insanı bu sonuca götürdüğünü belirttiğim yol son derece güç görünse de bulunması olanaksız bir yol değildir. Bu yolu bulmak güç olsa gerektir; çünkü yolu bulanlar çok azdır. Kurtuluş hemen şuracıkta hazır ve hiç zahmetsiz erişilebilecek bir şey olsaydı, insanların ner-deyse tümünün ona erişememesi nasıl açıklanabilirdi? Ama eksiksiz olan her şey az bulunduğu ölçüde güçtür de.
Modern ruhbilimin kurucusu olan ve insanı belirleyen etkenleri gören Spinoza gene de bir ahlâk kitabı yazıyor. Spinoza’nın amacı insanın tutsaklıktan özgürlüğe nasıl geçebileceğini göstermektir. Onun “ahlâk” anlayışı özgürlüğün ele geçirilmesidir. Bu ele geçirme eylemi akılla, yeterli düşüncelerle, farkında olma’yla gerçekleştirilebilir; ne var ki bu, birçok insanın göstermek istediğinden çok daha büyük bir çaba göstererek gerçekleştirilebilir ancak.
Spinoza’nm yapıtı bireyin “kurtuluş”unu amaçlayan bir öneriyse (burada kurtuluş, farkında olma ve büyük bir çabayla özgürlüğü ele geçirmektir) Marx’m istediği de bireyin kurtulmasıdır. Ne var ki Spinoza yalnızca bireysel akıldışılıkla uğraşırken Marx bu görüşü genişletmiştir. Ö, bireyin akıldışılığının içinde yaşadığı toplumun akıldı-şılığından geldiğini, bu akıldışılığın da ekonomik ve toplumsal düzenin içinde bulunduğu plansızlık ve çelişkilerden doğduğunu görmüştür. Marx da Spinoza gibi özgür ve bağımsız insan amaçlamış, ama bu özgürlüğe kavuşabilmek için insanın kendisini etkileyen, belirleyen güçlerin farkında olması gerektiğini görmüştür. Farkında olmanın ve çabanın sonucu özgürleşmedir. Daha özlü söylersek, işçi sınıfının evrensel insan özgürlüğünü sağlayacak tarihsel güç olduğuna inanan Marx insanın özgürleşmesi için gerekli koşulların sınıf bilinci ve mücadelesi olduğunu söylemiştir. Spinoza gibi Marx da şöyle dediği için bir gerekircidir: Gözlerinizi her şeye kapar, en büyük çabayı göstermekten kaçınırsanız özgürlüğünüzü yitirirsiniz. Ne var ki Marx, Spinoza gibi yalnızca yorumla yetinmez; dönüştürmek ister bu yüzden Marx tüm çalışmalarını insanın farkında olma ve çabayla nasıl özgür olabileceğini öğretmeye yoğunlaştırmıştır. Çoğunlukla sanıldığı gibi Marx hiçbir zaman zorunlu olarak yer alacak tarihsel olayları önceden haber verdiğini söylememiştir. Her zaman bir seçenekçi olarak kalmıştır. Kendisini yöneten güçlerin farkında olabilirse, özgürlüğünü kazanmak için en büyük çabayı gösterebilirse, insan, zorunluluğun zincirlerini kırabilir. Bu seçenekçüiği özlü bir biçimde dile getiren de en büyük Marx yorumcularından biri olan Rosa Luxemburg’tur. Yüzyılımızda insan “toplumculukla barbarlık” arasında bir seçme yapma durumuyla karşı karşıyadır.
Bir gerekirci olan Freud da insanı dönüştürmeyi amaçlıyordu: Nevrozu sağlıklılığa dönüştürmek, Id’in yerine Ego’nun egemenliğini geçerli kılmak istiyordu. Nevroz hangi türü olursa olsun insanın akla uygun bir biçimde hareket etme özgürlüğünü yitirmesinden başka nedir? Spinoza’yla Marx gibi Freud da insanın ne ölçüde belirlenmiş olduğunu görmüştür. Freud da belli akıldışı, bu yüzden de yıkıcı davranışlarda bulunma isteğinin kendinin farkında olarak ve çaba göstererek değiştirilebileceğini görmüştür. Bu yüzden Freud’un çalışması, nevrozu kendinin farkında olarak tedavi etme yöntemidir ve tedavinin dayandığı kural şudur: “hakikat seni özgür kılacaktır.”
