İşte burası. Mavi demir kapı, Kısmet apartmanı No: 25. Tıpkı onun yaşı gibi, ama isim pek ona yakışmadı. Şöyle olmalıydı, kısmetsiz apartmanı No: sonsuz. Asıl yaşı bu artık. Kendimi oyalıyorum gene. Kaçış yöntemim budur her zaman. Saçma sapan düşüncelere sap, sonunda olduğum şey bu işte yalnızca bir sap. Bir baltaya olursun belki. Gene yaptım aynısını. Elimdeki çiçekler bile isyan etti artık. Boyunlarını büktü garipler. O kadar çok dolaştırdım ki onları. Kaç kez geçtim bu evin önünden. Bu mavi demir oymalı kapıya, şu kabartma harflerle yazılmış isme bakıp bakıp geçtim buradan. Görmezden gelerek, kendime söylediğim saçmalıkların arasında boğularak arşınladım bu sokağı. Ne çok zil var burada. İki tarafta da çifter çifter sıralanmışlar. Annesinin adını hatırlayamıyorum. As, As, evet işte buldum, Ramize As. Sinan As’ın biricik annesi. Geri dönmeliyim. Kollarımdan çekiştiriyorlar sanki. Ne işim var benim burada. Henüz geç değil, iş işten geçmeden hadi dön. Bir yıl geç değil mi peki? Daha fazla kaçamam. Artık yüzleşme vakti geldi. Her gün öldüm ben, onu aklımdan hiç çıkaramadım, oyunlar oynadım, insanlara karıştım gene de olmadı. Buradan dönüş yok. Elim zile gidiyor yavaş yavaş. Zille buluştu parmaklarım, kolum askıda. Tüm kaslarım erimiş, pelteleşmiş gibi güçsüz. Sinan elimi tut, güç ver bana. Askıdan al beni, orada yaşamaktan usandım. Zilin sesini duydum, nasıl olduğunu anlamadan basmışım zile. Ses bütün sokağı inletti adeta. Beynimin içinde davullar çaldı bir süre. Yoksa bu çalan alarm mı? Beni buradan uzaklaştırmak için, parmak izime duyarlı bir hırsız alarmı olmalı bu. Ne de olsa Ramize As’ın tüm iyi niyetlerini, kader dediği tüm avuntularını çalmaya geldim. Hâlâ kaçmak için zamanım var.
“Kim o?”
Onun sesi, yaşlı ve çatallı. Ne yanıt vermeliyim? Asıl düşünmem gerekeni düşünmemişim. Sahi kimim ben? Nasıl sıfatlandırmalı Selvi’yi? Bir hiç. O kazadan sonra tam anlamıyla, her şeyi yutan bir sıfır.
“Benim Selvi, Sinan’ın arkadaşı, yani…”
Kapı açıldı. Bu kadar gevelemenin anlamı neydi? Yalnızca Sinan demem yeterliydi belki de. Bu kapının parolası bu olmalı. Kapıyı itmeye çalışıyorum, ne kadar da ağır böyle. İçeriye girmenin bir bedeli var, güçlü olacaksın der gibi. Kollarım yetmeyince omzumdan destek alıyorum. Kapı biraz aralanınca atıyorum kendimi içeri. Önce hızlı sonra yavaş kapanıyor ardımdan. Başımın üstünde anında bir ışık yandı. İtiraflara başlamam için sorgu yargıcı birazdan başıma dikilecek. İtiraf et buraya neden geldin? Aslında kimsin, amacın ne? Söyle, Ramize As’tan Sinan’ ı alan sen misin hemen konuş, yoksa sonsuza kadar vicdan azabıyla cezalandırılacaksın. Geniş mermer merdiven uzadıkça uzuyor önümde. Öyle beyaz ki, kirletmekten korkuyorum. Yukarıda kapı açılıyor. İlk kat, yolum uzun değil, nedense öyle hissetmiyorum. Avuçlarım terlemiş, koltukaltlarım sırılsıklam. Başımı eğip kontrol ettim, neyse ki kokmuyor. Kedi adımlarıyla yürüyorum ve ağır ağır çıkıyorum bu merdivenleri. Her adım atışımda ardıma bakıyorum, hiçbir iz yok. Tıpkı Sinan’a yaptığım gibi. Otopside ruhunu okuyamıyorlar insanların. Son yaptığımız konuşmanın izleri ruhuna işlemiştir oysa. Hadi sevgilim, seni çok özledim, gece ateşim kırkı buldu, gördüğüm o rüyadan sonra uyuyamadım. Hâlâ etkisindeyim, sensizliğe dayanamıyorum, yalnızım, bu gece çık yola, zaman kaybetme ne olur. İşte kapının önündeyim, kapı aralık, görünürde kimse yok. Hafiften tıklatıyorum kapıyı. Yaklaşan adımlar. Filmini çekseydim gerilim müziği yerleştirirdim buraya. Gitgide yükselen bir ritim, kalp atışı gibi, dım tıs, dım tıs,dım tıss ve işte karşımda Ramize Asss. Gülümsüyor. Karşılık vermeye çalışsam da tüm renkler karışıyor, yüzümde anlamsız bir ifade olmalı. O ise hâlâ tatlılığını sürdürüyor. Yaşlılık yüzünü geçmişe dönmektir ne de olsa, ben de iyi anılar getirmiş bir noel baba. Jan janlı paketlere sarılmış rengârenk yaşantılar getirdim sanıyor, ondan mutlu. Sinan’ı anlatacak, Sinan’ı anlatacağım, sonra tekrar dönüp dönüp onu yad edeceğiz, hep o.
“Buyurun, kapıda kaldınız yavrum, içeri girin.”
Hemen bir çift terlik koyuyor önüme. Pembe tüylü bir çift misafir terliği, çok az kullanılmış. Önümde yürüyüp bana yol gösteriyor. Ardında bıraktığı lavanta kokusunun içinden geçerek izliyorum onu. Bir yıla beş yılı sığdırmış, çökmüş, ölmek için acele ediyor gibi kamburu iyice belirginleşmiş. Buna karşın saçına taktığı tüllü tokasıyla, üzerindeki pazen elbise, pek birbirine uymasa da, bir yerlerden hayata bağlandığını gösteriyor. Tüm evi saran börek kokusu da bunun kanıtı.
“Buyurun.”
Karşılıklı konulmuş tekli koltuklara oturuyoruz. Aramızda fiskos masa ve üzerinde Sinan. Ahşap çerçevede, başında kep yüzünde o durumdan sıkıldığını belli eden, dudağına yapışmış tek taraflı bir gülüş.
“Nasılsınız kızım?”
“İyiyim teyzecim, ben bu kadar zamandır hep gelmeyi plânladım fakat olmadı, uzun zamandır buralarda değildim, yani duramadım, anlarsınız…”
En çok acı çeken benim mi demeye geliyor bu söylediklerim. Saçmaladım iyice. O Sinan’ın doğduğu evde onunla yaşıyor ben ise bu şehirde onu hatırlamaktan delice korktuğum için kaçıyorum. Kendimi götürdüğüm her yere Sinan’ı da götürerek nasıl kaçılırsa öyle. Hadi neden duramadığını anlat, onu nasıl öldürdüğünü bir bir söyle ona.
“Ben de börek yapmıştım, bugün belki gelen olur diye. Geldiğine çok sevindim. Bugün tam bir yıl oldu.”
Gözleri yaşlılıktan mı yoksa acıdan mı bilinmez hep nemli. Bir bana bir fotoğrafa bakıp konuşuyor.
“Ankara’ya gitmeyi hiç istememişti yavrum, ama o işi çok istiyordu. Giderken merak etme en fazla bir yıl sonra İstanbul’daki şubeye aldırırım tayinimi demişti. Beni hep avutmaya çalışırdı.”
“Kıyamazdı size. Çok düşkündü.”
“Yolculukları hiç sevmezdi, ayrılıklara dayanamazdı yavrum. Bir de sen vardın.”
“Onu çok özledim.”
“Ankara’ya gittiğinde her gün aradık birbirimizi. İkimiz de yalnızdık.”
“İşi çok yoğundu, beş ay birbirimizi göremedik.”
“Burası çok sıcak anne derdi, bir de işin stresi hep uyuyamadığından söz ederdi.”
“Ehliyetini yeni almıştı, altında şirketin arabası, o yola çıkmamalıydı, fakat ben…”
Sesim daha fazla çıkmadı. Tek bir sözcük bütün muslukları açacakmış gibiydi. İkimizin de gözleri nemli, kaçamak bakıyoruz birbirimize. Derin bir soluk aldı konuşmaya çabalıyordu sanki.
“Benim yüzümden.”
Kim konuşmuştu, ben mi o mu? Benim cümlem ondan çıkmıştı.
“Onu yollara ben düşürdüm, zavallılığımdan yaptım bunu. Yalnız kalmaya dayanamadığımdan. Çok hastayım hemen gel dedim. Kimsem yok, sen de oralardasın, bu akşam yola çıksan yavaş yavaş gelirsin, sabaha burada olursun dedim ve ağladım. Yavrum sustu sonra tamam anne dedi.”
Artık akmayan gözyaşlarını mendiline silerek ağlıyor. Ben ise odadaki herhangi bir eşya kadar hareketsizim. Demek Sinan’ı yollara düşüren ben değildim. O günden beri ilk kez gözyaşlarımı tutamıyorum.
Ziyaret | Özlen Yıldız