Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFriedrich Wilhelm NİETZSCHEHristiyanlığı Eleştiri Denemesi (3.Bölüm) | Deccal - Friedrich Nietzsche

Hristiyanlığı Eleştiri Denemesi (3.Bölüm) | Deccal – Friedrich Nietzsche

50.
—Burada, tam da «inananlar»ın kendilerine yarayabilecek bir «inanma», bir «inananlık» psikolojisi geliştirmekten dolayı kendimi bağışlıyorum. Bugün hâlâ, «inançlı» olmanın — ya da bir décadence’in, kırık bir yaşam isteminin simgesi olmanın— ne denli namussuzluk olduğunu bilmeyenler varsa, yarın öğrenecekler bunu. Benim sesim ağır işitenlere bile ulaşır. —öylegözüküyor ki, yanlış işitmemişsem, Hristiyanlar arasında bir tür doğruluk ölçütü var; buna da «kuvvetlilik kanıtı» deniyor. «İnanç mutluluk verir, demek ki doğrudur.» —Burada yapılacak ilk itiraz, tam da mutlanmanın, kanıtlanan değil, vaadedilen birşey olduğu: «inanma» koşuluna bağlanmış mutluluk, —kişi mutlu olmalıdır — çünkü inanmaktadır…Ama, rahibin inanana vaadettiklerinin, hiçbir denetimin ulaşamayacağı «öte»de sahiden ortaya çıkacağını nasıl kamtlamalı? —Sözümona «kuvvetlilik kanıtı», öyleyse, inanma için vaadedilen etkinin ortaya çıkmazlık etmeyeceği üzerine, yine, bir inançtır. Formüle edersek: «İnanıyorum ki, inanç mutlu kılar; —demek ki, doğrudur.» —Ama bununla iş bitti bile. Bu «demek ki», bir doğruluk ölçütü olarak absurdum’un ta kendisi olurdu. —Ama, biraz esnek davranalım, varsayalım ki mutlu kılınma inanç yoluyla kanıtlanmış olsun — yalnızca arzulanmış, yalnızca bir rahibin biraz kuşkulu ağzıyla vaadedilmiş olmasın mutluluk —teknik adıyla haz, herhangi bir biçimde doğruluk kanıtı olabilir mi? Öylesine olamaz ki, «ne. doğrudur» sorusu üzerine haz duyumları da söz sahibi olunca, bu neredeyse karşıt bir kanıt oluşturur, en azından da «doğruluk» konusunda güçlü bir kuşku uyandırır. «Haz» kanıtı, ancak «haz» için bir kanıttır, —başka birşey değil; dünyanın neresinden çıkıyor ki, doğru yargılar yanlışlardan daha çok hoşnutluk yaratsınlar, ve bir önceden kurulmuş uyuma uyarak, yanlarında zorunlu olarak haz duyguları getirsinler? —Bütün kesin, derin yapılı tinlerin deneyimi bunun tersini söyler. Kişi, atacağı her doğruluk adımı için, kendisiyle savaşmak zorundadır; yüreğinin, yaşam sevgisi ve güveninin bağlı olduğu herşeyi buna feda etmek zorundadır. Bu da ruh büyüklüğü gerektirir: doğruluğa hizmet, en güç iştir. —öyleyse, tinsel konularda dürüst olmak ne demektir? Kişinin kendi yüreğine karşı sert olması, kişinin «güzel duygular»! horgörmesi, kişinin her Evet ve Hayır’ı bir vicdan işi yapması! — —— inanç mutluluk verir: demek ki, yalan söyler…

51.
İnancın belirli koşullarda mutluluk vereceği, bir sabit fikirden çıkan mutluluğun, mutluluktur diye çıktığı fikri doğru kılmayacağı, inancın gerçi dağları yerinden oynatamayacağı, ama önceleri dağ olmayan yerlere dağlar kondurabileceği : bir tımarhanede yapılacak kısa bir gezinti bu konulara yeterince açıklık getirir Tabiî ki bir rahip için değil: çünkü o, içgüdüsüyle, hastalığın hastalık, tımarhanenin de tımarhane olduğunu, yadsır. Hristiyanlığın hastalığa gereksinimi vardır, nasıl ki Grekliğin bir sağlık fazlalığına gereksinimi vardı, — hastalandırmak, Kilise’nin iyileştirme işlemlerinin bütün dizgesinin sahici artniyetidir. Ve Kilise’nin kendisi de —:bu, en son ülkü olarak, katolik tımarhane değil mi? —Bütün yeryüzü tek bir tımarhane? —Dindar insan, Kilise’nin istediği biçimiyle, tipik bir décadent’tir; bir halk üzerinde dinsel bir bunalımın ortaya çıktığı her zaman dilimi, hep, sinir hastalıklarının yaygınlaştığı dönemlerdir; dindar insanın «iç dünyası», aşırı heyecanlanmış ve bitkinleşmiş insanın «iç dünyasına karıştırılacak ölçüde benzer; Hristiyanlığın değerlerin en değerlileri diye insanlığın tepesine astığı durumlar, saralılığın biçimleridir. —Kilise yalnızca delileri yada büyük dolandırıcıları in majorem dei honorem aziz ilan etmiştir… Bir kez, Hristiyanlığın bütün nedamet getirme ve felaha erme training’ine (bu bugün en iyi biçimiyle İngiltere’de incelenebilir) yöntemli olarak yaratılmış bir folie circulaire denebileceğini belirtmiştim, tabiî ki, buna zaten hazır, yani temelden hastalıklı bir toprak üzerinde. Kimsenin elinde değildir, Hristiyan olmak: kişi, Hristiyanlığa «döne»mez, —bunun için önce yeterince hastalanması gerekir… Biz ötekiler, sağlık için ve horgörü için cesaret sahibi olanlar, biz acaba ne denli horgörmeliyiz bedeni yanlış anlamayı öğreten bir dini! ruhla ilgili batıl inancı elinden bırakmak istemeyen bir dini! yetersiz beslenmeyi bir «yararlılık» haline getiren! sağlıklılıkla, bir tür düşman, şeytan, ayartılmış gibi savaşan! kişinin kadavralaşmış bir bedende «yetkin bir ruh» taşıyabileceğine; bunun için de yeni bir «yetkinlik» kavramını, bir benzi uçuk, hastalıklı, budalaca gayretkeş varlık tarzını, sözümona «kutsanmışlığı» —kendisi de yoksullaştırılmış, sinir sistemi bozulmuş, iflah etmezcesine yozlaştırılmış bedenin yalnızca bir hastalık belirtisi dizisi olan kutsanmışlığı— edinmesi gerektiğine kendini inandırmış bir dini!… Hristiyan hareket, bir Avrupa hareketi olarak, her türden atıkların ve artıkların toplu hareketidir: (—bunlar, Hristiyanlık aracılığıyla güce ulaşmak istemektedirler). Bu hareket, bir ırkın batışını dilegetirmez; her yandan biraraya gelerek kendilerini arayan décadence biçimlerinin bir yığınsal oluşumudur. İnanıldığı gibi, Hristiyanlığı olanaklı kılan, eskilerin, soylu eskilerin yozlaşmaları değildir: bugün bile hâlâ böylesi bir kanıyı ayakta tutan öğrenim görmüş budalalığa da ne kadar karşı çıkılsa yeridir. Hastalıklı, yoz sandala kesimleri bütün Imperium içinde hristiyanlaşmaktayken, tam da karşıt tip, soyluluk, en güzel ve en olgun biçimiyle ortadaydı. Çoğunluk egemen oldu; Hristiyan içgüdülerinin demokratikçiliği zafer kazandı… Hristiyanlık «ulusal» değildi, ırk temelli değildi, —yaşamın her türden bozuk kalıtımlılarına hitap ediyordu, müttefikleri heryerdeydi. Hristiyanlık, temelden hastalıklı olanların rancune’unu, sağlıklılara karşı, sağlıklılığa karşı yönlendirmiştir. Nasipli, . gururlu, yürekli ne varsa, herşeyden önce de güzelliği, işitmek, görmek, ona acı veriyordu. Paulus’un paha biçilmez sözlerini yeniden anımsatıyorum. «Dünyanın zayıf şeylerini, dünyanın akılsız şeylerini, dünyanın âdi ve hor görünen şeylerini seçti tanrı» : buydu formül, inhoc signo zafere ulaştı décadence. — Çarmıhtaki Tanrı —bu simgenin korkunç düşünsel arkaplanı hâlâ anlaşılmıyor mu? —Ne ki acı çeker, ne ki çarmıha gerilir, o, tanrısaldır… Hepimiz çarmıha gerilmişiz, demek ki biz tanrısalız… Yalnızca biz tanrısalız… Hristiyanlık bir zaferdi, soylu bir anlayış, ona yenilip battı, —Hristiyanlık, bugüne dek insanlığın başından geçen en büyük talihsizliktir.— —

52.
Hristiyanlık her türden tinsel nasipliliğin de karşıtıdır, —ancak hasta akıl, Hristiyan aklı olarak onun işine yarayabilir, her türden ahmaklığın yanında yer alır, «tin»e, sağlıklı tinin superbia’sına lanet okur. Hastalık, Hristiyanlığın özünde bulunduğundan, tipik Hristiyanca durum, «inanç» da, bir hastalık biçimi olmak zorundadır. Şüphe bile bir günahtır…Rahibin psikolojik temizlikten tam yoksunluğu —bunu gözlerinin bakışı ele verir—. décadence’in bir sonuç görüntüsüdür, —histerik kadınlara, bir de, raşitik eğilimli çocuklara bakmak yeter, içgüdüsel sahteliğin, yalan söylemek için yalan söylemenin bir haz olmasının, düz bakamamanın ve düzgün adım atamamanın, nasıl décadence ifadeleri olduğunu anlamak için. «İnanç», doğru olanı bilmek istememek demektir. Pietist, iki cinsiyetli rahip de, sahtedir, çünkü hastadır: içgüdüsü, doğruluğun hiçbir noktada söz sahibi olmamasını talep eder. «Hastalandıran, iyidir; doluluktan, fazlalıktan, güçten gelen, fenadır» : böyle duyar inananlar. Yalan karşısında özgür olamama —buradan tanırım ben her önceden belirlenmiş tanrıbilimciyi —Tanrıbilimcinin bir başka göstergesi de, filolojik yetisizliğidir. Filolojiden burada, çok genel bir anlamda, iyi okuma sanatı anlaşılmalıdır, —olguları, yorumlarla sahteleştirmeyen bir anlama çabası içinde, dikkati, sabrı, inceliği yitirmeden, oldukları gibi görebilmek. Yorumda ephexis olarak filoloji: söz konusu olan, ister kitaplar, ister gazete haberleri, ister alınyazıları ya da havadurumu olguları olsun, —«ruhun sağalması»ndan hiç söz etmiş olmayalım… Bir tanrıbilimcinin» Berlin’de de olsa, Roma’da da, bir «kitap sözü »nü, ya da bir yaşantıyı yorumlaması, ya da örneğin ülkesinin hükümdarının bir zaferini Davud’un ilahilerinin yüce. aydınlığına yatırarak yorumlaması, her seferinde öylesine cüretkârcadır ki, bunun karşısında bir filologun saçını başını yolası gelir. Ya Şvabistanlı Pietistler ve başka sığırlar, kendi varlıklarının zavallı sıradanlığını ve ahır kokusunu, «tanrının eli»yle bir «kutsanmışlık», bir «takdir-i ilahi», bir «salâh tecrübesi» mucizesine dönüştürüverdiklerinde ne yapsın filolog! Dürüstlük bir yana, bunlarda en alçakgönüllü bir nebze, düşüncelilik olsaydı, bu yorumcular, tanrının el becerisini böylesine kötüye kullanmalarındaki çocuksu hilebazlığı görmek zorunda kalırlardı. Bundan da az bir nebze saygılılık sahibi olsaydık, nezlemizi iyileştiren, ya da tam fırtına patlayacakken, bizi zamanında bir arabaya yetiştiren tanrının, bize öylesine saçma bir tanrı olarak gelmesi gerekirdi ki, varolsaydı bile, kişinin onu defetmesi gerekirdi. Hademe olarak tanrı, posta memuru olarak tanrı, takvim düzenleyicisi olarak tanrı, —temelde, her türlü raslantının en budalaca türü için bir sözcük… «Tanrısal öngörü», bugün «eğitilmiş Almanya»da yaklaşık her üç insandan birinin hâlâ inandığı biçimiyle, tanrıya karşı, daha güçlüsü hiç düşünülemeyecek bir itiraz oluştururdu. Almanlara karşı bir itiraz oluşturduğu ise, kesin!…

53.
—Bir konuda şehit verilmiş olması, o konunun doğruluğu için birşey kanıtlamaktan öylesine uzaktır ki, herhangi bir şehidin herhangi bir zaman doğruluk ile herhangi bir alışverişi olduğunu yadsımak geliyor içimden. Bir şehidin doğru saydıklarını dünyanın kafasına vuruş biçimi bile öylesine düşük bir zihinsel dürüstlük düzeyi, «doğruluk» sorunu konusunda öylesine bir güdüklük dilegetirir ki, kişinin bir şehidin söylediğinin yanlış olduğunu kanıtlaması bile gerekmez. Doğruluk, birinin sahip olduğu ve bir başkasının da sahibi olmadığı birşey değildir : doğruluk konusunda olsa olsa köylüler ya da Luther türü köylü havarileri böyle düşünebilir. Şundan emin olunabilir ki, tinsel konulardaki vicdan düzeyi ne denli yüksekse, bu konulardaki alçakgönüllülük, gönüllülük, o denli büyük olacaktır. Beş şey bilmek, ve nazik bir biçimde, başka şeylerin bilgisini geri çevirmek. «Doğruluk», bu sözcüğün, her peygamberin, her mezhepçinin, her özgür tinlinin, her sosyalistin, her kilise adamının anladığı anlamıyla, küçük, en küçük bir doğrunun bulunması için bile gerekli tinsel yetişme ve kendini aşmanın daha başlangıcında olunmadığının tam bir kanıtıdır. —Şehit olarak ölmek, arada söyleyelim, tarih için büyük bir şanssızlık olmuştur: bu, baştan çıkarmıştır. Bütün ahmakların, bu arada kadınların ve halkın da çıkardığı sonuç; birisi onun uğruna öldü diye (ya da, hatta, ilk Hristiyanlıktaki gibi ölüme susamışlık-salgınları yarattı diye), bir konunun öneminin ortaya çıktığı sonucu, —bu sonuç, incelenmeye, inceleyici ve dikkatli tine, ölçülmez derecede ket vurmuştur. Şehitler, doğruluğa zarar vermişlerdir. Bugün bile, en sıradan tarikatçılığın saygın bir san elde etmesi için tek bir kaba kovuşturmaya uğraması yetiyor. —Ne yani? birisi onun için yaşamı terkediyor diye, birşeyin değerinde bir değişiklik mi meydana geliyor? —Saygın hale gelmiş bir yanılgı, bir ek ayartıcı etki kazanmış bir yanılgıdır : sanıyor musunuz ki, siz Tanrıbilimci Efendiler, yalanlarınız için şehitler yaratmanıza izin vereceğiz? —Bir konunun geçerliğini ortadan kaldırmanın yolu, onu saygıyla rafa kaldırmaktır, —tanrıbilimcileri ortadan kaldırmanın yolu da budur… Bütün kovuşturucuların dünya – tarihsel budalalıkları, tam da düşmanı oldukları konuya saygınlık görünümünü kendi elleriyle kazandırmalarıdır, —ona şehitliğin olağanüstü çekiciliğini hediye etmekle… Bugün bile, kadınlar, bir yanılgının önünde diz çöküyorlar, çünkü birisi onlara birisinin bunun için çarmıhta öldüğünü söylemiş. Ya peki çarmıh bir kanıtlama mıdır — — Bu konuda ise, tek biri var, bütün bu konularda asıl sözü söyleyen, binlerce yıldır söylenmesi gerekli sözleri söyleyen, — Zerdüşt.
Kanla işaretler yazarlar yürüdükleri yolda, ahmaklıkları da onlara öğretir ki, kişi kanla hakikati kanıtlar.
Oysa kan, en kötü tanığıdır hakikatin; kan, en saf öğretiyi bile zehirler, yürek çılgınlığına, yürek nefretine dönüştürür.
Ve birisi öğretisi için ateşin içinden geçse, —neyi kanıtlar ki bu? Çok daha önemlisi, kendi yangınından kendi öğretisinin çıkması.

54.
Kişi aldanmaya kapılmamalı: büyük tinliler, kuşkucudurlar. Zerdüşt bir kuşkucudur. Güçlülük, tinin kuvvetinden ve üstkuvvetinden gelen özgürlük, kendini skepsis yoluyla kanıtlar. Kanılara varmış insanlar, değerlilik ve değersizlik konusunda söz konusu bile olmazlar Kanılar tutsaklıklardır. Şu, yeterince uzağı göremez; bu, kendi altını göremez : oysa değer ve değersizlik konusunda söz sahibi olmak için, kişinin beşyüz kanıyı kendi altında görmesi gerekir, — ardında görmesi gerekir… Bir tin, büyük şeyler istiyorsa; bunlara ulaşmanın yolunu da istiyorsa, zorunlu olarak kuşkucudur. Her türlü kanıdan bağımsızlık, güçlülüğe aittir, özgürce görebilmeye… Büyük tutku, bu tinin varlığının temeli ve gücü, kendi olduğundan daha aydınlık, daha despotça, onun bütün düşün gücünü eline alır; kut-dışı araçlar için bile yüreklendirir; belirli koşullarda kanılar edinmesine bile izin verir. Araç olarak kanılar: kişi birçok şeye bir kanı aracılığıyla ulaşır. Büyük tutku, kanıları kullanır, harcar; onlara boyun-eğmez, —bilir, kendisinin egemen olduğunu. —Ters taraftan : İnanma gereksinimi, herhangi bir koşulsuz Evet ya da Hayır gereksinimi, Carlyle’cılık, bir zayıflık gereksinimidir, inançlı insan, her türden «inanan», zorunlu olarak bağımlı insandır, — kendini amaç olarak koyamayan, genel olarak kendi kendinden hareketle amaç koyamayan biri, «Mümin», kendine ait değildir, o ancak araç olabilir, onun kullanılması gerekir, kendisini kullanacak birisini gerekser. Onun içgüdüsü, bir kendiliksizleşme ahlakına en büyük onuru tanır: herşey, onu bu ahlaka bağlar —kurnazlığı, deneyimi, kendini beğenmişliği. Her inancın kendisi, bir kendiliksizleşme, bir kendine yabancılaşma ifadesidir… Büyük çoğunluk için zorlanmanın; yüksek bir anlamda kölelik gibi bir kendi dışlarından onları bağlayan ve yerlerinde tutan düzenleyicinin ne denli gerekli olduğu; köleliğin de, isteme yetisi zayıf insanın, özellikle kadının serpilip başarılı olmasının ilk ve. son koşulu olduğu göz önüne getirilirse, o zaman, kanılar da, «inanç» da, anlaşılır. Kanılı insan, belkemiğini kanıda bulur. Birçok şeyi. görmemek, hiçbir konuda yansız olmamak, her konuda yandaşlık etmek, bütün değerler konusunda kesinkes ve zorunlu bir optik sahibi olmak —bunlar, böyle bir tür insanın genel olarak varolabilmesini belirleyen koşullardır. Oysa, bu koşullarda, bu tür insan, doğruluklu insanın—doğruluğun kendisinin karşıtı, düşmanıdır… inanan, neyin «doğru» olduğu neyin olmadığı sorusu için herhangi bir vicdan sahibi olmakta özgür değildir: bu noktada dürüst olsaydı, bu onun batışı olurdu Patolojik olarak belirlenmiş optiği, kanıya varmış kişiyi fanatik haline sokar —Savonarola, Luther, Rousseau, Robespierre, Saint – Simon— güçlü, özgürleşmiş tinin karşıt tipi. Ama, bu hasta tinlerin, bu kavramsal saralıların büyük gösterişlilikleri, büyük kitle üzerinde etkili olur,—fanatikler pitoresktirler, insanlık da nedenler işitmekten çok, gösteri seyretmekten hoşlanır…

55.
—Kanının, «inanma»nın psikolojisinde bir adım daha. Kanılar doğruluğun yalanlardan daha büyük düşmanları olmasın sakın, sorusunu göze alıp ortaya atışım, epeydir (İnsanca, Pek İnsanca, s. [331]). Bu kez de karar verici soruyu soruyorum: yalan ile kanı arasında herhangi bir karşıtlık var mı? —Bütün dünya olduğuna inanıyor; ama bütün dünya daha nelere inanmıyor ki! —Herbir kanının, kendi tarihi, ilk biçimleri, denemeli yanılmalı kavranmaları vardır: önceleri uzun bir süre hiç de kanı değilken, sonradan, daha da uzun bir süre pek de kanı olmayan bir hale, en sonunda da kanı haline gelir. Acaba —kanının bu ilk kuluçkalık biçimleri arasında yalan da yok muydu? —Bu arada gerekli olan da yalnızca kişilerin değişmesiydi: Babada henüz yalan olan, oğulda kanı haline gelirdi. —Yalan dediğim de şudur: kişinin, gördüğü birşeyi görmemiş olmayı istemesi, gördüğü birşeyi öyle görmemiş olmayı istemesi: yalanın tanık önünde ya da tanıksız olması önemli değildir. En yaygın yalan, kişinin kendi kendine söylediği yalandır; başkalarına yalan söylemek, göreceli olarak ender bir durumdur. —imdi, bu görmüş olduğunu görmemiş olmayı istemek, onu öyle görmemiş olmayı istemek, herhangi bir anlamda yantutmanın neredeyse ilk koşuludur: yan tutan insan, zorunlukla yalancı hale gelir. Alman tarih yazımının bir kanısı, örneğin, Roma’nın bir despotluk yönetimi olduğu, Germenlerin de özgürlük havasını dünyaya getirenler olduğudur: bu kanıyla bir yalan arasında ne fark var? Kişi niye hâlâ şaşıyor ki, bütün yandaşlıkların, bu arada Alman tarihçilerin de, içgüdüyle, ahlakın büyük sözlerini ağızlarına almalarına, —ahlakın, bu tür yanlı insanın ona her an gereksinimi olduğundan dolayı varlığını sürdürdüğüne? — «Biz bu kanıdayız: bütün dünya önünde onu yükleniyoruz, onun için yaşıyor, onun için ölüyoruz,— kanıları olan herşeye saygı!» —Buna benzer şeyleri Antisemitlerin bile ağızlarından işittim. Tersine, Efendiler! Bir Antisemit, bir ilkeden çıkarak yalan söylüyor diye hiç de daha saygın hale gelmez… Rahipler bu konularda daha incedirler ve bir kanının kavramında ilkesel, çünkü amaç için gerekli bir yalancılığın bulunduğu itirazını gayet iyi anlayarak, bununla karşılaşınca, Yahudilerden bu yana, «tanrı», «tanrının iradesi», «tanrının vahiyi» kavramını ortaya sürme kurnazlığını göstermişlerdir. Kant bile, Kesin Buyruğu’yla, aynı yolu tuttu: bu noktada onun Akıl’ı Pratik hale geldi. —Öyle sorular vardır ki, bunların doğruluğu ve doğru olmaması konusunda karar vermek insanın elinde değildir; bütün yüksek sorular, bütün yüksek değer sorunları, insan aklının ötesindedir… Aklın sınırlarını kavramak — budur ilkin sahici felsefe… Tanrı insana niye vahiy indirdi? Tanrı gereksiz, boş bir iş yapabilir mi? insan kendiliğinden iyi ve kötünün ne olduğunu bilemez, tanrı bu yüzden ona kendi iradesini gösterdi… Çıkarılacak ders: rahip yalan söylemiyordur, —onun söz konusu ettiği şeyler üzerine «doğru» ya da «doğru değil» soruları, yalan söylemeye hiç mi hiç elvermez. Çünkü yalan söyleyebilmek için, burada neyin doğru olduğuna karar verebilmek gerekir. Oysa insan tam da bunu yapamaz; böylece, rahip tanrının sözcüsüdür sadece —Böylesine bir rahipçe akılyürütme hiç de yalnızca Yahudice ve Hristiyanca değildir; yalan söyleme hakkı ve «vahiy» kurnazlığı, rahip tipine ait bir özelliktir, décadence, rahipleri kadar putatapanların rahiplerine de (—putatapanlar, yaşama Evet diyenlerdir, onlar için «tanrı», bütün şeylerin büyük Evet’idir). —«Yasa», «tanrının iradesi», «kutsal kitap», «ilham» —hepsi yalnızca, rahibin güce ulaşmak için, gücünü ayakta tutmak için gereksediği koşulları niteleyen sözcükler,—bu kavramlar bütün rahip örgütlerinin, bütün rahipçe ya da felsefi – rahipçe iktidar kuruluşlarının temelinde yatar. «Kutsal yalan» —Konfiçyus’a, Manu Yasalar Kitabı’na, Muhammed’e, Hristiyan Kilisesine ortaktır — : Platon’da da eksik değildir. «Hakikat burada» : bu söylenince, orada bir rahip, yalan söylüyor demektir…

56.
—Sonunda önemli olan, hangi amaç için yalan söylendiğidir. Hristiyanlıkta «kutsal» amaçların eksik olmasıdır, benim onun araçlarına itirazım. Yalnızca fena amaçlar: yaşamın zehirlenmesi, yalanlanması, yadsınması, bedenin horgörülmesi, insanın günah kavramı yoluyla değersizleştirilmesi ve kendi kendini kargışlar hale getirilmesi — dolayısıyla, araçları da fena. — Manu Yasalar Kitabı’nı tam tersi bir duyguyla okuyorum, karşılaştırılamaz ölçüde tinsel ve üstün bir yapıt, ki bunun adını İncil’inkiyle birlikte anmak bile tine karşı bir günah olurdu. Kişi hemen sezinliyor: bu kitabın ardında, içinde, gerçek bir felsefe var, yalnızca kötü kokulu bir hahamlık Ve batıl inanç Yahudiliği değil, —en şımarık psikolog bile dişine göre birşey buluyor içinde En önemlisi de, bu kitapla her türden İncil arasındaki temel fark: soylu katmanlar, filozoflar ve savaşçılardır burada, bu kitapla ellerini sürünün üstünde tutanlar; heryerde soylu değerler, bir tamamlanmışlık duygusu, yaşama bir Evet, zafer kutlayan bir kendisinden ve yaşamından hoşnutluk duygusu, — güneş parıldıyor bütün kitabın üstünde. —Hristiyanlığın konu edinerek kendi dibi bulunmaz bayağılığını saçtığı şeyler, örneğin çocuk yapma, kadın, evlilik, burada ciddiyetle, saygıyla, sevgi ve güvenle ele alınıyor. Aslında, nasıl oluyor da çocukların ve kadınların eline, içinde şu aşağılayıcı sözün bulunduğu kitabı verebiliyoruz: «fahişelik yüzünden herkesin kendi karısı ve herkesin kendi erkeği olsun : şehvet çekmektense görücüye çıkmak evlâdır»? Ve insanın doğuşu, immaculata conceptio kavramıyla Hristiyanlaştırıldıkça, yani kirletildikçe, kişi hâlâ Hristiyan olmayı sürdürebilir mi?… Manu Yasalar Kitabı’ndan başka, kadına onca incelikli ve iyilikli şeylerin söylendiği bir kitap bilmiyorum; bu yaşlı kırsakallılar ve kutsal kişiler, kadınlara karşı belki de aşılmamış nezakette bir davranış biçimine sahipler. Bir yerde, şöyle deniyor: «Kadın ağzı, kız göğsü, çocuk duası, kurban dumanı, bunlar herzamah temizdir.» Bir başka yer: «güneşin ışığından, ineğin gölgesinden, havadan, sudan, ateşten ve bir kızın nefesinden daha temiz şey yoktur.» Son bir yer —belki de. kutsal bir yalan, aynı zamanda—: «gövdenin, göbek üstündeki bütün delikleri temiz, bütün altındakiler de pistir. Yalnızca kızların bütün bedeni temizdir.»

57.
Kişi, Hristiyanca amacı bir kez Manu Yasalar Kitabı’nın amacıyla karşılaştırıp ölçünce, Hristiyan araçların in flagranti kut-dışılığını yakalayıveriyor, —bu kocaman amaç karşıtlığının üstüne güçlü bir ışık tutunca. Hristiyanlığı eleştirenlerin elinde değildir onu horgörülesi birşey haline sokmak. —Manu gibi bir Yasalar Kitabı, her iyi yasa kitabının izlediği yolla ortaya çıkar: uzun yüzyılların deneyimini, kurnazlığını ve deneysel ahlakını özetler; defteri kapatır, artık birşey yaratmaz. Bu tür bir hukuksal metinleşmenin ön koşulu, yavaş yavaş ve pahalı bir biçimde kazanılmış bir hakikate yetke yaratma araçlarının, bu hakikati kanıtlamak için gerekli araçlardan temelden farklı olduğunun sezgisidir. Bir yasa kitabı hiçbir zaman bir yasanın yararlarını, temellerini, ortaya çıkış tarihinin nedenselliğini anlatmaz : bunu yapsaydı, yasaya boyuneğilmesinin önkoşulu olan buyurucu tondan, «…malısın»dan taviz vermiş olurdu. Sorun da tam buradadır. —Bir halkın gelişmesinin belirli bir noktasında, o halkın en geniş bakışlı, yani geriyi ve ileriyi en iyi gören metni, yaşamda uyulması gereken —yani ancak ona uyularak yasana bilecek — deneyimi, olmuş-bitmiş, tamamlanmış ilan eder. Hedefi, deney çağlarının ve kötü deneyiminin sonuçlarını, olabildiğince zengin ve tam olarak ortaya koymaktır. Bu yüzden, artık herşeyden önce kaçınılması gereken, değerlerin daha da ileri denenmesi; akışkan, belirsiz durumlarının sürüp gitmesi, değerlerin in infmitum sınanması, seçilmesi, eleştirilmesidir. Buna karşı çifte bir duvar örülür: İlkin vahiy duvarı; yani bu yasaların akılsallığının, insandan kaynaklanmadığı, yavaş yavaş ve sınaya yanıla aranıp bulunmadığı, tersine, tanrısal bir kaynaktan, bütün, tamamlanmış, tarihsiz olarak, bir armağan olarak, bir mucize olarak, salt bildirilmiş olduğu iddiası… Sonra da, gelenek duvarı; yani, yasanın zaten en eski zamanlardan beri varolduğu, ondan şüphe etmenin, atalara saygısızlık etmek, suç işlemek olduğu iddiası. Yasanın yetkesi, kendisini şu savlarla temellendirir: Tanrı yasayı vermiş, atalar da onu yaşamışlardır. —Böyle bir işlemin yüksek akılsallığı, doğru olduğu tanınmış (yani çok sıkı bir elekten geçirilmiş upuzun bir deneyim yoluyla kanıtlanmış ) yaşam biçimi karşısında, bilinci, adım adım geriletmek hedefini güder: öyle ki, tam bir içgüdü otomatizmine —yaşam sanatındaki her türden ustalığın, her türden yetkin ligin bu önkoşuluna— ulaşılsın. Ortaya Manu türünden bir yasa kitabı koymak demek, halkı bundan böyle usta olmaya, yetkin olmaya yöneltmek demektir, —en yüksek yaşam sanatına özendirmek. Bunun için de yaşamın bilinçsiz hale getirilmesi gerekir: bu, her kutsal yalanın amacıdır. Kastlar düzeni, en üst, egemen yasa, yalnızca en üst düzeyde bir doğa düzeninin, doğa yasallığının kutsallaştırılmasıdır; bunun üzerinde de hiçbir tikel istemin, hiçbir «modern düşünce »nin sözü geçmez. Her sağlıklı toplumda, kendilerini karşılıklı belirleyerek, fizyolojik olarak ayrışmış yönelimleri olan üç tip belirginleşir; bunlardan her birinin kendi sağlıklılık koşulları, kendi çalışma alanı, kendi yetkinlik duygusu ve ustalık türü vardır. Manu değil, doğadır ağırlıklı olarak tinsel olanları, ağırlıklı olarak kas ve sinir konumları güçlü olanları ve ne birinde ne de ötekinde sivrilmeyen üçüncüleri, ortalamaları biribirlerinden ayıran, —sonuncular büyük çoğunluk, birinciler seçme azınlık. En üst.kast —bunlara en azlar adını veriyorum—, yetkinlerin kastı olarak en azların ayrıcalıklı haklarına sahiptir: mutluluğu, güzelliği ve iyiliği yeryüzünde temsil etmek, bu ayrıcalıklar arasındadır. Ancak en tinsel insanlara izin verilmiştir, güzelliğe sahip olmaları, güzel olmaları için: iyilik, yalnızca onlarda zayıflık değildir. Pulchrum est paucorum hominum: iyilik bir ayrıcalıktır. Buna karşılık, onlarda en az kabul edilecek şeyler, çirkin davranışlar ya da karamsar bir bakış, çirkinleştiren bir gözdür—, ya da şeylerin toptan görünümleri karşısında bir kızgınlık. Kızgınlık şandala’nın ayrıcalığıdır; aynı şekilde, karamsarlık da. «Dünya yetkindir —böyle konuşur tinsel olanların içgüdüsü, Evetleyici içgüdü —: yetkin olmayan ne varsa, bizim altımızdaki herşey, mesafe, mesafe tutkusu, hatta şandala’nın kendisi de bu yetkinliğin birer parçasıdır» En tinsel insanlar, en güçlüler olarak, mutluluklarını, ötekilerin kendi batışlarını bulabilecekleri yerlerde bulurlar: labirentte, kendine ve başkalarına sertlikte, denemede; onların hazzı, kendi kendilerini zora koşmakta yatar: askerlik, onlarda doğa olur, gereksinim olur, içgüdü olur. Zor görevi ayrıcalık sayarlar, yüklerle oynamayı, ötekileri dize getirmeyi, dinlenme…Bilgi —bir askerlik biçimi. —Onlar, en saygın insan türüdür : bu, onların en neşeli, en sevimli tür olmalarını dışarıda bırakmaz. Onlar egemendirler, istediklerinden dolayı değil, varolduklarından dolayı; onların elinde değildir, ikinciler olmak. — ikinciler: bunlar, hakkın bekçileri, düzenin ve güvenliğin koruyucularıdır, bunlar soylu savaşçılardır; herşeyden önce de Kral’dır bu; savaşçının, yargıcın ve yasayı ayakta tutanın en yüksek formülü. İkinciler, tinsellerin uygulayıcılarıdır, onlara en yakın olanlar, egemenlik işinin kaba yanlarını onlardan alıp üstlenenler, —onların izleyicileri, sağ elleri, en iyi öğrencileri. —Bütün bunlarda, bir kez daha söyleyelim, hiçbir istenmişlik, hiçbir «yapma» yoktur; başka tür1ü olanıdır, yapma olan, —o zaman da doğaya haksızlık yapılır…Kastlar düzeni, düzeyler düzeni, yalnızca yaşamın kendi en üst yasasını formüle eder; bu üç tipin ayırdedilmeleri toplumun ayakta tutulması için, daha yüksek ve en yüksek tiplerin olanaklı kılınması için zorunludur, —hak eşitsizliğidir, genel olarak hakların varolmasının ilk koşulu. —Bir hak, bir ayrıcalıktır. Kendi varlık türü içinde, her birinin kendi ayrıcalıkları vardır. Ortalamaların ayrıcalıklı haklarını küçümsemeyelim. Yükseklere doğru, yaşam gittikçe sertleşir, —soğuk artar, sorumluluk artar. Yüksek bir kültür, bir piramittir: ancak geniş bir taban üzerinde durabilir, ilk varsayması gereken, güçlü ve sağlıklı olarak bütünleşmiş bir ortalamalıktır. El işleri, ticaret, tarım, bilim, sanatların büyük bölümü, tek sözcükle meslek etkinliklerinin bütün hepsi, ancak bir ortalama yapabilme ve arzulama ile bağdaşır; böyle birşey, istisnalar arasında yersiz düşerdi, bunun için gerekli olan içgüdü, hem aristokratlığı hem de anarşistliği çelerdi. Kişinin bir kamu yararı olması, bir dişli, bir işlev olmasının, doğal bir belirlemesi vardır: toplum değil, en büyük çoğunluğun yetisine sahip olduğu mutluluk türüdür, onları zeki makinalar yapan. Ortalamalar için, ortalama olmak bir mutluluktur; tek bir şeyde ustalık, doğal bir içgüdünün uzmanlığı. Derin bir tin, ortalamalığı kendi başına bir itiraz konusu olarak görmeyi kendine layık saymazdı. Ortalamalık, istisnaların varolabilmesinin ilk zorunluğudur: yüksek bir kültürü belirleyen odur. istisnai insan, tam da ortalamalara yumuşak bir tavırla, oldukları gibi ve. kendisinin de eşitleriymiş gibi davranıyorsa, bu salt bir yürek nezaketi değildir, —onun ödevidir bu… Bugünün sürü sürücüleri arasında en nefret ettiğim hangisi? Sosyalist sürücüler, şandala havarileri, işçinin içgüdüsünü, hazzını, yetinme duyusunu, kendi küçük varlıklarıyla birlikte gömen, —onu kıskanç kılan, ona kin öğreten… Haksızlık hiçbir zaman hak eşitsizliğinde yatmaz, «eşit» hak iddiasında yatar… Kötü nedir? Zaten söylemiştim bunu: zayıflıktan, kıskançlıktan, kinden doğan herşey. —Anarşist ile Hristiyanın kökenleri, birdir…

58.
Sahiden de, fark yaratan, hangi amaç için yalan söylendiği : bununla kişinin birşeyi koruduğu mu, yıktığı mı. Hristiyan ile. Anarşist arasında tam bir eşitlik kurulabilir: bunların amacı, içgüdüsü, ancak yıkmaya yönelir. Bunun kanıtını görmek için de tarihe bakmak yeter: iç bulandırıcı bir açıklıkla yatıyor bu kanıt tarihte Biraz önce bir dinsel yasama biçimini tanıdık; bunun amacı, yaşamın serpilmesinin en üst koşulu olarak, büyük bir toplum örgütlenmesini «bengileş»tirmekti, Hristiyanlık ise, tam da içinde yaşam serpiliyor diye, böyle bir örgütlenmenin sonunu getirmeyi kendine misyon edindi. Orada, uzun deney ve belirsizlik zamanlarının akılcı sonuçları, en uzaktaki yararlar için ortaya konacak, bunların ürünleri olabildiğince büyük, zengin, yetkin olarak hasadedilecekti: buradaysa, tersine, hasat akşamdan sabaha zehirlenecek… Aere perennius ayakta duran birşey, Imperium Romanum, o zamana dek zor koşullar altında ulaşılmış en yüce örgütlenme biçimi, onunla karşılaştırılınca daha önceki, ve daha sonraki herşeyin bölük-pörçüklük, beceriksizlik, dikkatsizlik olduğu biçim, —o kutsal anarşistler, «dünya»yı, yani Imperium Romanum’u yıkmayı kendilerine bir «iyi yürekli dinibütünlük gereği» edindiler, taş üstünde taş kalmayasıya, —hatta, Cermenler ve başka ayaktakımları onun üzerinde egemen olasıya… Hristiyan ve Anarşist : ikisi de décadent, ikisi de bozucu, zehirleyici, güdükleştirici, kan emici yoldan başka biçimde etkide bulunmak elinden gelmeyen, ikisi de, duran, büyüklükle ayakta duran, dayanıklığı olan, yaşama gelecek vaadeden herşeye karşı ölümüne nefretin içgüdüsü… Hristiyanlık Imperium Romanum’un vampiriydi, —Romalıların zamanı gelmiş olan büyük kültür için temel atma çabalarını akşamdan sabaha dağıtıp yok etti. —Hâlâ anlaşılmıyor mu bu? Tanıdığımız, ve Roma taşralarının tarihinin de bize gittikçe daha iyi tanıttığı Imperium Romanum, bu, yüce üslubun hayran olunası sanat yapıtı, bir başlangıçtı; yapısı, binyıllar boyunca kendisini kanıtlasın diye hesaplanmıştı, —bugüne dek hiçbir yapı böyle kurulmamıştır, böylesine sub specie aeterni tarzda yapı kurmak hayal bile edilmemiştir! —Bu örgütlenme, kötü imparatorlara bile, dayanabilecek kadar sağlamdı : böyle yapılarda bireylerin rastlantısallığı söz sahibi olamazdı, —bütün büyük mimarinin baş ilkesi. Ama, en yoz yozlaşma biçimine karşı yeterince sağlam değildi, Hristiyana karşı… Bu gizli solucan, gecede, siste ve anlam kaypaklığında yanaşarak herkese yapıştı, herkesin hakiki şeylere olan yönelimini, genel olarak gerçekliklerle ilgili içgüdülerini emdi yuttu, bu ödlek, kadınsı ve şeker tatlısı çete, adım adım, bu muazzam yapının «ruhları»nı ona yabancılaştırdı, —o değerli, o erkekçe soylu doğalıları. Roma’nın davasında kendi davalarını, kendi yönelimlerini, kendi övünçlerini duyanları. Böcek yapışkanlığı, manastır gizliliği, cehennem, suçsuzların kurban edilmesi, kan içme yoluyla unio mystica gibi karanlık kavramlar, herşeyden önce de yavaş yavaş karıştırılan kin ateşi, şandala kininin ateşi — bu egemen oldu Roma’ya. daha ilk varoluş öncesi biçimlerine karşı Epikuros’un savaş verdiği din türü. Kişi Lucretius’u okuyunca, Epikuros’un neyle savaştığını anlar; putataparlık değil, «Hristiyanlık»tı bu, yani, ruhların suç kavramıyla, ödek kavramıyla ve ölümsüzlük kavramıyla yozlaştırılması. — Yeraltı kültleriyle, bütün gizil Hristiyanlıkla savaştı, —ölümsüzlüğü yadsımak, o zamanlar gerçek bir kurtuluştu. —Ve Epikuros kazanmıştı. Roma İmparatorluğunda sözü edilmeye değer bütün tinler, Epikuros’çuydular: tam o sırada Paulus çıktı ortaya… Paulus, Roma’ya karşı, «dünya»ya karşı, etli canlı, deha olmuş şandala kini, Yahudi, bengi Yahudi par excellence… Sezinlediği, Yahudilikten kopmuş küçük Hristiyan tarikat hareketi aracılığıyla nasıl bir «dünya yangınımın tutuşturulabileceği, «çarmıhtaki tanrı» simgesiyle bütün altta olanları, bütün gizli gizli başkaldıranları, imparatorluktaki bütün anarşist kaynaşmaların mirasını biraraya getirerek nasıl muazzam bir güç toplanabileceğiydi. «Felah Yahudiden gelir.» —Hristiyanlık, her türlü yeraltı tapınmanın, örneğin Büyük Ana, Osiris, Mithras kültlerinin sunduğundan daha fazlasını sunmanın, —ve onları toplayarak birleştirmenin formülü: Paulus’un dehası, bu sezgide yatar. Bu konudaki içgüdüsü öylesine kendinden emindi ki, bu şandala dinlerinin çekici tasarımlarını, kendi uydurduğu «Mesih»in hakikatine karşı giriştiği acımasız saldırıyla onun ağzına, yalnız ağzına da değil, sokan —onu, bir Mithras rahibinin de anlayabileceği bir hale sokan Paulus… Şam’da yaşadığı an buydu: birden kavradı, «dünya»yı değersizleştirmek için ölümsüzlük inancını gereksediğini, «cehennem» kavramının Roma üzerinde egemen olabileceğini, —«öte» aracılığıyla yaşamın öldürülebileceğini… Nihilist ve Hrist: bunlar uyaklı, yalnızca uyaklı da değil…

59.
Antik dünyanın bütün çabası, boşuna: söz bulamıyorum, böylesine korkunç birşey konusundaki duygumu dilegetirmek için —Hem de, bu çabanın yalnızca bir ön çalışma olduğunu, daha binlerce yıl granit bilinçliliğiyle yürütülmesi gereken bir çalışmanın ancak temellerinin atıldığını düşününce, antik dünyanın bütün anlamı, boşuna… Niye vardı ki Grekler? Niye Romalılar? ;—Bir zihinsel yetişme temelli kültürün bütün önkoşulları, bütün bilimsel yöntemler gelişmişti, hazırdı; sanatların en zoru, iyi okuma sanatı hazırdı, belirlenmişti —kültür geleneğinin bu önkoşulu, bilimin birliğinin; doğa bilimi, matematik ve mekanikle birlikte, en iyi yoldaydı, »—olgu duyusunun, bütün duyuların en sonuncusu ve en değerlisinin, okulları vardı, yüzlerce yıllık geleneği vardı! Anlaşılıyor mu bu? işe girişmek için özde gerekli ne varsa, bulunmuştu: —yöntemler, bunu on kez söylemek gerek, özsel olandır, aynı zamanda da, en zor olan, hem de, alışkanlıkların ve tembelliklerin en uzun karşı çıktığı şeyler. Bugün bizim, anlatılamaz bir kendini zora koşmayla —çünkü hepimizin içinde, bir biçimde, hâlâ duruyor kötü, yani Hristiyan içgüdüler—, geri kazandıklarımız; gerçeklik karşısında özgür bir bakış, dikkatli bir el, en küçük şeylerde sabır ve dikkat, bilginin bütün dürüstlüğü —oradaydı, vardı, hazırdı! daha ikibin yıl önce! Ve, yanında, iyilikli, incelmiş davranış ve beğeniler! Beyin idmanı değil! «Alman» öğrenim görmüşlüğünün ayaktakımı tavırları değil! Akşamdan sabaha, bir anı yalnızca! —Grekler! Romalılar! içgüdünün, beğeninin soyluluğu, yöntemli araştırma, örgütlenme ve yönetme dehası, insan geleceğine duyulan inanç, duyulan istem, bütün şeylere büyük bir Evet, Imperium Romanum olarak görünür hale, bütün duyularca duyulur hale gelmişken, yüce üslup artık salt sanat değil, gerçeklik, hakikat, yaşam olmuşken… —Ve akşamdan sabaha da bir doğal afet tarafından yerle bir edilmiş değil! Cermenler ve başka koca pabuçluların ayakları altında ezilmiş de değil! Tersine, sinsi, gizli, görülmez, kansız vampirlerce rezil edilmiş! Yenilmiş değil, —yalnızca kanı emilmiş!… Saklı intikam hırsı, küçük kıskançlık, egemen olmuş! Zavallı ne varsa, kendinden acı çeken, kötü duyguların yiyip bitirdiği ne varsa, ruhların bütün getto dünyası, bir hamlede, en tepede! — — Kişinin herhangi bir Hristiyan ajitatörü, örneğin kutsal Augustinus’u okuması yeter, ne denli kirli heriflerin bu yolla tepeye çıktığını kavramak için, bunun kokusunu almak için. Kişi, Hristiyan hareketin önderlerinde herhangi bir anlayış eksikliği varsaymakla, kendisini bütünüyle yanıltır : —ah, bunlar pek kurnazdırlar, kutsallık kertesinde kurnaz, bu Kilise Babası Efendiler! Onların eksikliği, bambaşka birşey. Doğa onları biraz ihmal etmiş, —onlara, biraz da saygıdeğer, dürüst, temiz içgüdüler vermeyi unutmuş… Laf aramızda, bunlar daha erkek bile değildirler… Müslümanlık, Hristiyanlığı horgörüyorsa, bin kez haklıdır: Müslümanlık erkekleri varsayar…

60.
Hristiyanlık bizi antik kültürün mirasından etti, daha sonra da, bir kez daha, Müslüman kültürün mirasından etti. İspanya’nın harika Mağribi kültür dünyası, bizim için, temelde, Roma ve Yunanistan’dan daha akraba, bizim duyum ve beğenimize daha yakın olan bu dünya, ayaklar altında ezildi (—bunların ne tür ayaklar olduğunu söylemeyeceğim—), niye? Çünkü soylu, erkekçe içgüdülerden kaynaklanıyordu, çünkü yaşama Evet diyordu; hem de Magrib yaşamının nadide ve rafine hoşluklarıyla!… Sonradan Haçlılar, önünde toza toprağa yatmaları onlara daha yaraşacak birşeyle savaştılar —bir kültürle, ki, daha bizim ondokuzuncu yüzyılımız bile onun karşısında pek fukara, pek «geç» kalsa gerek. —Tabiî, istedikleri, talandı : Doğu, zengindi… Yansız olalım en azından! Haçlı Seferleri —yüksek bir korsanlık, başka birşey değil! —Alman asilzadeliği, temelde Viking’ce olan bu asilzadelik, burada tam ortamını buldu: Kilise gayet iyi biliyordu Alman asilzadeliğinin ne işe yaradığını… Alman asilzadeleri, Kilise’nin «İsviçreli» bekçileri, Kilise’nin bütün kötü içgüdülerinin hizmetinde hep, —ama işin parası iyi…Kilise’nin yeryüzündeki bütün soyluluklara karşı ölümüne savaşını tam da Alman kılıçlarının, Alman kanı ve cesaretinin yardımıyla yürütmüş olması! Bu noktada bir sürü nahoş soru çıkıyor ortaya. Alman asilzadeliği yüksek kültürün tarihinde hemen hiçbir varlık göstermez: nedeni sezinleniyor… Hristiyanlık, alkol —yozlaşmanın iki büyük aracı… Kendi başına alındığında, Müslümanlık ile Hristiyanlık arasında bir seçim yapmak söz konusu bile değil, tıpkı bir Arap ile bir Yahudi arasındaki seçim gibi. Karar kendiliğinden verilir: burada seçmek, kimsenin elinde değildir. Kişi ya bir şandalsı’dır, ya da değildir… «Roma’yla bıçak bıçağa savaş! Müslümanlıkla barış, dostluk» : bu duyguyu duydu, öyle de yaptı, o büyük özgür tinli, Alman Kaiser’leri arasındaki o deha, İkinci Friedrich. Ne yani? bir Alman ilkin deha, ilkin özgür tinli mi olmak zorunda, dürüst duygular duyabilmek için? —Bir Alman’ın nasıl olup da Hristiyanc’a duygular duyabileceğini ise hiç kavrayamıyorum…

61.
Burada, Almanlar için yüz kez daha nahoş olacak bir anımsatma yapmak zorunlu hale geliyor. Almanlar, Avrupa’yı, elde edebildiği en son büyük kültür mirasından ettiler — Rönesans’tan ettiler Avrupa’yı. Sonunda anlaşıldı mı, anlaşılmak isteniyor mu, Rönesans’ın ne olduğu? Hristiyan değerlerin tersine çevrilip yeniden değerlendirilmesi, bütün araçlarla, bütün içgüdülerle, bütün dehayla, karşıt değerleri, soylu değerleri zafere ulaştırmak için girişilmiş bir deneme… Bugüne dek yalnızca bu büyük savaş vardı, bugüne dek Rönesans’ın getirdiği sorudan daha karar verdirici bir soru olmadı, — benim sorum, onun sorusudur—: ve şimdiye dek hiçbir zaman olmadı, daha temelden, daha düz, daha kesin, bütün cephe boyunca ve merkeze yönelik bir saldırı! Kararverici yerde, Hristiyanlığın payitahtında saldırmak, burada soylu değerleri tahta çıkarmak, yani, orada oturanların içgüdülerinin, en temel gereksinimlerinin ve arzularının içine sokmak… Gözümün önünde tamamiyle dünya-dışı bir sihirli renk cümbüşünün olanağı duruyor: —bana öyle geliyor, incelmiş bir güzelliğin bütün ürpertileriyle pırıl pırıl: ışıyor bu olanak; bunu öylesine tanrısal, öylesine şeytansı-tanrısal bir sanat işliyor ki, kişi böylesine bir olanağı bulmak için binyılları boşuna arayıp tarıyor; bir oyun görüyorum, öylesine anlam yüklü, hem de öylesine harika bir paradoks taşıyor ki, Olympos’daki bütün tanrılardan bir ölümsüz kahkaha almaya layık — Papa Sezar Borjiya…Anlaşılıyor muyum?… İşte, bu olurdu asıl zafer, bugün yalnız benim özlediğim zafer— : bununla Hristiyanlık defedilebilirdi! Ne oldu? Bir Alman keşiş, Luther, Roma’ya geldi Bu keşiş, benliğinde bahtsız rahibin bütün intikama susamış içgüdüleriyle, Roma’da Rönesans’a karşı başkaldırdı… En derin şükranla, olup biten muazzam işi, Hristiyanlığın kendi payitahtında üstesinden gelinişini, anlamak yerine—, onun nefreti bu oyundan yalnızca kendine besin çıkarabileceğini anladı. Dindar bir insan yalnızca kendini düşünür. — Luther Papalığın yozlaşmasını gördü, oysa tam tersi elle tutulur hale gelmişti: eski yozluk, peccatum originale, Hristiyanlık değildi artık Papa’nın tahtında oturan! Yaşamdı! Yaşamın zaferiydi! Bütün yüksek, güzel, yürekli şeylerin büyük Evet’iydi… Ve Luther yeniden kurdu kiliseyi: ona saldırdı… Rönesans —anlamsız bir olay, büyük bir boşunalık! —Ah şu Almanlar, nelere mal oldular bize şimdiye dek! Boşunalık —buydu hep Almanların işi, —Reformasyon; Leibniz; Kant ve sözümona Alman Filozofisi; «Özgürlük» Savaşı; Reich —her seferinde, orada bulunan, hazır, geri getirilemeyecek birşeye karşılık, bir boşunalık… Bunlar benim düşmanımdır, bu Almanlar, ilan ediyorum bunu: onlarda her türlü kavram ve değer pisliğini, her türlü dürüst Evet ve Hayır karşısında ödlekliği görüyor ve horgörüyorum. Neredeyse bin yıldır el attıkları herşeyi yoksullaştırdılar ve bulandırdılar, Avrupa’yı hastalaştıran ne kadar bölük pürçüklük —dörtteüçlük!— varsa, onların vicdanlarına yazılıdır, —Hristiyanlığın varolan en pis türü, en onmaz, en başedilemez türü, Protestanlık da onların vicdanına yazılı… Hristiyanlık işi bitirilemez birşey haline gelirse, bunun suçlusu da Almanlar olacak…

62.
—Bununla sonuca varıyor, yargımı bildiriyorum. Mahkum ediyorum Hristiyanlığı; ona, şimdiye dek herhangi bir savcının ağzından çıkan en korkunç suçu yöneltiyorum. O benim için düşünülebilir yozlukların en yükseğidir, olanaklı en son yozluğun istemi olmuştur. Hristiyan Kilisesi yozluğunu bulaştırmadık hiçbir şey bırakmamıştır, her değeri bir değersizlik, her hakikati bir yalan, her dürüstlüğü bir ruh alçaklığı haline sokmuştur. Bir de tutup bana onun «insancıl» katkılarından söz açıyorlar! Herhangi bir zorluk, felaket durumunu ortadan kaldırmak, onun en derin çıkarına aykırıdır, —o, felaketlerle yaşar, kendini bengileştirmek için zorluklar yaratmıştır… Günah kurdu örneğin: bu felaketle katkıda bulundu Kilise insanlığa! —«Ruhların Tanrı önünde eşitliği», bu kalpazanlık, bütün aşağı duyumluların rancune’ları için bu perde, bu patlayıcı kavram, sonunda devrim, modern fikir ve bütün toplum düzeninin batış ilkesi haline gelen bu kavram— Hristiyan dinamitidir… Hristiyanlığın «insancıl» katkıları! Humanitas’dan bir çelişki, bir kendini aşağılama sanatı, ne pahasına olursa olsun yalan söyleme istemi, bütün iyi ve dürüst içgüdülere karşı bir isteksizlik, bir horgörü çıkarmak! Bunlar, bence Hristiyanlığın katkıları! —Kilise’nin biricik etkinliği olarak asalaklık; uçuk benizlilik, «kutsanmışlık» idealiyle, her kanı, her sevgiyi, her yaşam umudunu emip yutmak; her gerçekliği değilleme istemi olarak, öte dünya; şimdiye dek kurulmuş en yeraltı komplo’nun nişanesi olarak, haç — sağlıklılığa karşı, güzelliğe, nasipliliğe, yürekliliğe, tine, ruh iyiliğine karşı, yaşamın kendisine karşı…
Hristiyanlığı mahkum eden bu sonsuz iddianameyi bütün duvarlara yazacağım, duvarı olan heryere,— körleri de görür kılacak harflerim vardır benim… Hristiyanlık, diyorum, tek büyük lanet, tek büyük içsel yozluk, hiçbir aracın yeterince zehirli, gizli, yeraltı, küçük gelmediği tek büyük intikam içgüdüsüdür, —diyorum, tek silinmez utanç lekesi insanlığın…
Ve zamanlar da bu dies nefastus’a göre, bu kötü yazgının başlangıcına göre hesaplanıyor, — Hristiyanlığın ilk gününe göre! —Son gününe göre olsa, daha iyi olmaz mı? —Bugüne göre.?
—Değerlerin yeniden değerlendirilmesi!…

HRİSTİYANLIĞA KARŞI YASA

Felah gününde, Bir Yılı’nın ilk gününde verilmiştir
(—eski yanlış takvime göre, 30 Eylül 1888)

Günaha karşı ölümüne savaş: Günah,Hristiyanlıktır

Madde Bir. — Doğaya her türden aykırılık, günahtır. En günahkar insan, rahiptir: o, doğaya aykırılığı öğretir. Rahibe gösterilecek olan, nedenler değildir, tımarhanedir.
Madde İki. — Herhangi bir tanrıya tapınma ayinine katılmak, kamu ahlakına tecavüzdür. Protestanlara, Katoliklere davranıldığından daha katı; liberal Protestanlara da dinibütünlerinden daha katı davranılmalıdır. Hristiyan olmaktaki suçluluk derecesi, bilime yakınlık derecesine göre artar. Dolayısıyla, suçlunun suçlusu, filozoftur.
Madde Üç. — Hristiyanlığın yılan yumurtalarını kuluçkaya yatırdığı lanetlenesi yerler, yerle bir edilmeli ve yeryüzünün rezaletli yerleri olarak geleceğin korkulu ibret vesileleri olsunlar diye korunmalıdır. Buralarda zehirli yılanlar yetiştirilmelidir
Madde Dört. — Saffet vaazetmek, doğaya aykırı olmaya kamusal bir kışkırtmadır. Cinsel yaşamın her horlanması, «kirlilik» kavramıyla her kirletilmesi, yaşamın kutsal ruhuna karşı işlenmiş sahici günahtır.
Madde Beş. — Bir rahiple birlikte aynı masada yemek yemek, çıkarttırır; bununla kişi kendini doğru-dürüst insanlar topluluğundan afaroz etmiş olur. Rahip, bizim şandala’mızdır, —onu kanun kaçağı ilan etmeli, açlığa mahkum etmeli, bir tür çöle sürmelidir.
Madde Altı. — «Kutsal» tarih, layık olduğu adla, lanetli tarih adıyla anılmalı; «tanrı», «mesih», «kurtarıcı», «aziz», sözcükleri küfür olarak, canilere takılan adlar olarak kullanılmalıdır.
Madde Yedi. — Gerisi kendiliğinden gelir.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments