Bir ilişki ontolojisi
Kabul etmek zorundayız ki burada bir “ontoloji” beliriyor. Ama,o, bireyin ve cinsin ilişkileri üzerine tartışmanın yerine, içlerinde birey – toplum bağının kendini kurduğu ve kaldırdığı, birçok geçişme, aktarma, geçiş olan ve kendi kendini kuran ilişkilerin bu çoğulluğu üzerine bir araştırma programını ik‚me ediyor. Gerçekte böyle bir yaklaşımda en çarpıcı olan, biri olmadan diğeri varolamayacak olan ve her biri kendi hesabına soyutlamalardan başka bir şey olmayan, ancak, her biri ilinti veya ilişki (Verhältnis) düşüncesine gerekli olan bu yaklaşımın iki kutbu arasında tam bir karşılıklılık kurmasıdır.
Spekülatif görünebilecek olan bu noktada, aksine, karakteristik bir kısa devreyle politikanın sorununu bulmaya daha yakınız. Bahsettiğimiz ilişkiler, farklılaşmış pratikler, bireylerin birbirleri üzerindeki tekil eylemlerinden başka bir şey olmamakla kalmamaktadırlar. Bu transbireysel ontoloji en azından İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi’ninki gibi bildirimlerle ve daha da çok devrimci hareketlerin pratikleri ile bir yankılanış taşımaktadır: Bireyin gerçeklenmesini toplum çıkarlarının karşıtı olarak asla koymayan, hatta bundan ayırmayan, ama daima birini öbürünün aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışan bir hareket. Zira, gerçekten de, son tahlilde sadece bireyler hak sahibi olabilmek ve taleplerini ileri sürebilmekle beraber, bu hakların ve özgürlüğün (hatta isyanın) elde edilmesinin kollektif olması daha az zorunlu değildir.
Kuşkusuz bu formülasyonun mevcut durumu, dahası, bir kurumlar sistemini anlatmadığı, daha çok bir süreci (en azından burada taraf olanların yaşadıkları haliyle) tanımladığı söylenebilir. İşte Marx’ın demek istediği tam da budur. Ve bu koşullarda, insani özü “toplumsal ilişkiler bütünü”nde tanımlayan VI. tezin ve tüm düşünceyi devrimci pratiğe ve değişime buyuran III, VIII ve XI. tezlerin gerçekte temel olarak aynı şeyi söylemekte oldukları anlaşılıyor. İfadeye cüret edelim o halde: Burada çizilen toplumsal ilişkiler, sürekli bir dönüşümden, bir “sürekli devrim”den (ifade kuşkusuz Marx tarafından icat edilmedi, ama, 1850’ye doğru düşüncesinde tayin edici rol oynadı) başka bir şey değildir. 1845 Mart’ının Marx’ı için, Hegel gibi “gerçek akılcıdır” ve akılcı olan kaçınılmaz olarak gerçekleşir demek yeterli değildir: Gerçek ve akılcı olan sadece devrimdir, demek gerekir.
Stirner’in itirazı
Daha ne istemeli? Yukarıda söylediğim gibi, Marx orada kalamazdı: fiimdi anlaşılması gereken budur. Eğer pratiği özneye ikame ederek, bir daire, bir mantıksal güçlük doğurulduğunu veya öz kavramının geleneksel ontolojinin iç eleştirisi ile toplumsal ilişkiler üzerine somut araştırmaların çokluğu arasında dengesini kaybetme tehlikesi altında bulduğunu göstermekle yetinilirse bu başarılamazdı. Alman İdeolojisi, kuşkusuz, Feuerbach Üzerine Tezler’e esin olarak çok yakındır: Ve yine de o zamandan başka bir dil konuşur. Az önce ileri sürülen biçimsel nedenler bunu açıklamaya yeterli değildirler.
Sanıyorum ki bunda çok belirgin, konjonktürel, ancak esasa ilişkin bir güçlüğü açığa çıkarıcı olarak hizmet eden bir neden vardır. Bazı Marx düşüncesi tarihçileri (Özellikle Auguste Cornu) bunu iyi gördüler, ama birçoğu da bunu bilmiyorlardı veya göz ardı ettiler, çünkü genellikle metnin (I. Feuerbach) sadece birinci kısmı okunur ve esas olarak, bir başka teorisyenin meydan okumasına bir yanıt ve genellikle zor bir yanıt (Bütün okuyucuların kendi ceplerinden öğrenecekleri) söz konusu olduğu halde, eski bir gelenek, “tarihsel materyalizmin” özerk bir sergilemesi gibi anlamaya bizi alıştırmıştır. Bu teorisyen ki gücünü ölçmenin zamanıdır; 1844’ün sonunda yayınlanmış olan L’Unique et sa Propriètè’nin yazarı (Caspar Schmidt takma adlı) Max Stirner’dir[15]: Ama birkaç ay sonra, Tezlerin yazılmasının hemen ertesinde ve Engels’in ısrarı üzerinedir ki Marx L’Unique üzerine dişlerini geçirmeye başlamıştır.
Teorik bakış açısından kimdir Stirner? İlk önce bir anarşist, onun gözünde içinde egemenliğin yoğunlaştığı ve ortaçağın politik teolojisi tarafından geliştirilmiş iktidarın kutsal özelliklerini kendi üzerine geçirmiş devlet karşısında -tekil, vücutlarının, gereksinimlerinin ve düşüncelerinin “sahibi” bireylerden oluşan- toplumun özerkliğinin savunucusudur. Ama Stirner özellikle her şeyin üstünde radikal bir nominalisttir: Bundan, onun için tüm “genelliğin”, tüm “evrensel kavramın” “egemen olmak” için (örgütleyerek, onu sınıflandırarak, sadeleştirerek, hatta sadece adlandırarak) kurumlar tarafından uydurulmuş bir varsayım olduğu, tek doğal gerçekliğin, yani her birinin “kendi türünde tek” olduğu, (Stirner’in ilişkiye dayanan kökü olan önemli kelime oyunu buradan gelir: Herkesin kendisine özgü olanı, kendi mülkiyetidir) bireylerin çoğulluğu anlaşılmalıdır.
Biraz önce görüldü ki, Marx en azından ilke olarak, nominalizm ve esansiyalizmi sırt sırta yollayan, bir toplumsal ilişki kavramı geliştirmektedir. Ama Stirner’in eleştirisi onun için ciddidir, çünkü geleneksel metafizik “cinsler”i (hepsi az çok dinsel: varlık, öz, düşünce, akıl, madde) hedeflemekle yetinmemekte, Nietzche’de ve bugün postmodernizm olarak adlandırılanda bazı gelişmeleri önceleyerek, istisnasız tüm evrensel kavramları kapsamaktadır. Stirner hiçbir inanç, hiçbir fikir, hiçbir “büyük hikaye” istememektedir. Ne tanrınınkini, ne insanınkini, ne kiliseninkini, ama ne de devriminkini. Ve gerçekte, Hıristiyanlık, insanlık, halk, toplum, ulus veya proletarya arasında insan hakları ve komünizm arasında olandan fazla mantıki bir farklılık yoktur: Tüm bu evrensel kavramlar aslında soyutlamalardır, yani Stirner’in bakış açısından varsayımlardır. Ve bu varsayımlar bireyin ve bireylerin düşüncelerinin yerini tutmaya yararlar: bunun içindir ki, Stirner’in kitabı, insanların soyut insanlık kültürü, aynı soyutluktaki devrim veya devrimci pratik kültürü ile değiş tokuş etmekten kazanacakları hiçbir şey olmadığı, ve belki de böylece daha da soyut bir egemenliğe koşma tehlikesine maruz kaldıklarını açıklayan sol veya sağ eleştirileri beslemeyi sürdürecektir. Marx ve Engels’in bu itirazı aydınlatamadıkları kesindir. Zira aynı anda idealizmin, felsefecilerin esansiyalizminin ve komünistlerin (daha doğrusu hümanist komünistlerin) eleştiricisi olma iddiasındaydılar. Bu çifte perspektifin, Marx’ta felsefenin gizlerinin “çözümü” olarak belirmiş olduğunu gördük: devrimci pratik. Öyleyse bu meydan okumaya nasıl yanıt verdi? Sembolik “praxis” kavramını üretimin tarihsel ve sosyolojik bir kavrayışına dönüştürerek ve felsefede önceli hiç olmayan bir sorunu koyarak (sözcük kesinlikle yeni olmasa bile): ideoloji sorunu.
Alman İdeolojisi
Açıkça anlaşıldığı üzere bu iki hareket sıkıca birbirine bağlıdırlar. Aralıksız olarak biri diğerini öngörür ve bu, Alman İdeolojisi’nin tamamlanmamış ve dengesiz redaksiyonuna rağmen entellektüel uyumunu yaratır (Stirner, “Saint Max”, üzerine III. Kısım neredeyse üçte ikisinde sadece onunla meşgul olur ve önemli bir kısmı da L’Unique et sa propriété’nin tipik olarak “ironik” gerekçelendirmeleri ile, dar anlamda retorik bir bakış açısından sonucu kesin olmayan bir söz düellosundan ibarettir).[16] Eser, bütünüyle doğanın tüm biçimlendirilmesi ve dönüştürülmesi eylemini tanımlamak için, genel anlamda alınmış olan, üretim kavramı etrafında düzenlenmiştir. Feuerbach Üzerine Tezler’de bildirilen “Praxis’in ontolojisi”nden sonra Alman İdeolojisi’nin bir “üretim ontolojisi”ni sergilediğini söylemek abartılı değildir, çünkü, Marx’ın bize bizzat söylediği gibi, insan varlığını biçimlendiren üretimdir(Sein buna kendi bilinç kavramı ile karşı çıkacaktır: Bewurst-sein, kelime anlamı olarak “bilincinde olmak”). Daha doğrusu, doğayı geri dönülmez biçimde dönüştürdüğü esnada insanı da dönüştüren ve böylece “tarihi” oluşturan, aynı anda kişisel ve kollektif (transbireysel) bir eylem olan kendi varlık araçlarının üretimidir. Ama karşılılık olarak Marx, ideoloji, üretimden bağımsız bir yapı olarak kendini oluşturmadan önce kendinin de üretildiğini gösterecektir (ki “ürünleri” düşünceler, ortak bilinçtir: zihin emeği teorisinin konusu budur). İdeolojinin eleştirisi üretimin gelişimi olarak toplumsal varlığın tanınmasının gerekli bir önkoşuludur: bireylerin yaşam araçlarına bağlı en dolaysız biçimlerinden, insan yaşamının yeniden üretiminde sadece dolaylı bir rol oynayan en dolaylı biçimlerine kadar tüm tarihin bu ip ucundan yararlanmak için, olayları seyretmek yetmez, egemen ideolojinin eleştirisini yapmaktan (zahmetine katlanmak) geçmek gerekir, çünkü o hem gerçeğin bir ters yüz edilişi, hem de içinde düşüncelerin gerçek kaynağının izinin kaybolmuş olduğu ve bu kaynağın varlığını inkar eden, “entellektüel ürünlerin” bir özerkleştirilmesidir.
İşte bunun içindir ki, karşılık öngörmeden bahsettim. Ama aynı zamanda Stirner’in itirazı reddedilebilir. Zira artık söz konusu olan gerçek bireylerin yerine geçtiğini göstererek, “evrensellerin”, “genelliklerin”, “düşüncelliklerin” soyutlamasını ifşa etmek değil, ancak oluşumlarını ve bireyler tarafından, içinde bireylerin düşündükleri ve birbirleri ile ilişki kurdukları ortak veya toplumsal koşullarda, üretilmelerini incelemek mümkün hale gelir. Ve bu nedenle, tüm veya hiçbir şey içinde sonsuzca dönmek yerine (tüm soyutlamaları blok halinde ret veya kabul etmek), bilinmezlik ve mistifikasyondan başka bir işlevi olmayanların gerçek bir tanınmasını, temsil eden soyutlamaları ayırt etmek olanağını veren bir ölçüte sahibiz. Daha da iyisi: içinde soyutlamanın kullanımının mistifikatör olduğu veya olmadığı koşulları ayırt etme (olanağını veren bir ölçüte sahibiz). Stirner’in tutumuna özgü nihilizm böylece, egemen düşüncelerin radikal bir eleştirisinin gerekliliğini tartışmaksızın (tam aksine), ilkede savuşturulur.
Tarihin sapması
Alman İdeolojisi’nin tebliği, ipucu işbölümünün gelişimi olan toplumsal biçimlerin hem mantıksal, hem de tarihsel bir kaynağı olarak ortaya çıkar. İşbölümünün yeni aşaması belirli bir üretim ve değişim biçimini karakterize eder, bize güçlü bir şekilde Hegelci tarih felsefesini düşündürtmesi gereken dönemselleştirme bu nedenledir. Evrensel tarihin aşamalarının basit bir anlatısından çok, gerçekte (Hegel’de olduğu gibi) tarihin kendini evrenselleştirdiği, bir insanlık tarihi haline geldiği sürecin tipik anlarıdır söz konusu olan. Yine de tebliğin içeriği, Hegelci nesnel ruh’dan çok uzaklardadır. Zira bu evrenselleştirme, iktidarı tüm topluma yayan ve karşılığında, faaliyetlerini “toplayan” bir hukuk devletinin oluşumuna dayanmamaktadır. Aksine böyle bir hukuki-devletsel evrensellik Marx’da toplumsal ilişkilerin tam bir ideolojik ters yüz edilişi olarak ortaya çıkacaktır. Daha çok söz konusu olan, tarihin tüm bireylerin ve insanlığa ait tüm grupların etkileşimine, karşılıklı bağımlılığına dönüşmüş olmasıdır.
Marx’ın daha o dönemde derin olan bilgisi, işbölümünün karşılığının mülkiyet biçimlerinin evrimi (toplumsal veya statü mülkiyetinden, biçimsel olarak herkese açık özel mülkiyete kadar) olduğunu göstermek için seferber oldu. Her üretim biçimi, sadece diğer yüzü olan mülk edinmenin ve mülkiyetin tarihsel bir biçimi demektir. Ve sonuç olarak, işbölümü farklı statülerden, işbirliklerinden, düzenlerden veya durumlardan (Stände) geçerek, ilkel topluluktan, sınıflara kadar gittikçe daha geniş, gittikçe daha az “doğal” toplumsal grupların dağılması ve kurulmasının kuralıdır. Bu grupların her biri, “hakim” veya “hükmedilen”, kısaca iki yüzü olan, çelişik bir gerçeklik olarak anlaşılmalıdırlar: Hem bir göreli evrenselleşme biçimi, hem de insan ilişkilerinin sınırlanmasının veya özgüleşmesinin bir biçimi olarak. Yani, dizileri deneyim ve biçimlerinin tam gerçekleşmesinden geçmek kaydıyla, özgülüğün ve özgücülüğün inkarının büyük uzantısından başka bir şey değildir.
Gelişmenin başlangıç noktası insanın doğa ile mücadele halinde üretici faaliyetiydi: İşte Marx’ın “varsayımsız” bir felsefe hayaline karşı, üzerinde uzun uzadıya durduğu, gerçek varsayım (wirkliche Voraussetzung) diye adlandırdığı budur. Varış noktasına gelince, bu, birbiri ile rekabet halinde özel mülk sahipleri arasındaki farklı biçimlerdeki ticaret (Verkehr, iletişimli olarak da tercüme edilebilir) üzerine kurulmuş “sivil-burjuva” (bürgerliche vesellschaft) toplumudur. Veya daha doğrusu varış noktası böyle bir toplumun barındırdığı çelişkidir. Zira bir mutlaklık olarak konulan bireysellik, fiiliyata, “kitle” için, mülkiyetin (kendisinin, şeylerin) bir genelleşmiş mülksüzleşmeye eşdeğer olması gibi, yaşama koşullarının mutlak bir yetersizliği veya “Contigene” (sıradanlık)’ına eşdeğerdir.
Alman İdeolojisi’nin, doğrudan liberal gelenekten gelen, ama ona karşı dönen, büyük tezlerinden biri, “burjuva” toplumunun sınıf çelişkilerinin tüm diğer çelişkilerin üstüne çıktığı ve fiilen onları sildiği andan itibaren geri dönülmez olarak kurulduğudur. Göründüğünden daha çok şişkinleşmiş devletin kendisi de bunun sonuçlarından sadece birisidir. İşte bu anda zenginlik ve yoksulluk, malların evrensel dolaşımı ve onlardan yararlanmaktaki kısıtlama, emeğin görünürdeki sınırsız üreticiliği ve emekçinin dar bir uzmanlığa kapatılması arasındaki çelişki patlayıcı hale geldiği gibi; özellik ve evrensellik, kültür ve sersemleme, açılma ve dışlanma arasındaki çelişkinin en keskin olduğu an budur. Her birey, ne kadar sefil olursa olsun, sanal olarak insan cinsinin temsilcisi olmuştur ve her grubun işlevi dünya ölçeğinde belirlenir. Böylece tarih kendi “tarih öncesini” çıkartmak üzeredir.
Alman İdeolojisi’nin tüm gerekçelendirmesi, bu durumun olduğu gibi kabul edilemez olduğunu ama, kendi öz mantığının gelişimiyle, basitçe komünizmin sivil-burjuva toplumunun yerine geçmesine eşdeğer olabilecek, bir dönüşün (Umwälzung) öncülünü içerdiğini göstermeyi amaçlar. Sivil burjuva toplumunun biçimleri ve çelişkilerinin tamamen geliştikleri andan itibaren komünizme geçişin “arifesidir”. Gerçekten, değişimin evrenselleştiği bir toplum, içinde “üretici güçlerin bütüncül aşamaya değin geliştikleri” bir toplumdur da. Tarihin bir ucundan öbürüne, teknikten, sanata kadar her alanda kendini ifade eden toplumsal “üretici güçler” hiçbir zaman birçok insanınkinden başka bir şey değildirler. Ama soyutlanmış bireylerin gücü olarak artık işlemez durumdadırlar, insanlar arasında sanal olarak sonsuz bir etkileşim ağı içinde ancak biçimlenebilirler ve işleyebilirler. Çelişkinin “çözümü”, insan faaliyetinin ve yaşamının daha “dar” biçimlerine bir dönüşte değil, sadece “üretici güçlerin toplamının” kollektif bir idaresinde yatar.
Proletarya, evrensel sınıf
Tüm bunlar başka biçimde söylenebilir: Marx’ta başka hiçbir yerde burada olduğundan daha vurgulu daha eksiksiz olarak ifadesini bulmamış olan düşünce, proletaryanın tarihin evrensel sınıfını oluşturduğudur.
Devrimci dönüşümün ve komünizmin yakınlığı, aynı anda, değişimin evrenselleşmesi ve -özel çıkarı evrensellik düzeyine yükselten burjuva sınıfı karşısında- aksine savunacak hiçbir özel çıkarı olmayan bir “sınıfın” mükemmel çalışmasına dayanır. Tüm mülkiyetten olduğu gibi tüm statüden yani, tüm “özel nitelikten” (Eigenschaft) yoksun, proleter sanal olarak hepsine sahiptir. Fiili olarak kendisinden varolmayan (proleter) sanal olarak tüm diğer insanlardan varolur. Belirtelim ki, “mülksüz” Almancada eigentumslos diye söylenir. Marx tarafından Stirner’e yöneltilen alaycılığa rağmen, burada (Stirner’in) kullandığı ve kötüye kullandığı aynı kelime oyununu anlamamak mümkün değildir: Ama “özel mülkiyete” karşı, tersine döndürülmüş olarak “sadece çağının, kendi beninin tüm belirtilerinden dışlanmış proleterleri, üretici güçlerin bütününün sahiplenilmesinde ve bunu içeren bir yetenek bütününün gelişmesinde yatan, sınırlı değil, tüm benliklerinin bir belirtisine erişme olanağına sahiptirler”[17] Negatif evrensellik pozitif evrenselliğe, mülksüzleşme sahip olmaya, bireyselliğin kaybı, her birinin insan ilişkilerinin tek bir çoğulluğu olduğu bireylerin “çok taraflı” gelişimine dönüşür.
Böyle bir yeniden ortaya çıkış ancak, herkes için eşzamanlı olarak olursa her biri için gerçekleşebilir, “evrensel modern mübadele, ancak herkese bağımlı kılınarak bireylere bağımlı kılınabilir”. Bunun içindir ki devrim sadece sonucunda değil biçiminde de komünisttir. (Devrimin) kaçınılmaz olarak bireylerin özgürlüklerinde bir azalma anlamına geldiği söylenecektir? Aksine, (devrim) gerçek özgürleşmedir. Zira sivil burjuva toplumu, özgürlüğü, onu ilke olarak ilan ettiği anda dahi ortadan kaldırır. Halbuki burjuva toplumun karşıtı olan komünizmde, özgürlük fiili olur, çünkü aynı toplumun koşullarını yarattığı bir asli zorunluluğa cevap verir. “Kendi sınıfları ve kendi sınıf uzlaşmazlıkları ile eski sivil burjuva toplumun yerine, her bireyin özgür gelişmesinin, herkesin özgür gelişmesi olduğu bir ortaklık doğar” diye bildirir Manifesto.
Proletaryanın “evrensel sınıf” olduğu tezi, Marx’ta, işçi koşulunu veya daha doğrusu ücretli emekçinin koşulunu, tüm işbölümü sürecinin vardığı yer, sivil toplumun “ayrışması” olarak sunma olanağı veren gerekçeleri yoğunlaştırır.[18] Marx’ın komünist devrimin yakınlığını kitaptan okur gibi bugünden okumasına olanak verir. O zaman Engels’le birlikte Manifesto’da yazdıkları, aynı ismin “partisi” “ayrı” bir parti olmayacaktır, onu “proletaryanın bütününden ayıran çıkarları” olmayacaktır, “özel kurallar” koymayacaktır: Ama basitçe olgunluğa erişmiş, kendisi için ve tüm toplum için manifestoya dönüşmüş bu gerçek hareket olacaktır.
Pratiğin birliği
Aynı anda, -kendisine felsefe olmayı enerjik olarak yasaklasa da- felsefede yeni bir başlangıcı temsil eden bir teori belirdi. Marx “çıkış”tan çıktı. Ama basitçe eve dönmedi. Onu, diyalektik düşüncenin çok eski bir kuralını anımsatarak anlatabiliriz. Yukarıda belirttiğim gibi, praxis kavramı veya devrimci pratik, “dünyanın dönüşümü”, tüm esansiyalist felsefeye yol verdiğini benzersiz bir netlikle bildiriyorsa da, çelişik olarak insani özün başka bir adı altında ortaya çıkmaya daha az eğilimli değildir. Bu gerilim Marx’ın şimdi irdelediği “üretim” ile vurgulanır. Sadece tüm bir ampirik üretim tarihi (ki felsefeciyi ekonomist, tarihçi, teknolog, etnolog olmaya zorlar) olduğundan değil, ama özellikle, Marx’ın felsefenin en eski tabularından birini kaldırmasındandır: Praxis ve Poiésis arasındaki radikal ayrım.
Yunan felsefesinden beri (“yurttaşları” yani efendileri ayrıcalıklı yapan) Praxis, insanın kendi öz tekamülüne erişmeye çalışarak sadece kendi kendisini gerçeklediği ve dönüştürdüğü özgür” eylemdir. Yunanlıların esaslı olarak kölelere özgü olarak değerlendirdikleri Poiésis’e gelince (Poiein fiilinden gelir: Yapmak/üretmek) bu doğa ile, maddi koşullar ile ilişkinin tüm zorlayıcılıklarına tabi olan “gerekli” (zorunlu) eylemdir. Ulaşmaya çalıştığı mükemmeliyet insanınki değil, şeylerinki, kullanım ürünlerininkidir.
İşte Marx’ın Alman İdeolojisi’ndeki materyalizminin (fiilen yeni bir materyalizmdir) temeli: basit bir hiyerarşi tersyüzü, deyim uygunsa (Hannah Arendt ve diğerlerinin onu eleştirdikleri gibi)[19] bir “kuramsal işçicilik” yani madde ile doğrudan ilişkisi sebebi ile, Poiésis’e praxis üzerinde verilen bir üstünlük değil, ama her ikisinin tanımlanması, ona göre, Praxis’in olarak aralıksız Poiésis’ten geçtiği ve tersi olduğu, devrimci tezdir. Aynı zamanda bir maddi değişim olmadan, tarihsel olarak dışsallıkta yer almaksızın fiili özgürlük asla yoktur, ancak, insanların değişmez bir “özü” saklayarak yaşam koşullarını değiştirebilmeleri gibi, aynı zamanda kendisini dönüştürme olmayan bir emek de olmaz.
Böyle bir tez, klasik üçlünün üçüncü terimi üzerinde etkisiz kalamaz: Theoria veya “teori” (ki içinde tüm felsefi gelenek, izlemenin etimolojik anlamını anlamaya devam eder), Feuerbach Üzerine Tezler tüm izleyiciliği reddetmiş gerçeğin ölçütünü pratikte tanımlamıştı (II.tez). fiimdi kurulan “pratik=üretim”eşitliğinin karşılığı olarak, Alman İdeolojisi tayin edici bir adım atar: theoria’yı “bilincin üretimi”nde tanımlar. Daha açığı, bilinç üretiminin yol açtığı tarihsel çelişmenin terimlerinden birinde (tanımlar). Bu terim, tam olarak, Marx’ın bir anlamda felsefeye, kendisine pratiğin aynasında bakmasını önerdiği nokta olan, 1845’teki ikinci buluşu (olan) ideolojidir. Ama bu terim kendini orada tanıyabilir mi?
La Philosophie de Marx, Editions La Decouverte, Paris 1993.
Çeviri: Boran Çiçekli
[1] Bunlara yeni Marx-Engels Gesamt-Ausgabe (C. IV/2, Berlin,1981) tarafından yayınlanan okuma notlarının bütününü katmak gerekir. Ökonomisch- philosophisce Manuskripte aslında bu şantiyenin en “kaleme alınmış” kısımlarının bütünleştirilmesidir. Fransızca çeviri: Karl Marx, Manuscrits de 1844, çev. ve sunum E. Bottigelli, Editions Sociales, Paris, 1972.
[2] Engels’in kendi denemesi olan Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nun ekinde biraz düzeltilmiş bir versiyonla yayınlandılar. (Karl Marx, Friedrich Engels, Etudes Philosophiques, Editions Sociales, Paris, 1961)
[3] Birinci kısmının başlığı yine “Feurebach” olan ve Engels’in eserleri arasında belirgin bir soyutlama yapılırsa, “tarihsel materyalizm”in en sistematik genel açıklaması olmakta gecikmeyecek olan bu kitap 1932’de sonradan yayınlanmıştır.
[4] Karl Marx, Les Thèses sur Feuerbach, PUF, Koll. “Philosophies”, Paris, 1987. Labica “Tezler “‘in metinlerini Fransızca çevirileri ve iki Almanca versiyonu ile vermektedir.
[5] Ludwig Feuerbach , L’Essence du christianisme(Hıristiyanlığın Ruhu), Yayınlayan J.-P.Osier, François Maspero, Paris, 1968. Bkz. Ludwig Feuerbach, Manifestes Philosophiques, Textes Choisis(1839-1845) (Felsefi Manifestolar, Seçme Metinler), Louis Althusser’in çevirisi, PUF, Paris, 1960
[6] “Discours au Congrës des écrivains” (1935) in André Breton, Manifestes du SurrÈalisme, Edition Complete, j.-j.Pauvert, Paris, 1962
[7] Özellikle Fransa’da Michel Espagne ve Gérard Bensussan’ın bir zamanlar onunla “tarihin çözülmüş gizemi” olarak komünizmin keşfini paylaşan Marx ve Engels’e çok yakın sosyalist olan siyonizmin müstakbel teorisyeni Moses Hess üzerine araştırmaları. Bkz. Gerard Bensussan, Moses Hess, la philosophie, le socialisme (1836-1845), çev. ve yay. Michel Espagne, Ed. du Lérot, Tusson, 1988
[8] Bkz. Jacques Grandjonc, Communisme/Kommunismus/ Communism, origine et développement international de la terminologie communautaire prémarxiste des utopistes aux néobabouvistes, 1785-1842, C.2 , Shiriften aus dem Karl Marx Haus, Trier, 1989
[9] Bkz. Kant, Vers la Paix Perpétuelle. Que Signifie S’orienter dans la Pensée? Qu’est-ce que les Lumières?,François Proust’un sunusu ile, Garnier-Flammarion, Paris, 1991.
[10] V. Kısım: “Üretim ve Değerlenme Süreci”, s.202, Kapital’in J.P.Lefebvre sorumluluğunda Almanca 4. Basımından yapılan yeni çevirisinin 1. Cildinden; Messidor/Edition Sociales, Paris, 1983; yeni baskı, PUF, seri Quadrige,Paris,1993.
[11] Humboldt 1810’da bugün adını taşıyan Berlin Üniversitesini kurmuştu. Ana lenguistik ve felsefi monografileri 1835’te ölümünden sonra yayınlandılar. (Bkz. Introduction a l’úvre sur la Kvai et autres essais, Fransızcaya çeviren Pierre Caussat, le Seuil, Paris, 1974)
[12] Aristo’nun “birincil ilkeler ve birincil nedenler bilimi” olarak adlandırdığı ve özel varlık cinsleri araştırmasından ayrı olarak “varlık olarak varlık” (on hè on) üzerine bir görüşünde tanımladığı şeyi betimlemek için XVIII. yüzyılda uydurulan terim.
[13] Bkz. Louis Dumont, Homo Aequalis I. Genëse et Èpanouissement de l’ idèologie économique, Glimmard, Paris, 1977; ki onun için Marx “görünüşün aksine [….] esas olarak bireycidir”. Benzer sonuca farklı önermelerden hareketle, “Analitik Marxizmin” başlıca temsilcilerinden biri olan Jon Ester tarafından da ulaşılmaktadır. (Making Sense of Marx, Cambridge,1985; Fransızca çev, Karl Marx, analitik bir yorum, PUF,Paris, 1989) ve Jacques Bidet, Marx et le Marché’nin izlediği Théorie de la Modernité, PUF, Paris, 1990
[14] Bkz. özellikle Gilbert Simondon, L’ındividuation Psychique et Collective, Aubier,Paris,1989
[15] Max Stirner, L’Unique et sa Propriété, Robert L. Reclaire’nin çevirisi, Stock Plus, Paris, 1972
[16] K.Marx ve F.Engels, Alman İdeolojisi, Alman Felsefesinin, Feuerbach , B.Bauer ve Stirner gibi temsilcileri şahsında ve Alman sosyalizminin farklı peygamberleri şahsında en yeni eleştirisi, G. Badia ënın Fransızcaya çevirisi, sunumu ve şerhi ile, Edition Sociales, Paris, 1976. Maximilien Rubel basımı K. Marx Œvres,III,Philosphie, “Bibliothèque de la Pleiade”, “Conception Matérialist du Monde” başlığı altında, Engels’e atfedilebilecek pasajlarla, yayıncı tarafından “ana konuya yabancı” oldukları şeklinde değerlendirilen pasajlar çıkartılmıştır(ki bu da metni 550 sayfadan 275 sayfaya düşürmüştür), Paris, Galimmard, 1982
[17] Alman İdeolojisi, op.cit.,s. 71-72
[18] “Tüm uluslarda çıkarları aynı olan ve kendisi için mülkiyet şimdiden kaldırılmış olan bir sınıf, eski dünyadan gerçekten kurtulmuş ve aynı zamanda kendisini ona dayatan bir sınıf” (Alman İdeolojisi, Op.Cit. P.59).
[19] Hannah Arendt, Condition de l’Homme Moderne (1958), İngilizceden çeviren G.Fradier, Paul Ricúur, Calmann Lèvy, paris, 1961. Bkz. André Tosel’in bir yorumu “Matérialisme de le Production, Matérialisme de la Pratique : Un ou Deux Paradigmes ?”, in L’Esprit de Scission. Etudes sur Marx, Gramsci, Lukacs, UniversitÈ de Besançon, Diffusion Les Belles Lettres, Paris, 1991