– I –
Kişi belirli bir uygarlıkta uzunca bir süre yaşayıp sık sık bu uygarlığın kökenlerini ve nasıl bir yol izleyerek geliştiğini keşfetmeye çalıştığında, bazen karşı yöne de bir bakarak bu uygarlığın akıbetini ve hangi dönüşlere uğramaya mukadder olduğunu sorma gereksinimini duyar. Ama, böyle bir soruşturmanın değerinin daha başından birkaç unsur tarafından azaltıldığı çok geçmeden ortaya çıkar. Herşey bir yana, insan faaliyetini tüm genişliğiyle değerlendirebilecek pek az sayıda insan vardır. Çoğu kişi, kendisini bu faaliyetin bir tek veya az sayıda alanıyla kısıtlamaya zorlamıştır. Ama insan, geçmiş ve şimdiki durum hakkında ne kadar az şey bilirse, gelecek hakkındaki yargısı da o derecede önemsiz olur. Aynca bireyin öznel beklentilerinin tanı da bu türden bir yargıda ortaya çıkması bir başka güçlüktür. Bu beklentilerin de insanın kendi yaşantısındaki tümüyle kişisel unsurlara, yaşam karşısındaki, mizacının veya basan ve başarısızlıklarının belirdiği tavrının az veya çok iyimser olmasına bağlı bulunduğu görülür. Son olarak, “insanların genellikle içinde bulundukları durumu naif bir biçimde, sanki içeriği hakkında bir değerlendirme yapma yeteneğinden yoksunmuşcasına algılandıkları” biçimindeki garip gerçek kendisini hissettirir. Şimdiki durumun, gelecek hakkında bir yargıda bulunmamıza yarayacak gözlem noktalan sağlayabilmesi için, insanların şimdiki durumla aralarına bir mesafe koymaları gerekir.
Bu nedenlerle uygarlığımızın olası geleceği üzerinde fikir yürütmenin çekiciliğine kapılan herkesin, yukanda belirttiğim güçlükleri olduğu kadar, genel olarak her türden kehanetteki belirsizliği de göz önünde bulundurması iyi olur. Bundan şu sonuç çıkıyor: Beni ilgilendirdiği kadarıyla, bu çok büyük görevden aceleyle geri çekilmeli ve genel şemadaki yerini belirler belirlemez uzun süreden beri dikkatimi çekmiş olan küçük alanı saptamalıyım.
İnsan yaşamının kendisini hayvansal durumun üzerine çıkardığı ve vahşi yaratıkların yaşamından ayrılan tüm yönleri anlamında kullandığım insan uygarlığı -kültür ve uygarlık arasında bir ayrım yapmaktan nefret ediyorum- bildiğimiz gibi, gözlemciye iki cephesiyle kendini gösterir. İnsan uygarlığı, biı yanda insanın doğa güçlerini denetlemek ve insan ihtiyaçlarının doyumu amacıyla doğanın zenginliklerini özümlemek için edindiği tüm bilgi ve yetenekler toplamını, öte yanda insanların birbirleriyle ilişkilerinin ve özellikle mevcut zenginliğin dağıtımının düzenlemesi için gerekli tüm kuralları içerir. Uygarlığın bu iki yönü birbirinden bağımsız değildir; çünkü, birincisi, insanların karşılıklı ilişkileri mevcut refahın mümkün kıldığı içgüdüsel doyum miktarından derin bir biçimde etkilenir, ikincisi, tek bir insan bir diğeriyle ilişkisinde bu diğer kişi onun yeteneklerinden iş için yararlandığı veya onu bir cinsel nesne olarak seçtiği sürece kendisi bir zenginlik kaynağı işlevi görebilir, üçüncüsü ve dahası uygarlık insanların evrensel çıkarının bir nesnesi olması gerektiği halde her birey gerçekte bir uygarlık düşmanıdır. İnsanların tek başlarına varlıklarını sürdürebilme yeteneklerinin çok az olmasına karşın, komünal yaşamı mümkün kılmak için uygarlığın kendilerinden beklediği özverileri ağır bir yük olarak hissetmeleri dikkate değer. Dolayısıyla uygarlık bireye karşı korunmalıdır ve uygarlığın kuralları, kurumları ve buyrukları bu amaca yöneliktir. Bunlar yalnızca belirli bir refah dağıtımı uygulamasına değil, aynı zamanda bu dağıtımın sürdürülmesine de yöneliktirler; aslında doğanın denetim altına alınmasına ve refah üretimine katkıda bulunan herşeyi insanların düşmanca dürtülerine karşı korunmalıdırlar. İnsanların yarattığı şeyler kolaylıkla tahrip edilebilir, bunları kurmuş olan bilim ve teknoloji bu yaratıların imhası için de kullanılabilir.
Böylelikle kişi, uygarlığın baskı ve iktidar araçlarını elde etme yollarını bulmuş bir azınlık tarafından direnen bir çoğunluğa zorla kabul ettirilen bir şey olduğu izlenimini ediniyor. Bu güçlüklerin uygarlığın doğasında mevcut bulunmayıp şimdiye kadar geliştirilen kültürel biçimlerin kusurlannca belirlendiğini düşünmek elbette doğaldır. Ve gerçekten de bu eksikliklere işaret etmek güç değildir. İnsanlık doğa üzerindeki denetimini devamlı olarak ilerletmişken ve daha da büyük ilerlemeler yapabilmeyi umabilirken, insan ilişkilerinin yönetiminde benzer bir ilerlemenin yapılmış olduğunu kesin bir biçimde saptamak mümkün değildir. Ve belki de tüm çağlar boyunca, tıpkı şimdi bir kez daha sorulduğu gibi, birçok insan kendi kendine uygarlığın bu yolla sağladığı ufak ilerlemelerin de gerçekten savunulmaya değer olup olmadığını sormuştur. İnsan ilişkilerinin, zoru ve içgüdülerin bastırılmasını reddederek uygarlığın neden olduğu mutsuzluk kaynaklarını ortadan kaldıracak olan ve böylelikle insanların herhangi bir iç uyumsuzluk kaygısı duymadan kendilerini zenginlik teminine, zenginlikten zevk almaya hasredecekleri yeni bir düzenlemenin mümkün olabileceği insanın aklına geliyor. Bu, altın çağ olacaktır ama böyle bir durumun gerçekleştirilebileceği kuşkuludur. Tersine her uygarlık, zor ve içgüdülerin reddi temeli üzerinde kurulması gerekiyormuş gibi görünüyor; hatta zora son verildiğinde, insanların çoğunluğunun, yeni zenginlik temini için gerekli işi yapmayı üstlenip üstlenmeyecekleri bile kuşkuludur. Sanıyorum ki tüm insanlarda yıkıcı, dolayısıyla toplum ve kültür karşıtı eğilimlerin bulunduğu ve insanların büyük bir bölümünde bu eğilimlerin insan toplumu içindeki davranışlarını belirleyecek derecede güçlü olduğu gerçeği hesaba katılmalıdır.
Bu psikolojik gerçeğin insan uygarlığı hakkındaki yargımız açısından belirleyici bir önemi vardır. İlk elde, işin özünün zenginlik temini amacıyla doğanın denetiminde yattığını ve uygarlığı tehdit eden tehlikelerin bu zenginliğin insanlar arasında uygun biçimde dağıtılmasıyla giderilebileceği düşünülse bile şimdi vurgulanması gereken noktanın maddi alandan zihinsel alana kaydığını görüyoruz. Tayin edici soru, insana zorla kabul ettirilen işgüdüsel özverilerin yükünün azaltılmasının, mutlaka kalması gereken özverilere insanın katlanmasının ve bunun karşılığında bir telafi sağlanmasının mümkün olup olmadığı ve bunun olasılık derecesidir. Kitlenin bir azınlık tarafından denetiminden vazgeçmek ne kadar olanaksızsa, uygarlığın işleyişinde zordan vazgeçmek de o kadar olanaksızdır. Çünkü kitleler tembel ve bilinçsizdirler; içgüdüsel feragatten hoşlanmazlar ve bunun kaçınılmazlığı konusunda tartışma yoluyla ikna edilemezler. Kitleleri oluşturan bireyler, disiplinsizliğin dinginsizce uygulanması konusunda birbirlerini desteklerler. Ancak bir örnek oluşturabilen ve kitlelerin önder olarak tanıdığı bireylerin etkileri aracılığıyla çalışmaya ve uygarlığın varlığının bağlı olduğu feragatlerde bulunmaya yöneltilebilirler. Eğer önderler yaşam gerekleri konusunda üstün içgörü sahibi ve kendi içgüdüsel arzularına hakim olmada yükselmiş insanlarsa her şey yolundadır. Ama etkilerini yitirmemek için kitleye onun kendilerine gösterdiğinden daha fazla müsamaha göstermeleri tehlikesi vardır ve dolayısıyla iktidar araçlarını kendi ellerinde tutarak kitleden bağımsız olmaları gerektiği düşünülebilir. Kısaca belirtmek gerekirse, uygarlığın kurallarına ancak belirli bir derecede zor uygulanmasıyla geçerlilik kazandırılabileceği gerçeğinden sorumlu olan iki yaygın insani özellik vardır. İnsanlar kendiliklerinden çalışmaktan hoşlanmazlar ve tutkuları karşısında mantıksal tartışmalar yararsızdır.
Bu iddialara karşı ileri sürülecek itirazları biliyorum. İnsan kitlelerinin burada tanımlanan ve uygarlık işinde zordan vaçgeçilemeyeceğini kanıtlaması gereken özelliğinin yalnızca kültürel kurallarda mevcut ve insanı acılara sürükleyen, intikamcı ve erişilmesi zor kılan kusurların bir sonucu olduğu söylenecektir. Şefkatle yetiştirilen ve mantığa değer vermeleri öğretilen, uygarlığın yararlarını erken bir yaşta tadarak öğrenmiş olan yeni kuşakların uygarlığa karşı tutumu değişik olacaktır. Onu, kendilerine ait bir varlık olarak hissedecekler ve korunması için çalışma ve içgüdüsel doyum konularında uğruna gerekli özverileri yapmaya hazır olacaklardır. Zor olmaksızın işlerini yürütebilecekler ve önderlerinden pek az farklı olacaklardır. Eğer şimdiye kadar herhangi bir kültür bu nitelikte insan kitleleri yaratamadıysa bunun nedeni henüz hiçbir kültürün insanları, özellikle çocukluktan başlayarak, bu yönde etkileyecek kurallar tasarlayamamış olmasıdır.
Doğa üzerindeki denetimimizin şimdiki düzeyinde bu türden kültürel kurallar uygulanmasının bir dereceye kadar bile mümkün olup olmadığı akla gelebilir. Gelecek kuşakları eğitecek olan üstün, kararlı ve çıkarını gözetmeyen önderlerin nereden bulunabileceği sorulabilir ve bu isteklerin yerine gelmesi için kaçınılmaz olarak gerekecek aşırı zor kullanım miktarını düşünmek insanı dehşete düşürebilir. Tanrının görkemli ve insan uygarlığının geleceği için taşıdığı önem tartışılamaz. Bu tasarı insanın, nihai seyri erken çocukluk yaşantılarıyla belirlenen çok çeşitli içgüdüsel yatkınlıklarla donatılmış olduğu biçimindeki psikolojik buluş üzerine sağlamca oturtulmuştur. Ama aynı nedenle insanın eğitilme yeteneğinin kısıtlılığı da kültürümüzdeki bu türden bir dönüşümün etkinliğini sınırlar, însan kitlelerinin, insan ilişkilerinin yönlendirilmesini bu derece güçleştiren iki niteliğinin geçersiz kılınmasının farklı bir kültürel çevrede mümkün olup olmadığı, mümkünse bunun ne dereceye kadar gerçekleştirilebileceği sorulabilir. Bu deney henüz yapılmamıştır. Muhtemelen insanlığın belirli bir yüzdesi (patolojik bir yatkınlık veya bir işgüdüsel güç fazlalığı nedeniyle) daima toplum dışı kalacaktır; eğer yalnızca bugün uygarlığa karşı düşmanca tavır takınan çoğunluğu bir azınlığa indirgemek mümkün olabilseydi bile, büyük bir iş -belki de yapılabilecek olan her şey- başarılmış olacaktı. Soruşturma için belirlenmiş olan yoldan çok saptığım izlenimini vermek istemem. Dolayısıyla, Avrupa ile Asya arasındaki geniş topraklarda günümüzde yürütülen büyük uygarlık deneyi hakkında yargılarda bulunmak gibi bir niyetimin olmadığına sizi hemen temin etmeme izin verin. Bu deneyin gerçekleştirilme derecesine karar vermek, uygulanan yöntemlerin amaca ulaşabilirliğini sınamak veya niyet ile, uygulama arasındaki boşluğun genişliğini ölçmek için gerekli özel bilgiye ya da yeneteğe sahip değilim. Orada hazırlıkları yapılan şeyler henüz tamamlanmamıştır ve dolayısıyla bizim uzun süredir pekişmiş uygarlığımızın gerekli materyali sağlayarak mümkün kıldığı türden bir incelemeyi o deney için yapmak olanaksızdır.
– II –
Farkında olmadan ekonomik alandan psikoloji alanına geçtik. Önceleri, uygarlığın değerli niteliklerini mevcut zenginlikte ve bu zenginliğin bölüşümünü düzenleyen kurallarda arama peşindeydik… Ama, her uygarlığın, işe zorlama ve içgüdülerden feragat temelinde yükseldiğini ve dolayısıyla kaçınılmaz olarak bu taleplerden etkilenenlerin muhalefetini doğurduğunu gördükten sonra uygarlığın temel olarak ve yalnızca zenginliğin kendisinden, bunu temin etme araçlarından ve bölüşümünün düzenlenmesinden ibaret olamayacağı açığa çıktı; çünkü bunlar uygarlığı oluşturan bireylerin isyankârlığı ve yıkıcı cinnetinin tehdidi altındadır. Zenginliğin yanısıra uygarlığın savunulması için kullanılan araçlarla karşılaşıyoruz. Zor önlemleri ve insanları zora uyum gösterme, özverileri için onları ödüllendirme amacına yönelik diğer önlemler. Bu sonuncular uygarlığın zihinsel değerleri olarak tanımlanabilir.
Terminolojide tekdüzeliği sağlamak için doyumu sağlanamayan bir içgüdü gerçeğini “engellenme”, bu engellenmeye neden olan kuralı “yasaklama” ve bu yasaklamanın doğurduğu durumu da “yoksunluk” olarak tanımlayacağız, ilk adımımız, herkes için geçerli olan yoksunluklarla herkes için değil de yalnızca gruplar, sınıflar veya hatta tek tek bireyler için geçerli olan yoksunluklar arasında ayrım yapmaktır. Birinci gruptakiler en eski olanlarıdır; uygarlık, bunları doğuran yasaklamalarla -kim bilir kaç bin yıl önce- insanı ilk hayvansı durumundan çekip ayırmaya başladı. Bu yoksullukların hâlâ etkin olduğunu ve hâlâ uygarlık düşmanlığının çekirdeğini oluşturduğunu şaşkınlıkla görmüştük. Bu yoksunlukların baskısı altında olan içgüdüsel arzular her çocukla yeniden doğarlar, bu engellenmelere halen toplumdışı davranışlarla tepki gösteren bir insan grubu, nevrotikler mevcuttur. Bu işgüdüsel arzular arasında ensest (fücur, hısımla sevişme) yamyamlık ve öldürme ihtirası yer alır. Herkesin reddetme konusunda birleştiği, arzular ile izin verilmesi veya engellenmesi uygarlığımızda hâlâ canlı bir tartışma konusu olan istekleri yanyana saymak garip görünebilir ama bu, psikolojik uygarlığın tutumu, hiç de tekdüze değildir. Yalnızca yamyamlık evrensel olarak yasaklanmış ve -psikanalitik olmayan görüşe göre- tümüyle ortadan kaldırılmış gibi görünmektedir. Enseste yönelik arzuların gücü ise, bunlara karşı olan yasaklamanın arkasında hâlâ uygulanmakta ve hatta, uygarlığımız tarafından emredilmektedir. Günümüzde tümüyle hoş görülen daha başka arzuların doyumunun, tıpkı bugün yamyamlık konusunda olduğu gibi kabul edilemez görüneceği kültürel gelişmelerin geleceğimizde yer alması olasıdır.
Bu en eski içgüdüsel feragatler halen, diğer tüm daha ileri feragatler için de önem taşıyan bir psikolojik unsur içerirler. İnsan aklının en eski çağlardan beri hiçbir değişmeye uğramadığı, bilim ve teknolojideki ilerlemelerin aksine bugün de tarihin başlangıcındaki durumu aynen koruduğu doğru değildir. Bu zihinsel ilerlemenin birine hemen işaret edebiliriz. Dış zorlamanın yavaş yavaş içselleşmesi insan gelişmesinin seyriyle uyum gösterir; çünkü özel bir zihinsel yapı, insanın üstlendiği bu görevi üstlenir ve kendi emirleri arasına katar. Her çocuk bize bir dönüşüm sürecini izleme olanağını sunar. Ancak bu yolla çocuk ahlaki ve toplumsal bir varlık olur. Üstbenliğin bu türden bir güçlenmesi, psikoloji alanında en değerli kültürel varlıktır. İçlerinde bu güçlenme gerçekleşen kişiler, uygarlığın karşıtları olmaktan çıkıp uygarlığın araçları haline dönüşürler. Kültürel bir birimde bu türden insanların sayısı ne kadar çok olursa birimin kültürü o derece sağlam olur ve dış zorlama önemlerinden o derecede vazgeçilebilir. Şimdi, bu içselleşmenin derecesi değişik içgüdüsel yasaklamalar arasında büyük farklar gösterir. Sözünü ettiğim en eski kültürel talepler konusunda bu içselleşme, hoş karşılamadığımız nevrotikler istisnasını hesaba katmazsak, çok yaygın olarak gerçekleşmiş görünmektedir. Ama diğer içgüdüsel isteklere yüzümüzü döndüğümüzde durum değişmektedir. Burada, insanların büyük bir çoğunluğunun bu noktalardaki kültürel yasaklamalara yalnızca dış zorlamanın baskısıyla -tabii ki yalnızca bu zorlamanın etkili olabildiği yerlerde ve korkulacak bir şey olduğu sürece- boyun eğdiklerini şaşkınlık ve ilgiyle görürüz. Bu, uygarlığın ahlaki talepleri olarak bilinen ve herkesin aynı şekilde tabi olduğu şeyler konusunda da geçerlidir. İnsanın ahlaki açıdan güvenilir olmadığı konusunda edindiğimiz deneyimlerin çoğu bu kategoriye girer. Cinayet veya ensestten’ kaçınan ama hırslarının, saldırgan dürtülerinin veya cinsel ihtiraslarının doyumundan kendilerini yoksun bırakmayan ve diğer insanları karşılığında ceza görmedikleri sürece yalan, hile ve iftirayla incitmekte bir an bile tereddüt etmeyen sayısız uygar insan vardır. Ve bu hiç şüphesiz uygarlığın bir çok çağı boyunca böyle olmuştur.
Toplumun yalnızca belirli sınıflan için geçerli olan kısıtlamalara döndüğümüzde ise, pek çirkin ve daima bilinen bir durumla karşılaşırız. Bu az ayrıcalıklı sınıfların, kayırılan sınıflan ayncalıklan nedeniyle kıskanmaları ve kendilerini üzerlerindeki fazladan yoksunluktan kurtarmak için ellerinden gelen herşeyi yapmaları beklenir. Bunun mümkün olmadığı yerlerde söz konusu kültürde sürekli bir mutsuzluk havası sürüp gidecektir ve bu da tehlikeli isyanlara yol açabilir. Ama eğer bir kültür, mensuplarının bir bölümünün doyumunun bir başka ve muhtemelen daha büyük bir bölümünün ezilmesine bağlı olduğu bir noktayı aşamamışsa -ki günümüz kültürlerinin tümünde durum budur- ezilen insanların, varlığını kendi çalışmalarıyla mümkün kıldıkları ama zenginliğinden çok küçük bir pay aldıkları bu kültüre karşı yoğun bir düşmanlık duygusu geliştirmeleri anlaşılabilir olmaktadır. Bu türden koşullaı altında, ezilen insanlar arasında kültürel yasaklamaların içselleşmesi beklenmemelidir. Aksine, bu insanlar yasaklamaları onaylamaya hazır değillerdir; kültürün kendisini imha etmek ve hatta kültürün temelini oluşturan önermeleri ortadan kaldırmak niyetindedirler. Bu sınıfların uygarlığa olan düşmanlıkları o derece açık seçiktir ki, gözden kaçmayacak kadar iyi olanaklara sahip toplumsal katmanlarda bile gizli bir düşmanlığa neden olmuştur. Mensuplarının bu kadar büyük bir bölümünü doyumsuz bırakan ve onları isyana iten bir uygarlığın varlığını sürekli kılma umudundan yoksun olduğunu ve böyle bir geleceği de hak etmediğini söylemeyi gereksiz sayıyorum.
Bir uygarlığın hükümlerinin içselleşme derecesi -psikoloji dışı ve harcıâlem bir tanımla mensuplarının ahlaki düzeyi- bir uygarlığın değerini saptamada göz önüne alınan tek zihinsel zenginlik biçimi değildir. Buna ek olarak idealler ve sanatsal yaratılar -yani, bu kaynaklardan elde edilebilecek doyumlar- biçimini alan değerleri vardır.
İnsanlar bir kültürün psişik değerleri arasına kültürün ideallerini -en yüksek ve peşinde en çok koşulması gereken başarıların neler olduğu konusundaki yargılarını- katmaya hemen eğilim göstereceklerdir. İlk bakışta, kültürel birimin başarılarını bu idealler belirleyecekmiş gibi görünür; ama olayın gerçek seyrinin bu ideallerin, kültürün iç yetenekleri ile dış koşulların bir karışımının mümkün kıldığı ilk başarılar üzerinde yükseldiğini ve sonra, bu ilk başarıların, ideal tarafından daha da ilerletilmesi gereken bir şey olarak korunduğımu ortaya koyacaktır, idealin kültür mensuplarına sağladığı doyum böylelikle, narsisistik bir nitelik kazanır. Bu durum, o ana kadar gerçekleştirdikleri basanlardan duyulan gurura dayanır. Bu doyumun tamamlanması için aynı başarılara yönelmiş ve benzer idealler geliştirmiş olan diğer kültürlerle bir karşılaştırma yapmak gerekir. Her kültür, bu ayrılıkların gücü oranında diğerlerini hakir görme hakkını kendinde görür. Böylelikle kültürel idealler, -uluslar örneğinde açıkça görüleceği gibi- benzer kültürel birimler arasında uyumsuzluk ve düşmanlık kaynağı olurlar.
Kültürel ideal tarafından sağlanan narsisistik doyum, kültürel birim içindeki kültür düşmanlığıyla mücadelede başarı sağlayan güçler arasında da yerini alır. Bu doyum, yalnızca kültürün yararlarının tadını çıkaran kayırdan sınıflar arasında paylaşılmakla kalmaz, kültürleri dışındaki insanları hakir görme hakkının, kendi birimlerinde ıstırabını çektikleri haksızlıklara karşı bir telafi sağlaması nedeniyle ezilen sınıflarca da paylaşılır. Kişi, hiç kuşkusuz, borç ve askeri hizmet, yükü altında ezilen sefil ve biçare bir plep olabilir; ama bunun karşılığında bir Roma yurttaşıdır, diğer ulusları yönetme ve kendi yasasını kabul ettirme görevinde onun da bir payı vardır. Bununla birlikte ezilen sınıfların, yöneten ve onları sömüren sınıfla bu özdeşleşmesi daha büyük bir bütünün yalnızca bir parçasıdır. Çünkü, öte yanda, ezilen sınıflar efendilerine duygusal olarak da bağlanabilirler. Düşmanlıklarına rağmen onlarda kendi ideallerini görebilirler. Temelde doyum verici türden olan böyle ilişkiler var olmasaydı, büyük insan kitlelerinin haklı düşmanlığına rağmen bazı uygarlıkların nasıl olup da bu kadar uzun süre varlıklarını sürdürebildiklerini anlamak olanaksızlaşırdı.
Yorucu çalışmaya gömülmüş ve herhangi bir kişisel eğitim tatmamış kitlelere bir kural olarak erişemese bile sanat, ayrı birtür doyum sağlar. Çok önceleri ortaya çıkarmış olduğumuz gibi sanat, en eski ve hâlâ en derinden hissedilen kültürel feragatlerin yerini alan doyumlar verir ve bu nedenle bir kişiyi uygarlık için yapmış olduğu özverilere alıştırmada başka hiç bir şey onun yerini tutamaz. Öte yandan, sanatsal yaratılar kişinin her kültürel birimin çok gereksinim duyduğu özdeşleşme duygularını, yüksek değer verilen duygusal yaşantıları paylaşma fırsatı sağlayarak yükseltir. Bu yaratılar, kişinin kendi özel kültürünün başarılarını resmedip kültürün ideallerini çarpıcı bir biçimde kişiye anımsattıklarında, onun narsisistik doyumuna da hizmet ederler.
Bir uygarlığın psişik buluşları dağarcığında belki de en önemli yeri tutan şeyden ise henüz hiç söz edilmedi. Bu, en geniş anlamıyla uygarlığın dinsel düşüncelerinden, başka bir deyişle (ileride gösterileceği gibi) yanılsamalarından oluşur.
– III –
Dinsel düşüncelerin kendine özgü değeri nerede yatmaktadır?
Uygarlığın uyguladığı baskı ve talep ettiği işgüdüsel feragatlerin neden olduğu uygarlık düşmanlığından söz etmiştik. Uygarlığın yasaklamalarının kaldırıldığını -yani, insanın hoşuna giden herhangi bir kadım cinsel nesne olarak alabildiğini, bu kadının aşkı uğruna rakiplerini veya karşısına çıkan bir başka kişiyi duraksamadan öldürebildiğini ve hatta diğer insanların mallarını izinsiz alıp götürebildiğini- düşünelim; insan yaşamı ne harika, ne tatlı bir doyum zincirinden ibaret olacaktı! Doğru, insan kısa zamanda ilk güçlükle karşılaşır; benden başka herkes benimkilere benzer isteklerde bulunacak ve bana, benim onlara davranırken gösterdiğimden daha fazla bir anlayış göstermeyecektir. Ve böylece, uygarlığın kısıtlamalarının bu şekilde kaldırılmasıyla gerçekte yalnızca tek bir insan sınırsız bir mutluluğa kavuşacak ve bu insan, iktidar araçlarının tümünü ele geçirmiş bir tiran, bir diktatör olacaktır. Ve hatta bu insan bile diğer insanların en az bir kültürel emre, “öldürmeyeceksin” (Musa’nın on emrinden biri) emrine saygı göstermelerini arzu etmek için her türlü nedene sahip olacaktır.
Ama uygarlığın ortadan kaldırılması için çabalamak her şeye rağmen ne nankörlük, ne kadar büyük bir basiretsizliktir! O zaman geriye bir doğa durumu kalacak ve buna katlanmak ise çok daha güç olacaktır. Doğanın bizlerden herhangi bir içgüdü kısıtlaması talep etmediği, gönlümüzün çektiği gibi hareket etmemize izin verdiği doğrudur; ama doğanın bizi kısıtlamak için kendine özgü ve özellikle etkin yöntemleri vardır. Doğa, göründüğü kadarıyla bizi soğukkanlılıkla, zalimce, amansızca ve olasıdır ki tamda bizim doyum sağlamamıza yol açmış şeyler aracılığıyla yok eder. Doğanın bizi tehdit eden bu tehlikeleri nedeniyledir ki, bir araya geldik ve diğer şeylerin yanı sıra ortak yaşamımızı mümkün kılma amacına da yönelik olan uygarlığı yarattık. Çünkü uygarlığın esas görevi, gerçek varlık nedeni (raison d’etre) bizi doğaya karşı savunmaktır.
Uygarlığın bu görevi birçok alanda hâlâ oldukça iyi bir biçimde yerine getirdiğini ve zaman geçikçe bu konuda daha da yetkinleşeceğini hepimiz biliyoruz. Ama hiç kimse doğanın günümüzde henüz tam olarak altedilmiş olduğu yanılsamasına kapılmamıştır ve çok az sayıda insan doğanın bir gün tümüyle insana tabi kılınacağını umut etme cesaretini göstermektedir. Sanki insanın tüm denetim araçlarıyla alay eden unsurlar mevcuttur; zelzelelerde sarsılıp yarılan ve üzerindeki tüm insan yaşamını ve eserlerini yere gömen toprak, her şeyi bir tufan içinde sele salıp boğan su, her şeyi önlerine katıp sürükleyen fırtınalar, diğer organizmaların saldırılarıyla ortaya çıktıklarını henüz yeni bulduğumuz hastalıklar ve son olarak henüz ilacı bulunamamış ve belki de hiç bulunamayacak olan ıstırap verici ölüm muamması vardır. Bu güçleriyle doğa, heybetli, zalim ve merhametsiz karşımıza dikilir; uygarlığın işleyişi sayesinde kaçıp kurtulmayı düşündüğümüz güçsüzlük ve çaresizliğimizi bir kez daha aklımıza düşürür. İnsanlığın sağlayabildiği az sayıdaki hoşnutluk ve gurur veren izlenimlerden biri de bu temel unsurlardan kaynaklanan bir felaket karşısında, uygarlığın uyuşmazlıklarını ve tüm iç sorunlarıyla düşmanlıklarını unutup kendisini doğanın üstün gücüne karşı savunma yüce ortak görevini anımsamasıdır.
Yaşam, tıpkı genel olarak insanlık için olduğu gibi birey için de katlanılması güçtür. İçinde yerini aldığı uygarlık, bireye belirli bir miktar yoksunluğu zorla kabul ettirir ve diğer insanlar, >a bireyin uygarlığının ahlaki kurallarına rağmen ya da uygarlığın kusurları nedeniyle bireye belirli bir ölçüde acı verirler. Buna doğanın birey üzerindeki incitici etkileri -birey buna kader adını verir- ek lenir. Bu durumun bireyde sürekli bir bunaltılı bekleyiş haline ve doğal narsisizminde ağır bir zedelenmeye yol açacağı varsayılabilir. Bireyin, uygarlığın ve diğer insanların kendi üzerinde uyguladığı incitici etkilere nasıl tepki gösterdiğini daha önce görmüştük; birey, uygarlığın kurallarına, bu etkilere uygun derecede bir direnç ve uygarlığa karşı düşmanlık geliştirir. Ama birey, doğanın, Kaderin tüm insanları olduğu gibi kendisini de tehdit eden üstün güçlerine karşı acaba kendisim nasıl savunmaktadır?
Uygarlık, bireyi bu görevden kurtarır. Bu sorunu herkes için aynı biçimde çözümler. Ve bu konuda tüm uygarlıkların benzer bir davranışı göstermeleri dikkate değer. Uygarlık, insanın doğaya karşı savunulması görevini duraklatmaz, yalnızca onu başka araçlarla sürdürür. Görevin çok çeşitli yönleri vardır. İnsanın ciddi bir biçimde tehdit altında olan özsaygısı huzur aramaktadır; yaşam ve evren dehşet verici özelliklerinden kurtarılmalıdırlar; dahası, insanın en güçlü pratik çıkar tarafından uyarılan merakı bir yanıt peşinde koşmaktadır.
İlk aşamada bile büyük bir kazanç sağlanır: Doğanın in-sansallaştırılması. İnsanın dışındaki güçlere ve mukadderata erişilemez, bunlar sonsuza dek ulaşılmaz kalırlar. Ama temel unsurların da tıpkı bizim ruhumuzda olduğu gibi coşup taşan tutkuları varsa, bizzat ölüm kendiliğinden ve ani bir şey değil de şeytani iradenin bir şiddet gösterisiyse, doğada her yerde kendi toplumumuzdan tanıdığımız türden varlıklar çevremizde bulunuyorsa işte o zaman rahat bir soluk alabilir, bu esrarengiz ortamda kendimizi evimizde hissedebilir ve mantıksız bunaltımızla psişik araçlar aracılığıyla uğraşabiliriz. Belki hâlâ savunmasız ama artık hiç de çaresiz ve eli bağlı değiliz; en azından tepki gösterebiliriz. Belki de aslında savunmasız bile değiliz. Dış alemdeki bu zalim üstün insanlara karşı kendi toplumumuzda kullandığımız yöntemlerin aynısını uygulayabiliriz; onların merhametini uyandırmaya, onları yatıştırmaya, armağanlarla kandırmaya çalışır ve böylece onları etkileyerek güçlerinin bir kısmından yoksun bırakabiliriz. Psikolojinin bu şekilde doğa iliminin yerini alması, yalnızca süratli bir rahatlama sağlamakla kalmaz, aynı zamanda duruma daha iyi egemen olmanın yolunu da gösterir.
Çünkü bu durum yeni bir şey değildir. Gerçekte yalnızca bir devamından ibaret olduğu çocuksu bir ilk örneğe sahiptir. Çünkü insan kendini bir kez daha, küçük bir çocukken ana-babasıyla olan ilişkilerinde benzer bir çaresizlik durumunda bulmuştur, însan onlardan, özellikle babasından korkmak için nedene sahipti, ama gene de bildiği tehlikelere karşı korunduğundan emindi. Dolayısıyla bu iki durumu birbiri içinde eritmek doğaldı. Arzulama, düş yaşamında olduğu gibi burada da rol oynuyordu. Uykudaki kişi, mezara koyulmasını gerektiren bir ölüm önsezisine kapılabilir. Ama düş izi, korku duyulan bu durumu bile bir arzu doyumu haline dönüştürmeyi bilir. Uykudaki kişi, kendini bizzat içine girdiği ve böylelikle arkeolojiye olan ilgisinin doyumuyla mutluluk bulduğu eski bir Etrüsk .mezarı içinde görür. Aynı şekilde insan doğa güçlerini, yalnızca, eşitleriyle ilişki kurar gibi davranabileceği kişiler haline koymakla kalmaz -bu, söz konusu güçlerin kendi üzerinde yarattığı etkiye haksızlık etmek demektir-onlara bir baba niteliğini de verir. Onları, göstermeye çalıştığım gibi yalnızca çocuksu değil soygelişimsel (philogenetic) bir ilkörneği izleyerek tanrılara dönüştürür.
Zamanın geçişiyle doğal olguların düzenliliği ve belirli kurallara uygunluğu konusunda ilk gözlemler yapılmış ve bununla birlikte doğa güçleri insansı niteliklerini kaybetmişlerdir. Ama insanın çaresizliği, bunun yanısıra babasına ve tanrılara olan özlemi sürüp gitti. Tanrılar üçlü görevlerini korudular. Doğanın dehşetini gidermeli, insanı -özellikle ölüm konusunda oluğu gibi- kaderin zulmüne alıştırmalı ve uygar bir yaşamın onlara ortaklaşa kabul ettirdiği acı ve yoksunluklar için bir telafi sağlamalıdırlar.
Ama bu işlevlerin öneminde, adım adım gerçekleşen bir değişme, söz konusudur. Doğa olgularının iç gereksinmelere uygun olarak kendiliğinden geliştiği gözlenmiştir. Kuşkusuz, tanrılar doğanın efendileriydiler; doğayı mevcut durumuna getirmişlerdi ve artık onu kendi haline bırakabilirlerdi. Yalnızca, sanki kendi özgün iktidar alanlarının bir zerresinden bile vazgeçmemiş olduklarını göstermek için, zaman zaman mucizeler olarak bilinen şeyler biçiminde doğanın seyrine müdahale ederler. Kaderin pay edilmesi konusunda ise insan ırkında beliren akıl karmaşası ve çaresizliğinin hakkından gelinemeyeceği biçiminde tatsız bir kuşku sürüp gitti. Tanrıların en büyük başarısızlıkları bu noktadaydı. Eğer kaderi onlar yarattılarsa o zaman onların tasarıları insan kavrayışı dışında sayılmalıydı. Antik Çağın en zeki insanlarının aklına, Moira’nın (Yunanca: “talih”) tanrıların üzerinde yer aldığı ve hatta tanrıların kendi kaderlerinin olduğu düşüncesi bile geldi. Doğa özerkleştikçe ve tanrılar doğadan uzaklaştıkça tüm beklentiler daha içten bir biçimde tanrıların üçüncü işlevine yöneltildi; ahlakı giderek daha fazla tanrıların asıl çalışma alanı haline geldi. Artık tanrıların görevi, uygarlığın kusur ve kötülüklerini düzeltmek, ortak yaşamları sırasında insanların birbirlerine verdikleri acıları sağaltmak ve uygarlığın insanların bu kadar yetersizce uydukları hükümlerinin yerine getirilmesini gözetmekti. Bizzat bu hükümler ilahi bir köken atfedilerek yüceltiliyorlardı; bunlar, insan toplumunun üzerine çıkarılıyor, doğayı ve evreni içine alacak kadar genişletiliyorlardı. Ve böylece, insanın çaresizliğini kanıtlamlabilir kılma gereksiniminden doğan, kendi çocukluğuyla insan ırkının çocukluğundaki çaresizlik anıları materyalinden inşa edilen bir düşünceler toplamı yaratıldı.
Bu düşüncelere sahip olmanın insanı iki yönde -doğa ve kaderin tehlikelerine karşı ve bizzat insa’n toplumunun neden olduğu incinmelere karşı- koruduğu açıkça görülebilir. Meselenin özü işte buradadır. Bu dünyadaki yaşam daha yüksek bir amaca hizmet eder; kuşkusuz bu amacın ne olduğunu tahmin etmek kolay değildir, ancak insan doğasının mükemmelleştirilmesini ifade ettiği kesindir. Bu yücelme ve vecdin yöneldiği amaç, belki de zamanın akıp gidişi sırasında kendisini gövdeden bu kadar yavaş ve isteksizce koparıp ayırmış olan insanın manevi kısmı, ruhudur. Bu dünyada olan her şey, emir ve isteklerini yerine getirmek güç olmasına rağmen sonuçta her şeyin en iyisini emreden -yani her şeyden zevk almamıza yönelik olan- bizden üstün bir zekânın belirti ve isteğidir. Her birimizin tepesinde, yalnızca görünüşte sert olan ama bizim doğanın çok güçlü ve acımasız güçlerinin oyuncağı olup acı çekmemize izin vermeyen cömert bir Tanrı bizi gözetlemektedir. Ölümün kendisi yok oluş, inorganik cansızlığa bir dönüş değil, daha üstün bir şeye doğru gelişme yolundaki yeni bir tür varoluşun başlangıcıdır. Ve başka bir yönden bakıldığında bu görüş, bize uygarlığımızın geliştirdiği ahlaki kuralların, karşılaştırma kabul etmez bir güç ve sürekliliğe sahip bir yüce divan tarafından gözetilmek önkoşuluyla tüm evrende de hüküm sürdüğünü bildirir. Sonuçta, gerçekte sürdüğümüz bu yaşam biçiminde olmasa bile ölümden sonra başlayan daha sonraki varoluşta mutlaka iyilikler ödüllendirilir ve kötülükler cezalandırılır.
Böylelikle yaşamın tüm dehşeti, acıları ve zorlukları silinmeye mahkûmdur. Tıpkı renk kuşağının (spektrumun) görünmeyen bölümünün görülebilen bölümüne bitişmesi gibi dünyadaki yaşamı izleyen ölümden sonraki yaşam, belki de bu dünyada elimizden kaçırmış olduğumuz tüm mükemmellikleri getirecektir. İşlerin bu seyrini yöneten yüce bilgelik, bu seyirde kendini gösteren sonsuz iyilik ve amacına ulaşan adalet: İşte bizi ve bir bütün olarak tüm dünyayı yaratmış olan ilâhi varlıkların, veya daha ziyade Antik Çağın tüm tanrılarını uygarlığımızda içinde yoğunlaştırmış olan tek ilâhi varlığın nitelikleri bunlardır. İlâhi nitelikleri bu şekilde yoğunlaştırma başarısını göstermiş olan insanlar bu ilerlemeden az gurur duymamışlardı. Bu ilerleme, her ilâhi figürün özünde mevcut ve daima arkasında saklı kalmış olan babayı gözler önüne sermişti. Bu, temel olarak Tanrı düşüncesinin tarihsel başlangıcına bir dönüştü. Tanrı artık tek olduğuna göre insanın onunla olan ilişkileri bir çocuğun babasıyla olan ilişkilerindeki yakınlık ve yoğunluğa tekrar sahip olabilirdi. Ama babası için bu kadar çok şey yapan insan bir mükâfat görmek veya en azından onun sevilen tek çocuğu, Seçilmiş Kavim olmayı isterdi. Çok sonraları dindar Amerika “Tanrının Öz Ülkesi” olma iddiasında bulundu; insanın ilâhi varlığa tapınma biçimlerinden biri göz önüne alındığında bu iddia hiç kuşkusuz geçerliydi.
Yukarıda özetlenen dinsel düşünceler elbette uzun bir gelişme sürecinden geçmiş ve bu düşüncelere çeşitli dönemlerde çeşitli uygarlıklar tarafından bağlı kalınmıştır. Ben, bugünkü Hıristiyan beyaz ırk uygarlığımızın almış olduğu son şekle kabaca uygun düşen bu türden bir dönemi örnekledim. Bu tablonun bütün parçalarının birbiriyle aynı ölçüde uyurn içinde olmadıklarını, yanıt gerektiren soruların tümünün yanıtlanmamış olduğunu ve günlük yaşantının yarattığı çelişkiyi gözden uzak tutmanın güç olduğunu görmek pek kolaydır. Böyle olmakla birlikte bu düşünceler -en geniş anlamıyla dinsel olan düşünceler- gene de uygarlığın en değerli malı ve uygarlığın mensuplarına sunabileceği en değerli şey olmakla ödüllendirilirler. Topraktan hazineler kazanma, insana besin sağlama veya hastalıkları önleme araçlarının tümünden ve daha birçok şeyden çok daha üstün tutulurlar. İnsanlar, sahip oldukları iddia edilen değeri bu düşüncelere vermedikleri sürece yaşama katlanılamayacağını hissetmektedirler. Burada şu soru ortaya çıkar: Psikolojinin ışığında bu düşüncelerin anlamı nedir? Sahip oldukları saygınlığı nereden almaktadırlar? Ve -ürkek bir adım daha atıp soracak olursak- bunların gerçek değeri nedir?
– IV –
Bir monolog gibi kesintisiz ilerleyen bir soruşturma tümüyle hatasız olamaz. Kişi, araya girmeye çalışan düşünceleri kolayca bir kenara itmeye kapılabilir ve sonuçta aşırı kararlılık gösterileriyle bastırmaya çalıştığı bir belirsizlik duygusuyla başbaşa kalır. Bu nedenle, tartışmamı kuşkuyla izleyen bir karşıtım olduğunu varsayacak ve arada bir bazı yorumlar yapmasına izin vereceğim.
Onun şöyle söylediğini duyuyorum: “Defalarca, bu dinsel düşünceleri uygarlık yaratır’, ‘uygarlık bunları mensuplarının kullanımına sunar’ ifadelerini kullandınız. Bu konuda bana garip gelen bir şey var. Neden olduğunu tam kestiremiyorum ama, uygarlığın, emek ürünlerinin bölüşümü veya kadın ve çocukların haklan konusunda kurallar yarattığını söylemek pek de doğal gelmiyor.”
Ben, gene de kendimi bu şekilde ifade etmekte haklı olduğum kanısındayım. Dinsel düşüncelerin, uygarlığın diğer tüm ilerlemeleri gibi, bir tek gereksinimden, insanın kendisini doğanın ezici derecede üstün gücüne karşı savunma gereksiniminden doğduğunu göstermeye çalıştım. Buna ikinci bir güdü; -uygarlığın, kendilerini acı verici bir biçimde hissettiren yetersizliklerini düzeltme isteği- eklenmişti. Dahası, bireye bu düşünceleri uygarlığın verdiğini söylemek özellikle uygun olacaktır, çünkü birey bunları uygarlıkta zaten mevcut bulur; bu düşünceler bireye hazır olarak sunulurlar, birey onları kendiliğinden keşfetme yeteneğini göstermez. Bireyin içine girmekte olduğu şey, çok sayıdaki kuşağın mirasıdır ve bu mirası tıpkı çarpım tablosu, geometri ve benzer şeyleri devraldığı gibi devralır. Aslında bu düşünceler konusunda bir ayrım vardır ama, bu ayrım bir başka yerdedir ve ben henüz bunu incelemek durumunda değilim. Sözünü ettiğimiz gariplik duygusu, bu dinsel düşünceler bütününün genellikle gökten indirilmiş bir açıklama olarak ileri sürülmeleri gerçeğine kısmen bağlı olabilir. Ama bu düşüncelerin bizzat bu şekilde sunuluşu da dinsel sistemin bir ölümüdür ve söz konusu düşüncelerin bilinen tarihsel gelişimini, farklı çağ ve uygarlıklarda gösterdikleri farklılıkları görmezlikten gelir.
“Bana, daha önemliymiş gibi gelen bir diğer nokta ise şu: Korku duyduğu güçler karşısında insanda beliren akıl karmaşası ve çaresizliğe bir son verme, bu güçlerle bir ilişkiye girme ve sonuçta onları etkileme gereksiniminin doğanın insansallaştmlmasma yol açtığını ileri sürüyorsunuz. Bu tür bir güdü yapay görünüyor. İlkel insanın başka hiçbir seçeneği yoktur, o başka bir biçimde düşünme yeteneğine sahip değildir ki. Kendi varlığını dış dünyaya yansıtmak ve gözlediği her olayı temelde kendisi gibi olan insanların bir belirtisi saymak onun için doğal, hatta yaratılış gereğidir. Bu, onun olayları kavramadaki tek yöntemidir. Ve eğer doğal yatkınlığına bu şekilde kapılıp en büyük gereksinimlerinden birini doyuma ulaştırmayı başarmışsa bu, zaten beklenen bir sonuç değil, aksine dikkate değer bir rastlantıdır.”
Ben, bunu çok çarpıcı bulmuyorum. İnsan düşüncesinin pratik güdülerinin bulunmadığını, çıkar gözetmeyen bir merakın basit bir belirtisi olduğunu mu sanıyorsunuz? Bu kesinlikle çok olasılık dışıdır. Ben, insanın doğa güçlerini kişileştirdiğinde daha ziyade çocuksu bir model takip ettiğine inanmak eğilimindeyim. İnsan, en erken çevresindeki kişilerden, onları etkileme yolunun onlarla ilişki kurmaktan geçtiğini öğrenmiştir; böylece çok sonraları bile, karşılaştığı her şeye, aynı amaçla o insanlara olduğu gibi davranır. Böylelikle sizin tanımlayıcı gözleminizle çelişmemiş oluyorum. Aslında ileride denetimine almak amacıyla anlamak istediği her şeyi kişileştirmek (fiziki sahiplenmeye hazırlık olarak psişik sahiplenme) insan için doğaldır. Ama ben ek olarak insan düşünüşünün bu kendine özgünlüğü için bir güdü ve bir başlangıç da sunmuş oluyorum.
“Ve işte üçüncü bir nokta daha. Dinin kökeni konusuna Totem ve Tabu başlıklı kitabınızda bir kez daha değinmiştiniz. Sorun başka bir ışık altında görünüyordu o kitapta. Orada her şey baba-oğul ilişkisinden ibaretti. Tanrı, yüceltilmiş babaydı ve babaya duyulan özlem din gereksiniminin köküydü. O zamandan bu yana, din oluşumunda genellikle temel rolün atfedildiği, insanın zayıflık ve çaresizliği unsurunu keşfetmiş görünüyorsunuz. Ve bir zamanlar baba kompleksi olan her şeyi çaresizlik kavramlarına aktarıyorsunuz. Bu dönüşümü açıklamanızı isteyebilir miyim?”
Memnuniyetle. Tam da bu çağrıyı bekliyordum. Ama bu, gerçekten bir dönüşüm sayılabilir mi? Totem ve Tabu ‘da amacım dinlerin kökenini değil; totemciliğin kökenini açıklamaktı. Koruyucu ilâhi varlığın kendini insana gösterdiği ilk şeklin bir hayvan şekli olması, bu hayvanın öldürülüp yenmesinin yasaklanması ve buna rağmen bu hayvanın yılda bir kez öldürülüp toplulukça yenmesinin daima yerine getirilen bir gelenek olması gerçeğini, sahip olduğumuz görüşlerin herhangi biriyle açıklayabilir misiniz? Totemcilikte olan budur. Ve totemciliğin bir din sayılıp sayılmaması gerektiğini tartışmak ise, hiç de amaca hizmet etmez. Daha sonraki tanrılı dinlerle yakın ilişkileri vardır. Totem hayvanlar tanrıların kutsal hayvanları oldular. En eski ama en temel ahlaki kısıtlamalar -insan öldürme ve ensest yasaklamaları- totemcilikte ortaya çıkar. Totem ve Tabu’nun vardığı sonuçları kabul etseniz de etmeseniz de, o kitapta çok dikkate değer ama birbirleriyle ilişkisiz çok sayıda gerçeğin birbirini tamamlayan bir bütün haline getirilmiş olduğunu teslim edeceğinizi.umarım.
Uzun vadede hayvan tanrının neden yeterli olmayıp yerini bir insan tanrının aldığı sorusuna Totem ve Tabu’da şöyle bir değinilmiş, din oluşumuyla ilgili diğer sorunlardan ise hiç söz edilmemiştir. Bu türden bir sınırlamanın bir inkârla aynı şey olduğunu mu düşünüyorsunuz? Benim eserim, din sorununun çözümüne psikanalitik tartışmanın önerebileceği özel katkının kesin soyutlanmışlığımn iyi bir örneğidir. Eğer şimdi daha az gizli kalmış olan diğer örneği de eklemeye çalışıyorsan, beni daha önce ,tek taraflı olmakla suçlamış olduğunuz gibi şimdi de kendi kendimle çelişmekle suçlamamamz gerekir. Daha , önce seylediklerimle şimdi ileri sürdüklerim arasındaki, gizli olanla açık olan güdüler arasındaki, baba kompleksiyle insanın çaresizliği ve korunma ihtiyacı arasındaki birleştirici bağlantılara dikkati çekmek elbette benim görevimdir.
Bu bağları bulmak zor değildir. Çocuğun çaresizliği ile, bunu sürdüren erişkinin çaresizliği arasındaki ilişkiden oluşurlar. Böylelikle, dinin oluşumu konusunda psikanalizin ileri sürdüğü güdülerin beklendiği gibi, açığa vurulmuş güdülere çocuksu katkıyla aynı şey olduğu ortaya çıkar. Kendimizi bir çocuğun zihinsel yaşamında farz edelim. Psikanalizin sözünü ettiği anakliktik bağlılık tipine uyan nesne seçimini sanırım hatırlıyorsunuz. Bu seçimde libido, nar-sisistik ihtiyaçlar yolunu izleyerek kendisini bu ihtiyaçların doyumunu sağlayan nesnelere bağlar. Bu şekilde çocuğun açlığını gideren, anne onun ilk sevgi nesnesi ve hiç kuşkusuz aynı zamanda onu tehdit eden belirsiz tehlikelere karşı ilk koruyucusu -endişeye karşı ilk koruyucusu da diyebiliriz- olur.
Bu koruma işlevinde annenin yerini kısa zamanda daha güçlü olan baba alır ve çocukluğun geri kalan dönemi boyunca yerini korur. Ama çocuğun babasına olan tavrı kendine özgü bir kararsızlıkla renklenmiştir. Bizzat baba, belki de annesiyle olan daha eski ilişkisi nedeniyle, çocuk için bir tehlike oluşturur. Dolayısıyla çocuk babasından, ona duyduğu özlem ve hayranlık derecesinde korkar. Babaya karşı tavnndaki bu kararsızlığın belirtileri, Totem ve Tabu’da gösterildiği gibi, her dinde derin izler bırakmıştır. Büyüyen birey, sonsuza dek çocuk olarak kalmaya mahkûm olduğunu, bilinmedik üstün güçlere karşı korunmaya mutlaka muhtaç olduğunu anladığında, bu güçlere kendi baba figürüne ait özellikleri aktarır; kendisine, korktuğu, yatıştırmaya çabaladığı ve gene de kendi korunmasını emanet ettiği tanrılar yaratır. Dolayısıyla, bir babaya olan özleminin, kendi insani zayıflığının sonuçlarından korunma ihtiyacıyla aynı özellikleri taşıyan bir güdü olduğu görülmektedir. Erişkin insanın gerçekliğini bizzat kabul etmesi gereken çaresizliğe karşı tepkisine -ki bu tepki tam da dinin oluşumudur- karakteristik özelliklerini veren şey, çocukça çaresizliğe karşı geliştirilmiş olan savunmadır. Ama ben Tanrı düşüncesinin gelişmesini daha fazla incelemek niyetinde değilim. Burada bizi ilgilendiren, uygarlığın bireye aktardığı biçimiyle dinsel düşüncelerin tamamlanmış bütünüdür.
– V –
Soruşturmamıza bıraktığımız yerden devam edelim. Bu durumda dinsel düşüncelerin psikolojik önemi nedir ve bunları hangi başlıklar altında sınıflandırmalıyız? Soru, hiç de hemen yanıtlanacak kadar kolay değil. Birkaçını reddettikten sonra şu formülasyonun yanında yerimizi alacağız: Dinsel düşünceler, dış veya iç gerçekliğin, kişinin henüz kendisi tarafından keşfedilmemiş yönleri hakkında bir şeyler söyleyen ve kişinin inancını gerektiren olguları ve koşulları hakkındaki öğreti ve iddialardır. Bize, yaşamda bizim için en önemli ve ilginç olan şeyler hakkında bilgi verdiklerinden özellikle üstün tutulurlar. , Bunlar hakkında hiç bilgisi olmayan bir kişi pek cahildir; ama bilgi dağarcığına bu düşünceleri katmış olan kişi kendisini çok daha varlıklı sayabilir.
Elbette dünyadaki çeşitli şeyler hakkında bu türden birçok öğreti mevcuttur. Her okul dersi bu öğretilerle doludur. Örneğin coğrafyayı ele alalım. Bize, Konstans kasabasının Bodensee gölü kıyısında olduğu öğretilir. Bir okul şarkısı da şöyle der: “İnanmazsan git de bak” Ben, orada bulunma şansını elde ettim ve bu şiirin kasabanın, çevresinde yaşayan herkesin Bodensee adını verdiği geniş bir su birikintisinin kıyısında yer aldığı gerçeğine tanıklık edebilirim. Artık bu coğrafi iddianın doğruluğu konusunda hiçbir kuşkum kalmadı. Buna bağlı olarak aklıma çok ilginç bir başka deneyimim geldi. Atina’daki Akropol tepesine ilk kez çıkıp tapınak kalıntıları arasından rnavi denizi seyrettiğimde artık olgunluk, yıllarını yaşayan bir adamdım. Neşeyle karışık bir hayret duygusuna kapıldım. Bu duygu sanki şöyle diyordu: “Demek ki gerçekten doğruymuş, tıpkı okulda öğrendiğimiz gibi!” Eğer o zaman böylesine bir hayret duyabildiysem bana öğretilenlerin gerçekten doğruluğu konusunda edindiğim inancın ne kadar yüzeysel ve zayıf olması gerektiğini bir düşünün! Ama ben bu deneyimin önemini fazla abartmayacağım; çünkü hayretimin o zaman anlamadığım, tümüyle öznel ve o yerin özel niteliğiyle ilgili bir başka açıklaması bulunmuş olabilir.
Buna benzer tüm öğretiler, iddialar için, zemin de yaratarak içeriklerine inanç duyulmasını talep ederler, gözlem ve kuşkusuz çıkarsamalar temelinde yükselen daha uzun süreli bir düşünce sürecinin özetlenmiş sonucu olarak öne sürülürler. Herhangi bir kişi bu sürecin sonucunu kabullenmek yerine bu süreci bizzat yaşamak isterse, ona bu işe nasıl başlayacağı gösterilir. Dahası, kaynağın coğrafya doğruları durumunda olduğu gibi herkes açısından aşikâr olmaması durumunda, ek olarak bu öğretilerin getirdiği bilginin kaynağı da bize daima -gösterilir. Örneğin dünya küre biçimindedir. Bu iddia lehinde ileri sürülen kanıtlar Foucault’nun sarkaç deneyi , ufuk çizgisinin davranışı ve daima aynı yöne gidilerek dünyanın çevresinin denizden dolaşılabilmesinin mümkün olmasıdır. İlgili herkesin kabul edeceği gibi, her öğrenciye bir dünya turu yaptırmak pek pratik olmadığından okulda öğretilenlere güvenilmesini kabullenmekle yetiniriz; ama kişisel bir kanıt edinme yolunun açık olduğunu da biliriz.
Aynı deneyi dinin öğretilerine uygulayalım. Bu öğretilere inanma gerekliliğinin nereden kaynaklandığını sorduğumuzda birbirleriyle dikkat çekici derecede’kötü bir uyum gösteren üç yanıt alırız. Birincisi, bu öğretilere ilk atalarımız inandığı için bizim tarafımızdan da inanılmayı hak ederler; ikincisi, bu konuda aynı ilkel çağlardan bize aktarılmış olan kanıtlarımız vardır; üçüncüsü, bu öğretilerin doğru olup olmadığı sorusunun herhangi bir biçimde ortaya atılması yasaktır. Eski günlerde bu derece küstah bir talep en ağır cezalara neden olmaktaydı. Günümüz toplumu bile, bu sorunun tekrar ortaya atılmasını güvensizlikle karşılamaktadır.
En fazla kuşkumuzu çekmesi gereken, bu üçüncü noktadır. Her şey bir yana, böyle bir yasaklamanın tek bir nedeni olabilir. Toplumun, dinsel doktrinleri savunusunun, ardında yatan temelsizliğin iyice farkında olması. Aksi takdirde, gerekli verilerin kesin bir kanaate varmak isteyen herkesin kullanımına sunulması kuşkusuz çok kolay olurdu. Durum böyle olduğuna göre diğer iki ispat zemininin incelenmesine, giderilmesi güç bir güvensizlik duygusuyla geçebiliyoruz. İnanmalıyız, çünkü atalarımız da inanmıştı. Ama bizim bu öncellerimiz, bizden çok daha cahildirler. Bugün kabul etmemiz hiç de mümkün olmayan şeylere inanıyorlardı; dinin doktrinlerinin de bu kategoriye ait bulunması olasılığı aklımıza gelmektedir. Bize bıraktıkları kanıtlar, her türlü güvenilmezlik belirtisini taşıyan yazılı eserlerdedir. Bu eserler çelişkiler, düzeltmeler ve tahrifatlarla doludur ve olaylara dayanan kanıtlardan söz ettiklerinde bile, inandırıcı olamamaktadırlar. Bu eserlerin üslubunun veya hatta yalnızca içeriklerinin ilahi bir kudretten kaynaklandığının iddia edilmesi de pek yardımcı olmaz; çünkü bizzat bu iddia da gerçekliği sınanmakta olan doktrinlerden biridir ve hiç bir önerme, kendi kendisinin kanıtı olamaz.
Böylelikle şu çarpıcı sonuca varırız: Kültürel doğrularımızla sağlanan bilginin tümü arasında doğruluğu en az kanıtlanabilmiş unsurlar, tam da bizim için en fazla önem taşıması gereken ve evrenin bilmecelerini çözme, yaşamın acılarına katlanmamızı sağlama görevi üstlenmiş unsurlardır. Eğer bu unsurlardan daha fazla bir ispat gücü taşımasaydı, balinaların yumurtlamayıp yavrularını doğurarak dünyaya getirmeleri olgusu kadar bizi az ilgilendiren bir şeye bile kendimizi inandırmamız mümkün olmazdı.
Bu durum, özünde çok ilginç bir psikolojik sorun taşır. Ayrıca dinsel doktrinlerin gerçekliğinin ispatının olanaksızlığı konusunda söylediklerimin yeni bir şey olduğu da sanılmasın. Bu olanaksızlık tüm çağlarda, hiç kuşkusuz bize bu mirası bırakmış olan atalarımız tarafından bile hissedilmiştir. Onların birçoğu da, olasıdır ki, bizim duyduğumuz kuşkulan besliyorlardı. Ama üzerlerindeki baskı, bu kuşkularını dile getirmeye cesaret etmelerini engelleyecek kadar güçlüydü. O zamandan bu yana sayısız insan benzer kuşkuların cenderesine girmiş ve görevlerinin inanmak olduğunu sandıklan için bu kuşkularını bastırmaya çabalamışlardır. Parlak zekâlı birçok insan, bu çelişki karşısında çözülmüş ve birçok kişilik, bir çıkış yolu bulmak amacıyla verdiği tavizler nedeniyle bozulmuştur.
Dinsel öğretilerin gerçekliğinin ispatı için ileri sürülen kanıtların tümü geçmişten kaynaklandığına göre, şöyle bir çevremize bakıp hakkında yargıya varmamız çok daha kolay olan çağımızın da bu türden kanıtlar sağlayıp sağlamayacağını görmek doğal olacaktır. Eğer bu sayede dinsel sistemin bir tek bölümünü bile, kuşkunun gölgesinden kurtarabilirsek, sistemin tümü inanılırlık bakımından çok kazançlı çıkacaktır. Bu noktada ruhçuların oturumları karşımıza çıkar. Onlar, bireyin ruhunun ölümünden sonra yaşadığından emindirler ve bu dinsel doktrinin gerçekliğini hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde bize gösterme çabasındadırlar. Ama ne yazık ki ruhlara ait görüntü ve sözlerin yalnızca kendi zihinsel faaliyetlerinin bir ürünü olduğu gerçeğini kanıtlarla çürütmeyi başaramazlar. En büyük adamlar ve en önde gelen düşünürlerin ruhlarını çağırmış olmalarına rağmen bu ruhlardan aldıkları tüm bildiri ve bilgiler o kadar aptalca olmuş, o kadar sefilce bir anlamsızlık göstermiştir ki, insan bunlarda ruhların, kendilerini çağırmış olan insan grubuna uyum gösterme yeteneğinden başka inanılır bir şey bulamaz.
Bu noktada, sorundan kaçamak bir yolla kurtulmak için yapılmış -ve ümitsiz bir çaba oldukları izlenimini veren- iki girişimden söz etmeliyim. Bunlardan saldırgan nitelikte olanı eski, diğeriyse ustalıklı ve çağdaştır. Birincisi, Hıristiyanlığın ilk asırlarında yaşamış Kilise babalarından birine ait olan “Credo quia absurdum” (“saçma olduğu için inanıyorum”) deyişidir. Bu görüş, dinsel doktrinlerin mantığın yargılama alanı dışında -mantıküstü- olduğunu ileri sürer. Bu doktrinlerin gerçekliğini içimizde hissetmeliyiz, bunların kavranması gerekmez. Ama bu Credo ancak bir kişisel itiraf olarak ilgi çekebilir. Yetkili bir ifade olarak ise hiçbir bağlayıcı gücü yoktur. Ben her saçmalığa inanmak zorunda mıyım? Hepsine inanmak zorunda değilsem neden sadece buna inanmalıyım? Mantığın terazisinden başka yargı ölçütü yoktur. Dinsel doktrinlerin gerçekliği, bu gerçekliğe tanıklık eden bir içsel yaşantıya bağlıysa bu ender deneyimi yaşamamış olan çok sayıdaki insanı ne yapacağız? Her insandan sahip olduğu mantık yeteneğini kullanması istenebilir, ama yalnızca birkaç kişi için geçerli olan bir güdü temelinde herkese uygulanacak bir zorunluluk inşa edilemez. Bir insan kendisini aşırı derecede duygulandırmış olan bir vecd durumu sırasında dinsel doktrinlerin gerçekten doğruluğu konusunda sarsılmaz bir inanç edinmişse, bunun diğer insanlar için ne önemi olabilir? İkinci girişim, “sanki” felsefesince yapılmıştır. Bu felsefe, düşünce faaliyetimizin temelsiz ve hatta saçma olduğunu açıkça bildiğimiz çok sayıda varsayım içerdiğini kabul eder. Bunlar “kurgu” adını alır. Ama bazı pratik nedenlerden ötürü “sanki” bu kurgulara inanıyormuş gibi davranmamız gerekir.
İnsan toplumunun devamı için taşıdıkları karşılaştırma kabul etmez önemi nedeniyle, bu durum, dinsel doktrinler konusunda da geçerlidir. Bu akıl yürütme biçimi “Credo quia absurdum” deyişinden çok farklı değildir. Ama ben “sanki” felsefenin talebinin, ancak bir felsefecinin ileri sürebileceği türden bir talep olduğu kanısındayım. Düşüncesi felsefenin hünerli hilelerinden etkilenmemiş olan bir insan bunu hiçbir zaman kabul edemez; böyle bir insanın görüşüne göre bir şeyin saçma veya mantığa aykırı olduğu kabul edildiği anda, söylenecek başka bir şey kalmaz. Sıradan faaliyetlerinin tümü için göz önünde tuttuğu teminatlardan en önemli çıkarlarıyla ilgili bir konudan vaz geçmesi bu insandan beklenemez. Daha çok küçükken bile diğerleri arasında tuhaf ve dikkat çekici bir gerçeklilikle kendini gösteren bir çocuğumu anımsıyorum. Çocuklar anlatılan bir peri masalına kendilerini kaptırmış dikkatle dinlerlerken o, ayağa kalkıp “bunlar gerçek mi?” diye sorar, olmadığı söylendiğinde de yüzünde küçümseyici bir ifadeyle, oradan uzaklaşırdı. “Sanki” felsefesinin din taraftarlığına rağmen, insanların yakın bir gelecekte dinin peri masallarına karşı da aynı biçimde davranacaklarını umabiliriz.
Ama insanlar günümüzde oldukça farklı bir davranış gösteriyorlar. Ve geçmiş zamanlarda doğruluklarının ispatı kesinlikle mümkün olmamasına rağmen, dinsel düşünceler, insanlık üzerinde mümkün olan en kuvvetli etkiyi yapmıştır. Bu yeni bir psikolojik sorundur. Biz, bu doktrinlerin içsel gücünün nereden geldiği ve mantığın yargısından bağımsız olmalarına rağmen etkinliklerini neye borçlu oldukları sorusunu mutlaka sormalıyız.