Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Ekim 17, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkAnti-Dühring - Friedrich EngelsAnti-Dühring - Ekonomi Politik | Zor Teorisi (1.Bölüm)- Friedrich Engels

Anti-Dühring – Ekonomi Politik | Zor Teorisi (1.Bölüm)- Friedrich Engels

ZOR TEORİSİ
“Genel siyasetin ekonomik hukuk biçimlerine oranı benim sistemimde öylesine kesin ve aynı zamanda öylesine özgün bir biçimde belirlenmiştir ki bunun incelenmesini kolaylaştırmak için okuru, özel olarak oraya göndermek yersiz olmazdı. Siyasal ilişkiler biçimi temel tarihsel öğe ve ekonomik bağımlılıklar da yalnızca bir sonuç ya da özel bir durum, yani her zaman ikinci dereceden olgulardır. Yeni sosyalist sistemlerden kımıleri, deyim yerindeyse siyasal üstyapıları ekonomik durumlardan çıkartarak, yönetici ilke olarak göze batacak biçimde ters bir aldatıcı görünüşü alıyor. Oysa bu ikinci dereceden etkiler, ikinci dereceden etkiler olarak, gerçi vardırlar ve bugünkü günde en duyulur olanlar da onlardır; ama en önemli öğeyi yalnızca dolaylı bir ekonomik güçte değil, dolaysız siyasal zorda aramak gerekir.”
Aynı biçimde bir başka yerde bay Dühring: “siyasal (sayfa: 241) durumların ekonomik durumun kesin nedeni olduğu ve ters ilişkinin ikinci derecede bir tepkiden başka bir şeyi temsil etmediği tezinden hareket eder. … Siyasal kümelenmeyi kendi başına hareket noktası olarak almayıp da ona yalnızca beslenme erekleri bakımından bir araç olarak baktıkça, kişi ne denli güzel bir radikal sosyalist ve devrimci görünüşüne bürünürse bürünsün, gene de kendinde gizli bir gericilik dozu saklar.”
Bay Dühring’in teorisi, işte bu. Burada ve başka birçok yerde bu teori düpedüz konmuş, sanki buyrulmuştur. Üç kalın cildin hiçbir yerinde en küçük bir kanıt ya da karşı görüşün çürütülmesine benzer bir şey sözkonusu değil. Ve kanıtlar olgun yemişler denli ucuz da olsaydı, bay Dühring bize gene de bir kanıt vermezdi. Sorun, Robinson’un Cuma’yı köleleştirdiği ünlü ilk günah ile daha önce tanıtlanmış bulunuyor. Bu bir zor eylemi, yani siyasal bir eylemdi. Ve bu köleleştirme bütün geçmiş tarihin hareket noktasını ve temel olgusunu oluşturduğu ve ona haksızlık ilk günahını, hem de daha sonraki dönemlerde ancak hafifleyecek ve “daha dolaylı ekonomik bağımlılık biçimleri olarak biçim değiştirecek” bir derecede aşıladığı için; öte yandan, bugün de yürürlükte bulunan bütün “zor üzerine kurulu mülkiyet” bu ilk köleleştirmeye dayandığı için, bütün ekonomik olayların siyasal nedenlerle yani zorla (violence) açıklandıkları ortadadır. Ve bunun kendisine yetmediği kimse, gizli bir gericinin ta kendisidir.
Her şeyden önce hiç de özgün olmayan bu fikri öylesine “özgün” saymak için, insanın kendi kendisine bay Dühring’in olduğundan daha az aşık olmaması gerektiğini belirtelim. Birinci plandaki siyasal eylemlerin tarihte kesin etken oldukları fikri, tarih-yazımının (historiographie) kendisi kadar eskidir ve halkların, bu gürültülü sahnelerin arka-planında sessiz sedasız gerçekleşen ve işleri gerçekten ilerleten evriminden bize bu denli az şey saklanmış bulunmasının asıl nedeni de, budur. Bu fikir geçmişteki bütün tarih anlayışına egemen olmuş ve ancak Restorasyon çağı burjuva Fransız (sayfa: 242) tarihçileri sayesinde sarsılmıştır; bu işteki tek “özgün” nokta, bir kez daha bay Dühring’in bütün bunlardan hiç haberdar olmamasıdır.
Ayrıca, bay Dühring’in bugüne kadarki bütün tarihin insanın insan tarafından köleleştirilmesine indirgenebileceğini söylemekte haklı olduğu bir an için kabul edelim; gene de sorunun özüne değinmiş olmaktan uzakta kalırız. Çünkü ilkönce şu sorulur: Robinson, Cuma’yı köleleştirmeye değin nasıl gidebildi? Paşa gönlü için mi? Kesinlikle hayır. Tersine, Cuma’nın “ekonomik hizmete köle ya da basit bir alet olarak koşulduğunu ve bir aletten başka türlü de beslenmediği”ni görüyoruz.,
Robinson Cuma’yı, yalnızca Cuma Robinson yararına çalışsın diye köleleştirilmiştir. Ve Robinson, Cama’nın çalışmasından kendisi için nasıl yarar sağlayabilir? Yalnızca Cuma’nın çalışması ile, çalışabilecek durumda kalması için Robinson’un ona vermek zorunda olduğundan daha çok geçim araci üretmesi yoluyla. Demek ki bay Dühring’in kesin yönergesine aykırı olarak Robinson, Cuma’nın köleleştirilmesinin meydana getirdiği “siyasal kümelenme”yi “kendi başına hareket noktası olarak almamış ama ona yalnızca beslenme erekleri bakımından bir araç olarak bakmıştır.” — Şimdi efendisi ve egemeni bay Dühring ile ne hali varsa kendisi görsün.
Böylece, zorun “temel tarihsel öğe” olduğunu tanıtlamak için bay Dühring’in kendi öz zenginliğinden türettiği çocukça örnek, zorun araçtan başka bir şey olmadığını, oysa ekonomik çıkarın erek olduğunu tanıtlar. Ve erek, bu ereğe ulaşmak için kullanılan araçtan ne denli “daha temel” ise, ilişkinin ekonomik yanı tarihte, siyasal yanından o denli daha temeldir. Yani örnek, tanıtlayacak olduğu şeyin tam tersini tanıtlar. Ve Robinson ile Cuma için ne olup bittiyse, şimdiye değin olan bütün egemenlik ve kölelik durumları için de aynı şey olup biter. Baskı, bay Dühring’in zarif deyimini kullanmak gerekirse, her zaman “beslenme erekleri bakımından bir araç” olmuştur (bu beslenme erekleri en geniş anlamda (sayfa: 243) alınmış), ama hiçbir zaman ve hiçbir yerde işin içine “kendi başına” karışan siyasal bir kümelenme olmamıştır. Vergilerin devlette “ikinci derecede etkiler”den başka bir şey olmadıklarına ya da bugünkü egemen burjuvazi ile egemenlik altındaki proletarya biçimindeki siyasal kümelenmenin, egemen burjuvazinin “beslenme araçları” için, yani kâr ve sermaye birikimi için değil de “kendi başına” varolduğuna inanabilmek için bay Dühring olmak gerek.
Gene de iki adamcağızımıza dönelim. Robinson, “elde kılıç”, Cuma’yı kendine köle eder. Ama bu işi başarması için Robinson’un kılıçtan başka bir şeye daha gereksinmesi var. Bir köle herkesin harcı değildir. Bir köle kullanabilmek için, iki şeye sahip olmak gerek: İlkin kölenin çalışması için zorunlu alet ve nesnelere, ikinci olarak da onu dar darına besleme araçlarına. Öyleyse, köleciliğin olanaklı olmasından önce, üretimde belirli bir düzeye ulaşılmış ve bölüşümde belirli bir eşitsizlik derecesinin ortaya çıkmış olması gerek. Ve köle çalışmasının bütün bir toplumun egemen üretim biçimi durumuna gelmesi için üretim, ticaret ve servet birikiminde daha da büyük bir artışa gereksinme vardır. Toprak üzerinde ortaklaşa mülkiyetin bulunduğu eski doğal topluluklarda, kölelik ya kendini göstermez ya da çok ikincil bir rol oynar. Köylü kenti olan ilkel Roma’da bu böyledir; buna karşılık Roma “evrensel kent” durumuna geldiği ve eski İtalya toprak mülkiyeti gitgide sayısı az, son derece zengin bir toprak sahibi sınıfının eline geçtiği zaman, köylü nüfusun yeri bir köleler nüfusu tarafından alındı. Eğer Pers savaşları çağında, kölelerin sayısı Korinthos’ta 460.000 ve Aigina’da 470.000’e çıkıyor ve her özgür kişi başına on köle düşüyordu ise, [5*] (sayfa: 244) eyaletler için köle yetiştirilmediği bölgelerde köleli, yalnızca giderlerini kurtarmadiği için hiçbir zor kullanmak zorunda kalınmaksızın kendi kendine ortadan kalktı.
Demek ki eğer bay Dühring, bugünkü mülkiyeti zor üzerine kurulu bir mülkiyet diye adlandırıyor ve onu “temel olarak belki yalnızca öteki insanların doğal varlık araçları kullanımından dıştalanmasını değil ama bundan daha çok bir şey anlamına gelmek üzere, insanın bir köle hizmetine bağlanmasını alan egemenlik biçimi” diye nitelendiriyorsa, bütün ilişkiyi tepe aşağı çeviriyor demektir. İnsanın bir köle hizmetine bağlanması, bütün biçimleri altında, köleleştiren kimsede, onlar olmadıkça köleleştirilen insanı kullanamayacağı iş araçlarının sahipliğini ve aynca kölecilikte de onlar olmadıkça köleyi yaşamda tutamayacağı yaşam araçlarının sahipliğini öngerektirir. Öyleyse daha şimdiden, her durumda ortalamayı aşan belirli bir servet sahipliğini. Bu servet nasıl doğdu? Varsayım olarak bunun çalınmış, yani zor üzerine dayanmış olabileceği ama bunun hiç de zorunlu olmadığı açık. Bu servet çalışma, hırsızlık, ticaret, dolandırıcılık ile kazanılmış olabilir. Ama, çalınabilmeden önce, çalışma ile kazanılmış olması gerekir.
Genel olarak, özel mülkiyet tarihte hiçbir biçimde hırsızlık ve zor sonucu olarak ortaya çıkmaz. Tersine. O daha, bazı nesnelerle sınırlı da olsa, bütün uygar halkların eski doğal topluluklarında vardı. Daha bu topluluğun içinde meta biçimini alana değin, önce yabancılar ile değişim içinde gelişir. Topluluk ürünleri ne denli meta biçimini alır, yani ne denli az üreticinin öz kullanımı ve ne denli çok bir değişim ereğiyle üretilirse, değişim, hatta topluluk içinde bile, ne denli ilkel doğal işbölümünün yerini alırsa, çeşitli topluluk üyelerinin servet durumu o denli eşitsiz bir duruma gelir, eski toprak mülkiyeti ortaklığı o denli derin bir biçimde aşınır, topluluk bir küçük toprak sahibi köylüler köyü olarak dağılmaya o denli çabuk gider. Doğu despotizmi ve fatih göçebe halkların değişen egemenliği, bu eski topluluklara binlerce yıl boyunca zarar veremedi; onların gitgide dağılmalarına (sayfa: 245) neden olan şey, büyük sanayi ürünlerinin rekabeti ile doğal ev sanayilerinin zamanla yıkılmasıdır. Burada, Moselle ve Hochwald kıyılarındaki “tarımsal topluluklar”ın ortaklaşa tarımsal mülkiyetinin, henüz gerçekleşmekte bulunan pay edilmesinde olduğundan daha çok zor sözkonusu değildir; [6*] ortaklaşa mülkiyet yerine tarlaların özel mülkiyetinin geçmesini kendi çıkarlarına bulanlar, köylülerdir. Hatta Keltlerde, Germenlerde ve Pencap’ta olduğu gibi, toprağın ortaklaşa mülkiyeti temeli üzerinde ilkel bir soyluluğun oluşması bile, ilkin hiçbir zaman zor üzerine değil ama özgür onay ve alışkanlığa dayanır. Özel mülkiyetin kurulduğu her yerde bu, değişmiş üretim ve değişim ilişkilerinin sonucudur, ve üretimin artması ve ticaretin gelişmesine yarar, öyleyse özel mülkiyetin kuruluşu, ekonomik nedenlere dayanır. Zor, bu işte hiçbir rol oynamaz. Hırsızın, başkasının malını kendine mal edebilmesinden önce, özel mülkiyet kurumunun varolması gerektiği, yani zorun eldeciliğe (possession) gerçi yer değiştirtebildiği ama özel mülkiyeti özel mülkiyet olarak meydana getiremediği açıktır!
Ama “insanın köle hizmetine koşulması”nı, hatta en yeni biçimi, ücretli emek biçimi altında açıklamak için bile işin içine ne zoru sokabiliriz, ne de zor üzerine kurulu mülkiyeti. Eski topluluğun dağılmasında, yani özel mülkiyetin dolaysız ya da dolaylı genelleşmesinde, emek ürünlerinin meta durumuna dönüşümünün, bunların kişisel tüketim için değil ama değişim için üretilmelerinin oynadığı rol üzerinde daha önce durmuştuk. Oysa Marks, Kapital’de açıkça tanıtlamıştır ki —ve bay Dühring bunun üzerine tek söz bile söylemekten sakınır— gelişmenin belirli bir düzeyinde, meta üretimi kapitalist üretim durumuna dönüşür ve bu düzeyde “meta üretimi ve dolaşımına dayanan sahiplenme yasası ya da özel mülkiyet yasası, kendi öz içsel diyalektiğinin kaçınılmaz etkisi ile kendi karşıtına: eşdeğerler değişimine dönüştü; ilk işlem olarak görünen eşdeğerler değişimi de, birinci olarak sermayenin (sayfa: 246) emek-gücüne karşı değişilen parçasının, başkasının emek-ürününün eşdeğersiz sahiplenilmesinin bir bölümünden başka bir şey olmaması ve ikinci olarak, bu parçanın üreticisi, yani işçi tarafından yalnızca yenilenmesinin değil ama yeni bir artık [fazlalık] ile yenilenmesinin gerekmesi sonucu, artık ancak görünüşte böyle olacak bir biçimde değişti. … ilk olarak, mülkiyet bize kişisel emek üzerine kurulmuş gibi görünüyordu. … Şimdi ise mülkiyet [Marks’ın açıklaması sonunda], kapitalist bakımından başkasının emeğini karşılığını ödemeden sahiplenme hakkı, işçi bakımından da kendi öz ürününün sahiplenme olanaksızlığı olarak görünür. Mülkiyet ile emek arasındaki ayrılma, sanki bunların özdeşliklerine dayanan bir yasanın zorunlu sonucu durumuna gelir.” [7*]
Bir başka deyişle: hatta her türlü hırsızlık, zor ve hile olanağını dıştalayarak, her türlü özel mülkiyetin başlangıçta mülk sahibinin kişisel çalışmasına dayandığını ve işlerin daha sonraki tüm gidişi içinde, yalnızca eşit değerlere karşı eşit değerlerin değişildiğini kabul ederek bile, üretim ve değişimin gelişmesi içinde, gene de zorunlu olarak, bugünkü kapitalist üretim biçimine, üretim ve yaşama araçlarının sayıca az tek bir sınıf elinde tekelleşmesine, engin çoğunluğu oluşturan öteki sınıfın varlıksız proleterler düzeyine düşmesine, başdöndürücü üretim ile tecimsel bunalımın devirli nöbetleşmesine ve üretimin bugünkü tüm anarşisine varırız. Bütün süreç hırsızlığa, zora, devlete ya da herhangi bir siyasal karışmaya bir tek kez bile başvurmaya gereksinme kalmaksızın, salt ekonomik nedenlerle açıklanır. “Zor üzerine kurulu mülkiyet”, kendini burada da işlerin gerçek akışını anlama yetersizliğini gizlemeye yönelik palavracılıktan başka bir şey olarak göstermez.
İşlerin bu gidişi, tarihsel olarak dile getirilirse, burjuvazinin gelişme tarihidir. Eğer “siyasal durumlar ekonomik durumun belirleyici nedeni” olsaydı, modern burjuvazinin feodalizme karşı savaşım içinde gelişmemiş olması ama feodalizmin dünyaya kendi isteğiyle getirilmiş şimarık çocuğu (sayfa: 247) olması gerekirdi. Herkes bilir ki, bunun tam tersi olmuştur. Başlangıçta egemen feodal soyluluğa bağımlı, her kategori angaryacı ve toprak kölesi arasından çıkıp bir araya gelmiş ezilen bir zümre (ordre) olan burjuvazi, soyluluk ile ardı arkası kesilmeyen bir savaşım içindedir ki biri arkasından bir başka erklik yerini fethetmiş ve sonunda en ileri ülkelerde onun yerine erkliğe sahip olmuştur: Fransa’da, soyluluğu doğrudan doğruya devirerek; İngiltere’de, onlan gitgide burjuvalaştırıp, kendi dekoratif taçlanması durumuna getirmek üzere kendine katarak. Peki bu duruma nasıl erişti? Yalnızca “ekonomik durum”un, er ya da geç, güzellikle ya da savaşımla, siyasal durumlardaki bir dönüşümle izlenen bir dönüşümü aracıyla. Burjuvazinin feodal soyluluğa karşı savaşımı, kentin kıra, sanayinin toprak sahipliğine, para iktisadının doğal iktisada karşı savaşımıdır ve burjuvaların bu savaşımdaki kararlaştırıcı silahları da sanayinin önce artizanal, sonra manüfaktüre değin ilerleyen gelişmesi ve ticaretin genişlemesi ile durmadan artan ekonomik güç araçları olmuştur. Bütün bu savaşım boyunca siyasal güç, krallık erkliğinin bir zümreyi ötekiyle kösteklemek için burjuvaziyi soyluluğa karşı kullandığı bir dönem dışında, soyluluğun elindeydi. Ama siyasal bakımdan henüz güçsüz olan burjuvazi, ekonomik gücündeki artış sayesinde tehlikeli olmaya başladığı andan başlayarak krallık, yeni baştan soylulukla bağlaştı ve böylece önce İngiltere’de, sonra da Fransa’da, burjuvazinin devrimine yolaçtı. Fransa’da siyasal koşullar hiçbir değişikliğe ukramamış, oysa ekonomik durum bu koşullar için çok ileri bir duruma gelmişti. Siyasal durum bakımından soyluluk her şey, burjuvazi hiçbir şey idi; toplumsal bakımdan burjuvazi şimdi devlet içindeki en önemli sınıftı, oysa soyluluk bütün toplumsal görevlerinin elinden kaçtığını görmüştü ve bu yitik görevlerin karşılığını kendi gelirleri biçimi altında cebine indirmekten başka bir şey yapmıyordu. Hepsi bu kadar değil: Bütün üretim içinde burjuvazi, bu üretimin —yalnızca manüfaktürün değil ama zanaatçılığın da— uzun zamandan beri çok büyük bir duruma gelmiş bulunduğu (sayfa: 248) ortaçağın feodal siyasal biçimlerinin tutsağı; üretimin angarya ve köstekleri durumuna dönüşmüş olan binlerce loncasal ayrıcalık ile yerel ve bölgesel gümrük engellerinin tutsağı kalmıştı. Burjuvazinin devrimi, buna son verdi. Ama, bay Dühring’in ilkelerine göre, ekonomik durumu siyasal koşullara uydurarak değil, —bu, soyluluk ve krallığın yıllar boyunca boş yere girişmiş bulundukları şeyin ta kendisidir—, tersine, eski çürümüş siyasal hurdayı bir yana atarak ve yeni “ekonomik durum”un içinde varlığını sürdürüp geliştirebileceği siyasal koşulları yaratarak. Ve kendisi için yaratılmış bu siyasal ve hukuksal ortam içinde burjuvazi, parlak bir biçimde gelişti; öylesine parlak bir biçimde ki bundan böyle, artık soyluluğun 1789’daki konumundan uzakta değildir: Gitgide yalnızca daha büyük bir toplumsal gereksizlik duramuna değil ama daha büyük bir toplumsal engel durumuna da gelir; üretici eylemden gitgide daha çok ayrılır ve kendi çağındaki soyluluk gibi, gitgide daha çok gelirini cebine indirmekten başka bir şey yapmayan bir sınıf olur ve burjuvazi kendi öz konumundaki bu altüst oluşu ve yeni bir sınıfın, proletaryanın yaratılmasını, en küçük bir zor numarası olmaksızın, salt ekonomik bir biçimde gerekleştirmiştir. Dahası var. O kendi öz davranışlarının bu sonucunu hiçbir zaman istemedi; tersine bu sonuç, onun istencine, onun niyetine karşı kendini karşı konulmaz bir güç ile zorla kabul ettirdi; kendi öz üretken güçleri onun yönetimine boyun eğmeyecek denli güçlü bir duruma gelmişlerdir ve doğal bir zorunluluk etkisi altındaymış gibi, bütün burjuva toplumu ya yıkıma, ya da devrime doğru götürürler. Ve eğer burjuvalar şimdi yıkılan “ekonomik durum”u yıkımdan kurtarmak için zora başvuruyorlarsa, böyle yapmakla yalnızca bay Dühring’in “siyasal koşulların ekonomik durumun belirleyici nedeni olduğu” yolundaki kuruntusunun kurbanları olduklarını tanıtlıyorlar; kendilerinin, tıpkı bay Dühring gibi, “ilkel araçlar” ile, “dolaysız siyasal zor” ile, o “ikinci dereceden olguları”, ekonomik durum ve onun kaçınılmaz evrimini dönüştürmeye ve böylece Krupp topları ile Mauser tüfeklerinin (sayfa: 249) ateşi sayesinde, dünyayı buhar makinesinin ve onun tarafından harekete getirilmiş modern maşinizmin, dünya ticaretinin ve banka ve kredinin bugünkü gelişmesinin ekonomik etkilerinden kurtarmaya yetenekli olduklarını sanıyorlar. (sayfa: 250)

Gene de bay Dühring’in o gücü her şeye yeten “zor”unu biraz daha yakından inceleyelim. Robinson, Cuma’yi “elde kılıç” köleleştirir. Kılıcı nerden almış? Robinson öykülerinin düşsel adalarında bile kılıçlar, şimdiye değin ağaçlar üzerinde bitmez ve bay Dühring bu soruyu yanıtsız bırakır. Tıpkı Robinson’un kendine bir kılıç bulabilmesi gibi, Cuma’nın da bir sabah elde dolu bir tabanca ile ortaya çıktığını kabul edebiliriz ve o zaman tüm “zor” ilişkisi tersine döner: Cuma buyurur ve Robinson imanı gevrercesine çalışma zorunda kalır. Doğrusunu söylemek gerekirse bilimin değil çocuk bahçesinin işi olan Robinson ve Cuma öyküsü üzerindeki fikirlere bu denli sık döndüğümüzden ötürü okurdan özür dileriz, ama elimizden ne gelir? Bay Dühring’in belitsel yöntemini doğrulukla uygulamak zorundayız ve eğer bundan ötürü sürekli olarak salt çocukluk alanında dönüp duruyorsak, bunda (sayfa: 251) bizim suçumuz yok. Demek ki, tabanca, kılıcı yener ve zorun yalın bir istenç işi olmadığını, ama kullanılması için çok gerçek önkoşullar, özellikle en yetkin olanların o denli yetkin olmayanları altettiği aletler istediğini; ayrıca bu aletlerin üretilmesi gerektiğini, bunun da en yetkin zor araçları, kabaca söylemek gerekirse en yetkin silahlar üreticisinin, o denli yetkin olmayanların üreticisini yendiği anlamına geldiğini, ve kısacası, zorun utkusunun silah üretimine, ve silah üretiminin de genel olarak üretime, yani “ekonomik güç”e, “ekonomik durum”a, zorun emrinde bulunan maddesel araçlara dayandığını, en çocuksu belitler heveslisi bile kuşkusuz kavrayacaktır.
Zor, bugün ordu ve donanma demektir, ve her ikisi de hepimizin zararını çekerek bildiğimiz gibi, “tuzluya oturur”. Ama zor, para yapamaz, olsa olsa daha önce para yapmış bulunan kişiyi soyup soğana çevirebilir ve gene Fransa’nın milyonları yüzünden zararını çekerek öğrendiğimiz gibi, bu da pek bir işe yaramaz. [8*] Demek ki paranın sonunda, ekonomik üretim yolu ile sağlanmış olması gerekir; demek ki zor, bir kez daha, kendisine silahlanma ve aletlerini koruma araçlarını sağlayan ekonomik durum tarafından belirlenir. Ama bu yetmez. Ekonomik önkoşullara hiçbir şey ordu ve donanmadan daha çok bağlı değildir. Silahlanma, bileşim, örgütlenme, taktik ve strateji, her şeyden önce üretim ve ulaştırma olanakları tarafından her durumda ulaşılmış bulunan düzeye bağlıdır. Bu konuda bir altüst etme etkisi yapan şey, deha sahibi buyük komutanların “özgür zekâ yaratılan” değil, daha iyi silahların türetimi ve insan öğesinin, yani askerin değişmesidir; deha sahibi büyük komutanların etkisi, en iyi durumda savaş yöntemini, silahlara ve yeni savaşçılara uyarlamakla sınırlanır.
14. yüzyıl başında top barutu Araplardan Batı Avrupalılara geçti ve herkesin bildiği gibi savaşın bütün güdümünü altüst etti. Ama top barutunun ve ateşli silahların ortaya (sayfa: 252) çıkması, hiçbir zaman bir zor olayı değil sınai, yani ekonomik bir gelişme idi. Nesnelerin ister üretimine, ister yıkımına yönelsin, sanayi sanayidir. Ve ateşli silahların ortaya çıkmasının, yalnızca savaşın güdümü üzerinde değil ama siyasal ilişkiler, egemenlik ve bağımlılık ilişkileri üzerinde de altüst edişi bir etkisi oldu. Barut ve ateşli silahlar elde etmek için sanayi ve para gerekiyordu ve bunların her ikisi de kentlerdeki burjuvalarda vardı. Bu nedenle ateşli silahlar, daha başından beri kentlerin ve feodal soyluluğa karşı kentlere dayanan, yükselen krallığın silahları oldu. Soylu şatoların o güne değin ele geçirilemez hisarları, burjuva toplarının darbeleri altında bir bir düştü, burjuva arkebüzlerinin [9*] mermileri şövalyelerin zırhlarını deldi. Soyluluğun zırhlı süvarisi ile birlikte, soyluluğun egemenliği de yıkıldı; burjuvazinin gelişmesiyle birlikte, piyade ve topçu gitgide daha kesin bir silah durumuna geldi; topçuluğun baskısı altında savaş zanaatı, tamamen sinai yeni bir sınıfı, mühendisler sınıfını kendine katma zorunda kaldı.
Ateşli silahların gelişmesi çok yavaş oldu. Birçok ufak tefek buluşlara karşın top ağır, arkebüz kaba kalıyordu. Tüm piyadeyi donatacak etkili bir silah geliştirmek için üçyüz yıldan çok bir süre gerekti. Piyadenin silahlanmasında süngülü çakmaklı tüfek, ancak 18. yüzyılın başında kesinlikle mızrağın yerini alır. O zamanki piyade, talimde güzel bir görünüşe sahip ama az güvenilir ve yalnızca sopa ile bir arada tutulabilen, prenslerin hizmetindeki paralı askerlerden oluşuyordu; toplumun en bozulmuş öğeleri arasından ve çoğu kez zorla askere alınmış düşman savaş tutsakları arasından toplanmıştı ve bu askerlerin yeni tüfeği kullanabildikleri tek savaş biçimi de en büyük gelişmesine Friedrich II çağında erişen saf taktiği idi. Bir ordudaki tüm piyade, çok uzun, derin bir dörtgen biçiminde üç saf üzerinden diziliyor ve savaş düzeninde ancak blok olarak hareket ediyordu; olsa olsa iki kanattan birinin biraz ilerlemesi ya da gerilemesine izin veriliyordu. Bu beceriksiz yığın, ancak tamamen düz bir alan (sayfa: 253) üzerinde düzenli bir biçimde, ama gene de yavaş bir tempo ile (dakikada 75 adım) hareket edebiliyordu; çarpışma sırasında savaş düzenini değiştirmek olanaksızdı ve bir kez piyade ateşe başladıktan sonra, utku ya da bozgun çok çabuk, bir tek atışta belli oluyordu.
Pek kullanışli olmayan bu saflar, Amerikan bağımsızlık savaşında, gerçi talim yapmasını bilmeyen ama gene de yivli karabinaları ile daha iyi ateş eden asi çeteler ile çarpıştılar; bu çeteler kendi öz çıkarları için savaşıyorlar, yani paralı asker birlikleri gibi savaştan kaçmıyorlardı ve İngilizlerle, onlar gibi saf durumunda dizilerek ve açık alanda çatışmaktan hoşlanmıyor, onların karşısına, ormanların örtüsü altında, dağınık ve çok hareketli avcı grupları biçiminde çıkıyorlardı. Saf burada güçsüzdü ve görünmez ve ele geçmez düşmanlara yenik düşüyordu. Avcı grupları biçiminde düzenlenme, değişmiş bir insan öğesine özgü yeni savaş yöntemi, bir kez daha bulgulanıyordu.
Amerikan devriminde başlamış bulunan şeyi, gene askersel alanda Fransız devrimi tamamladı. Koalisyonun o denli iyi yetiştirilmiş paralı ordularına karşı, devrimin de kötü talim görmüş ama kalabalık, tüm ulusun yığın olarak silah altına alınmasından başka çıkaracak bir şeyi yoktu. Ama bu yığınlarla Paris’i korumak, yani belirli bir bölgeyi örtmek gerekiyordu ve bu iş, açıkta yapılan bir yığın savaşında bir utku kazanılmaksızın yapılamazdı. Basit avcı savaşı yetmiyordu: Yığınların kullanımı için bir kuruluş bulunması gerekiyordu ve yürüyüş kolu ile bu kuruluş bulundu. Kol düzeni, iyi talim görmemiş birliklerin bile hayli düzenli ve hatta daha büyük bir yürüyüş hızı (dakikada 100 adım ve daha çok) ile hareket etmelerini sağlıyordu; eski saf düzeninin katı biçimlerini çökertmeyi, her türlü alan üzerinde, yani saf için en elverişsiz alanlar üzerinde de savaşmayı, birlikleri gereksinmelere uygun bir biçimde ve dağınık avcıların savaşı ile bağlılık içinde kümelendirmeyi, düşman saflarını yedekte tutulmuş yığınlarla konumun en uygun noktasında bozma zamanı gelene değin onları tutmayı, oyalamayı ve (sayfa: 254) güçten düşürmeyi sağlıyordu. Eğer sonunda, avcılar ile yürüyüş kollarının bağdaşımına ve ordunun bütün sınıflardan oluşmuş tümenler ya da özerkli birlikler biçimindeki bölünmesine dayanan ve taktik bakımından olduğu denli stratejik bakımdan da yetkinliğinin doruğuna Napoléon tarafından vardırılan bu yeni savaş yöntemi zorunlu bir duruma geldiyse bu, özellikle insan öğesinin, Fransız devrimi askerinin değişmesi nedeniyle oldu. Ama bunun teknik alanda büyük bir önem taşıyan iki önkoşulu daha vardı: Birincisi, sahra toplarının Gribeauval tarafından gerçekleştirilen ve şimdi onlardan beklenen daha hızlı bir hareketi olanaklı kılan daha hafif top kundakları üzerine montaji; ikincisi de o zamana değin namlunun düpedüz bir uzantısı olan tüfek dipçiğinin kamburlaştırılması; Fransa’da 1777’de ortaya çıkan bu av tüfeğinden aktarma yenilik, tek başına alınmış bir düşmana, vurma şanslarıyla birlikte, nişan alınmasını sağlıyordu. Bu gelişmeler olmasaydı, eski silahlarla avcı kolları biçiminde eylemce (harekât) yapılamazdı.
Tüm halkın silahlandırılması biçimindeki devrimci sistem az sonra (zenginler yararına bedel yöntemi ile birlikte) askerlik yoklamasıyla (conscription) sınırlandırıldi ve kıta Avrupası büyük devletlerinden çoğunda bu biçim altında kabul edildi. Yalnızca Prusya, kendi Landwehr sistemi ile halkın askersel gücüne daha büyük bir ölçüde başvurmayı denedi. Prusya ayrıca —1830 ile 1860 arasında yetkinleştirilmiş bulunan ağızdan dolma yivli tüfek tarafından oynanan geleceği olmayan rolden sonra—, bütün piyadelerini en modern silahla, namlu dibinden doldurulan yivli tüfekle donatmış olan ilk devlettir. Prusya 1866’daki başarılarını işte bu iki koşula borçludur.
Fransız-Alman savaşında, her ikisi de namlu dibinden doldurulan yivli tüfek kullanan iki ordu —ve her ikisi de Prusyalıların yardımıyla yeni silahlanmaya daha uygun bir savaş biçimi bulmaya giriştikleri bölük kolu bir yana bırakılırsa, özsel olarak eski çakmaklı tüfek ve kaval top çağının kuruluşlarına benzer taktik kuruluşlara sahip olma koşuluyla—, (sayfa: 255) ilk kez olarak karşı karşıya geldiler. Ama 18 Ağustosta Saint-Privat’da [10*] Prusya muhafız birliği ciddi bir bölük kolu deneyi yapmak isteyince, savaşın en kızgın kesimlerinde bulunan beş alay, en çok iki saat içinde mevcutlarının üçtebirinden çoğunu (176 subay ve 5.114 er) yitirdi ve o günden sonra bölük kolu da, tıpkı tabur kolu ve saf gibi, savaş kuruluşu olarak değerden düştü. Bundan böyle her türlü sıkışık kuruluşu, her türlü düşman ateşi altında bırakma girişiminden vazgeçildi ve Alman tarafında, artık yalnızca şimdiye değin hedefi vuran kurşun yağmuru altında kolun her zaman dağılarak kendisine dönüştüğü ama yukarlarda her zaman disipline aykırı bulunarak karşı çıkılan yoğur avcı ile savaş verildi ve aynı biçimde, düşmanın ateş alanı içinde koşar adım, bundan böyle tek yer değiştirme biçimi durumuna geldi. Bir kez daha er, subaydan daha açıkgöz çıktı; şimdiye değin yararlılığını namlu dibinden doldurulan tüfek ateşi altında gösteren tek savaş biçimini içgüdüsel bir biçimde buldu ve komutanlığın direncine karşın onu başarıyla kabul ettirdi.
Fransız-Alman savaşı, daha önceki bütün dönüm noktalarından bambaşka anlamda bir dönüm noktası gösterdi. Önce silahlar öylesine yetkinleşmiştir ki herhangi bir altüst edici etki yapmaya yetenekli yeni bir gelişme artık olanaklı değildir. Elde, gözün gördüğünden daha ırak bir uzaklıktan bir tabura vuruş yapabilecek toplar, tek kişiyi hedef alarak aynı şeyi yapan ve doldurulmaları nişan almaktan daha az bir zaman isteyen tüfekler bulundukça, bütün öteki gelişmeler düz ovada savaş bakımından azçok birdir. Özsel olarak, gelişme çağı bu yandan kapalıdır. Ama ikinci olarak bu savaş, bütün kıta Avrupası büyük devletlerini Prusya yedek ordusu (landwehr) sistemini daha da güçlendirerek ülkelerinde uygulamak ve böylece onları birkaç yıl içinde zorunlu olarak yıkıma götürecek askersel bir yük altına girmek zorunda bıraktı. Ordu, devletin asıl ereği oldu, kendi başına bir amaç durumuna geldi; halklar artık yalnızca asker olmak (sayfa: 256) ve ölmek için varlar. Militarizm, Avrapayı egemenlik altına alıyor ve yutuyor. Ama bu militarizm kendinde, kendi öz yıkımının tohumunu da taşıyor. Çeşitli devletlerin kendi aralarındaki rekabet, onları bir yandan ordu, donanma, toptüfek vb. için her yıl daha çok para harcamaya, yani mali çöküşü gitgide hızlandırmaya, öte yandan zorunlu askerlik hizmetini gitgide daha ciddiye almaya ve işin sonunda bütün halkı silah kullanmaya alıştırmaya, yani onu belli bir anda askeri komutanlık hazretleri karşısında istencini kabul ettirmeye yetenekli kılmaya zorluyor. Ve bu an da, halk yığını —kent ve tarım işçileri ile köylüler— bir istenç sahibi olur olmaz gelir. Bu noktada, hanedan ordusu halk ordusu durumuna dönüşür, makine görev yapmayı kabul etmez; militarizm kendi öz gelişme diyalektiği ile ölür. 1848 burjuva demokrasısinin burjuva olduğu ve proleter olmadığı için gerçekleştirişmediği şeyi —çalışan yığınlara içeriği kendi sınıf durumlarına karşılık düşen bir istenç verme işini—, sosyalizm kuşkusuz başaracaktır. Ve bu, militarizmin ve onunla birlikte bütün sürekli orduların içten parçalanması anlamına gelir.
İşte modem piyade tarihimizin derslerinden biri, bu. Bizi yeniden bay Dühringe götüren ikincisi ise, orduların tüm örgütlenmesinin ve savaş yönteminin ve sonuç olarak utku ve bozgunun, insan ve silahlanma öğelerinin maddesel, yani ekonomik koşullarına, yani nüfus ve tekniğin nitelik ve niceliğine bağlı bulunduğudur. Avcı kolları biçiminde savaşmayı, ancak Amerikalılar gibi avcı bir halk yeniden bulgulayabilirdi, — ve eğer onlar avcı idiyseler, bu salt ekonomik nedenlerden ötürü böyle idi; tıpkı şimdi eski eyaletlerin aynı Yankee’lerinin, salt ekonomik nedenlerden ötürü, artık balta girmemiş ormanlarda değil ama buna karşılık yığınların kullanılmasını orada da çok ileri götürdükleri borsa oyunu (spekülasyon) alanında gelişigüzel silah atan köylüler, sanayiciler, denizciler ve tüccarlar durumuna dönüşmüş bulunmaları gibi. Yığın ordularını, kendisi için çarpıştıkları mutlakiyetçiliğin askersel imgeleri olan eski katı safların üzerlerinde (sayfa: 257) pargalandıkları özgür hareket biçimleriyle aynı zamanda, ancak burjuvaziyi ve özellikle köylüyü ekonomik bakımdan kurtaran Fransız devrimi gibi bir devrim bulabilirdi. Ve teknik ilerlemelerin askersel alanda uygulanabilir oldukları ve uygulandıkları andan başlayarak savaş yönteminde ve üstelik çoğu kez ordu komutanlığının isteğine karşı, vakit geçirmeden ve hemen hemen zorla değişiklikleri, hatta altüst oluşları nasıl zorunlu kıldıklarını, örnekleriyle gördük. Ayrıca savaş güdümünün üretkenlik ile cephe ve cephe gerisindeki ulaştırma araçlarına ne denli bağlı olduğunu bay Dühring’e daha bugünden açıklamaya yetenekli olmayan iyi bir astsubay da yoktur. Kısacası her yerde ve her zaman, “zor”un onu kazanmazsa zor olmaktan çıktığı utkuyu kazanmasına yardım eden şey, ekonomik gücün koşulları ve araçlarıdır ve askerlik zanaatını, bay Dühring’in ilkelerine göre, karşıt görüşten hareketle düzeltmek isteyecek kimse, sopadan başka bir ürün elde edemez. [11*]
Eğer şimdi karadan denize geçersek, yalnızca son yirmi yıl bize bambaşka bir önemde bir altüst oluş daha sunar. Kırım savaşının savaş gemisi daha çok yelken ile hareket eden ve ancak güçsüz bir yardımcı buhar makinesi bulunan, iki ya da üç tahta güverteli, 60-100 topla donatılmış bir gemiydi. Bu gemi, özellikle, 50 kiloluk 50 kental çeken 32’lik toplar ve yalnızca 95 kental çeken birkaç 68’lik top taşıyordu. Savaşın sonuna doğru ortaya ağır, hemen hemen hareketsiz ama o zamanki topçuluk için diş geçirilmez devler, zırhlı yüzen bataryalar çıktı. Az sonra, çelik zırh savaş gemilerine de aktarıldı; başlangıçta henüz ince, dört parmaklık (pouce) bir kalınlık o zaman son derece ağır bir zırhlama sayılıyordu. Ama topçuluğun gelişmesi, az zamanda zırhlamayı geçti; birbiri arkasına kullanılan her zırhlama kalınlığı için, onu (sayfa: 258) kolayca delen daha ağır yeni bir top bulundu. Bugün, bir yandan 10, 12, 14, 24 parmak kalınlıklara (İtalya üç ayak kalınlığında zırhlı bir gemi yaptıracak), öte yandan namluları 25, 35, 80 ve hatta 100 ton (20 kentallik) çeken ve 150, 200, 700 ve 1.000 kiloluk mermileri daha önce görülmemiş uzaklıklara atan yivli toplara gelmiş bulunuyoruz. Bugünün savaş gemisi, 6.00-8.000 beygirlik bir güç ile 8.000-9.000 ton çeken, dönerkule ve 4 ya da en çok 6 ağır toplu, su kesimi çizgisi altında düşman gemilerini batırmaya yönelik bir mahmuz biçiminde uzanan bir pruva ile zırhlı uskurlu dev gibi bir buharlı gemidir; bu, üzerinde buharın yalnızca hızlı hareket işini değil ama plotaj, papa manevrası, kulelerin dönüşü, topların nişan alma ve doldurulması, suyun pompalanması, kendileri de kısmen buharla hareket eden filikaların denize indirilip çıkarılması vb. işlerini de gerçekleştirdiği, tek bir dev makinedir. Ve zırhlama ile top atışlarının etkililiği arasındaki yanş sonuna ermiş olmaktan öylesine uzaktır ki bugün bir gemi, hemen hemen genel bir biçimde, artık kendisinden beklenene yanıt vermiyor ve daha denize indirilmeden eskiyor. Modern savaş gemisi, büyük sanayinin yalnızca bir ürünü değil ama aynı zamanda onun bir örneği, ne var ki her şeyden önce para israfı üreten yüzen bir fabrikadır. Büyük sanayinin en gelişmiş olduğu ülke, hemen hemen bu gemilerin yapım tekelini elinde tutar. Bütün Türk zırhlıları, hemen bütün Rus zırhlıları, Alman zırhlılarının çoğu İngiltere’de yapılır; kullanımı ne olursa olsun çelik zırh plakaları, hemen yalnızca Sheffield’de imal edilir; Avrupa’nın en ağır toplarını saklamaya yetenekli üç metalurjik işletmeden ikisi (Woolwich ile Elswick) İngiltere’nin, üçüncüsü de (Krupp) Almanya’nın malıdır. Bay Dühring’e göre “ekonomik durumun belirleyici nedeni” olan “dolaysız siyasal zor”un, tersine, ekonomik duruma nasıl tamamen bağımlı bulunduğu; deniz üzerindeki zor aletinin, savaş gemisinin, yalnız üretimin değil ama kullanılmasının da nasıl modern büyük sanayinin bir kolu durumuna geldiği, burada en elle tutulur bir biçimde görülüyor. Ve bu durumdan zorun ta kendisi denli, yani şimdi (sayfa: 259) bir gemiye sahip olmak için vaktiyle bütün bir küçük filo için harcadığınca para harcayan ve bu pahalı gemilerin daha denize inmeden eskimiş, yani değerden düşmüş olmasına katlanması gereken ve “ekonomik durum” adamının, mühendisin, şimdi gemide “dolaysız zor” adamından, kaptandan çok daha önemli olmasına kuşkusuz tıpkı bay Dühring gibi canı sıkılan zorun kendisi, yani devlet denli bozulan kimse yoktur. Bizim ise tersine, zırh ile top arasındaki bu yarışmada savaş gemisinin aşırı inceliğin doruğuna değin yetkinleştiğini, bu durumun ise onu çok pahalı olduğu denli savaş için de elverişsiz bir duruma getirdiğini [12*] ve bu savaşımın deniz savaşı alanına dek tüm öteki tarihsel olaylar gibi militarizmin de kendi öz gelişme sonuçları yüzünden batıp gideceği yolundaki hareketin o iç yasalarını, o diyalektik yasaları açığa vurduğuhu görmekle hoşnutsuzluk duymamız için hiçbir neden yoktur.
Öyleyse “ilk öğenin önce dolaylı bir ekonomik güçte değil, dolaysız siyasal zorda aranması gerek”tiğinin hiç de doğru olmadığını burada da açıkça görüyoruz.
Tersine. Zorun kendisinde “ilk öğe” olarak ne görünür? Ekonomik güç, büyük sanayinin güç araçlarına sahip olma olgusu. Deniz üzerinde, modern savaş gemilerine dayanan siyasal zor, kendini dolaysız olarak değil, ama ekonomik güç, metalurjinin yüksek gelişimi, usta teknisyenler üzerindeki yetke ve verimli kömür ocakları dolayımına bağlı olarak gösterir.
Ama bütün bunlar neye yarar? Gelecek deniz savaşında başkomutanlık bay Dühring’e verilsin ve o, bütün ekonomik durumun kölesi zırhlı filoları, ne torpil ne de başka patlayıcılar kullanarak, ama yalnızca kendi “dolaysız zor”unun etkisiyle ortadan kaldıracaktır. (sayfa: 260)

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments