Arabasının içinde günlük rutininini yaşayan biri. Kim aç, kim tok, kim ölmüş, kim kalmış, kim hasta kim sağ. Bu soruların hiçbiri onu ilgilendirmiyor. Çünkü kendi rutinini yaşayan biri. Ayrıcalıklı sayılabilecek sosyal koşullar içinde başka sorunları olan biri. Dolar çıktı mı, borsa düştü, acaba akşama nerede yemek yesek, sevgili eşime ne hediye alsam bu ay… Saramago’nun modern insan ve onun ürettiği liberal demokrasiye sert eleştirilerini anlatan eserinde bu rutini parça parça eden ve o güne kadar ne yaşamışsa nasıl yaşamışsa anlamsızlaştıracak bir salgınla dalar yaşamın içine. Salgının adı “Körlük”…
Körlüğün yazarı Jose Saramago, 1922 yılında Portekiz’de Azinhaga Ribatejo kentinde doğdu. Yoksul bir köylü emekçinin çocuğu olarak büyüdü. Ailesiyle birlikte Lizbon’a taşındı. Burada öğrenim gördü. Eğitimi sırasında kırsal kesimde çalıştı. Geçim sıkıntısı nedeniyle okulu bıraktı. Makinistlik eğitimi aldı. Teknik ressamlıktan redaktörlüğe, editörlüğe ve çevirmenliğe kadar birçok işte çalıştı. Bir yayınevinde yayın hazırlığı ve üretim departmanında görev yaptı. Diario ve Lisboa gazetelerinde kültür editörü olarak çalıştı. Siyasi yorumlar yazdı. Portekiz Yazarlar Birliği yönetim kurulunda görev üstlendi. 1976’dan sonra kendini tümüyle kitaplarına verdi. 1993’te Kanarya Adaları’nda Lanzarote’ye yerleşti. İlk romanı Günah Ülkesi, 1947’de yayınlandı. Yazarın romanları ve denemelerinin yanı sıra iki şiir kitabı ve oyun kitapları da var. Saramago, 1998 Nobel Edebiyat Ödülü sahibidir.
Jose Saramago, Körlük adlı kitabında körlüğü liberal kapitalist sistemin yerine salgın hastalık imgesi olarak koyar. Körlük salgın bir hastalık olarak o kadar hızlı yayılır ki, bir anda toplumun hemen her kesimini etkisine altına alır. Saramago’nun da kurduğu -ya da zaten yaşadığımız- kapitalist sistemin çürümüşlüğü resmine bir giriş yapmıştır.
Saramago eserinde, salgını toplumun oldukça eğitimli, hali vakti yerinde bilgisayar programcısıyla başlatır. Arabasındaki kör adama bir hırsız yardıma gelir. Yardımına gelen hırsız, ardından bu iki adamı tedavi etmeye çalışan doktor, hepsi kör olurlar. Kapitalist sistem hemen her olayda olduğu gibi bu olayda da çözümü bulur! Salgından etkilenen herkesi silahlı muhafızlar denetiminde eski bir akıl hastanesine kapatır. Böylece salgını önleyecek tıbbi bir çözüm bulana kadar kontrol altında tutacaklardır. Ancak salgının bir çözümü yoktur. Salgın kapitalist sistemdir. Ve çözümü de onun yıkılmasıyla mümkündür.
Salgına uğrayan herkesi bir akıl hastanesine kapatan sistemin aptallıklarını ve insana dair ne varsa ona düşmanlıkları büyük bir cesaretle ortaya koyan Saramago, durum komedisi öğelerinden de yararlanmıştır. Salgına uğrayan hastalar arasında aslında hiç kör olmayan ama kocası olan doktoru o kampta bir başına bırakmak istemeyen doktorun eşi de vardır. Kocası dışında kimsenin gördüğünü bilmediği kahramanımıza kapitalist barbarlığa karşı savaşan devrimcilere atfedildiğini düşünmek istiyorum. Ne yapacağını, nasıl yapacağını bilmese de her koşulda ayakta kalmak, savaşmak. Başkalarının ve kendi geleceği için mücadele etmek. En kötü koşulda dahi yaşamı örgütlemek ve örgütlü yaşamak.
Kampa bırakılan hastaların günleri ertesi sabah duyulan anonslarla başlar. Körlük salgınına yakalanan insanlara anonslar genellikle de televizyondan yapılır. Günler geçer, körlük ülkede gitgide yayılır. İlk başlarda her şey kontrol altında gibi görünse de, sonradan hastalığın iktidarı da kemirmeye başlamasıyla kaos başgösterir. Aslında kaos dediğimiz şey kapitalist barbarlık içinde yok olmaktan başka bir şey değildir.
Aslında durum kısaca yok oluştur, ancak kapitalist iktidara göre her şey kontrol altında demekle başlar. Oysa ki her şey bitmiştir.
Saramago’nun bu duruma dair neyin kaos, neyinse düzen olduğu sorusunu buluruz karşımızda. Saramago körlük imgesini beyaz renk üzerine kurmuştur. Bütün renkler kirlenirken önceliği beyaza verdiler…
Kampta sayı her geçen gün artar ve fiili olarak kurulan oto kontrolü yavaş yavaş terkederler. Çeteler, ölümler ve açlık sıradanlaşır; yani insanlar gitgide şaşkınlıklarını ve onurlarını kaybetmeye başlarlar. Kampta salgından önce kör olan birinin yönlendirmesiyle çeteleşme başlar. Çete kamptaki herkes gibi körlerden, terkedilmişlerden oluşmasına rağmen silahta imgelenen gücü elinde bulunduran çetedir. Ayrıca bu çete dışardan kampa gelen yiyecekleri elinde bulundurur. Yiyecekleri salgına uğrayan diğerleri üzerinde ticarete dönüştürürler. Yiyecekleri para karşılığı satan çete, tutsakların paraları bitince bu sefer koğuştaki kadınları istemeye başlar. Tamamen hayvanlaşan koşullar üzerine gören kadın öncülüğünde kadınlar bir direniş başlatır. Saramago bütün açıklığıyla çürümeyi ortaya koyarken aslında anlattıkları şeyin günlük koşuşturmalar arasında yaşadıklarımızı gözümüze sokar… Akşam yemeğinde televizyonda insanların öldürülmesine bakarken “şu tuzu uzatır mısın” demeyenimiz yoktur.
Kampta işler o noktaya gelir dayanır ki doktorun karısı kendilerine baskı yapan çetenin başında bulunan adamın boynunu makasla parçalar. Saramago, ahlak, seçme özgürlüğü ve insanın yapabileceklerinin sınırlarını cesurca sorgular bu kitapta. İnsan denilen varlığın ne tam iyi, ne de tam kötü gibi nitelemelerle anlaşılamayacağını anlatır. Sonuçta insan içinde yaşadığı sosyal şartların bir ürünüdür. Doktorun karısının ağzından duyarız, “Bir insan öldürdüm, bunu yapabileceğimi hiç düşünmezdim. Ama şimdi bir insan daha öldürüp öldüremeyeceğimi bilmiyorum!”
Artık ülkede gören kimse kalmamıştır, kahramanlarımız düştükleri hapishaneden büyük bir yangın neticesinde kurtulurlar. İlk şoku yavaş yavaş üzerlerinden atmaya çalışırken diğer yandan da hayatta kalmak için uğraş verirler. Doktorun karısının gözlerinin görmesi ve olaylar karşısındaki sakin fakat manik hali, çağımızın olanı olduğu gibi kabullenmeyen ve sorgulamayı bir hayat tarzı haline getirmiş bireylerin nasıl bir ruh hali içinde olabileceğine dair ipucu verir.
Son bölümdeyse, doktorun evine ulaşılır ve eski kurallar anımsanmaya, yeniden bir düzen kurulmaya girişilir. Son sahne ise belleğimize çıkmamak üzere kazınır! Salgın bitmiş ve herkes tekrar görmeye başlamıştır. Doktorun karısı ise her an beklediği körlüğün artık kendisini bulduğuna inanır, ancak gördüğü herkes onu da görmektedir.
Kitap “Tanrı Kent” filminin Brezilyalı yönetmeni Fernando Meirelles’in tarafından sinemaya uyarlandı. Cannes Film Festivali’nin açılış filmi “Körlük / Blindness”di. 2009′da çekilen artık klasikler arasına girmiş “Tanrı Kent” filminin bir adım önüne geçti. Fernando Meirelles Tanrı Kent’te gösteriyordu, anlatıyordu. Ancak Körlük de sözünü söylüyor. Tabii söyletene bakmak gerek. Önerimiz önce kitabın tadına varmak ardından sinemanın lezzetine bakmak.
Alınteri’nin Eylül 2011 tarihli 17. sayısından alınmıştır. Kaynak: alınteri.org