Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküÇeviri ÖykülerBir Köy Hekimi | Franz Kafka

Bir Köy Hekimi | Franz Kafka

“anlamanın ilk belirtisi ölme isteğidir”

Ne yapacağımı enikonu şaşırmış durumdaydım. Acele yola çıkmam gerekiyordu; ağır bir hasta on mil uzaktaki bir köyde beni bekliyor, sert bir tipi ise onunla aramdaki geniş mekanı dolduruyordu. Bir arabam vardı, hafif, tekerlekleri büyük, tam köy yollarına göre; kürk paltoma bürünmüş, elimde çanta yola çıkmaya hazır, avluda dikilmeye başlamıştım; gelgelelim at yoktu arabaya koşacak, at! Kendi atım bir önceki gün, bu buzsu kış mevsiminde fazla zorlandığından nallari dikmişti, hizmetçim, ödünç bir at bulmak üzere köyde sağa sola seğirtiyordu. Ama umutsuz bir çabaydı, bunu biliyor ve gittikçe, karla örtülüp devinim gücümü yitirerek avluda bekliyordum. Derken, elindeki feneri sallayarak bahçe kapısında göründü hizmetçim, yalnızdı; tabii, kim şu anda böyle bir yolculuk için atını ödünç verirdi. Bir kez daha boydan boya adımladım avluyu; bir çare bulamıyordum, dalgın dalgın, içim içimi yiyerek, yıllardır kullanılmayan domuz ahırının kırık dökük kapısını ayağımla ittim. Kapı açıldı ve reze yerlerinden gıcırdayarak gidip gelmeye başladı. At kokusuna benzer bir koku ve sıcaklık dışarı vurdu ahırdan. Puslu bir fener, bir ipin ucunda sallanıyordu. Derken, alçak tavanlı ahırda çömmüş oturan bir adamın mavi gözlü yayvan yüzü göründü. “Arabayı koşayım mı?” diye sordu adam, elleri ve ayaklarının üzerinde sürünerek çıkıp geldi. Ne söyleyeceğimi bilemedim, ahırda adamdan başka şeyler de var mıdır acaba? diyerek eğilip içeri baktım yalnız. Hizmetçim, yanıbaşımda bekliyordu. “Kendi evinde neler bulunduğunu bilmiyor insan” deyince, ikimiz de güldük. O anda birden: “Haydi oğlum, haydi kızım!” diye sesini yükseltti seyis; iki at, sağrıları güçlü iki yaman hayvan, bacakları iyice karınlarına çekik, güzel biçimli başlarını develer gibi eğip gövdelerini sağa sola kıvırarak, tümüyle doldurdukları kapı boşluğundan dışarı çıktı. Dışarıda vücutlarından yoğun buğular salarak, uzun bacaklarının üzerinde hemen dimdik doğruldu. “Sen de yardım et!” dedim hizmetçime; uysal kız, koşumları seyise uzatmak üzere seğirtti. Ama seyis, yanına gelir gelmez kıza sarıldı hemen, yüzünü yüzüne yapıştırdı. Bir çığlık atan kız kaçıp yanıma dönüyor. Yanağına gömülmüş iki sıra dişin kırmızı izlerini görüyorum. “Seni hayvan seni!” diye bağırıyorum tepem atmış. “Kırbaçlanmak mı istiyor canın?” Ama hemen aklımı başıma topluyor, adamın yabancı biri olduğunu, nerden çıkıp geldiğini bilmediğimi, başkaları yardım elini uzatmazken onun kendi gönlüyle imdadıma koşup beni güç durumdan kurtarmaya çalıştığını düşünüyorum. Sanki aklımdan geçen düşünceleri sezmiş gibi, adam da savurduğum tehdide alınmıyor, atları hazırlamaya ara vermeden, hepsi bir kez dönüp bana bakıyor yalnız. “Haydi binin!” diyor ardından ve bakıyorum, gerçekten her şey hazır. Böylesine güzel bir arabayla hemen algılıyorum güzelliğini, şimdiye kadar bir yere gitmedim; güle oynaya biniyor: “Ama arabayı ben süreceğim, sen yolu bilmezsin,” diyorum. “Elbette!” diyor seyis. “Ben zaten burada, Rosa’nın yanında kalacağım.” “Hayır! Hayır!” diye bağırıyor Rosa ve çaresiz başına geleceklerin gerçek önsezisiyle koşarak kendini evden içeri atıyor, emniyet zincirinin kapıya takıldığını işitiyorum; kapının kilidi çat diye kilitleniyor. İzini kaybettirmek isteyen Rosa’nın ilkin holdeki sonra odadan odaya seğirterek bütün evdeki ışıkları söndürdüğünü görüyorum. “Sen de benimle geleceksin!” diyorum seyise. “Yoksa istediği kadar önemli olsun, çıkmam bu yolculuğa. Yolculuğun bedeli olarak kızı sana bırakmak aklımın ucundan geçmez.” “Deh!” diyor seyis, elini çırpıyor; araba, akıntıya kapılmış bir tahta parçası gibi hızlı çekilip götürülüyor ileriye; seyisin yüklenmesiyle kapının çatırdayıp kırıldığını işitiyorum; tüm duyularıma aynı ölçüde nüfuz eden bir uğultu, gözlerimle kulaklarımı dolduruyor. Ama bu da bir an sürüyor yalnız; hemen benim avlu kapısının önünde hastanın evinin avlusu başlıyormuş gibi, gideceğim yere varıyorum; atlar sessiz duruyor; dört bir yanda ay ışığı.

Hastanın annesiyle babası, evden çıkıp koşarak geliyor; en arkada hastanın kızkardeşi; beni arabadan adeta kucaklayıp indiriyorlar. Karmakarışık konuşmalardan bir şey anlamıyorum; hasta odasındaki hava pek solunacak gibi değil; kimsenin ilgilenmediği ocak tütüyor; pencereyi açacağım; ama ilkin hastayı görmek istiyorum; zayıf düşmüş, ateşi olmayan, ne soğuk, ne sıcak bir vücut; boş bakışlarla yorganın altında çırılçıplak doğruluyor delikanlı, boynuma asılarak kulağıma fısıldıyor: “Bırakın beni, öleyim doktor!” Çevreme bakmıyorum; bu sözleri benden başkası işitmedi, oğlanın annesiyle babası, suskun, öne doğru eğilmiş, vereceğim yargıyı bekliyorlar; kızkardeş, çantam için bir sandalye getiriyor. Çantayı açıp içindeki aletleri karıştırıyorum; oğlan yattığı yerden boyuna ellerini uzatıyor bana, ricasını anımsatmak istiyor, çantadan bir pens alıp mum ışığında gözden geçirdikten sonra tekrar yerine koyuyorum. Evet, diye düşünüyorum küfre girerek, “Böylesi durumlarda Tanrılar yardım ediyor, eksik atı yolluyor, sonra işin acelesinden ötürü bir ikinci atı birincisinin yanına katıyor, fazladan bir de seyis bağışlıyorlar.” Ancak şimdi Rosa geliyor aklıma; nasıl etsem, nasıl kurtarsam onu? Kızı bu seyisin altından nasıl çekip alsam, kendisinden on mil uzakta, arabamın önünde böyle zaptedilemeyen atlar? O anda bir yolunu bulup koşumlarını gevşeten, pencereleri anlayamadığım bir şekilde dışarıdan itip açan, her biri bir pencereden başını uzatıp, içerdekilerin bağırmalarına aldırmayarak hastayı süzen bu atlar! Sanki beni yola çıkmaya çağırıyorlarmış gibi: ‘Hemen gidiyoruz’, diye geçiriyorum içimden, ama beni sıcaktan sersemlemiş sanan kızkardeşin sırtımdan kürkümü almasına göz yumuyorum. Bir kadeh rom çıkarılıyor önüme, yaşlı adam omzuma vuruyor; kendisinin pek sevdiği içkiden bana ikram edişi, bu teklifsizliğini bağışlatıyor adeta. Hayır anlamında başımı sallıyorum; yaşlı adamın bu kıt görüşlülüğü karşısında midem bulanabilir; sırf bu yüzden romu içmeye yanaşmıyorum. Yatağın başında dikilen anne beni yanına çağırıyor; gidiyorum; atlardan biri yüksek sesle odanın tavanına doğru kişnerken başımı oğlanın göğsüne dayıyorum, oğlan ıslak sakalımın altında ürperiyor. Sezdiğim şeyin doğrulandığını görüyorum. Oğlan sağlıklı; kan dolaşımı biraz düzensiz; sevecen anne tarafından tıka basa kahveyle doldurulmuş içi; en iyisi, onu bir tekmeyle yataktan dışarı atmak. Ama ben dünyayı düzeltmeye çıkmadım, oğlanın yatmasına engel olmuyorum. Hükümet tabibi olarak çalışıyor, görevimi en son sınırına, adeta bu sınırı aşacak noktaya kadar yapıyorum. Aldığım ücret iyi sayılmaz, öyleyken yoksullara karşı elim açık ve yardımsever biriyim. Önce Rosa’yı düşünmem gerekiyor, sonra oğlan varsın haklı olsun, nihayet ben de ölmek istiyorum. Burada, bu sonu gelmeyen kışta işim ne? Kendi atım öldü, köyde atını bana ödünç verecek kimse çıkmadı. Arabaya koçağım atları domuz ahırından sağlamak zorunda kaldım; tesadüfen at bulunmasaydı, domuzları arabaya koşmam gerekecekti. îşte böyle! Ve aile üyelerine başımı sallayarak veda etmek istiyorum. Onların bu durumdan haberleri yok; haberleri olsa da inanmazlar. Reçete yazmak kolay, ama insanlarla anlaşmak güç. Eh, demek buradaki ziyaretim sona ermiş, yine boş yere zahmete girmiştim; alıştım artık; kapımdaki gece zilinden yararlanıp bütün köy halkı beni kahredip duruyor. Ama bu kez üstelik Rosa’yı, tarafımdan pek umursanmaksızın yıllardır evimde yaşayıp giden bu güzel kızı feda etmek zorunda bırakılıyorum. Böyle bir fedakârlık benim için fazlasıyla büyük; ne kadar istese de Rosa’yı bana geri veremeyecek bu ailenin üzerine atılmamak için birtakım zeka oyunlarına başvuruyor, kafamda sözkonusu olayı geçici süre yeni bir biçime sokuyorum. Ama alet çantamı kaparak kürkümü getirmelerini işaret edip de, elindeki rom kadehini koklayıp duran babayı, galiba tarafımdan düş kırıklığına uğratılan -iyi ama, bu insanlar ne bekliyorlar benden?- ve gözleri yaşla dolup dudaklarını ısıran anneyi, elinde kanı bulanmış havluyu sallayan kızkardeşi hep bir arada dikiliyor görünce, oğlanın gerçekten hasta olabileceğini gerekirse kabule hazır bir yüz takınıyorum. Oğlanın yanına varıyorum derken; kendisine çorbaların en kuvvetlisini getiriyormuşum gibi, bana gülümsüyor. Ah, tam o anda ikisi de kişnemeye başlıyor atların; yüce bir makam tarafından sahnelenen bu gürültünün belki de oğlanın muayenesini kolaylaştırması isteniyor. Derken şu sonuca varıyorum: Evet, oğlan hasta; sağ böğründe, kalça bölgesinde açılmış avuç içi kadar bir yara var. Gül pembesi; ortası koyu, kenarlara doğru açılan bir sürü pembe nüansı; hafif pütürlü bir yara; kimi yerde az, kimi yerde çok birikmiş kan; yer üstündeki bir maden ocağını andıran bir yara. Uzaktan böyle. Yakından bakınca, işi zorlaştıran bir başka neden açığa vuruyor kendini. