Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Kasım 21, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFriedrich Wilhelm NİETZSCHEHristiyanlığı Eleştiri Denemesi (1.Bölüm) | Deccal - Friedrich Nietzsche

Hristiyanlığı Eleştiri Denemesi (1.Bölüm) | Deccal – Friedrich Nietzsche

ÖNSÖZ
Bu kitap en azlarındır. Belki de onlardan hiçbiri yaşamıyor daha. Onlar, benim Zerdüşt’ümü anlayanlar olacaklar : kendimi, daha bugünden işitilecek kulaklar bulanlar ile nasıl karıştırabilirdim ki? Ancak öbürgündür benim olan. Kimileri öldükten sonra doğar.
Kişinin beni anlamasının, hem de zorunlukla anlamasının koşulları, —bunları pek iyi bilirim. Benim yalnızca içtenliğime, tutkuma dayanabilmek için, düşünsel konularda katılık kertesinde dürüst olması gerekir kişinin. Dağlarda yaşamaya, alışkın olması gerekir— çağın siyasetinin ve halkların çıkarcılıklarının sefil gevezeliğini kendi altında görmeğe. Aldırmaz olmuş olması gerekir, hiç sormaması gerekir, doğruluk yararlı mıdır diye, bir kötü kader olup çıkar mı diye… Bugün kimsenin sorma yürekliliğini göstermediği sorulara sertliğin verdiği yatkınlık; yasaklanmış olana yüreklilik; labirente önceden-belirlenmişlik. Yedi yalnızlıkta edinilmiş bir deneyim. Yeni bir müzik için yeni kulaklar. En uzaklar için yeni gözler. Şimdiye dek sağır kalınmış doğrular için yeni bir vicdan. Ve yüce üslubun iktisat istemi: gücünü, heyecanlanmalarını derli-toplu tutmak… Kendi kendine saygı; kendi kendine sevgi; kendi kendisi karşısında koşulsuz bir özgürlük…
İşte! Bunlardır benim okurlarım ancak, benim sahici okurlarım, benim önceden belirlenmiş okurlarım: geri kalan neye yarar ki —geri kalan, insanlıktır yalnızca.— Kişinin, gücüyle, ruhunun yüksekliğiyle, insanlığa tepeden bakması gerekir —hor görüşüyle…
Friedrich Nietzsche

1.
—Kendimizi aldatmayalım. Hiperborlularız biz,— pekâlâ biliriz ne denli kopuk yaşadığımızı. «Ne karadan ne de denizden bulabilirsin Hiperborlulara giden yolu» : bunu daha Pindaros bilip söylemişti bizim için. Kuzeyin ötesinde, buzun, ölümün ötesinde —bizim yaşamımız, bizim mutluluğumuz… Mutluluğu keşfettik biz, yolu biliyoruz artık, binlerce yılın labirentinden çıkışı bulduk. Başka kim bulabilirdi ki bu çıkışı? —Modern insan mı? —«Ne ettiğimi bilmiyorum; ne ettiğim bilmeyen herşeyim ben» diye iç geçirir modern insan… Bu modernlikti bizi hasta eden, —tembel barışlar, korkak tavizler, modern Evet ve Hayır’ın bütün erdemli kirliliğiydi. Herşeyi «kavradığından» dolayı herşeyi «bağışlayan» bu hoşgörü, bu manda – yüreklilik, bizim için scirocco’dur. Çağdaş erdemler ile öteki güney yelleri arasında yaşamaktansa, buzlar içinde yaşamak yeğdir!… Yeterince yürekliydik, ne kendimizi ne de başkalarını esirgedik: ama, uzun süre, yürekliliğimizi nereye yönelteceğimizi bilemedik. Karamsarlaştık, durgunlaştık; bize yazgıcı dediler. Bizim yazgımız —doluluktu, gerilimdi, güçlerin birikimiydi. Şimşeğe, eyleme açtık, zayıfların mutluluğundan, «boyuneğiş»ten uzaktık… Göğümüzde sağanak vardı; doğa, bizim doğamız, bulutlanıyor, kararıyordu — çünkü hiç yolumuz yoktu. Mutluluğumuzun formülü : Bir Evet, bir Hayır, düz bir çizgi, bir hedef …

2.
İyi nedir? —İnsanda güç duygusunu, güç istemini, gücün kendisini yükselten herşey.
Kötü nedir? —Zayıflıktan doğan herşey.
Mutluluk nedir? —Gücün büyüdüğü duygusu —bir engelin aşıldığı duygusu.
Doygunluk değil, daha çok güç; genel olarak barış değil, savaş; erdem değil, yetenek (Rönesans tarzı erdem, virtü, moralinsiz erdem).
Zayıflar, nasibi kıtlar yıkılıp gitmelidir: bizim insan sevgimizin baş ilkesi. Ve onlara yıkılıp gitsinler diye de yardım edilmelidir.
Herhangi bir günahtan daha zararlı olan nedir? —Nasibi kıtlara, zayıflara duyulan acımadan doğan eylem — Hristiyanlık.

3.

Burada ortaya koyduğum sorun, varlıklar sıralamasında insanlığın yerini ne almalıdır sorunu değildir (—insan bir sondur) : sorun, hangi tip insanın, daha yüksek değerlidir, yaşamaya daha değerdir, geleceği daha sağlamdır diye. yetiştirilmesi -gerektiği, istenmesi gerektiği sorunudur.
Bu yüksek değerli tip bundan önce de sık sık ortaya çıkmıştır: ama bir mutlu raslantı olarak, istisna olarak; hiçbir zaman da istenerek değil. Tersine, daha çok korkulmuştur ondan, şimdiye dek korkunç olanın ta kendisi olmuştur neredeyse; —ve bu korkudan dolayı da onun karşıtı olan tip istenmiş, yetiştirilmiş, elde de edilmiştir: evcil hayvan olan, sürü hayvanı olan, hasta hayvan olan insan, —Hristiyan…

4.
İnsanlık, bugün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir gelişme göstermemektedir, «ilerleme», modern bir düşüncedir yalnızca, yani, yanlış bir düşünce. Bugünün Avrupalısı, değerlilik bakımından, Rönesans Avrupalısının fersah fersah altında kalır; ileriye doğru gelişme, herhangi bir zorunlukla, yükselme, yücelme, güçlenme değildir hiç de.
Bir başka anlamda, yeryüzünün en farklı yerlerinde, en farklı kültürlerde tek tek durumlarda bir başarıya ulaşma hep görülür, bu başarıya ulaşanlar da sahiden bir yüksek tip oluştururlar: insanlık toplamına göre bir çeşit üstinsan… Böylesi şanslı, büyük basarı örnekleri hep olanaklı olmuştur, hep de olacak belki. Hatta, bütün bir soy, bir kavim, bir halk, bazı durumlarda böylesi isabetler olarak ortaya çıkabilir.

5.
Hristiyanlığı cicileyip bicileyip, allayıp pullamamalı: Hristiyanlık bu yüksek tip insana karşı ölümüne bir savaş vermiştir, bu tipin bütün temel içgüdülerini yasaklamış, bastırmış, bu içgüdülerden, kötüyü, kötünün ta kendisini imbiklemiş, süzüp çıkarmıştır, —üzerine suç atılan tipik insan olarak güçlü insan, «lanetli insan». Hristiyanlık bütün zayıfların, düşkünlerin, nasibi kıtların yanını tutmuş, güçlü yaşamın ayakta duruş koşullarının çelişiğinden bir ideal çıkarmıştır; tinselliğin en üst değerlerinin günahkârlık, sapıklık, ayartılma olarak duyulmalarını öğreterek, tinsel bakımdan güçlü doğalıların bile akıllarını yozlaştırmıştır. En sefil örnek —Pascal’ın yozlaşması, aklının kalıtsal ilk günahça yozlaştırıldığma inanan Pascal’ın; oysa Hristiyanlığından başka birşey değildi aklını yozlaştıran!—

6.
Acı verici, tüyler ürpertici bir oyundu karşıma çıkan : insanın yozluğunun önündeki perdeyi çektim, açtım. Bu sözcük, benim ağzımda, en azından bir kuşkuya karşı korunmuştur: insan konusunda ahlaksal bir yakınma içerdiği kuşkusuna. Bu sözcük —yeniden altını çizmek istiyorum— m o r a l i n s i z bir anlamdadır : öylesine ki, bu yozluğu en güçlü bir biçimde, duyduğum yer, şimdiye dek en bilinçli olarak «erdem»e, «tanrısallığa» yönelinen yer olmuştur. Yozlaşmışlıktan anladığım, sanırım şimdiden sezinlendi, décadence anlamında: savım da, insanlığın bugün kendi en üst istenebilirliklerini biraraya topladığı değerlerin hepsinin, décadence değerleri olduğu.
Bir canlıya, bir türe, bir bireye, içgüdülerini yitirmişse, kendisine zararlı olanı seçiyor, yeğliyorsa,, yozlaşmış derim. «Yüce duygular»ın, «insanlık idealleri»nin bir tarihi —olası ki bu tarihi anlatmak da bana düşecek— insanın neden böylesine yozlaştığmın açıklaması olurdu neredeyse.
Yaşamın kendisiydi benim için büyümenin, dayanıklığın, kuvvetlerin birikmesinin içgüdüsü, gücün içgüdüsü : güç isteminin eksik olduğu yerde, düşüş vardır. Savım, insanlığın bütün en üst değerlerinde bu istemin eksik olduğudur, —en kutsal adlara bürünerek egemenliği elinde, tutanların, düşüş-değerleri, nihilistik değerler olduğu.

7.
Hristiyanlığa, acımanın dini denir. —Acıma, yaşam duygusunun erkesini artıran gerilim verici duyguların karşıtı bir duygudur: çöküntü verici bir etkisi vardır. Kişi, acıma duyduğunda, gücünden yitirir. Acıma yoluyla, zaten acı çekmenin kendisinin yaşama getirdiği güç eksilmesi, yoğunlaşır, çeşitlenir. Acı, acıma yoluyla bulaşıcı hale gelir; bazı durumlarda, acımayla, neden birimleri ile çarpık bir orantı oluşturan bir toplam yaşam eksilmesine, yaşam erkesi eksilmesine ulaşılabilir (—Nasıralı’nın ölümünde, olduğu gibi), ilk bakış açısı bu; ama daha da önemli bir açı var. Acımanın, doğurageldiği tepkilere göre ölçüldüğünü düşünürsek, yaşam için taşıdığı tehlikeli nitelik daha da açık bir ışığa çıkar. Acıma, gelişmenin yasasını, seçi yasasını büyük çapta etkisiz kılar, çeler Batıp gitmek için olgunlaşmış olanları ayakta tutar, yaşamın bozuk kalıtımlılarının, sonu belirlenmişlerinin yararına kendini ayakta tutar, yaşar tuttuğu her tür nasibi kıtın bolluğuyla da, yaşamın kendisine karamsar, sorunsal bir görünüm verir. Acımaya bir erdem demeye kadar vardırılmıştır iş (—oysa her soylu ahlakta zayıflık olarak görülür—); daha da ileri gidilmiş, acıma, erdemin ta kendisi, bütün erdemlerin temeli ve kaynağı kılınmıştır, —tabiî, hep göz önünde tutulması gerekir ki, bu, nihilist bir felsefenin bakış açısından yapılmıştır, kalkanına yaşamın yadsınmasını kazımış bir felsefenin. Schopenhauer tam ortamındaydı bu noktada : yaşam, acıma yoluyla değillenir; değillenmeye değer kılınır —acıma, nihilizmin pratiğidir. Yeniden söyleyelim: bu çöküntü verici ve bulaşıcı içgüdü, yaşamın ayakta durmaya ve değer – yükselişine yönelik içgüdülerim çeler, siler, etkisiz kılar: böylelikle sefillerin koruyucusu olduğu kadar sefaletin çoğaltıcısı olarak da décadence’ın yükselişinin temel bir gerecidir, —acıma, hiçliğe inandırır!… «Hiçlik» denmez tabiî buna : «öte» denir, ya da «Tanrı», ya da «Hakiki Hayat» denir, ya da Nirvana, Kurtuluş, Kutsanmışlık… Dinsel – ahlaksal idiosynkrasi alanından edinilme bu masum retorik, burada hangi eğilimin derin sözcüklerin kılığına büründüğü kavranınca, hemen çok daha az masum görünmeye başlar: yaşam düşmanı eğilimdir bu. Schopenhauer yaşam düşmanıydı: bu yüzden erdem haline geldi acıma onun için… Bilindiği gibi, Aristoteles acımayı hastalıklı ve tehlikeli bir durum olarak gördü, arada sırada bir arındırıcıyla giderilmesi doğru olacak bir durum : trajediyi de bir arındırıcı olarak aldı. Sahiden, Schopenhauer’de (ve ne yazık St. Petersburg’dan Paris’e dek, Tolstoy’dan Wagner’e dek bütün yazınsal ve sanatsal décadence’ımızda) görülen bu böylesine hastalıklı ve. tehlikeli acıma birikimi için, yaşam içgüdülerinde bir tedavi yolu aramak gerekirdi: ki bu birikim patlasın, aksın. Sağlıksız çağdaşlığımız içinde Hristiyanca acımadan daha sağlıksız birşey yok. Burada hekim olmak, burada acımasız olmak, burada neşter kullanmak — bize aittir bu; bu bizim insan sevgimizdir, bu yüzden filozoflarız biz, biz Hiperborlular!— — —

8.
Kimi kendi karşıtımız olarak duyduğumuzu söylemek gerek —tanrıbilimciler ile kanına tanrıbilimcilik bulaşmış herşey —bütün felsefemiz… Kişinin de, bu yazgıyı yakından tanıması, dahası, kendisinde yaşamış olması, onun yüzünden neredeyse batıp gitmiş olması gerekir, burada artık şakaya yer olmadığını anlaması için (—şu bizim Bay Doğabilimci ve Fizyologlarımızın özgür-tinciliği, benim gözümde, şakadır, —bu konulardaki tutku yok onlarda, bu konulardan acı çekmiş olma yok—). Bu zehirlenme, düşünüldüğünden daha yaygındır: tanrıbilimciliğin burnubüyüklük içgüdüsünü, bugün kişinin kendisini «idealist» duyduğu heryerde buldum, —kişinin, yüksek bir kaynağa dayanarak, kendinde gerçekliğe tepeden, yabancı gözlerle bakma hakkını bulduğu heryerde… idealist, tıpkı rahip gibi, bütün büyük kavramları elinde tutar (—yalnızca elinde de değil!), onları iyi niyetli bir horgörüyle, «anlama yetisi»ne, «duyular»a, «onurlar»a, «mutlu yaşam »a, «bilim»e karşı kullanır; bunları, üzerinde saf kendi – içinliğindeki «Tin»in uçuştuğu, zararlı, sapıtıcı güçler olarak, kendi altında görür —sanki şimdiye dek alçakgönüllülük, saflık, boynu büküklük, tek sözcükle kutsallık, yaşama, çekinilecek şeylerin ve günahların topundan daha çok zarar vermemiş gibi… Saf tin, safi yalandır… Rahip, yaşamın bu meslekten yoksayıcısı, yalanlayıcısı, zehirleyicisi, yüksek bir insan türü sayıldığı sürece, doğru nedir sorusuna hiçbir yanıt bulunamaz. Hiçin ve olumsuzlamanın bu bilinçli avukatı, «Hakikat»in sözcüsü yerine konduğunda, doğru zaten tepesi üstüne çevrilmiştir.

9.
Savaş açtığım bu tanrıbilimci içgüdüsüdür: heryerde buldum onun izlerini. Damarlarında tanrıbilimci kanı akanlar, bütün şeylere daha başından eğri, dürüst olmayan bir tavırla yaklaşırlar. Bu yaklaşım sonucu oluşan tutku, kendine inanç adını takar: kendi karşısında, sağalmaz sahtelik görünümünden acı çekmemek için, gözünü sımsıkı, hepten yummak. Herşeye yönelik bu çarpık optikten, bir ahlak, bir erdem, bir kutsallık çıkarırlar, yanlış görme, iyi vicdan haline getirilir —bu optik, «Tanrı», «Kurtuluş», «Ebediyet» adlarıyla sakrosankt kılındıktan sonra da, başka herhangi bir optik türünün artık değer taşımaması talep edilir. Tanrıbilimci içgüdüsünü başka heryerde de kazıp ortaya çıkardım : bu içgüdü, yeryüzünde, bulunan en yaygın sahtelik biçimi, sahteliğin sahici yeraltı biçimidir. Bir tanrıbilimcinin doğru diye duyduğu, yanlış olmak zorundadır: bu bir doğruluk ölçütü neredeyse. Tanrıbilimcinin en alttaki derin kendini ayakta tutma içgüdüsüdür, gerçekliğin herhangi bir bakımdan saygıdeğer bulunmasını, ya da hatta yalnızca dilegelmesini bile yasaklayan. Tanrıbilimciliğin etkilerinin yayıldığı heryerde, değer yargısı tepesi üstüne çevrilmiştir, «doğru» ve «yanlış» kavramları zorunlu olarak terstir: burada, yaşama en zararlı olana «doğru» denir; onu yükselten, yücelten, evetleyen, haklı ve üstün kılana da «yanlış»… Tanrıbilimciler hükümdarların (ya da halkların—) «vicdan»ları yoluyla güce el attıkları zaman da, temelde hep neyin olup-bittiğinden kuşkumuz olmaz: Son istemi, nihilistik istem, gücü istemektedir…

10.
Felsefenin Tanrıbilimci kanıyla kirlendiğini söylediğimde, Almanlar tarafından hemen anlaşılır demek İstediğim. Protestan papaz, Alman felsefesinin büyükbabasıdır; protestanlığın kendisi de onun peccatum originale’si. Protestanlığın tanımı: Hristiyanlığın — ve aklın bir yanına inen inme… «Tubingen Darüşşafakası» sözünü söylemek yeter, Alman felsefesinin temelde ne olduğunu kavramak için — dolambaçlı bir tanrıbilim… Şvab’lar Almanya’nın en iyi yalancılarıdır, masumca yalan söylerler… Kant’ın ortaya çıkışının, dörtte üçü papazların, hocaların oğullarından oluşan Alman öğrenim dünyasında estirdiği şenlik havası nereden geliyor? Kant’la daha iyiye doğru bir gidişin başladığı yollu, bugün bile yankılanan Alman kanısı nereden? Alman öğrenimcilerinin tanrıbilimci içgüdüsü, bu noktada neyin yeniden olanaklı kılındığını sezinledi… Eski ideale varan bir gizli yol açılmıştı, «Hakiki Dünya» kavramı, ahlakın dünyanın özü olduğu kavramı (—yanlışlar içinde bu en berbat iki yanlış!), şimdi, sinsi-kurnaz bir skepsis sayesinde, yeniden, kanıtlanabilir kılınmış olmasa da, artık çürütülemez kılınmıştı… Akıl, aklın hakkı, ulaşamıyordu oraya… Gerçeklik «görünüştelik» haline sokulmuş; baştan aşağı yalandan bir dünya, varlıkların dünyası, gerçeklik haline sokulmuştu… Kant’ın başarısı, salt bir tanrıbilimci başarısıdır: Kant, Luther gibi, Leibniz gibi, kendi başına ayakta duramayan Alman dürüstlüğünün yeni bir payandasıydı — —

11.
Ahlakçı Kant’a da bir sözümüz var: Bir erdemin, kendi buluşumuz, kendi kişisel-özel gereksinmemiz ve gerekirliğimiz olması gerekir: başka her türlü anlamda, bir tehlikeden başka birşey değildir. Yaşamımızın belirlemediği birşey ona zarar verir: Kant’ın olmasını istediği gibi, salt «erdem» kavramı karşısındaki bir saygı duygusundan çıkan bir erdem, zararlıdır. «Erdem», «ödev», «kendi başına iyi», kişisel-özel-olmayan, genel-geçer nitelikte iyi —uydurmalardır bütün bunlar; içinde çöküşün, yaşamın son güçsüzleşmesinin, Königsberg Çinliliği’nin dilegeldiği uydurmalar. Ayakta durmanın ve büyümenin en derin yasaları, bunun tersini buyurur : herkesin kendi erdemini, kendi kesin buyruğunu bulmasını. Bir halk, kendi ödevini, genel olarak ödev kavramıyla karıştırınca, batar. Hiçbirşey, bu kişisel – özel – olmayan» ödev kadar, bu soyutlama moloh’u karşısında özveri kadar, derinden, içten yıkıcı değildir. —Kant’ın kesin buyruğunun yaşama zararlı duyulmaması!… Tanrıbilimci içgüdüsünden başka birşey değildi onu kanatları altına alan! —Yaşam içgüdüsüyle yapılan bir eylem, bu eylemin yapılmasıyla duyulan hazda, doğru, haklı, yerinde bir eylem olduğunun kanıtını bulur: o Hristiyan-dogmatik barsaklı nihilistin hazdan anladığı ise bir yergidir… İç zorunluk olmaksızın, derin bir kişisel – özel seçim olmaksızın, haz olmaksızın, «ödev»in otomatı olarak çalışmak, düşünmek, duymak kadar hızla yıkan başka ne olabilir? Bu, tam da décadence’in reçetesidir, hatta budalalığın reçetesi… Kant, budala oldu. —Hem de Goethe ‘nin çağdaşıydı bu! Bu yazgı örümceği, Alman filozofunun ta kendisi sayıldı, —daha hâlâ da sayılıyor!… Almanlar için düşündüklerimi söylemeğe edebim elvermiyor… Fransız Devrimi’ni, devletin organik olmayan biçiminden organik biçimine geçiş diye gören Kant değil miydi? insanın ahlaksal yapısından başka birşeyle açıklanamayacak bir olay, tek bir örnekle «insanlığın iyiye eğilimi»nin bütünüyle kanıtlanabileceği bir olay olup olmadığını kendi kendine sormamış mıydı? Kant’ın yanıtı: «Bu, Devrim’dir.» Herşeyi, herbir şeyi yanlış kavrama içgüdüsü, doğaya aykırılığın içgüdüleşmesi, Alman décadence’inin felsefe olup çıkması — işte Kant budur! —

12.

Bir – iki şüpheciyi, felsefe tarihinin dürüst tipini bir yana ayırıyorum: geri kalanların, düşünsel dürüstlüğün daha ilk gereklerinden bile haberleri yoktur. Topu, hanımcıklar gibi davranırlar, bütün bu büyük gayretkeşler ve hilkat garibeleri —«güzel duygular»ı kanıtlama sayarlar, «dolu yüreği» tanrılığın körüğü sayarlar, kanmayı da doğruluğun ölçütü. En sonunda da Kant, olanca «Alman» masumluğuyla, bu yozlaşma biçimini, bu düşünsel vicdan eksikliğini, «pratik akıl» kavramı altında bilimselleştirmeğe çalıştı: akla boşverilen durumlar için bir akıl icadetti, yani, ahlakın dilegeldiği, «…malısın»lı yüce talebin dilegeldiği zamanlar için. Neredeyse bütün halklarda, filozofun rahip tipinin gelişmiş bir biçiminden başka birşey olmadığını savlarsak, rahipten kalan bu miras, bu kendi kendine kalpazanlık, şaşırtıcı olmaktan çıkar. Kişinin kutsal ödevleri varsa, örneğin, insanları iyileştirmek, kurtarmak, felaha erdirmek gibi; kişi tanrılığı yüreğinde taşıyorsa, ötelerin buyruğuna ağız görevi görüyorsa, böyle bir görevlenmeyle her türlü anlaşılabilirlik değerlendirmesinin dışındadır zaten, —hatta azizlenmiştir bile bu görevlenmeyle, hatta daha yüksek bir derecelenmeye ait bir tiptir!… Bir rahibe bilimden ne ki! O böyle şeylerin çok üstündedir! —Ve şimdiye dek de egemen olmuştur rahip! «Doğru» -«doğru olmayan» kavramlarını o belirlemiştir …

13.
Küçümsemeyelim bunu: biz bile, biz özgür tinliler bile «değerlerin yeniden değerlendirilmesi »yiz, bütün eski «doğru» – «doğru olmayan» kavramlarına karşı cisim bulmuş bir savaş ilanıyız, zafer ilanıyız. En değerli bakışlar en geç bulunur; en değerli bakışlar ise yöntemlerdir. Şimdiki bilimselliğimizin bütün yöntemleri, bütün varsayımları binyıllar boyu en derin horgörüyle karşılandı: kişi onlar yüzünden «doğru-dürüst» insanların çevresinden dışarı atıldı, —«tanrı düşmanı» sayıldı, hakikat horgörücüsü, «ecinni çarpmış» sayıldı. Bilimsel kişilik, şandala’ydı… İnsanlığın bütün pathos’u karşıydı bize —neyin doğru olması gerektiği konusundaki kavramı, neyin doğruluğun hizmetinde olması gerektiği konusundaki kavramı: her «…malısın», şimdiye dek bize karşı yöneltilmişti… Bizim ereklerimiz, bizim etkinliklerimiz, bizim sessiz; dikkatli; kuşkulu tarzımız —hepsi tamamiyle düşkün, horgörülesi göründü insanlığa, —sonunda da, bir ölçüde haklı olarak sorulabilir, acaba aslında bir estetik beğeni değil miydi, insanlığı bunca zaman körlük içinde tutan: doğruluktan pitoresk bir etki beklediler; aynı şekilde de bilenden, bilginden, duyular üzerinde güçlü bir etkilemede bulunmasını Bizim alçakgönüllülüğümüzdü onların beğenisine en çok aykırı düşen… Ah, nasıl da ele verirler kendilerini, tanrının bu baba-hindileri. —

14.
Akıllandık artık. Her bakımdan daha alçakgönüllü olduk, insanı artık «tin»den, «Tanrısallık»tan türetmiyoruz. Onu, geri, hayvanların arasındaki yerine koyduk. En güçlü hayvandır o bizim için, çünkü en kurnazıdır: bunun bir sonucudur tinselliği. Öte yandan, burada da dilegelmek isteyen bir kendini-beğenmişlikten koruyoruz kendimizi: sanki insan, hayvanların gelişmesinin büyük art niyetiymiş gibi. Hiç de yaratının tacı değildir o; her varlık, onun yanında, eşit bir yetkinlik basamağında durur… Bunu savlamakla da çok şey savlamış oluyoruz . insan, göreceli olarak, en bozuk yapılı hayvan, en hastalıklı hayvandır, içgüdülerinden en tehlikeli biçimde uzaklaşmış olan hayvan —tabiî, bütün bunlarla, aynı zamanda hayvanların en ilginci —Hayvanlarla ilgili, ilk kez Descartes, saygıdeğer bir cesaretle, hayvanı makina olarak anlamayı göze almıştı: bizim bütün fizyolojimiz bu önermenin kanıtlanmasına yöneliktir. Hem mantık açısından da insanı bir yana ayırmıyoruz, Descartes’ın bile daha yaptığı gibi: bugün insanla ilgili kavranan ne varsa, onun makina olarak kavrandığı kadarıyla geçerlidir. Eskiden insana, daha yüksek bir derecelenmenin çeyizi diye «özgür istem» verildi: bugün biz ondan istemini bile, bundan artık bir yeti anlaşılmaması gerektiği anlamında, geri aldık. Eski «istem» sözcüğü yalnızca bir sonuç durumunu imgelemeğe yarar, kısmen çelişen, kısmen uyuşan bir sürü uyarıyı zorunlukla izleyen bir çeşit tekil tepkiyi: —istem «işle»miyor artık, «devindirmiyor artık… Eskiden, insanın bilincinde, «tin»de, onun yüksek kökeninin, tanrısallığın kanıtı görüldü; insanı yetkinleştirmek için, ona, kaplumbağa gibi, duyularını içine çekmek, yeryüzüyle alışverişini kesmek, ölümlü beden örtüsünü bir yana atmak salık verildi: böylece geriye onun asıl önemli olan yanı, «saf tin» kalacaktı. Bu noktada da aklımız başımıza geldi: bilinçlenme, «tin», bizim için, organizmanın göreceli bir yetkinsizliğidir, bir deneme, tadına bakma,yanılma, bir sürü sinir kuvvetinin gereksizce harcandığı bir çabalamadır, —birşeyin yalnızca bilinçlendirilmekle yetkin hale getirileceğini yadsıyoruz «Saf tin», safi aptallıktır: sinir sistemini ve duyuları; «ölümlü beden»i hesap dışı bırakmak; yanlış hesap yapmaktır —başka birşey değil!…

15.
Ne ahlak, ne din, Hristiyanlık içindeki biçimleriyle, gerçekliğin herhangi bir noktasıyla ilintilidir. Bir sürü hayali neden («tanrı», «ruh», «ben», «tin», «özgür istem» —ya da «özgür olmayan istem»); bir sürü hayali etki («günah», «kurtuluş», «takdir», «ödek», «günahların bağışlanması»). Hayali varlıklar («tanrı», «tinler», «ruhlar») arasında bir alışveriş; hayali bir doğabilim (antroposentrik; doğal neden kavramının tam eksikliği); hayali bir psikoloji (bir sürü kendini yanlış anlama, bazı genel hoş ya da nahoş duyguların, örneğin nervus sympathicus durumlarının, dinsel – ahlaksal sapkınlıklarının simge diliyle yorumlanması, —«pişmanlık», «vicdan sızlaması», «şeytanın ayartısı», «tanrının yaklaşması»); hayali bir ereksellik («tanrının melekûtû», «kıyamet», «ebedi hayat»). —Bu saf uydurmalar dünyası ile düşler dünyası arasında da, birincisinin aleyhine, dağlar kadar fark vardır; düşler dünyası, gerçekliği tersinden de olsa yansıtır, oysa bu kurgular dünyası gerçekliği sahteleştirir, değersizleştirir, değiller. «Doğa» kavramı «tanrı»nın karşıt kavramı olarak ayarlanınca, «doğal» sözcüğü «günahkâr» anlamına gelmek zorundaydı, —bütün bu uydurmalar dünyası, köklerini, doğal olana (—gerçekliğe!—) karşı bir nefrette buluyordu, gerçek karşısında derin bir hoşnutsuzluğun dilegelişiydi… Bu da herşeyi açıklıyor. Gerçeklikten yalanlar yoluyla kaçıp kurtulmak için nedenleri olan kim? Gerçeklikten acı çeken. Ama gerçeklikten acı çekmek demek, kendisi bir bahtsız gerçeklik olmak demektir… Nahoş duyguların hoş duygulara ağır basmasıydı, bu uydurma ahlakın ve. dinin nedeni: bu ağır basma ise, décadence’in formülünü sağlar…

16.
Aynı sonuca, Hristiyan tanrı kavramının bir eleştirisi de ulaştırır. —Kendine olan inancını sürdüren bir halk, kendi öz tanrısına da sahiptir. Onda, kendisini üstte, tutan koşulları, kendi erdemlerini yüceltir,—kendinden duyduğu hoşnutluğu, güçlülük duygusunu, bunlar için müteşekkir olabileceği bir varlığa yansıtır. Zengin olan, vermek, dağıtmak ister; gururlu bir halk, kurban vermek için bir tanrıya gereksinim duyar… Din, bu koşullar altında, bir şükran biçimidir. Kişi kendisi için müteşekkirdir: bunun için bir tanrıya gereksinim duyar. —Böyle bir tanrı, yarar da zarar da verebilmeli, dost da düşman da olabilmelidir, —kişi ona iyilikte de. kötülükte de tapınır Bir tanrıyı yalnızca iyinin tanrısı olma durumuna sokan doğaya aykırı iğdişlenmişlik, burada her türlü çekiciliğini yitirirdi. Kişinin iyi olan tanrı kadar kötü olanına da gereksinimi vardır :kişi kendi varoluşunu yalnızca hoşgörüye, insancıllığa borçlu değildir ki… öfkeyi, öcü, kıskançlığı, alayı, kurnazlığı, şiddeti tanımayan bir tanrı, neye yarardı ki? Daha zafer kazanmanın ve yıkımın gerektirdiği çabalamanın baştan çıkarıcı zorluğunu bile tanımayan bir tanrı? Kişi böyle bir tanrıyı anlamazdı bile : ona niye sahip olsundu ki?—Ama tabiî: bir halk batmaktayken; geleceğe olan inancının, özgürlük umudunun hepten yitmekte olduğunu duyarken; boyuneğmek, en yararlı şey olarak, boyuneğmişin erdemleri, ayakta durmasının koşulları olarak, bilincine yerleşmekteyken, q zaman tanrısının da değişmesi zorunludur. Şimdi bir ödlek haline gelir o da, ürkek, alçakgönüllü olur, «ruh barışı» salık verir, nefretten; uzaklaşma, hoşgörü, dostu da düşmanı da «sevme» çağrısında bulunur. Sürekli ahlaksallık dağıtmaya başlar, her özel erdemin inine girer sürüne sürüne, herkesin tanrısı haline gelir, kişiye özel hale gelir,kozmopolit olur… Eskiden bir halkı, bir halkın güçlülüğünü, bir halkın ruhunda saldırgan ve güce susamış ne varsa, onları temsil ediyordu : şimdi ise, iyi bir tanrıdan başka birşey değil… Gerçekten de, tanrıların başka seçenekleri yok: ya güç istemidirler —öyle oldukları sürece de halk tanrıları olurlar — ya da gücün güçsüzlüğüdürler —o zaman da, zorunlu olarak, iyi hale. gelirler…

17.
Nerede güç istemi herhangi bir biçimde alçalıyorsa, her seferinde aynı zamanda fizyolojik bir gerileme, bir décadence vardır orada. Décadence’in tanrısı, en erkekçe erdemleri ve güdüleri budandığından, artık, zorunlukla, fizyolojik olarak gerilemişlerin, zayıfların tanrısı haline gelir. Onlar kendilerine zayıf demezler, «iyi» derler… Bir ipucu gerekmeden anlaşılıyor artık, tarihin hangi anında iyi bir tanrı ile kötü bir tanrı arasındaki ikilik uydurmasının olanaklı hale geldiği. Boyunduruk altına alınanlar, hangi içgüdüyle kendi tanrılannı «kendi başına iyi» durumuna indirmişlerse, aynı içgüdüyle, kendilerini boyunduruk altına alanların tanrılarının da iyi niteliklerini silip alırlar; efendilerinden, onların tanrısını şeytanlaştırarak öç alırlar. — iyi tanrı, bir o kadar da şeytan : ikisi de décadence’in yaratıkları. —Bugün hâlâ, Hristiyan tanrıbilimcilerin saflıklarına kanıp, tanrı kavramının «İsrael’in Tanrısı»ndan, halkın tanrısı olmaktan, Hristiyan tanrıya, bütün iyinin toplamı olmaya geçişinin bir ilerleme olduğu hükmüne nasıl olup da varılabiliyor? —Oysa Renan bile yapıyor bunu. Sanki Kenan’ın saflık konusunda tek bir iddiası olabilirmiş gibi! Oysa ki tam tersi bas bas bağırıyor. Tanrı kavramından, yücelen yaşamın varsayımları, bütün kuvvetli, yürekli, erkekçe, gururlu yanları giderilince, adım adım, yalnızca yorgunlar için bir dayanak, boğulanlar için bir can simidi olma durumuna düşünce, hepten fakir-fukara tanrısı, günahkârların tanrısı, hastaların tanrısı par excellence olunca, ve genel olarak tanrısal yüklem diye yalnızca «iyileştirici», «kurtarıcı» yüklemi sanki arta kalınca: neyin sözünü etmektedir ki böylesi bir değişim? tanrısal olanın böylesine bir indirgenmesi? —Tabiî: «Tanrının hükümranlığı» bu yolla genişlemiştir. Eskiden yalnızca kendi halkını, kendi «seçilmiş» halkını içerirdi. Sonra, halkının ta kendisi gibi, gurbete, gezginciliğe çıktı, o zamandan bu yana da hiçbir yerde durup dinelmedi: ta ki, sonunda heryerde yerleşik hale geldi, bu koca kozmopolit —ta ki, «büyük çoğunluğu» ve yeryüzünün yarısını kendi yanına çekti. Ama «büyük çoğunluğun» tanrısı, tanrıların bu demokratı, gene de gururlu bir put gibi tapınılan bir tanrı olamadı: hep Yahudi kaldı, inziva tanrısı olarak, bütün karanlık köşe -bucakların Tanrısı, bütün dünyanın bütün sağlıksız mahallelerinin tanrısı olarak kaldı… Onun yeryüzü hükümranlığı, tıpkı eskisi gibi, bir yeraltı hükümranlığı, bir düşkünler yurdu, bir souterrain hükümranlık, bir getto hükümranlığıdır… Ve kendisi de, öylesine soluk benizli, öylesine zayıf, öylesine, décadent… Soluk benizlilerin en soluk benizlileri bile, ona göre efendi olurlar, metafizikçi efendiler, kavram albino’ları. Bunlar onun çevresinde öylesine çok dolanırlar ki, sonunda o da, onların dolanmalarından hipnotize olarak, kendisi de dolanmaya başlar, örümcek olur, kendisi metaphyicus olur. Artık dünyayı kendi kendine, kendi içinden örmeğe başlar —sub specie Spinozae—, artık hep daha ince, hep daha uçuk biçimlere dönüştürür kendini, «ideal» olur, «saf tin» olur, «mutlak» olur, «kendi başına şey» olur… Bir tanrının düşüşü: tanrının «kendi başına şey» oluşu…

18.
Hristiyan tanrı kavramı —hasta tanrısı olarak tanrı, örümcek olarak tanrı, tin olarak tanrı— yeryüzünde ulaşılmış en yoz tanrı kavramlarından biridir; belki de tanrı tipinin batış sürecindeki en düşük seviye işaretini temsil eder. Tanrının, yaşamın aydınlanması ve bengi Evet’i olmak yerine; yaşamı çelecek kadar yozlaşması! Tanrıda yaşamın, doğanın, yaşama isteminin düşman ilan edilmesi! Tanrının, «dünyevi»liğin her türlü yalanlanması için, her türlü «öte dünya»lık yalanı için, formül haline gelmesi! Tanrıda hiç’in tanrısallaştırılması, hiçlik isteminin tanrısallaştırılması!…

19.
Kuzey Avrupa’nın güçlü ırklarının Hristiyan tanrıyı kendilerinden itip uzaklaştırmamış olmaları, onların dinsel yetenekleri için pek de onurlandırıcı değil; beğenileri konusunda ise, birşey söylemeyelim. Böylesine hastalıklı ve yaşlılıktan güçsüzleşmiş bir décadence yaratığının üstesinden gelebilmeleri gerekirdi. Ama, onun üstesinden gelememiş olmaları yüzünden de başlarına bela gelmiştir: onun hastalığını, yaşlılığını, çelişikliğini bütün içgüdülerine sokmuşlardır —o zamandan beri de artık hiçbir tanrı yaratamamışlardır! Neredeyse ikibin yıl, ve bir tek yeni Tanrı yok! Hep, boyuna, sanki haklı yerini bulmuş gibi, insandaki tanrı kuran gücün, creator spiritus’un bir ultimatum’u ve maximum’uymus gibi, Hristiyanlığın monotono-theist’liğinin bu zavallı tanrısı! Bu, sıfırdan, kavramdan, çelişmeden kurulmuş piç düşkünlük abidesi, içinde bütün décadence içgüdülerinin, ruhun bütün ödlekliklerinin ve bezginliklerinin kutsanmalarını buldukları çöp yığını!— —

20.
Hristiyanlığı yargılamakla, onunla akraba olan, hatta inananlarının sayısı daha fazla olan bir dine haksızlık etmek istemem : Budizme. ikisi de nihilist dinler olarak aynı sınıfa girerler —décadence dinleridir bunlar—, ama, en ilginç biçimde de biribirlerinden ayrılırlar. Şimdi karşılaştırılabilir olmalarını da, Hristiyanlığın eleştiricileri, Hint bilginlerine borçludurlar. —Budizm Hristiyanlıktan yüz kez daha gerçekçidir —bir nesnel ve serinkanlı soru sorma mirası taşır, yüzlerce yıl sürmüş bir felsefe geleneğinden sonra gelmiştir, bunun «tanrı» kavramı da, daha gelirken, giderilmiştir. Budizm, tarihin bize gösterdiği biricik sahici pozitivist dindir, bilgi kuramında bile (sert bir fenomenalizm—), artık, «günaha karşı savaş» demez, gerçekliğin hakkını vererek, «acıya karşı savaş» der. Onu Hristiyanlıktan derin bir biçimde ayıran da, ahlak kavramlarının kendini aldatıcılığını geride bırakmış olmasıdır, —Budizm, benim dilimle söylendikte, iyinin ve kötünün ötesinde durur. —Dayandığı ve göz önüne aldığı iki fizyolojik olgu vardır : İlkin, duyusallığın, incelmiş bir acı çekme yatkınlığı olarak dilegelen aşırı uyarılabilirliği, sonra, aşırı bir tinselleşme, kavramlara ve mantık işlemlerine dalmış uzun bir yaşam boyunca, kişilik güdüsünün «kişisel-olmayan»ın karşısında zarar görmesi. (—Bu iki durumu da, okurlarımdan en azından bazıları, benim gibi «nesnel» olanlar, kendi deneyimlerinden tanıyacaklardır.) Bu fizyolojik temel üzerinde bir depresyon oluşmuştur Buddha bu duruma hijyenik açıdan yaklaşır. Onun karşısına, açık havada yaşamayı, gezgin yaşamını; yiyeceklerde ölçülülüğü ve seçiciliği; bütün alkollü içkilerden kaçınmayı; aynı şekilde, safra yapan, kanı kızıştıran bütün tutkulardan kaçınmayı getirir; endişe olmayacak, ne kendi ne de başkaları için. Ya dinginlik veren ya da şenlendiren tasarımları geliştirir —başka türden tasarımlardan kurtulmak için de araçlar geliştirir, iyilikseverlik, iyilik yapmak, sağlığa yararlıdır. Dua etmek yasaktır, aynı şekilde, münzevilik de; hiçbir kesin buyruk yok, hiçbir zorlama yok, manastır topluluğunun kendi içinde bile (—isteyen çıkıp gidebilir—). Bütün bunlar, o aşırı uyarılabilirliği güçlendirmenin yollarıydı. Tam bu yüzden, başka türlü düşünenlere karşı savaşmayı öğütlemez; öğretisi, kin, çekemezlik, ressentiment duygularından başka hiçbirşeye karşı değildir (—«düşmanlığa çare düşmanlık değildir» : bütün Budizmin devindirici tekerlemesi…). Ve haklıydı: tam da bu tutkular, ana diyetik amaç bakımından tamamiyle sağlıksızdı. Karşısındaki bu son derece büyük bir «nesnellik»le (yani, bireysel çıkar duygularının zayıflamasında, ağırlık noktasının, «bencilliğin» yitirilmesinde) dilegelen tinsel bitkinlikle savaşmanın yolunu, en tinsel ilgi ve çıkarları bile, sıkı bir indirgemeyle kişiye geri getirmekte buldu. Buddha’nın öğretisinde bencillik ödev yerine geçer: «gerekli tek şey», «sen acıdan nasıl kurtulacaksın» ilkesi, bütün dinsel diyet’i düzenler ve sınırlandırır (—belki de burada o Atinalıyı anımsayabiliriz, saf «bilimselliğe» karşı aynı savaşı veren Sokrates’i; o da, kişisel bencilliği bilgi sorunları alanında bile. ahlak durumuna yükseltmişti.)

21.
Budizmin önkoşulları, çok ılıman bir iklim, törelerde büyük bir geniş yüreklilik ve hoşgörü, militarizm yok; ve hareketin ordusunu oluşturanlar da yüksek ve öğrenim görmüş toplum katmanları, istenen, neşelilik, dinginlik, en yüksek amaç olarak arzulardan arınmaktır, ve ulaşılır da bu amaca. Budizm yetkinliğe yalnızca ulaşmaya çabalayan bir din değildir: yetkinlik normal durumdur.—
Hristiyanlıkta aşağılanmış ve ezilmişlerin içgüdüleri önplana çıkar: burada amaçlarının peşine, düşenler, en alt katmanlardır. Burada meşgale olarak, can sıkıntısına karşı ilaç olarak günah kasuistiği, özeleştiri, vicdan engizisyonu uygulanır; burada tutkular, adına sürekli «tanrı» denen bir güçlü karşısında uyanık tutulur (dua yoluyla); burada, en yüksek olan erişilmez sayılır; bağış, «lütuf» sayılır. Burada açıklık da yoktur; köşe-bucak, karanlık hücre, Hristiyan çadır; burada beden horgörülür; hijyen duyusallık diye reddedilir; Kilise kendisini temizliğe karşı bile korur (—Mağribiler İspanya’dan uzaklaştırıldıktan sonra alınan ilk Hristiyanca önlem, halka açık hamamların kapatılması oldu; bunlardan yalnızca Cordoba’da 270 tane vardı). Yine Hristiyanca olan birşey, hem kendine hem başkalarına yönelik bir belirli hunharlık duygusu; başka türlü düşünenlere karşı bir nefret; peşe düşüp kovuşturma isteğidir. Karamsar ve kışkırtıcı tasarımlar önplandadır; en çok arzulanan, en yüksek adlar verilen durumlar, epilepsoid’lerdir; diyet öyle ayarlanmıstır ki, hastalıklı görünümleri kolaylaştırır ve sinirleri aşırı ölçüde uyarır. Hristiyanca olan, yeryüzünün efendilerine, «soylular»a karşı ölümüne bir düşmanlıktır —ve aynı zamanda gizli bir rekabet (—«beden» onlara bırakılır, yalnızca «ruh» istenir…). Hristiyanca olan, tinden, tinin gururundan, yürekliliğinden, özgürlüğünden, libertinaj’ından nefrettir; Hristiyanca olan, duyulardan nefrettir, duyuların neşelerinden, genel olarak neşeden nefret…

22.
Hristiyanlık ilk yetiştiği toprağı, en alt katmanları, antik dünyanın yeraltını terkettiğinde, barbar halklar arasında güç peşine düştüğünde, artık varsayması gereken, yorgun insan değil, içsel olarak yabanlaşmış ve içi içini yiyen insandı —kuvvetli ama çarpıklaşmış insan. Kendinden memnuniyetsizlik, kendinden acı çekme, burada Budistlerdeki gibi bir aşırı uyarılabilirlik ve acı çekebilirlik değildi, tersine, bir güçlü acı verme arzusu, iç gerilimi saldırgan eylemler ve tasarımlarla boşaltma arzusuydu. Hristiyanlık barbarca kavramlar ve değerler gereksiyordu, barbarlar üzerinde egemenliğini kurmak için : ilklerin kurbanı, akşam yemeğinde kan içme, tin ve kültürü horgörme; her biçimiyle, duyusal ve duyusal olmayan işkence; tapınmanın büyük görkemi. Budizm geç insanlar için bir dindir, iyilikli, yumuşak hale gelmiş, üst düzeyde tinselleşmiş, çok kolay acı duyabilen ırklar için (—Avrupa ona daha hiç hazır değil—) : Budizm, bu ırkların barışa ve neşeliliğe, tinsel olana bir perhiz koymağa, bedenin sertliklerini azaltmağa yönelmişlikleridir. Hristiyanlık ise yırtıcı hayvanlar üzerinde efendi olmak istiyordu; bulduğu yol da onları hasta yapmaktı, —zayıflaştırmak, Hristiyanca ehlileştirme, «uygarlaştırma» reçetesidir. Budizm uygarlığın sonunun ve yorgunlaşmasının dinidir, Hristiyanlığın önünde ise. uygarlık daha yoktur bile, —onu, belirli koşullarda kuracaktır.

23.
Budizm, bir daha söylersek, yüz kez daha soğukkanlı, , dürüst, nesneldir. Acısını, acı duyabilirliğini, kendi kendine, günah yorumu yoluyla saygıdeğer kılmak zorunda değildir artık. —düşündüğünü açıkça söyler: «acı çekiyorum». Barbarlar için ise acı kendi başına saygıdeğer birşey değildir: acı çektiğini kendi kendine kabul ettirebilmek için önce bir yorum gerekser (içgüdüsü, daha çok, acıyı yadsımaya, ona sessizce katlanmaya yöneliktir). Burada «şeytan» sözcüğü bir rahatlamadır : kişinin son derece güçlü ve. korkunç bir düşmanı vardır, —böyle bir düşmandan dolayı çektiği acıdan da utanması gerekmez.—
Hristiyanlığın temelinde, Doğu’ya ait bazı incelikler vardır. Herşeyden önce bilir ki, birşeyin kendi başına doğru olup olmadığı, hiç farketmez; ama, buna doğrudur diye inanılması, son derece önemlidir. Doğruluk ve birşeyin doğru olduğu inancı: biribirinden tamamiyle ayrı duran iki ilgi dünyası, neredeyse karşıt dünyalar, —bunlara biribirinden temelden farklı yollarla ulaşır kişi. Bu konuda bilgili olmak —bu, Doğu’da bilgeliğin ta kendisidir: Brahmanlar bunu anlamışlardı, Platon bunu anlamıştı, esoterik bilgeliğin her öğrencisi anlamıştı bunu. Örneğin günahtan kurtulduğuna inanmak mutluluk veriyorsa, bunun için gerekli olan, insanın günahkar olması değil, kendini günahkar hissetmesidir Genel olarak da, herşeyden önce gerekli olan inanç olunca, o zaman akıl, bilgi, araştırma gözden düşürülmelidir: doğruluğa giden yol, yasak yol haline gelir.— Güçlü bir umut, yaşam için, ortaya çıkmış herhangi bir tek gerçek mutluluktan çok daha büyük bir uyarıcıdır. Acı çekenlerin bir umut yoluyla ayakta tutulmaları gerekir; öyle bir umut ki, hiçbir gerçeklikle çelinemesin, —herhangi bir doyum yoluyla da giderilemesin: bir öte-umut. (Tam da bu özelliği, mutsuz insanları aynı durumda tutması yüzünden, umut Greklerce kötülüklerin en kötüsü sayılırdı, sahici haince kötülük: kötülük kabının dibindeki tortuydu o.) —Sevginin olanaklı olması için, tanrının kişi olması gerekir; en alt içgüdülerin söz sahibi olması için, tanrının genç olması gerekir. Kadınların tutkunlukları için bir yakışıklı azizin, erkeklerinki için de bir Meryem’in önplana çıkarılması gerekiyordu. Şu varsayımla ki, Hristiyanlık, Afrodit ya da Adonis kültlerinin cultus kavramının zaten belirmiş olduğu bir toprak üzerinde efendi olmak istiyordu. Saffet, cinsel perhiz koşulu da, dinsel içgüdünün şiddetini ve içtenliğini artırıyordu —tapınmayı daha sıcak, daha kendinden geçirici, daha manevi kılıyordu. —Sevgi, insanın şeyleri en olmadıkları gibi gördüğü durumdur. Sanrı gücü en yüksek noktasındadır, aynı zamanda tatlılaştırıcı, ferahlatıcı güç de. Kişi sevgi içindeyken, başka zamanlarda dayanabileceğinden çok daha fazlasına dayanır, herşeye katlanır iş, sevgi duyurabilecek bir din icadetmekteydi: böylelikle kişi, yaşamın fenalıklarının ötesine geçebilirdi —artık görmezdi bile onları. —Üç Hristiyanlık erdemi üzerine, inanç, sevgi, umut üzerine söyleyeceklerim bu kadar: bunlara üç Hristiyanca kurnazlık adını veriyorum. —Budizm, bu biçimde kurnaz olamayacak kadar gecikmiş, pozitivistleşmişti. —

24.
Burada, yalnızca, Hristiyanlığın ortaya çıkışıyla ilgili soruna değiniyorum. Bunun çözümünün ilk önermesi şu : Hristiyanlık ancak üzerinde yetiştiği topraktan hareketle anlaşılabilir, —bir karşıt-hareket, Yahudi içgüdüsüne karşı birşey değildir; bu içgüdünün tutarlı sonucu, onun korku verici mantığı içindeki bir ileri çıkarımdır. Kurtarıcı’nın dilegetiriş biçimiyle: «Felah Yahudilerden gelir». —İkinci önerme, de şu: Galile’li psikolojik tipi burada hâlâ görülebilir, ama ancak tam yozlaşmış biçimiyle (ki bu aynı zamanda bütünselliğini yitirmesi ve yabancı özellikler yüklenmesi demektir—) kullanıldığı amaç için yararlı olabilirdi —insanlık kurtarıcısı bir tip oluşturmak amacı.—
Yahudiler dünya tarihinin en ilginç halkıdır, çünkü, olmak ya da olmamak sorusu ile yüzyüze geldiklerinde, tam sinsice bir bilinçle, ne pahasına olursa olsun, olmayı seçmişlerdir.: paha da, bütün doğanın, bütün doğallığın, bütün gerçekliğin, bütün dış dünyanın olduğu kadar bütün iç dünyanın da, kökten bir biçimde sahteleştirilmesi olmuştur. O zamana dek bir halkın yaşayabilmesini, yaşama olanağı elde edebilmesini sağlamış bütün koşullara karşı engeller kurmuşlar, doğal koşullara karşıt bir kavrama biçimi yaratmışlardır, —sırasıyla, dini, tapınmayı, ahlakı, tarihi, psikolojiyi, onulmaz bir biçimde tersine, doğal değerlerinin çelişiklerine çevirmişlerdir. Aynı olguyla bir kez daha ve son derece büyütülmüş oranlarda, ama gene de yalnızca bir kopya olarak, karşılaşıyoruz: —Hristiyan Kilise’si, «azizlerin halkı »nın tersine, her türlü özgünlükten yoksundur. Yahudiler, bununla da, dünya tarihinin en alınyazıcı halkıdır: sonraki etkileriyle insanlığı öylesine sahteleştirmişlerdir ki, daha bugün bile bir Hristiyan, Yahudi-karşıtı duygular duyabilir, oysa kendisinin en son Yahudi çıkarımı olduğunu anlamaz.
Ahlakın Soykütüğü adlı kitabımda, ilk kez, soylu bir ahlak ile bir ressentiment ahlakının karşıtlığı kavramını psikolojik olarak ortaya attım; bunlardan ikincisi, birincisine karşı getirilen bir Hayır’dan kaynaklanır: bu ise, tamı tamına, Yahudi – Hristiyan ahlakıdır. Yaşamın yükselen devinimine, yeryüzünde nasiplilik, güç, güzellik, kendini – evetleme serimleyen herşeye Hayır diyebilmek için, burada, ressentiment’in deha olup çıkmış içgüdüsü, başka bir dünya yaratmak zorundaydı; öyle bir dünya ki, bu dünya açısından, yaşamı evetleme, bize fena olarak, kendi başına suçlanması gerekenin ta kendisi olarak görünsün. Psikolojik olarak hesaplandığında, Yahudi halkı, en inatçı yaşama kuvvetine sahip halktır; öyle. ki, olanaksız koşullar altında kalınca, kendi isteğiyle, kendini korumanın en derin kurnazlığıyla, her türlü décadence içgüdülerinin yanını tutar, —onların egemenliği altında olduğundan dolayı değil; onlarda, «dünya»ya karşı kullanmakla başarılı olabileceği bir güç sezinlediğinden dolayı. Bütün décadent’lerin ayna görüntüsüdürler onlar: sanrı olmaya varasıya, décadent olmayı serimlemek zorundaydılar; oyunculuk dehasının non plus ultra derecesiyle, her türlü décadence hareketinin doruk noktasına. yerleşmeyi (—Paulus’un Hristiyanlığı olarak—); bu hareketten de, yaşamın herhangi bir evetleyici yanından daha güçlü birşey yaratmayı bildiler. Décadence, Yahudilik ve Hristiyanlıkta güce ulaşmaya çalışan insan türü, bu rahipçe tür için, yalnızca bir araçtır: bu insan türünün yaşamsal çıkan, insanlığı hasta kılmaktı ve «iyi» ile «kötü», «doğru» ile «yanlış» kavramlarını, yaşam için tehlikeli ve dünyayı karalayıcı bir anlamda tersine çevirmekte yatıyordu. —

25.
İsrael’in tarihi, doğal değerlerin her türlü doğallıklarından çıkarılmasının tipik tarihi olarak, bulunmaz önemdedir: bu tarihin beş olgusunu ortaya koyuyorum. Başlangıçta, özellikle Krallık döneminde, İsrael de bütün şeylerle doğru, yani doğal ilişkiler içindeydi. Yahova’sı, onun güçlülük bilincinin, kendi başına neşenin, kendinden umutlu olmanın dilegelişiydi: ondan utku ve onma beklenir, onunla birlikte oldukça, doğanın halka gereksinimlerini sağlayacağına güvenilirdi —özellikle de yağmur. Yahova, İsrael’in tanrısıydı, dolayısıyla haklılığın Tanrısıydı: güçlü olan ve güçlü olmaktan dolayı da vicdanı rahat olan her halkın mantığı. Festival cultus’unda bir halkın kendini onaylamasının bu iki yanı dilegelir: yücelmesini sağlayan büyük kader için müteşekkirdir, yılın dönüşü ve hayvanları ile ürünlerinden aldığı bereket için müteşekkirdir. —Bu durum hüzün verici bir biçimde ortadan kalktıktan sonra da, uzun süre, bir ideal olarak kaldı: içeride karmaşa, dışarıda Asurlular vardı. Ama halk, en üst arzulanabilirlik olarak, şu Kral hayaline bağlı kaldı: iyi bir asker ve katı bir yargıç: özellikle şu tipik peygamber (yani halihazırın eleştiricisi ve hicivcisi), İşaya. —Ama bütün umutlar boşa çıktı. Yaşlı tanrı, bir zamanlar yapabildiklerinden hiçbirini yapamıyordu artık. Onu bir kenara bırakmak gerekiyordu. Ne oldu? Kavramı değiştirildi,—kavramı doğallıktan çıkarıldı: bunun pahasına, kalması sağlandı. —«Haklılığın» tanrısı Yahova,—artık İsrael ile birlikli, halkın kendi duyumunun dilegelişi, değil: artık yalnızca koşullar altında bir tanrı… Kavramı, rahip ajitatörler elinde bir alet haline geldi, her türlü mutluluğu yalnızca ödül, her türlü mutsuzluğu tanrıya itaatsizliğin ödeği, «günah» olarak yorumlayan ajitatörlerin: sözümona «ahlaki dünya düzeni»yle doğal «neden» ve «etki» kavramlarını tepesi üstüne çeviren bu en yalan yorum uydurması, ilkin ödül ile ödek yoluyla doğal nedensellik dünyanın dışına atılınca, şimdi, doğaya karşıt bir nedenselliğe gereksinim vardı: artık bütün öteki doğa-dışılıklar biribirini izledi. Talep eden bir tanrı —yardım eden, yol gösteren, temelde cesaretin ve kendine güvenin her mutlu esininin adı olan tanrı yerine… Ahlak, artık bir halkın yaşama ve büyüme koşullarının dilegelişi değil, en alt yaşam içgüdüsü değil; artık, soyutlaşmış, yaşama karşıt hale gelmiş, —düşgücünün temelden yozlaşması olarak, herşeyin «kem gözü» olarak ahlak. Nedir Yahudi ahlakı, nedir Hristiyan ahlakı? Rastlantının suçsuzluğunun katledilmesi, mutsuzluğun «günah» kavramıyla kirletilmesi; kendini iyi hissetmenin tehlike, «ayartı» olması; kendini fizyolojik olarak kötü hissetmenin vicdan kurdunca zehirlenmesi…

26.
Tanrı kavramı sahteleştirilmişti; ahlak kavramı sahteleştirilmişti: —Yahudi rahipliği bununla da kalmadı, İsrael’in bütün tarihi gereksiz hale gelmişti: atın gitsin! —Bu rahipler, İncil’in büyük bir bölümünün tanıklık ettiği q harika kalpazanlığı meydana getirdiler: kendi halklarının geçmişini, her aktarımla, her tarihsel gerçekle benzersiz bir biçimde alay ederek, dinsel biçime çevirdiler, yani, bu tarihi, budalaca bir felah mekanizması haline getirdiler: Yahova’ya karşı suç —ödek; Yahova’ya bağlılık —ödül. Bu aşağılık tarih kalpazanlığını çok daha keskin bir biçimde duyabilirdik, Kilise’nin bin yıllık tarih yorumu bizi historicis konusundaki dürüstlük gerekleri için neredeyse duyarsız hale getirmemiş olsaydı. Kilise’yi de filozoflar izledi: «Ahlaki dünya düzeni» yalanı, yeni felsefenin gelişmeleri içinde bile boydan boya uzanır. Ne anlama gelir «ahlaki dünya düzeni»? İnsanın neyi yapması, neyi yapmaması gerektiği konusunda bütün zamanlar için tek bir defada ortaya konmuş bir tanrı iradesi olduğu; bir halkın, bir bireyin değerinin, tanrının iradesine ne kadar çok ya da az boyun-eğildiğiyle ölçüldüğü; bir halkın bir bireyin kaderinde, tanrının iradesinin egemen, yani boyuneğiş derecesine, göre, ödeklendirici ve ödüllendirici olacağı. Bu zavallı yalanın ardındaki gerçek ise şöyledir: bir asalak insan türü, yaşamın bütün sağlıklı yapıları pahasına serpilen bir tür, rahip, tanrının adını kötüye kullanmaktadır : şeylerin değerini rahibin belirlediği duruma, «tanrının egemenliği»; böyle, bir durumun elde edilmesini ya da korunmasını sağlayacak araçlara, «tanrının iradesi» adını takar; soğukkanlı bir kiniklikle halkları, çağları, bireyleri, rahiplerin üstün gücüne yaradıkları ya da karşı çıktıkları açısından ölçer-biçer. Onları iş başında görmeli : Yahudi rahiplerin elinde, İsrael’in tarihindeki büyük çağ, bir düşüş çağı haline gelir; sürgün, uzun mutsuzluk dönemi, değişir, büyük çağ yüzünden çekilen bengi bir ödek olur —rahibin henüz bir hiç olduğu o çağ yüzünden… İsrael tarihinin güçlü, son derece özgür nitelikli kişiliklerini, gereksinime göre, zavallı korkak ikiyüzlüler haline, ya da «tanrısızlar» haline sokmuşlar, her büyük olayın psikolojisini, budalaca «tanrıya itaat ya da itaatsizlik» formülüne indirgemişlerdir. —Bir adım daha: «Tanrının iradesi»nin, yani rahibin gücünün korunma koşullarının, tanınması gerekir, —bu amaç için de bir «vahiy» gereklidir. Çevirirsek : büyük bir yazınsal kalpazanlık gereklidir, bir «Kutsal Kitap» keşfedilecektir, —bütün ruhani törensellikle, uzun «günah» dönemi için pişmanlık günleri ve sefalet çığırtkanlığıyla da kamuya tanıtılacaktır bu «kitap». «Tanrının iradesi» çoktan bellidir aslında: bütün bozukluk, insanların «Kutsal Kitab»a yabancılaşmış olmasındadır… Daha Musa’ya bile inmişti «Tanrının İradesi»… Ne olmuştu? Rahip, kesinlikle, en küçük kılları kırka yararak, kendisine verilecek en büyük ve. en küçük vergilere varasıya (—en leziz et parçasını da unutmadan, çünkü rahip beefsteak tıkınır), tek bir seferde formüle etmişti neyi elde etmek istediğini. «Tanrının İradesinin ne olduğu»nu… Artık bundan sonra, yaşam işleri öyle. düzenlenmiştir ki, rahip heryerde onsuz-edilemezdir; yaşamın her doğal olayında, doğumda, evlenmede, hastalıkta, ölümde (kurbanlardan, «ekmeğin bölünmesi»nden hiç söz etmiyoruz), bu kutsal asalak orada hâzır ve nazırdır, bütün bu işleri doğallıklarından çıkarmak: onun dilinde, «kutsamak» için… Çünkü kişi şunu kavramalı: her doğal töre, her doğal kurum (devlet, yargı düzeni, evlilik, hasta ve yoksulların bakımı), yaşam içgüdüsünden çıkan her gereksinim, kısacası, kendi içinde değeri olan herşey, rahibin asalaklığınca (ya da «ahlaki dünya düzeni»nce) temelden değersiz, değere karşıt kılınacaktır : sonradan bir kutsama gereklidir, —bir değer verici güç gerekir, doğayı bu açıdan değilleyen, bu yolla da ilkin bir değer yaratan bir güç… Rahip doğayı değersizleştirir, kut-dışı kılar: bunun pahasına sürdürür kendi varlığını. —Tanrıya, yani rahibe, «Yasa»ya itaatsizlik, artık «günah» adını alır; «tanrıyla barışmanın yolu», bilindiği gibi, rahibe boyuneğmenin daha da temelden sağlanmasının yoludur: ancak rahip «kurtara»bilir… Psikolojik olarak hesaplanınca, rahipler çevresinde örgütlenmiş her toplumda, «günahlar» olmadan edilemez: onlar, gücün sahici tutamaklarıdır; rahip, günahlar sayesinde yaşar, «günah işlenmesi» bir gerekliliktir onun için… Baş ilke: «Kim ki nedamet getirir, Tanrı onu affeder» —çevirirsek: kim ki rahibe boyuneğer,…—

27.

Böylesine sahte bir toprak üzerinde, her türlü doğanın,her doğal değerin, her gerçekliğin, egemen sınıfların en derindeki içgüdülerine karşı olduğu bir yerde büyüdü Hristiyanlık, ölümüne gerçeklik düşmanlığının o zamandan bu yana aşılmamış bir biçimi. «Kutsal Halk», elinde herşey için yalnızca rahip değerleri, yalnızca rahip sözleri kalmış halde, korku verici bir sonuç çıkarma tutarlılığıyla, yeryüzünde başkaca güç sahibi ne varsa, «kut-dışı» diye, «dünyevi» diye, «günah» diye kendisinden uzaklaştıran —bu halkın içgüdüsü son bir formül, kendini değilleme ölçüsünde mantıksal olan bir formül çıkardı ortaya: Hristiyanlık olarak, gerçekliğin en son biçimini de değilledi —«Kutsal Halk»ı, «Seçilmiş Halk»ı, Yahudi gerçekliğinin ta kendisini değilledi. Olay, birinci sınıf bir olay: Nasıralı İsa’nın adıyla vaftiz edilen küçük başkaldırma hareketi, bir kez daha Yahudi içgüdüsüydü, —başka biçimde söylersek, rahibi gerçeklik olarak çekemez hale gelen rahip içgüdüsü, bir Kilise’nin örgütlenmesinin belirlediğinden daha da soyutlanmış bir varoluş biçimini, daha da gerçek dışı bir dünya düşünü icadediyordu. Hristiyanlık «.Kilise’yi değilledi…
İsa, başkaldırının başlatıcısı olarak anlaşılsa, ya da yanlış anlaşılsa da, başkaldırının neye yönelik olduğunu görmezlikten gelmiyorum: bu, Yahudi Kilise’sine bir başkaldırmadan başka birşey değildi; sözcüğü bugün kullandığımız anlamda Kilise’ye. «iyilere ve Haklılara» karşı, «İsrael’in Kutsal Kişileri»ne karşı, toplumun yukarıdan aşağıya tabakalaşmasına karşı bir başkaldırıydı bu —toplumun yozlaşmasına karşı değil, üst sınıflara, ayrıcalıklara, düzene, kurallara karşıydı, «yüksek insanlar»a inançsızlıktı, rahip ve Tanrıbilimci olan ne varsa, burilara karşı getirilen Hayır’dı. Oysa, bu yolla bir an için bile olsa soru konusu yapılan o tabakalaşma, «suyun» ortasındaki Yahudi halkının üzerinde varlığını sürdürdüğü direkli yapı, ayakta kalabilmesi için zorlukla elde edilmiş son olanak, siyasal varoluşunun en son kalıntısıydı: ona yönelen bir saldırı, en derindeki halk içgüdüsüne, yeryüzünün gördüğü en inatçı halkın yaşam istemine bir saldırıydı. Bu kutsal anarşist, halkın alt tabakalarını, atılmışları ve «günahkarlar»ı, Yahudilik içindeki şandala’ları, egemen düzene karşı çıkmaya —hem de Evangelium’a inanacak olursak, bugün bile kişiyi Sibirya’ya gönderecek bir dille— çağıran bu kişi, bir siyasal suçluydu, işte, saçmalık derecesinde siyaset dışı olan bir toplulukta ne denli siyasal suçlu olunabilirse. Bu, onu çarmıha götürdü : kanıtı da çarmıhtaki yazıda vardır. O, kendi suçu yüzünden öldü, —boyuna savlandığı gibi, başkalarının suçları için öldüğünü gösteren hiçbir neden yok—

28.
Böylesine bir karşıtlığın bilincinde olup olmadığı sorusu, bambaşka bir sorudur, —böyle bir karşıtlık olarak yalnızca duyumsanmış olup olamayacağı sorusundan. Ve burada, ilk kez, kurtarıcı psikolojisi sorununa değiniyorum. —itiraf edeyim, pek az kitabı Evangelium kadar zorlukla okuyorum. Bu zorluklar, Alman tininin bilgince merakını ortaya sererek unutulmaz zaferler kutladığı zorluklardan farklı. Benim de, her genç bilim adamı gibi, incelmiş bir filologun kurnaz yavaşlığıyla, eşi bulunmaz Strauss’un keyfini sonuna dek gıdım gıdım çıkardığım günler, artık uzakta. O zamanlar yirmi yaşındaydım: artık o iş için fazlaca ciddiyim. Bana ne ki, «aktarım»daki çelişmelerden? Kutsallık efsaneleri ne zamandan beri «aktarım» oldu? Kutsalların öyküleri, varolan en çifte-anlamlı yazındır: bunun üzerinde, başka türden belgeler olmadıkça, bilimsel yöntemler uygulamak, benim için daha başından boşunalığa mahkumdur —salt bilgin boşgezerliği…

29
Beni ilgilendiren, kurtarıcının psikolojik tipi. Bu ise, Evangelium’a rağmen Evangelium’un içinde bulunabilir, hernekadar çarpıtılmış ya da yabancı çizgilerle örtülmüş de olsa: nasıl ki Assisi’li Franciscus’un tipi de, efsanelerinde, efsanelere rağmen, içerilir. Ne yaptığı, ne dediği, aslında nasıl öldüğü konusundaki hakikat değil: tipinin hâlâ tasarımlanabilir olup olmadığı, «aktarılmış» olup olmadığı sorusu bu. Evangelium’dan, hem de bir ruhun tarihini okuyup çıkarma çabalarından bildiklerim, bana tiksindirici bir psikolojik düzeysizliğin kanıtı gibi geliyor. Renan Efendi, bu psychologicis palyaçosu, İsa tipini açıklamak için, olabilecek en uygunsuz iki kavramı işe sokar: Deha kavramını ve Kahraman («heros») kavramını. Oysa eğer herhangi birşey Evangelium-dışı ise, bu, kahraman kavramıdır. Tam da her türlü mücadelenin, savaşım içinde olma duygusunun karşıtıdır burada içgüdü haline gelen: direnme yeteneğinin eksikliği, burada ahlak olmuştur («kötüye direnme», Evangelium’un en derin sözü, belirli bir anlamda, anahtarı), barış içindeki, yumuşaklık içindeki, düşman olamama içindeki mutluluk. «Mutlu Haber» nedir? Hakiki yaşam, bengi yaşam, bulunmuştur —vaadedilmiş de değildir, buradadır zaten, sizin içinizdedir: sevgi içindeki yaşam, çekintisiz ve kısıntısız, mesafesiz sevgi içinde. Herkes Tanrının evladıdır —İsa hiç de yalnızca kendisi için birşey savlamamaktadır— Tanrının evladı olarak herkes herkesle eşittir… İsa’yı kahraman yapmak! —Ya peki «deha» sözcüğü nasıl bir yanlış anlama! Bizim bu kavramımız, bizim kültür kavramımız «deha», İsa’nın yaşadığı dünya içinde hiçbir anlam taşımazdı. Bir fizyologun sertliğiyle söylersek, burada bambaşka bir sözcük daha uygun düşer: budala sözcüğü. Dokunma duyusunun bir hastalıklı duyarlılık durumunu biliyoruz, kişiyi hertürlü temastan, katı bir nesneyi tutmaktan kaçındıran bir durum. Böyle bir psikolojik habitus’u en son mantığına götürürsek —her gerçekliğe karşı içgüdüsel nefret, «ele gelmeyen»in, «kavranamayan»ın içine kaçış, her biçimlenmeye, her zaman ve uzam kavramına, sağlam, töre, kurum, kilise olan herşeye karşıtlık, hiçbir gerçeklik türünün dokunamadığı bir dünyada rahat etmek, yalnızca «içsel» olan bir dünyada, «hakiki» bir dünya, «bengi» bir dünya… «Tanrının melekûtu sizin içinizdedir»…

30.
Gerçekliğe karşı içgüdüsel nefret : Aşırı bir acı ve uyarılma duyarlılığının, her dokunuşu çok derinden duyumsadığı için artık «dokunulmak» istemeyen bir duyarlığın sonucu.
Her türlü iticiliğin, her türlü düşmanlığın, duygularda her sınır ve mesafenin içgüdüsel yadsınması: Aşırı bir acı ve uyarılma duyarlılığının sonucu, her direnmeyi, direnmek zorunda kalmayı hemen dayanılmaz bir ızdırap (yani tehlikeli, kendini koruma içgüdüsünün önlem alınması için uyardığı birşey) olarak duyumsayan, mutluluğu (hazzı) yalnızca, artık hiç, artık hiçkimseye, ne fenaya ne de. kötüye direnmemekte bulan bir duyarlık, —tek, en son yaşam olanağı olarak, sevgi…
Bunlar, kurtuluş öğretisinin üstünde, içinde yetiştiği iki fizyolojik gerçekliktir. Bunları, Hedonizm’in, tamamiyle hastalıklı bir temel üzerinde, alttan alta gelişmesi sayıyorum. Epikuros’culuk da, Grek canlılığı ve sinir gücünden aldığı önemli ölçüdeki payla da olsa, tekTanrı öncesi kurtuluş öğretisi olarak, bunların akrabasıdır. Epikuros, tipik bir décadent: onun bu yanını ilk tanıyan benim. —Acıdan korkmak, sonsuz derecede küçük acıdan bile —bu, bir sevgi dininden başka birşeyle sonuçlanamazdı…

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments