İdeoloji, modern sosyal teorinin tartışma konuları arasındaki en merkezi kavramlardan biridir. Terry Eagleton’ın, bu konuyla ilgili onca kitap ve makaleden sonra yayımladığı eserini İdeoloji: Bir Giriş olarak adlandırması ideoloji hakkındaki tartışmaların kapsam ve zenginliğini göstermesi bakımından iyi bir örnektir.
İdeolojiyle ilgili tartışmalarda Karl Marx’ın kavramsallaştırması ise son derece önemli bir yere sahiptir. Kavram, Marx’la birlikte yeni bir anlam bulmuştur. Marx’ın kavramsallaştırması, ideolojinin ilk kullanım biçimlerinden radikal bir kopuşu içerir. Bu kavramsallaştırma, önemli bir tartışmanın konusu olmuştur. Bu tartışmalar iki ana noktada toplanmaktadır. Bunlardan ilki, Marx’ın çeşitli eserlerindeki ideoloji yaklaşımının birbirinden değişik ve kopuk mu olduğu yoksa tutarlı bir hat mı izlediğine; ikincisi, Marx’ın anlamlandırmasının negatif mi yoksa pozitif mi bir içerik taşıdığına ilişkindir. Lenin, Lukács, Gramsci gibi devrimci önderlerin ideoloji kavramsallaştırmalarının Marx’ınkinden daha farklı bir içerik taşıması olması da ayrı bir tartışma gündemidir. Bu gündem, iki temel soruya cevap aramak üzere oluşmuştur: Bu farklılık nereden kaynaklanmaktadır? Bu değişik kavramsallaştırmalar biribirine karşıt ve biribirini dışlayıcı mıdır, yoksa, her iki kullanım da kullanışlı ve tamamlayıcı bir niteliğe mi sahiptir? Diğer yandan, ideoloji kavramının bir inceleme aracı olarak büsbütün reddedilip yerine söylem kavramının geçirilmesi, bu alandaki daha farklı bir tartışmanın sınırlarını çizmektedir (1).
Bu yazı, ideoloji üzerine yapılmış genel bir çalışma olmadığı gibi, Marksist ideoloji anlayışına ilişkin yukarıda formüle edilen bütün soruları ele almayı da amaçlamamaktadır. İki bölüm halinde örgütlenen yazı, bütünüyle Marx’ın ideoloji kavramsallaştırmasına odaklanmıştır.
Birinci bölümde, ideolojinin Marx’tan önceki anlamının kimi temel yanlarına işaret edilmektedir. Buna hem kavramın tarihsel gelişiminin gösterilebilmesi hem de Marx’ın kavrama getirdiği yeni ve çığır açıcı içeriğin vurgulanabilmesi için ihtiyaç duyulmuştur.
İkinci bölüm, Marx’ın ideoloji kavramsallaştırmasına ayrılmıştır. Bu bölümde iki iddia savunulmaktadır. Bunlardan ilki, ideolojinin Marx’taki anlamının olumsuz (ya da negatif) bir içerik taşıdığı, toplumsal gerçekliğin çelişkilerinden kaynaklanan yanıltıcı formlara ve düşüncelere işaret ettiğidir. İkinci olarak ise, Marx’ın ideoloji kavramsallaştırmasının onun çeşitli eserlerinde farklı ve çelişkili bir hat izlediğine ilişkin iddianın geçersizliği gösterilmek istenmiştir. Bu bölümde, Marx’ın ideoloji sorununa yaklaşımının, ilk eserlerinden başlayarak en önemli eseri sayılan Kapital’e uzanan dönem boyunca kayda değer bir tutarlılık ve gelişim sergilediğini vurgulayabilmek amacıyla, onun din, hukuk ve meta gibi inceleme nesnelerini analiz ederken geliştirdiği yaklaşımın nasıl derinleştirildiğine dikkat çekilmiştir. Böylece, ideoloji konusunda “genç Marx”ın farklı, “olgun Marx”ın farklı düşündüğüne ilişkin sav reddedilmiş, ama Marx’ın olgunluk dönemi eserlerinde, gençlik dönemi eserlerindeki ideoloji yaklaşımını daha da geliştirip derinleştirdiği belirtilmeye çalışılmıştır.
Yazıda dikkat çekilmek istenen bir başka konu, Marx’ın ideoloji kavramsallaştırmasıyla eleştiri anlayışı arasındaki kopmaz ilişkidir. İdeolojinin Marx’ın kuramında yer aldığı haliyle kapitalizmin devrimci eleştirisine imkân veren kavramsallaştırmalardan biri olduğu yazının temel argümanları arasındadır. İdeolojik başaşağılığı maddi çelişkilerin bir ürünü olarak kavrayan Marx’ın, eleştirisini doğrudan doğruya bu maddi gerçekliğe yöneltmesinin önemi bütün metin boyunca vurgulanmaya çalışılmıştır.
1) Marx’tan önce ideoloji: yanlış düşüncelere karşı doğru fikirlerle mücadele
İdeoloji kavramı, ilk kullanılmaya başladığı dönemlerden beri birbirine yakın ya da karşıt pek çok anlama sahip oldu. Terry Eagleton, bu anlam çeşitliliğini gösterebilmek için, konuyla ilgili çalışmasının başında, 16 ayrı ideoloji tanımına yer verir (Eagleton, 1996: 18). Bunlara yeni tanımlar eklemek ya da bazılarını çıkarmak da mümkündür. Fakat, genel bir tasnif yapıldığında, bütün bu anlam çeşitliliği iki temel kategori etrafında toplanabilir. İlk olarak ideoloji, “sistemli bir fikir yapısı” anlamına gelmek üzere “nötr” bir içerikle kullanılmaktadır. Örneğin “burjuva ideolojisi”, “proletarya ideolojisi” gibi kavramlarla konuşan bir kişi, bu kavramlarla ne anlatmak istediğinden ayrı olarak, iki ayrı sınıfa ait iki ayrı fikir yapısından bahsetmek istiyordur. “Gerçekleri doğru bir şekilde yansıtmayan fikirler” şeklindeki ikinci genel tanımlama ise, farklı ideoloji kavramsallaştırmalarının içine yerleştirilebileceği diğer ana kategori olarak düşünülebilir. Örneğin, “küçük burjuva ideolojisinin eleştirisi”ni gerçekleştirmeye teşebbüs eden bir kimse, daha ilk adımında, bu “ideoloji”nin gerçekleri doğru kavrayamadığını ima ediyordur. Ya da, faşizm, komünizm gibi belirli bir sisteme sahip fikirleri “ideoloji”, liberalizmi de insan aklının ve eyleminin erişebileceği en mükemmel ve son sistem olarak adlandırdıktan sonra, uygun zaman ve koşullarda “ideolojiler öldü” sloganını atarak büyük bir üne kavuşan zat, ideoloji derken, insanlık için zararlı fikirlerden bahsediyordu.
“İdeoloji”, ilk ortaya çıktığı dönemlerde çağdaş kullanımlarından daha farklı bir anlama sahipti. Bir çoğulluk arz etmeyen bu anlam, sözcüğü meydana getiren “ide” ve “loji” köklerinin farklı manalara gelmeyecek şekilde eklemlenmesinden doğmuştu. Fikir manasındaki “ide” ve her hangi bir nesneye ilişkin araştırma ya da bilim anlamına gelen “loji”nin biraraya gelmesiyle oluşan kavram, “insan fikirlerine ilişkin bilimsel araştırma”ya yakın bir anlamına geliyordu.
Kavramın bu anlamı, burjuvazinin feodalizme karşı verdiği ilk mücadeleler sırasında, geleneksel aristokratik toplumda belirdi ve 18’inci yüzyıl Aydınlanmacılığının kültürel ve felsefi ortamı içinde üretildi. Aydınlanma filozoflarına göre, aristokratik iktidarın desteğindeki akıldışı, metafizik ve mistik düşünceler, kitleler arasında yanlış kavrayışın yaygınlaşmasına zemin hazırlıyordu. Aklın karşısında yer aldığı için ilerlemeyi engellediği varsayılan, feodal lordlar ve rahipler tarafından temsil edilen bu düşüncelerle ne doğa kontrol altına alınabilmiş ne de üretimin artırılabilmesi sağlanabilmişti. (Larrain, 1979: 17- 26; 1995: 21-22).
Boş inanç ve önyargılardan arınmış bir dünya kurma düşünü paylaşan Aydınlanma filozofları açısından, hakikate ancak akılcı ve bilimsel bir yoldan ulaşılabilirdi. Bu durumda ise, toplumun akılcı yoldan yeniden inşasını mümkün olabilirdi. Toplumu oluşturan fertlerin akılcı düşüncelerle donatılmasının toplumu yeniden ve bu kez akılcı esaslara göre inşa edebilmenin ön koşulu olduğunu öngören Aydınlanmacılar, ideoloji kavramının temellerini bu koşullarda ortaya attılar. Kavram, bu haliyle, insan zihninde fikirlerin belirme sürecinin nesnel olarak incelenmesinin olanaklı olduğunu ve istenildiğinde insanları “doğru” düşünmeye sevk etmenin yollarının bulunduğunu anlatıyor ve “doğru düşün(dür)me bilimi” anlamına geliyordu (Larrain, 1979: 17-26; Mardin, 1997: 20). Sonraları Namık Kemal gibi geleneksel Türk aydınları tarafından da paylaşılan bu “maarifçi” yaklaşım, bütün toplumsal ilerlemeyi insan bilincine bağlıyor, insanın doğru düşünmeye sevkıyatının eğitim yoluyla gerçekleşebileceğini öne sürüyordu. Nasıl ki Skolastiğin karanlığı feodal lordlar ve rahiplerin insan bilinci üzerindeki geriletici etkisinden kaynaklanıyorsa, insan bilincinin geriliğinden kaynaklanan geri toplumsal yapının kırılması ve yeni dönemin aydınlığı da insanları doğru düşüncelerle buluşturacak olan burjuvazi, bilim adamları ve eğitimciler sayesinde gelecekti.
Aydınlanma düşünürlerinin geleneği, “ideoloji” kavramını ilk kullanan yazar Antoine-Louis Claude Destutt de Tracy için elverişli bir arka plan oldu. Yeni bir bilimin sistematize edilmesiyle ilgilenen Tracy, buna “düşünceler bilimi” anlamına gelmek üzere “ideoloji” dedi. Ona göre, bu bilimin nesnesi, düşüncelerin kökeniydi ve bilimsel ilerleme ancak yanlış düşüncelerden kurtularak mümkün olabilir; bir bilim olarak ideoloji, dinlerin ve metafizik önyargıların üstesinden gelmek üzere halk eğitimine yeni bir temel teşkil edebilirdi (Larrain, 1979: 27-28).
Tracy’ye göre, Fransız Devrimi, insanların yanlış düşüncelerini düzelteceği varsayılan “düşünce bilimi”ni yaygınlaştırmak için muazzam bir imkân sağlıyordu. Napoléon Bonaparte, iktidara gelince, düşünce bilimcileri olarak adlandırılan ideologlara bu imkânı sağladı. İdeologların yer aldığı “Institut de France” adlı kuruluşa Aydınlanma felsefesinin ilkelerine dayanan bir eğitim sistemi geliştirme görevi verdi. Destutt de Tracy, “ideologların başı” sanını taşıyordu. Gelgelelim, Napoléon, bir süre sonra eskiden aziz dostları olarak kabul ettiği ideologlarla karşı karşıya geldi. Bu karşı karşıya gelişin nedeni, imparatorun rejimini pekiştirmek amacıyla devrim zamanında dinî kurumlara getirilen eğitim yapma yasağının Napoléon tarafından kaldırılmasıydı. Bu kararı ideologlar tarafından tepkiyle karşılanınca Napoléon, onları “ideolojiciler” (idelogists) diye aşağıladı. Napoléon’a göre ideologlar politik pratiği göz ardı eden ve gerçekçi olmayan kişilerdi. O zamana kadar, daima pozitif bir anlama gelmek üzere kullanılan ve insanlığın gelişimi bakımından büyük anlamlar yüklenen ideoloji kavramını olumsuz anlamıyla kullanan ilk kişi Napolyon olmuştu. İdeologlar, Napoléon’un gözünde gerçek hayattan kopuk, politikadan habersiz, işe yaramaz, metafizikçi kimselerdi (Larrain, 1979: 27-28; Eagleton, 1996: 103-105; Mardin, 1997: 22-23). Napoléon’un, ideolojiye yüklenen olumlu anlamı reddederek bu kavramı negatif çağrışımlarla kullanması, daha sonraları, çok daha başka sebeplerle Karl Marx tarafından da paylaşılacaktır.
Marx’ın düşüncesinde merkezi bir yer tutan ideoloji kavramsallaştırmasına geçmeden önce, kavramın ortaya çıktığı dönemdeki anlamına ilişkin sonuçları özetlemek yararlı olacaktır: 1- İdeoloji, Aydınlanmacılığının kültürel ve felsefi ortamı içinde üretildiği haliyle doğru düşünme bilimi anlamına geliyordu. 2- İnsanın düşüncesini kalkış noktası olarak seçen bu yaklaşım, insanın zihinsel mekanizmasının denetlenmesinin mümkün olduğunu öne sürüyor ve düşüncelerin değiştirilmesinin toplumsal değişimin önkoşulu olduğuna inanıyordu. 3- Bu inanç, yanlış düşüncelere karşı doğru fikirlerle verilecek mücadeleyi toplumsal gelişimin ana ekseni olarak kavrıyordu.
2) Marx’ta ideoloji: yanlış düşünceleri yaratan maddi gerçekliğe karşı mücadele
Marx’ın, geliştirdiği yaklaşımda kullandığı “tersyüz etme”, “fetişizm” gibi kimi merkezi kategorilerle ve kendi döneminin temel tartışma konularıyla birlikte ele alındığında anlaşılması mümkün olan ideoloji kavramsallaştırması, kavrama yüklenen eski anlam karşısında çığır açıcı bir nitelik taşır. Bu çığır açıcı niteliğin temel yanları aşağıda inceleniyor. Fakat, bundan önce, önemli bir noktaya işaret etmekte fayda var. Marx, eserlerinde, daha pek çok merkezi kavramında olduğu gibi, net bir ideoloji tanımlaması yapmadı. Onun özel olarak ideoloji üzerine yazdığı bir metin bulunmuyor. Pek çok araştırmacının Marx’ın “erken dönem” eserleriyle “geç dönem” eserlerindeki ideoloji yaklaşımı arasında çelişkiler, en azından farklılıklar bulunduğunu iddia edebilmesinin nedenlerinden biri belki de bu durumdur. Diğer yandan, Marksist gelenek içinde Lenin, Lukács, Gramsci gibi devrimci önderlerin ideoloji nosyonunu daha farklı şekillerde ele almış olmasının bu durumdan kaynaklanması da muhtemeldir. Marx sonrası Marksistlerin ideoloji kavramsallaştırmalarının Marx’ınkinden daha farklı bir içerik taşımasının nedenleri ve bu farklı kavramsallaştırmalar arasındaki ilişkilerin çözümlenerek aralarında olumlu bir bağ kurulmasının mümkün olduğunun ortaya konulması daha kapsamlı bir tartışmanın konusudur. Fakat, kanımca, her ne kadar eserlerinde ideolojinin net bir tarifine rastlamazsa da, Marx’ın ideoloji kuramının 1844 Elyazmaları’na uzanan ilk dönem eserlerinden başlayarak tutarlı ve bütünlüklü bir hat izlediğini öne sürmek mümkündür.
2.1) Birinci dönem: İnsan bilincindeki tersyüzlük maddi dünyanın çelişkilerinden kaynaklanır
Marx, 1844 Elyazmaları’nı hazırlamaya başladığı döneme kadarki çalışmalarının temel konularının felsefe, tarih ve hukuk olduğunu, maddi çıkarlar denilen şey üzerine yazmaya yönelişinin ise 1842-43 yıllarına rastladığını belirtir. Bu dönemdeki başlıca çalışmaları, kendi ifadesiyle, kafasında biriken kuşkuları gidermek için yazılmıştır (Marx, 1979: 24). Marx’ın entelektüel gelişiminin bu evresinin odak noktasını Hegel ve Feurbach ile yürüttüğü felsefi tartışmalar oluşturuyordu. Özellikle Hegel ve takipçileriyle olan ihtilafı, bu büyük diyalektikçinin kalkış noktası olarak yanlış bir noktadan hareket etmesinden kaynaklanıyordu. Hegel’e göre modern toplumu anlamak için modern devletin oluşumu ve yapısı kavranmalıydı. Marx ise, buna itiraz ediyor ve Hegel’in “tersyüz etme” kavramını onun yaklaşım biçimini tanımlamak için kullanıyordu. Hegel’in devletten hareket ettiğini ve insanı, devletin bir öznelleşmesi olarak tasarladığını belirten Marx, insandan hareket edilmesi gerektiğini savunarak devletin insanın bir nesnelleşmesi olduğunu vurguluyordu. “Tıpkı dinin insanı değil, ama insanın dini yaratması gibi, siyasal ana yapı da halkı yaratmaz ama tersine halk siyasal ana yapıyı yaratır,” diyen Marx’a göre, bu önermeyi tersinden kavrayan düşünsel başaşağılık toplumsal gerçekliğin kendisinden kaynaklanıyordu (1997: 46-48).
Marx, “tersyüz etme” kavramını Hegel’den devraldı ve bu kavram, ileride gösterileceği gibi, Marx’ın ideoloji kavramsallaştırmasının anahtarlarından biri oldu. Bununla birlikte, kavramın kullanımında Hegel ve Marx arasında derin bir ayrım bulunuyordu. “Tersyüz etme” Hegel açısından öznel olanın nesnelleşmesi, ya da nesnel olanın öznelleşmesiydi. İnsanı “kendi emeğinin ürünü” olarak görmekle Marx üzerinde önemli bir etki bırakan Hegel’e göre, servet ve devlet gücü gibi olgular insani varlığa yabancılaşmış olgulardı. Bütün bunları, yalnızca “düşünce” (Tin, Geist) şeklinde gören Hegel açısından yabancılaşmanın son bulması örneğin Prusya Monarşisinin (Tin’in) kendi kendini gerçekleştirmesiyle mümkün olmuştu. Hegel’e göre, bu devletin en yüksek gerçekliği insandı. Marx açısından ise, tersi doğruydu. Gerçek kişi haline gelen devlet değil, insanın toplumsal gerçekliği devlet haline gelendi. Bu nedenledir ki Hegel, Tin’in yaşamöyküsünü yazarken, Marx insan etkinliğine ve etkin insandan hareket etmeye yöneliyordu (Marx, 2000: 161-163; 1997: 59).
Marx’ın, insanın düşüncesinden değil, eyleminden ve bilinçli insan eyleminin cereyan ettiği maddi ilişkilerden hareket etmek gerektiğine ilişkin vurgusu, din olgusuna
yönelik eleştirilerinde de görülür. Onun ilk din eleştirilerinde Feuerbach materyalizminin etkisi hissedilir. Marx, bu dönemde Feuerbach’ın dinin, bir tersyüz oluş olduğuna dair argümanını benimser. Buna göre, insan bilincinin yarattığı tanrı yaratıcı, tanrı fikrini yaratan insan ise kul olur. Fakat, bu tezin açıklanmasında Marx ile Feuerbach arasında keskin bir ayrım vardır. Marx’ın ayrıldığı nokta, insan bilincindeki bu başaşağılığın, tersyüz olmuş gerçekliğin kendisinden kaynaklandığına ilişkin vurgusudur. Bir diğer deyişle, sözkonusu başaşağılık sadece bir yanılsamadan, insan zihnine ait performanstan daha fazla bir şeydir ve gerçek dünyanın çelişkilerini ifade eder. Şu sözleri, bu tezinin en berrak ifadelerinden biridir: “Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini üretiyor, çünkü kendileri alt üst olmuş bir dünya oluşturuyor” (Marx, 1997: 192).
Bu kavrayış biçiminin devrimci eleştiri bakımından sonucu ise şöyledir: İnsan zihnindeki tersyüz oluşu ortadan kaldırmanın yolu, insanı, boyunduruğu altında ezildiği dogmalardan, hayali yaratıklardan kurtarmak olmadığı gibi, bu yanılsamalı düşünceleri değiştirip insana, özüne uygun bir şekilde düşünmeyi öğretmek de değildir. Tersine, dinsel iç çekiş gerçek acıların dışa vurumu olduğu için, insanın yaşadığı gerçek çelişkilerin çözülmesi, bu mistik iç çekişin yok edilişinin de başlıca koşuludur. Kendi sözleriyle: ‘Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına gelir’ (Marx, 1997: 192).
Marx’ın ideoloji kavramsallaştırmasında, onun iktisadi araştırmalarının ilk müsveddeleri niteliğindeki 1844 El Yazmaları önemli bir adım teşkil eder. El Yazmaları, her ne kadar müsvedde şeklinde de olsa, bu yazının çerçevesi bakımından iki önemli özelliği sahiptir. Birinci olarak, Marx, din konusunda geliştirdiği ideoloji kavramsallaştırmasını üretim alanına aktarmaya esas olarak burada başlar. Diğer yandan, Kapital’deki meta analizinin temellerini de burada atar.
Marx, 1844 El Yazmaları’nı hazırladığı dönemde, politik iktisatla ve Hegel idealizmiyle kesin bir hesaplaşmaya yönelir. Bu çalışmaları sırasında, politik iktisadın öncüllerinden, onun kavramlarından, yasalarından hareket eden Marx, Hegel’den devraldığı “tersyüz etme” kavramını iktisadi ilişkilerin açıklanmasında kullanmaya başlar. Bununla birlikte, politik iktisadın doğallaştırdığı şeyleri tarihsel ilişkiler olarak ortaya koyar, “tersyüz etme”yi maddi hayatın çelişkileri ile insan bilinci arasındaki bir ilişki şeklinde kullanır. Der ki:
Politik iktisat özel mülkiyet olgusundan yola çıkar, ama bunu bize açıklamaz. Özel mülkiyetin gerçekten içinde geçtiği maddî süreci genel, soyut formüllerle dile getirir, sonra da bu formülleri yasa olarak benimser. Bu yasaları kavrayamaz -yani, özel mülkiyetin kendi yapısından nasıl doğduğunu gösteremez. … ücretle kârın ilişkisini tanımlarken, kapitalistlerin çıkarını en önemli neden sayar; yani geliştirip açıklaması gereken şeyi olduğu gibi kabullenir. … (Marx, 2000: 73-74).
Politik iktisada göre baştan kabullenilen olgular, Marx’a göre açıklanması, hareket içindeki bağlantıları kavranması gereken toplumsal ilişkilerdir. Aynı şekilde, kötülüğün kökekini insanın zihniyle açıklayan dinbilimin tersine, kötülüğün kökeninin kendisi açıklanması gereken bir durumdur. Marx, şu tümceyi, bu kesin ayırım noktasını belirtmek için yazar: “Biz gerçek bir iktisadî olgudan yola çıkıyoruz. (Marx, 2000: 75). Bu iktisadi olgu, insanın öznel etkinliğiyle yarattığı nesne, yani metadır. Marx, iktisat çalışmalarının daha sonraki aşamalarında meta ile ilgili analizlerini sonuna kadar götürecektir. Ancak, şimdi, Hegel’in diliyle metanın fiilen yarattığı tersyüz olma durumunu kavramaktadır: “Emeğin gerçekleştirilmesi, emeğin nesnelleştirilmesidir” (Marx, 2000: 75). Bu formülasyonun anlamı şu şekilde özetlenebilir: emek nesneleştiği zaman özne olur ve kendisini yaratan özneyi egemenliği altına alır. İşçi ne kadar çok nesne üretirse o kadar yoksullaşır ve kendi ürünü olan nesnenin o kadar çok egemenliği altına girer. Ve sanır ki, kendi emeğinin ürünüyle ilişki kurarken “yabancı” bir nesneyle ilişki kuruyordur. Marx’ın sözleriyle “işçi kendisini ne kadar çok harcarsa, karşısında yarattığı nesnel dünya o derecede güçlenir” (2000: 76). Toplumsal gerçekliğin çelişkileri tarafından yaratılan bu görüntü, Marx’a göre, dinler aleminde de geçerlidir: “İnsan tanrıya ne kadar çok şey verirse, kendine o kadar az şey kalır” (2000: 76).
İdeolojinin Marx’taki ilk anlamlarını, din ve meta gibi olgulara yaklaşımında görebiliyoruz. İnsanın kendi yarattığı nesneler, özne halini alır ve bu nesneleri yaratan özne olarak insanın kendisi nesneleşir. Tanrılar ve metalar, insanın üretken eyleminin bir sonucudurlar. Fakat insanı, bir nesneymiş gibi egemenliği altına alır ve yönlendirirler. Maddi dünyanın bu çelişkili karakteri insan zihninde bir tersyüz olma halini yaratır. Bu ideolojik duruma son verilmesi, tarihsel eylemi içindeki insanın ideolojiyi yaratan koşulları dönüştürmesine, değiştirmesine bağladır. Eleştirinin Marx’taki anlamı da işte budur: Tersyüz olmuş insan bilincinin değil, insan bilincini tersyüz eden maddi koşulların çelişkilerinin dönüştürülmek üzere açıklanıp eleştirilmesi.
2.2) İkinci dönem: İdeoloji eleştirisi maddi çelişkiler alanında mümkündür
Jorge Larrain’in dönemselleştirmesiyle (1983: 15), Alman İdeolojisi ve Feuerbach Üzerine Tezler’in yazıldığı dönem (1845-1857), Marx’ın ideoloji kavramsallaştırmasının netlik kazandığı bir evredir. Marx, Engels’le birlikte yazdığı Alman İdeolojisi’nde ideoloji kavramını ilk olarak dile getirir ve önceki eserlerinde kullandığı tersyüz etme kavramını, burada ideoloji olarak sunar.
Bu eser, Marx’ın önceki metinleri ve yaklaşımlarıyla ilişkilendirilerek incelendiğinde, daha evvel metalar ve dinler bağlamında geliştirilen tersyüz etme kavramıyla burada açıklanan ideoloji kavramı arasında bir süreklilik bulunur. Eserin temel argümanlarından biri, “fikirlerin, tasarımların ve bilincin … gerçek yaşamın dili” olduğudur (Marx ve Engels, 1987: 44). Buradaki fikirler, tasarımlar ve bilinç kavramları birbirinin yerine geçecek eşdeğer kavramlar olarak kullanılmamıştır. “Fikir”, örneğin Genç Hegelciler tarafından öne sürülen görüşler ya da felsefi tezlerdir. “Tasarımlar”, yasalar, ahlak, din gibi formlara işaret etmektedir. Bilinç ise, insanın düşünsel performansını ifade etmek üzere kullanılmaktadır.
Marx, Alman İdeolojisi’nde, bu kavramların herbirinin barındırdığı tersyüzlüğü “ideoloji” nosyonuyla ilişkilendirir. Örneğin, Genç Hegelcilerin fikirlerini “ideolojik” fikirler, kendilerini de “ideologlar” olarak tanımlar. Marx’a göre, Hegel’i eleştirmek üzere yola çıkan Genç Hegelciler, yapılması gereken şeyi, insanları doğru olmayan düşüncelerden kurtarmak olarak tarif ettikleri için Hegelci öncüllere dayanıyorlardı. Marx açısından insan zihnindeki çelişkilerden hareket eden bir ilerleme fikrine sahip olmak, “ideolojik” ve “çarpık” bir yaklaşım biçimiydi. Çünkü, insan bilinci başaşağı duran maddi gerçekliğin dilidiydi. Genç Hegelciler, Marx’a göre, hareket noktası olarak tarihsel eylemi içindeki insanı değil, insan düşüncesini seçtiklerinden ya da “ide”ler dünyasından yola çıktıklarından dolayı “en büyük tutucular” ve “ideolog”lardı. Alman İdeolojisi’nde Genç Hegelcilere yöneltilmiş şu sözler son derecede çarpıcıdır:
Sözde “dünyayı altüst eden” tumturaklı sözlerine karşın, genç-hegelci ekolün ideologları, en büyük tutuculardır. Onlar arasından en gençleri, yalnızca “tumturaklı laflara” karşı savaştıklarını söyledikleri zaman, kendi faaliyetlerini nitelendirecek doğru ifadeyi bulmuş oldular. Ancak, kendilerinin de, bu tumturaklı lafların karşısına, gene tumturaklı laflardan başka bir şey koymadıklarını ve yalnızca bu dünyanın tumturaklı laflarına karşı savaşırken, gerçekten mevcut dünyaya karşı savaşmadıklarını unutuyorlar (Marx ve Engels, 1987: 36).
Marx açısından, maddi dünyayı değiştirerek insan düşüncesini dönüştürmeye yönelmek yerine, sözle yeni bir dünya kurabileceklerine inanan Genç Hegelciler, diğer bütün ideologlar gibi “her şeyi başaşağı koyuyorlar”dı (Marx ve Engels, 1987: 128). Bununla birlikte, insanlığın gerçek sorununun, eleştiriyle yıkılabilecek yanlış düşünceler olduğuna inanan Alman ideologların bu zihinsel başaşağılığı da gerçek çelişkilerde yatmaktaydı. Şu tümce, bu açıdan düşünüldüğünde hayli ironiktir: “Bu filozoflardan hiç biri Alman felsefesi ile Alman gerçeği arasındaki bağın, kendi eleştirileri ile kendi öz maddi ortamları arasındaki bağın ne olduğunu kendi kendine sormayı düşünmedi” (Marx ve Engels, 1987: 37).
Genç Hegelcilerin fikirlerini “ideolojik” olarak tarif eden Alman İdeolojisi’nde, din, ahlak ve hukuk gibi olgular “tasarımlar” şeklinde nitelenir ve bunlar, ideolojik formlar olarak ele alınır (Marx ve Engels, 1987: 45). Bu türden formların üç özelliğine vurgu yapılır. Birinci olarak, bunların üretimi “insanların maddi faaliyetine ve maddi ilişkisine” bağlanır. Tasarımların insana ait olduğu, ancak, bu tasarımı gerçekleştiren insanın “gerçek, faal, kendi üretici güçlerinin ve bunlara tekabül eden ilişkilerin … belirli bir gelişmesiyle koşullandırılan insan” olduğu açıklanır (Marx ve Engels, 1987: 44). İkinci olarak, Marx’ın daha önce din ve meta konularında gördüğü tersyüz olma durumuna burada da işaret edilir. “İnsanların kendi gerçek pratiklerinden edindikleri tasarım”ların, “insanların pratiğine hükmeden ve onu belirleyen tek … etkin güç haline dönüşmesi”ne dikkat çekilir (Marx ve Engels, 1987: 73). Üçüncü olarak da, bu tasarımlarda insanlar ve onların ilişkilerinin tersyüz olmuş bir halde göründüğü belirtilir. İnsana ait tasarımlardaki başaşağı görüntü ise, yine, maddi ilişkilerdeki çelişkilerle, başaşağılıkla ilişkilendirilir. İdeolojik formlar olarak tanımlanan, din ve yasalar gibi formlarla iligili bu açıklama, şu pasajda net bir ifadesini bulur:
… her ideolojide insanlar ve onların ilişkileri, bize, camara obscura’daymış gibi baş aşağı görünüyorsa, bu görüngü de, tıpkı, nesnelerin, gözün ağ tabakası üzerinde ters durmasının doğrudan fiziksel yaşam sürecinden ileri gelmesi gibi, onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir (Marx ve Engels, 1987: 44-45).
Burada söylenenlerin, Terry Eagleton’un iddia ettiği gibi (1996: 130) insanın, “gerçeği olduğu gibi görememesi”ni ima ettiğini, hele hele “idealist bir spekülasyon” olduğunu çıkarsamak hayli güçtür. Kanımca Marx burada, daha sonra siyasal iktisat çalışmalarında derinleştirilmiş haliyle ifade ettiği gibi, gerçekliğin bizzat kendisindeki başaşağılığın insan bilincindeki ideolojik başaşağılığa yol açtığını vurgulamaktadır. Buradaki, “camera obscura” anolojisi doğrudan doğruya kapitalist üretim tarzı ile ilgilidir, insanın beyni ile değil. İdeolojide, insan ilişkilerinin başaşağı görünmesinin nedeninin “tarihsel yaşam süreçleri”ne bağlanması, son derecede net bir ifadedir. İlk eserlerinde de gördüğümüz gibi, insan düşüncesindeki ideolojik tersyüz olma hali ile gerçek yaşamın tersyüzlüğü arasında kurulan bağ, Marx’ın düşüncesinde kopmaz bir ilişki taşımaktadır.
Diğer yandan Eagleton’ın, Alman İdeolojisi’nde yer alan “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir de, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, egemen manevi güçtür de” (Marx ve Engels, 1987: 79) şeklindeki ifadeyi “ideolojinin siyasi modeli” olarak yorumlaması ve “epistemolojik ideoloji” kavramıyla çelişkili bir yan taşıdığını ileri sürmesi de (Eagleton, 1996: 120) tartışma götürür bir iddiadır. Eagleton bu iddiasıyla, Marx ve Engels’in, ezilen sınıfların bilincindeki yanılsamanın hakim sınıfların hakim düşüncelerinden kaynaklandığını ileri sürdüklerini ima eder gibidir. Oysa, Marx’ın iktisadi analizlerinde gayet açık bir şekilde ortaya koyacağı gibi, ideolojik yanılsama doğrudan doğruya kapitalizmin mübadele alanındaki yanıltıcı görünüş biçimlerinden kaynaklanır. Dolayısıyla Marx açısından, egemen fikirlerle ideoloji arasında bir eşdeğerlik kurmak kurmak sözkonusu değildir. Üretim alanındaki sömürüyü ve sınıf çelişkilerini gizleyen ideolojik formlar, mevcut sömürü mekanizmasının çalışmasında işlev görürler ve bu bakımdan egemen sınıflara hizmet ederler. Fakat, egemen fikir ve ideoloji arasında doğrudan bir eşdeğerlik kurmak Marx’ın ideoloji kuramının ruhuna aykırıdır. Marx açısından ideolojik formlara karşı mücadele ilk eserlerinden başlayarak fikirler alemindeki bir mücadele olarak değil ideolojik formları oluşturan maddi ilişkilere karşı bir mücadele olarak kavranmıştır. Marx’ın ideoloji kavramsallaştırmasının Aydınlanmacılar karşısındaki çığır açıcı niteliği de buradan gelmektedir: mücadele fikirler alanından maddi alana çekilmiş ve ideolojik formlara karşı mücadele dönüştürücü siyasi pratikle ilişkili olarak ele alınmıştır. Alman İdeolojisi’nde şunlar yazılıdır: “komünist için sorun, mevcut dünyayı devrimci bir biçimde değiştirmek, bulmuş olduğu duruma hücum etmek ve onu pratik olarak değiştirmektir” (Marx ve Engels, 1987: 49). O nedenle, bu eserde “mevcut düzenin devrilmesi”nin mevcut düzenin hangi maddi çelişkileri kavranarak gerçekleştirilebileceği sorgulanmaya başlamıştır (Marx ve Engels, 1987: 77) ki bu, aşağıda tekrar dönüleceği gibi, Marx’ın eleştiri kavrayışının anahtarıdır. Diğer yandan, ideolojik tersyüz olmanın egemen sınıfa ait egemen fikirlerin bir sonucu olduğuna ilişkin bir ideoloji kavramsallaştırması, Marx’ı doğrudan doğruya bu fikirlerin analizine götürürdü. Oysa, Marx, ideolojiyi egemen fikirlerde değil üretim ilişkilerinde bulduğu için eleştirisini bu alana yöneltti ve maddi ilişkileri, çelişkileri açıklamaya çalıştı.
Alman İdeolojisi, fikirlerin ve tasarımların ideolojik karakterine ilişkin açıklamasını insan bilincinin ideolojik karakteri konusunda da sergiler. Eser, ideolojik formlarla insan bilinci arasında arasında bir “tekabüliyet” ilişkisi kurar (Marx ve Engels, 1987: 45). Belirli bir üretim tarzının şekillendirdiği insan bilinci, bu gerçek ilişkilerden kaynaklı ideolojik bir başaşağılık içerir. Başaşağı düşüncelerden kurtulabilmesi için doğru düşünme tarzının öğretilmesi gereken bir varlık olarak kavranmayan insan bilinci verili üretim tarzı içinde sabit bir şey olarak da görülmez. İdeolojik bilincin “komünist bilince” dönüşümü, ideolojik bilinci yaratan üretim tarzının temel çelişkilerinin içinde aranır. “Köklü bir devrim zorunluluğunun bilinci” üretici güçlerin gelişimindeki çelişkilerle açıklanır. “Yığın içinde komünist bilincin yaratılması” ve “bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülmesi”, “insanların yığınsal bir değişikliğe uğramasına” yani “devrim”e bağlanır. Devrim, yalnızca proletaryanın burjuvaziyi devirmesini sağlamaz, aynı zamanda bu sınıfa toplumu yeni temeller üzerinde kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını da verir (Marx ve Engels, 1987: 69-71). Buradaki diyalektik ilişkiye dikkat edilmelidir. İdeolojik bilincin dönüşümü onu yaratan maddi çelişkilerin çözüme ulaşma olanaklarıyla, maddi çelişkilerin “pratikteki bir hareket”le çözümü de komünist bilincin oluşumuyla ilişkilidir.
Marx’ın ideoloji kavramsallaştırmasıyla eleştiri anlayışı arasındaki bağ, Alman İdeolojisi’nde iki düzeyde kurulur. Genç Hegelciler, bütün eleştirilerini insan bilincinin yanılsamalarına yöneltmişlerdi. Çünkü, insan bilincinin ürünlerini insanın “gerçek zincirleri” olarak kabul ediyorlardı. Onlara göre, bu eleştiri yerini bulduğunda, yani, Genç Hegelcilerin kendi bilinçleri, sürekli bir yanılgı içinde bulunan insanların bilincinin yerini aldığında insanın zincirleri de koparılmış olacak, yaşadığı sorunlar çözülecekti. Bu bakımdan onlar, insan bilincinin ürünü olan tasarımların tarihine yönelmişlerdi. Marx’ın eleştirisi ise, insan bilincinin yanılsamalarına değil, bu yanılsamaları doğuran maddi ilişkilere yönelmişti. Çünkü, ideolojik yanılsama toplumsal çelişkilerin bir sonucuydu. Marx’ın üretici eylemi içindeki insanın tarihine yönelmesinin nedeni buydu.
Alman İdeolojisi’nin, ideolojinin formülasyonu bakımından Marx’ın önceki eserlerine göre bir ilerleme kaydettiği ve netlik kazandığı görülmektedir. Her şeyden evvel, Marx, ideoloji kavramını ilk kez bu eserde kullanmakta ve negatif bir ideoloji kavramıyla çalışmaya başlamaktadır. Eser, Marx’ın daha önce Hegel’den devralıp geliştirdiği tersyüz etme düşüncesini korumakta ve artık bunu ideoloji olarak adlandırmaktadır. Kavram, bir tersyüz olma halini ve çelişkilerin yanlış temsilini ifade etmektedir. Böylesi bir ideoloji kavramıyla çalışmak Marx’ı bir yandan fikirlerdeki, tasarımlardaki ve insan bilincindeki başaşağılığı, bir yandan da yanlış bir biçimde temsil edilen çelişkileri açıklamaya götürmektedir. Bu türden bir ideoloji kavramıyla çalışmanın Marx’ın eleştiri anlayışının bir çıkış noktası ve imkânı olduğunu söylemek gerekiyor. İdeoloji, insanlar ve onların ilişkilerinin başaşağı görüntüsü olarak kavrandığı için bu görüntüyü oluşturan maddi ilişki ve çelişkilerin açıklanıp nasıl çözümleneceğinin ortaya konulması zorunlu oluyor. Marx’ın kuramsal çalışmaları da bu yönde seyrediyor. Hukuk, felsefe gibi ideolojik formlarla başlayan çalışma alanları ideolojiyi oluşturan iktisadi ilişkilerin eleştirel bir tahliline doğru evriliyor. Bu evriliş, aynı zamanda, onun ideoloji kavramsallaştırmasına yeni boyutlar ekleyecektir.
3.3 Üçüncü dönem: İnsan bilincindeki tersyüzlükle gerçekliğin tersyüzlüğü arasındaki ilişki görüngüler dünyasıyla dolayımlanır
Larrain, 1858’de Grundrisse ile başlayıp 1867’de Kapital’le son bulan dönemi, Marx’ın entelektüel gelişiminin üçüncü evresi olarak tanımlar (Larrain, 1983: 31). Böylesi bir dönemleştirme, Marx’ın ideoloji kavramsallaştırmasının siyasal iktisat çalışmaları sırasındaki gelişimini takip edebilmek için elverişlidir. Marx’ın bu dönem çalışmaları, ideoloji kavramsallaştırması bakımından iki temel özellik gösterir. İlk olarak, ideoloji konusunda daha önce söylenenler tutarlı bir şekilde sürdürülmekle beraber, bu çalışmalarda da derinleştirilir. İkinci olarak, daha önce kullanılan negatif ideoloji kavramına siyasal iktisat çalışmalarında yeni bir boyut eklenir. Bu, insan bilincindeki tersyüzlükle gerçekliğin tersyüzlüğü arasındaki ilişkinin gerçekliğin oluşumunu sağlayan görünüş alanlarıyla dolayımlandığına ilişkin açıklamadır. Bu alt bölümde, dönemin bu iki temel özelliği gösterilmeye çalışılmaktadır.
Marx’ın bu dönemdeki çalışmaları arasında ideoloji kavramına rastladığımız tek eseri Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’dır. 1859’da yayımlanan eserde ideoloji, “alt yapı”-“üst yapı” ayırımında “üst yapı” kurumlarını nitelemek için kullanılır. Gerek Marksizm içi tartışmalarda, gerekse de Marksizm dışından gelen eleştirilerde sıkça gündeme gelen bu yaklaşım, Marx’ın ideoloji nosyonunu nasıl kullandığını görebilmek bakımından tartışmaya değerdir.
Marx, bu eserinde, insan iradesine bağlı olmayan ilişkilerle, insanların bu ilişkilerin bilincine vardıkları formlar arasında bir ayrıma gider. İradeye bağlı olmayan ilişkiler, insanların varlıklarının toplumsal üretiminde kurdukları üretim ilişkileridir ve bu ilişkiler maddi üretici güçlerin belirli bir gelişmesine tekabül eder. İnsanın bilinçli ve tasarlanmış eyleminin bir ürünü olmayan bu ilişkiler, bir yandan insanın bilinçli etkinliğinin ortamını oluşturur bir yandan da bu etkinliklerin sınırlarını çizerler. İnsan bilincine ait etkinlikler ise, üretim ve mülkiyet ilişkileri arasındaki çatışma ve çelişkilerin kavranış şekillerini ifade ederler. Bunlar, hukukî, siyasal, dinî, artistik ya da felsefî şekillerdir ve “ideolojik” olarak adlandırılar (Marx, 1979: 25-26). Buradaki “ideolojik” tanımlamasının nedeni, aşağıda değinileceği gibi, sözkonusu formların maddi hayatın çelişkilerini gizleyen bir işlev görüyor almaladırıdır. Örneğin, hukuk, bütün insanları eşit olarak tanımlar ve böylece eşitsizlikleri gizler, siyasal formlar sınıflar arasındaki çelişkilerin bir örtüsü olarak işlev görürler vb.
Marx’ın daha önceki çalışmalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan bu açıklamada iki noktaya dikkat edilmelidir. İlk olarak insan iradesinden bağımsız nesnel ilişkilerle insanın bilincine ait öznel etkinlikler arasındaki ayırım mekanik bir ayırım değildir. Marx’ın diyalektik yöntemininin kavramların birbirine dönüşmesi ilkesi burada da geçerlidir. Onun “teori kitleleri kucakladığında maddi bir güç haline gelir” sözü bu açıdan düşünüldüğünde son derecede anlamlıdır. Buradaki “teori” kavramı insan bilincinin ürünü olan ve bu bakımdan öznel bir nitelik taşıyan fikir ve tasarımları ifade eder. Bunlar, belirli koşullarda toplumsal ilişkiler üzerinde birer maddi güç olarak etki yaparlar. Örneğin, dinsal inançlar, toplumsal devrimin önündeki maddi bir engel olarak işlev görebilir. Bunun tersini düşünmek de mümkündür. Devrimci düşünceler de işçi kitlelerini kucakladıkları ve onların eylemlerinin klavuzu haline geldiklerinde kapitalizmin yıkılması yönünde bir silah işlevi görebilirler.
Karl Marx’ta İdeoloji – Kapitalizmin Devrimci Eleştirisinin Bir Olanağı (1.Bölüm) | Gökhan Atılgan