1894 yılının Mart ortalarından Mayıs sonuna kadar bir süre hayatımın en korkunç, en iğrenç devresi olduğunu rahatça söyleyebilirim. Ama yine de yaşamımın “kutsal” zamanıydı ve bu zaman boyunca ruhum doğaüstü şeyler tarafından esinleniyordu. Bunlar, dış dünyada gördüğüm kaba muamelelere rağmen gittikçe artarak geliyorlardı. Yine, bu dönem içinde içim, Tanrı ve Dünyanın Düzeni konusunda yüce düşüncelerle doluyordu. Gençliğimden beri dinsel fanatizm eğilimlerim vardı. Beni eski yaşamımda yakından tanıyanlar, sakin tabiatlı, tutkusuz, mantıklı ve aklı başında biri olduğuma tanıklık edeceklerdir. Zekam, sınırsız bir hayal gücünün yaratıcılığından çok, soğukkanlı entellektüel eleştiriye yönelikti.
Arasıra bir iki mısra yazmayı denemişsem de bana hiç bir şekilde ‘şair’ denilemezdi. Bizim dinimizin öngördüğü şekilde gerçek bir dindar değildim (gençliğimde).
Ama asla dini küçümsemedim, daha çok bu konuda konuşmamaya çalışırdım. Yaşlı başlı insanlar, büyük bir şans eseri bir çocuk saflığıyla dini inançlarını korumuşlarsa, onların mutluluğunu bozmamak gerekir diye düşünürdüm. Fakat, kendi açımdan gençliğimde doğal bilimlerle çok fazla uğraşmıştım; özellikle şu sözüm ona modern evrim teorisi üzerine kurulmuş olan çalışmalar sonunda, tüm Hıristiyan dini öğretilerinden şüphe etmeye başlamıştım.
Benim genel olarak izlenimim şu olmuştu: Materyalizm dinsel konularda son söz olamazdı. Fakat Tanrı’nın bir şahıs olarak varolduğuna kesin olarak inanamıyordum.
Yukarıda ‘Kutsal zaman’ diye isimlendirdiğim devre hakkında bu bölümde daha fazla detaylara inmeye çalışmanın doğurduğu zorlukların farkındayım.
Bu zorluklar kısmen dış, kısmen de iç kaynaklılar. Öncelikle, bu denememde tamamıyla belleğime güvenmem gerekiyordu. Çünkü bahsettiğim dönemde not alabilmem olanaksızdı. Zaten yazı yazacak malzemem de yoktu, hem yazabilecek halde değildim.
O zamanlar (doğru mu yanlış mı hâlâ karar veremedim ama), bütün insanlığın yokolduğuna inanıyordum, öyleyse not tutmanın bir yararı yoktu. Ayrıca, bana gelen izlenimler doğal olaylarla doğa üstü kaynaklı olguların öyle harika bir karışımından oluşmuşlardı ki, salt düşsel görüntüleri uyanıkken yaşadığım deneyimlerden ayırdedebilmek çok zordu. Yani düşündüklerim, gerçekten yaşadıklarımdan ne kadar uzaktaydılar, bundan emin olamazdım. Bu sebeple, o zamana ait aralarım, hatırladıklarım bir ölçüde karışıklığın, karmaşanın damgasını taşımaktadır ve bundan hiç bir şekilde kaçınılamaz.
…
Bundan önceki bölümde, gittikçe artan sinirliliğim ve dolayısıyla çekim gücüme kapılan pek çok eski ruhun bana geldiğinden bahsetmiştim. Özellikle yaşamları sırasında benimle kişisel ilişki kurmuş olan ruhlar. Bu ruhlar bana doğru gelip sonra ya başımın üstünde kayboluyor ya da vücuduma giriyorlardı. Bu işlem sonunda ruhların başımın üstünde “küçük adamcıklar” şeklinde insan biçiminde küçük, belki de birkaç milimetre boyunda figürler kısa bir süre kalıp sonra da tamamen yokolmalarıyla tamamlanıyordu…
Bence, bu ruhların bana ilk yaklaştıklarında hâlâ hatırı sayılır derecede sinirleri vardı ve kendi benliklerini iyi tanıyorlardı. Bana her yaklaşmalarında, benim çekim gücüm yüzünden sinirlerinden bir parça kaybediyorlardı ve sonunda hepsi yalnızca tek bir sinirden ibaret kalıyor, daha fazla açıklanamayan esrarlı bir nedenle “küçük adamcık” şeklini alıyorlardı. Böylece bu ruhlar tamamen yokolmadan önce son bir varoluş formuna giriyorlardı.
Bu olaylara bağlı olarak yaklaşan “dünyanın sonu” kavramı gelişmekteydi; bu Tanrıyla benim aramdaki çözülmez bağın bir sonucuydu. Her yönden kötü haberler geliyordu; şu veya bu yıldızın feda edilmesi gerektiği, Venüs’ü sel bastığı, güneş sisteminin artık dağılacağını ve bütün yıldızların biraraya toplanıp tek bir güneş haline getirileceğini, belki yalnız Ülker yıldız takımının hâlâ kurtarılabileceğini, vs. vs…
Geceleri bu görüleri yaşadıktan sonra, gündüzleri güneşin benim hareketlerimi izlediğini, o zamanlar yaşadığım tek pencereli odada benim hareketlerime göre yer değiştirdiğini farkedebildiğimi zannediyordum.
İnsan hesabına göre üç dört ay sürmesine rağmen bahis konusu süre çok uzun bir zaman dilimini kapsıyordu. Sanki sadece geceler bile yüzyıllarca sürüyordu, öylesine uzun bir süreydi ki, bu arada tüm insanlığın yapısında değişiklikler oluyor, dünya ve güneş sistemi de pekâlâ yenilenebiliyordu. Durmadan son on dört bin yıldan beri yapılanların kaybolduğu belirtiliyordu. Bu süre, dünyada insanların da varolduğu dönemi gösteriyordu yaklaşık olarak yalnızca iki yüz yıl daha salt dünya için ayrılmıştı yanılmıyorsam tam olarak 212 rakamı söylenmişti. Flechsing’in tımarhanesinde kalışımın son devrelerinde bu sürenin dolduğuna ve böylece de geride kalan tek insan oğlunun ben olduğuma inanıyordum. Kendimden başka gördüğüm diğer insan şekilleri Profesör Flechsig, bazı görevliler, oldukça tuhaf görünüşlü hastalar hepsi yalnızca “geçici uyduruk adamlardı”, bir mucize eseriydiler. Flechsig’in Tımarhanesinin tümünün veya belki de Leipzig şehrinin bu mucize tarafından kazılıp gökyüzünde bir yerlere götürüldüğünü düşünüyordum. Benimle konuşan seslerin ima ettiği bütün bu ihtimaller benim de kafamda bazı soruların belirmesine neden oluyordu. Bu sorulara doğru cevaplar bulabilme şansım yoktu. Yatak odamın penceresi geceleri kalın tahta panjurla kapatılıyor ve gece göğünü görmeme mani olunuyordu.
Sadece gaz lambalarının yanmakta oluşu benim Flechsig’un Tımarhanesinin aslında tamamıyla tecrit edilmiş olduğunu mu, yoksa Leipzig şehri ile ilgili bir bağlantı kurmanın gerekli olduğunu mu düşünmeme yol açıyordu. Ayrıca ancak genel olarak tanımlayabileceğim bazı anılarıma göre kendimin de bir süre ikinci bir yaşamı, akıl yönünden daha basit bir şekilde yaşadığıma inanmıyordum. Bu çeşit şeyler mucize yoluyla mı oluyordu yoksa sinirlerimin bir kısmıyla beraber ikinci bir vücuda yerleştirilmem mümkün müydü? Böyle bir olasılığı kabullenmeme yetecek kadar şeyi hatırlayabiliyordum. Bu ikinci, daha aşağı düzeydeki şekildeyken aklım ve zekâ gücüm daha düşük düzeyde idi ve bana bir başka Paul Schreber’in olduğu, bu kişinin zeka ve akılca daha üstün olduğu söylenmişti. Aile şeceremde benden önce yaşamış olan başka bir Daniel P. Schreber yoktu, bunu iyi biliyordum ve bu adamın benim bütün sinirlerime ve duygularıma sahip olduğunu hissediyordum. Demek ki bir gün sessizce, bu ikinci şekil içinde çıkıp gitmiştim; hatırladığım kadarıyla, tımarhanede bildiğim odalardan hiç birine benzemeyen farklı bir odada yatıyordum ve ruhumun yavaş yavaş çıktığını hissediyordum, tümüyle acısız ve huzur dolu bir ölümdü bu.
Diğer taraftan, bazen benimle sinirsel ilişkide bulunan ruhlar belli bir sayıdaki başlardan bahsediyorlardı. Bende buluşan bu “baş”lar (yani tek bir kafatası içinde bir çok bireyler vardı) panik içinde “Aman Tanrım bu birçok başı olan bir insanoğlu” diye çağırıyorlardı.
Bunun diğer insanlardan ne kadar olağanüstü görüneceğinin farkındayım, yalnızca hafızamda anı olarak kalmış olan izlenimlerimi anlatıyorum.
Daha önce söylediğim gibi, dünyanın yokolduğu fikri ile bağlantılı olarak yaşadığım görüler kısmen korkutucu ve iğrençti, kısmen de onur verici ve inanılmaz derecede güzeldi. Bunlardan yalnızca birkaçını dile getireceğim.
Bir keresinde, sanki bir demiryolu aracı veya asansöre binmiş dünyanın derinliklerine doğru gidiyordum ve insanlığın veya dünyanın tüm tarihini sonundan başına doğru kısaca yaşamıştım. Üst taraflarda hâlâ yapraklı ağaçlar, ormanlar vardı, daha aşağılarda gittikçe daha koyulaşan bir karanlık vardı. Kısa bir süre için araçtan çıkınca Leipzig halkının gömülü olduğu büyük bir mezarlıktan geçtim, yürüdüm ve bu arada karımın mezarını da gördüm. Tekrar araca döndüğümde yalnız 3 no’lu noktaya kadar ilerleyebildim. 1 no’lu nokta insanlığın başlangıcını işaretliyordu, oraya kadar gitmeye cesaret edemedim. Dönüş yolunda, arkamdaki şaft çöktü, içeride kalan “güneş ilâhını” da tehlikeye atmıştı, iki şaft olduğu söyleniyordu (belki de Tanrının yaratıklarındaki düalizme uyuyordu), ikinci şaftın da yıkıldığı haberini alınca, her şeyin kaybedildiğine inanmıştık.
Bir başka zamanda, Ladoga Gölünden Brezilya’ya kadar, dünyayı bir görevliyle beraber katetmiştim. Orada, Tanrı’nın evrenini yaklaşan sarı sele karşı korumak için, kale gibi bir bina yaptım.
Bununla bulaşıcı frengi salgını arasında bir bağlantı kurmuştum. Bir keresinde de, kendimi Tanrı’nın yüce katına çıkartılmış gibi hissettim, cennetin yüksekliklerinden dünya sanki mavi bir kubbe gibi görünüyordu. Yüce bir ihtişam ve güzellik tablosuydu bu ve bu tabloyu tanımlamak için “Tanrıyla Bir Olmak Görüşü” gibi gelen bazı sözcükler duydum.
Başka olaylar konusunda ise, bunların yalnızca görü mü yoksa birazcık da olsa gerçekten yaşanmış mıydılar diye düşünüyordum, şüphelerim vardı.
Gece boyunca sık sık yatak odamda, üzerime bir gömlek almış (tabii bütün giysilerim alınmıştı), yerde oturduğumu hatırlıyorum; yatağı bir çeşit iç güdüyle terketmiştim. Arkamda yere sıkıca bastırdığım ellerim gözle görülür şekilde, ayıya benzer şekiller tarafından kaldırılıyorlardı (kara ayılar); diğer kara ayılar da küçüklü büyüklü, parlak gözleriyle etrafımda oturmuşlardı. Yatak çarşaflarım, “beyaz ayılar” şekline girmişlerdi. Kapının deliğinden kiralımızın etrafında oturan, ufak boylu sarı adamları gördüm, onlarla bir şekilde savaşmaya hazırlanmıştım.
Bazen, gecenin geç saatlerinde hâlâ uyanıkken, tımarhanenin bahçesindeki ağaçlarda parlak gözlü kediler görüyordum. Bir ara da, denizde bir kalede olduğumuzu ve seller, su baskınları korkusuyla burayı terketmek zorunda olduğumuzu hatırlıyorum. Çok, çok uzun bir zaman sonra buradan Flechsig’in tımarhanesine dönmüş ve kendimi aynı durumda bulmuştum.
Yatak odamın penceresinden, sabahın ilk saatlerinde panjurlar açılınca, çoğunlukla huş ağacı ve köknarlardan oluşan büyük bir orman görülüyordu. Sesler, onun “kutsal orman” olduğunu söylediler. 1882’de açılan ve yolların iki yanında sıralanmış ağaçlan, Üniversite Sinir Hastalıkları Kliniğine hiç benzemiyordu. Böyle bir orman, eğer gerçekten varsa, üç dört ayda ortaya çıkmış olamazdı
Başımın etrafında, ışınların yoğunlaşmasıyla oluşan bir hale vardı, İsa’nın resimlerindeki gibi. Yalnız benimki ondan çok daha zengin ve parlaktı; “ışıklar tacı”. Bu ışıklar tacının yansıması öyle güçlüydü ki, bir gün Profesör Flechsig, asistanı Dr. Quentin’le beraber yatağıma yaklaştığında, Dr. Quentin’i göremez oldum; bir başka gün de aynı şey görevli hastabakıcı H. ile oldu.
Uzun bir süre, güneşe başka bir görev verildiği için, benim Cassiopia’nın koruması altında kalmam söylendi. Benim sinirlerimin çekim gücü her şeye rağmen o kadar güçlüydü ki bu plan yürütülemedi; güneşin benim bulunduğum yerde kalması veya benim yeniden geri götürülmem şarttı.
Bu gibi izlenimlerden sonra, benim gerçekten dünyada mı yoksa başka bir gökyüzü cisminde mi olduğum sorunuyla uzun yıllar uğraşmamı anlayışla karşılayacaksınız. 1895 yılında bile hâlâ Mars’ın bir uydusu olan Phobos’ta olmam mümkündü. Burası, bir başka zamanda, seslerin bana tanımladığı bir yerdi.
Ruhdilinde, bir bölümü yazmaya çalıştığım süre boyunca, bana “ruhların görücüsü,” yani ruhları gören ve hem içimizdeki ruhlarla hem de ölmüşlerin ruhlarıyla ilişki kuran adam, diyorlardı. Özellikle Flechsig’in ruhu benden, “bütün yüzyılların en büyük ruh görücüsü” diye bahsetmekteydi ki, bana sorarsınız “yüzyıl değil “bin yılların” demesi gerekiyordu. Aslında dünyanın doğuşundan bu yana benimki gibi bir olay görülmemiştir. Bir insanoğlunun devamlı olarak yani hiç kesintisiz bütün ruhlarla ve Tann’nın her şeye gücü yeten kendi yüce varlığıyla ilişki kurması sık rastlanır bir şey değildir. Birisinin mani olmaya çalıştığı bir gerçektir. Sinirsel ilişki veya bağlantı, ışınlar veya seslerin konuşmalarıyla sağlanıyordu ve bu süreye ‘kutsal anlar’ deniliyordu. “Kutsal olmayan zamanlar” ise ilişkinin kesildiği anlardı.
Kısa bir süre sonra,sinirlerimin o müthiş çekim gücü artık hiçbir kesinti veya duraklamaya meydan vermeyecekti. Artık bundan sonra yalnızca ‘kutsal anlar’ olacaktı. Benden önce daha düşük kaliteli ruh görücüleri yaşamış olabilirler, incil’de geçen olaylara kadar gidersek, Jan Dark, Kutsal Kupayı arayan Haçlılar; vs. Bütün bu olgularda geçici olarak ışınlarla iletişim sağlanıyordu veya geçici bir ilahî esinleme oluyordu. Aynı varsayımı bazı bakirelerin damgalanması, çeşitli insanların hayalet, cin, peri vs. konulardaki efsaneleri gibi öykülerde bulabilirsiniz.
Kraepelin’in “Psikiyatrinin Ders Kitabı”na göre, sinirleri öldürücü bir halde gerilen insanlarda, böyle seslerle doğaüstü iletişim kurma olaylarına sık sık rastlanmıştı. Çok defa bu olguların salt halüsinasyon olabileceğinden hiç kuşkum yok. Benim fikrime göre bilim, halüsinasyonları bu olgularla karıştırmakla büyük bir hataya düşecektir. Bu çeşit durumlar belki de daha düşük kaliteli görücülerinin eserleri de olabilir. Bunu söylemekle öldürücü şiddette bir “asabi hipereksitasyonu” inkar etmiyorum, hatta bu yüzden ortaya çıkan çekim gücünün çoğalması, doğaüstü güçlerle iletişimi kolaylaştırıyordu diyebilirim. ‘Benim’ salt halüsinasyonlardan dolayı hastalanmış olmam, psikolojik açıdan imkansız görünüyor. Ne de olsa, Tanrı’yla veya ölmüşlerin ruhlarıyla iletişim kurmuş olma halüsinasyonu yalnız Tanrı’ya ve ruhun ölümsüzlüğüne inanan kişilere aittir. Benim durumum böyle değildi, bunu yazının başında belirtmiştim. Ruh çağıran medyumlar bile bir anlamda görücü olarak kabul edilebilirdi. Bu nedenle bilimsel olmayan genelleştirmelerden ve bu konulara karşı katı bir tutum takınmaktan kaçınmak gerekir. Eğer psikiyatri her türlü doğaüstü olayı inkar edip, çıplak materyalizme ayaklarını basmak amacında değilse ara sıra bu tür olguların gerçeklerle bağlantısı olması ve her şeyi ‘halüsinasyon’ ismini vererek bir kenara atmamak gerektiği olasılığını kabul etmesi lazımdır.