Ana kavramların çoğu üç düşünürde de ortaktır: (1) însanın eylemleri daha önceki nedenlerle belirlenir; ama insan kendisini bu nedenlerin etkisinden farkında olma ve çabayla kurtarabilir. (2) Kuram ve uygulama birbirinden ayrılamaz. “Kurtuluş”a ya da özgürlüğe ulaşanı bilmek için insanın bilmesi, “kuramı”nın doğru olması gerekir. Ama insan eyleme girişip mücadele vermedikçe bilemez. Bu üç düşünürün üçünün de en büyük buluşu kuram ve uygulamanın, yorum ve değişikliğin birbirinden ayrılamayacağıdır. (3) însanın bağımsızlık ve özgürlük savaşını yitirebileceği konusunda gerekirci olsalar da bu düşünürler temelde seçenekçidirler: Hepsi de insanın belirlenebilir bazı olasılıklar arasında seçme yapabileceğini, bu seçeneklerden hangisinin gerçekleşeceğinin insana bağlı olduğunu söylemişlerdir; seçenekler arasında seçme yapma, özgürlüğünü yitirmemişse insana bağlıdır. Bu yüzden örneğin Spinoza herkesin kurtuluşa erebileceğine inanmamıştır, Marx toplumculuğun ister istemez başarıya ulaşacağına, Freud da kendi yöntemiyle her nevrozun iyileştirilebileceğine inanmamıştır. Gerçekten de bu düşünürlerin üçü de hem kuşkucu hem de büyük inanç sahibi kişilerdir. Onlara göre özgürlük, zorunluluğun farkında olarak davranmaktan öte bir şeydir; kötülüğe karşı iyiliği seçme konusunda insanın elinde bulunan en büyük olanak farkında olma ve çaba gösterme temeline dayanarak gerçek olasılıklar arasında bir seçme yapma olanağıydı. Onların tutumları ne gerekircilikti ne de belirlenmezcilikti; gerçekçi, eleştirel insancılığa dayanan bir tutumdu.
Burada anlatılan seçenekçilik görüşü temelde tbraniler’in Kutsal Kitap’mdaki görüştü. Tanrı, insanın tarihine onun yüreğini değiştirerek karışmıyordu. ‘Habercilerini, peygamberlerini üç katlı bir görevle insanlara gönderiyordu: Bu üç katlı görev insanlara belli amaçlan benimsetmek, onlara seçeneklerinin sonuçlarını göstermek, yanlış kararlara karşı çıkmayı öğretmekti. Seçmeyi yapmak insanlara kalmıştı; kimse, Tann bile “kurtaramazdı” onları. Bu ilkenin en açık biçimde ortaya çıktığı yer, İbraniler bir kral istediklerinde Tann’nın Samuel’e verdiği yanıttır: “Şimdi bu yüzden onların sesine kulak ver. Nasıl oluyor da böyle ciddi olarak karşı çıkabiliyor, kendilerini yönetecek tanrının davranışlarını gösterebiliyorsun onlara?” Budizm’de de temel tutum budur. Buda, insan acılarının nedenini bulmuştur açgözlülük. Buda insanın karşısına açgözlülüğünü, acılarını sürdürmek, yeniden doğuş zincirine bağlı kalmak yerine açgözlülükten vazgeçmek böylece acılara ve yeniden doğmaya son vermek seçeneğiyle çıkar, tnsan bu iki gerçek olasılıktan ancak birini seçebilir; önünde başka bir olasılık yoktur.
insanın yüreğini, iyiliğe ve kötülüğe yatkınlığını inceledik. Bu kitabın ilk bölümünde ortaya attığımız sorular konusunda daha sağlam bir sonuca ulaşabildik mi acaba?
Belki. Gene de araştırmamızın sonuçlarını şöylece özetlemek yararlı olacaktır:
1. Kötülük insana özgü bir olgudur, insanlık öncesi duruma dönme, insana özgü olan nitelikleri (aklı, sevgiyi, özgürlüğü) yok etme çabasıdır. Ama kötülük yalnız insana özgü değil aynı zamanda trajik bir şeydir de. insan gerileyerek en ilkel yaşama, en ilkel deney biçimlerine dönse bile insan olmaktan kurtulamaz; bu yüzden bir çözüm olarak kötülükte doyum bulamaz. Hayvan kötü olamaz; temelde, yaşamını sürdürmesini sağlayan yaradılıştan getirdiği dürtülerine göre davranır. Kötülük insanlık alanının dışına kayarak insanca olmayan alana taşma Çabasıdır; ama gene de son derece insanca bir şeydir, çünkü insan “Tann” olamayacağı gibi hayvan da olamaz. Kötülük, insanın insanlık yükünden kurtulma yolunda giriştiği trajik çabada kendisini yitirmesi-dir. Kötülük yapma yetisi büyüktür, çünkü insanda kötülüğün her türünü düşünmeyi sağlayacak, böylece bunları işleyip gerçekleştirecek, hasta imgelerini doyurabilecek bir imgelem gücü vardır.19 Burada anlatılan iyilik ve kötülük fikri temelde Spinoza’nın açıkladığı iyilik ve kötülükle çakışır: “Öyleyse bundan sonra ‘iyi’ dediğimde örnek aldığımız insan yaradılışı türüne (Spinoza’nın terimiyle insan yaradılışı örneğine) en çok yaklaşan yol olduğunu kesinlikle bildiğimiz şeyleri, rak anlatmasından sonra tbraniler bir kral istemekte direnince Tann şunları söyler: “Onların seslerine kulağını aç ve onlara bir kral ver.” (I Sam. 8:9,22). Aynı seçenekçilik ruhu şu cümlede de ortaya çıkar: “Bugün sizin önünüze kutsamayla laneti, yaşamla ölümü koyuyorum. Ve siz yaşamı seçiyorsunuz.” İnsan seçebilir. Tann onu kurtaramaz; Tann’mn yapabileceği tek şey insanın karşısına temel seçenekleri, yaşamı ve ölümü çıkarmak ve insanı yaşamı seçmesi için yüreklendirmektir.
İyilik ve kötülük dürtüleri için Jezer sözcüğünün kullanılması ilginçtir, bu sözcük kutsal kitap tbranicesi’nde “imgelenenler” anlamına gelir.
‘kötü’ dediğimde de bu türe yaklaşmamızı engelleyici olduğunu kesinlikle bildiğimiz şeyleri kastedeceğim.”20 Mantıksal olarak Spinoza’ya göre “bir at, insan biçimine sokulduğunda tıpkı bir böcek biçimine sokulduğu zamanki kadar yıkıma uğramış olacaktır.”21 iyilik, yarlığımızı özümüze gittikçe daha çok yaklaşacak biçimde değiştirmek demektir; kötülük de varlıkla öz arasında gittikçe büyüyen bir yabancılaşma yaratmaktır.
2. Kötülük dereceleri aynı zamanda gerileme derecelerini gösterir. En büyük kötülükler, yaşama en çok karşı olan eğilimlerdin Ölüm sevgisi, ana rahmine, toprağa, canlı olmayan şeylere dönmek için girişilen kandaşlar arası cinsel ilişki bağıyla birlikte yaşama çabası; narsisist bir biçimde insanın kendisini kurban etmesi; bu durumda insan yaşama düşman olacak ve kendi benliğinin hapishanesinden kurtulamayacaktır. Böyle yaşamak, “cehennem”de yaşamaktır.
3. Daha küçük gerileme derecelerine göre daha küçük kötülükler vardır: Sevgi yoksunluğu, akıl yoksunluğu, ilgi yoksunluğu, gözüpeklik yoksunluğu gibi.
4. insan gerilemeye de ilerlemeye de yatkındır; bu da insanın hem iyiliğe hem kötülüğe yatkın olduğunu söylemenin başka bir yoludur. Her iki yatkınlık belli bir denge oluşturuyorsa insan seçmekte özgürdür ama farkında olma yetisinden ve çabasından yararlanması koşuluyla, insan, içinde bulunduğu durumların belirlediği seçenekler arasında seçme yapmakta özgürdür. Ne var ki yüreği yatkınlıklar arasındaki dengeyi sarsacak ölçüde katılaşmışsa seçmekte özgür değildir artık. Özgürlüğün yitirilmesine yol açan olaylar zincirinde sonuncu olay, insanın artık özgür olarak seçemeyeceği bir karardır; ilk karan verirken insan, kararının önemini kavramışsa iyiliğe gidecek yolu seçmekte özgür olabilir.
5. insan seçmekte özgür olduğu ölçüde kendi eylemlerinden sorumludur. Ama sorumluluk ahlaksal bir varsayımdan başka bir şey değildir, çoğu zaman da yetkililerin insanı cezalandırma isteklerini akla uydurmak için başvurdukları birşeydir. Kötülük insanca birşey, gerileme ve insanlığımızı yitirme yetisi olduğundan her birimizin içinde vardır. Bunun ne ölçüde farkında olursak, başkalarını yargılamaya hakkımız olmadığını o ölçüde anlarız.
6. İnsanın yüreği katılaşabilir, insanlıktan çıkabilir, ama hiçbir zaman insanlıkdışı olamaz. Her zaman insan yüreği olarak kalır. Hepimiz, insan olarak doğmakla belirlenmişizdir; bu yüzden de sonu gelmeyen seçmeler yapmak göreviyle yükümlüyüzdür. Amaçlarla birlikte araçları da seçmemiz gerekir. Kimsenin bizi kurtaracağına güvenmemeliyiz; ama yanlış seçmelerin kurtulmamızı engelleyeceğinin farkında olmalıyız.
Gerçekten de iyiliği seçebilmek için farkında olmamız gerekir ama başka bir insanın acısına, başka bir insanın dostça bakışına, bir kuşun ötüşüne, otların yeşilliğine karşı duyarlılığımızı yitirmişsek, farkında olmanın da yaran olamaz, insan yaşama karşı ilgisini yitir-mişse iyiliği seçebileceğini ummamalıdır artık. O zaman yüreği öylesine katılaşacaktır ki “yaşam”m kendisi sona erecektir. Tüm insan ırkı, ya da insanlann en güçlüleri bu duruma gelirse, insanlığın yaşamı en büyük umutlarla dolu olduğu bir anda yok olup gidecektir.
Özgürlük,Gerekircilik,Seçenekçilik 2 nci Bölüm | Eric Fromm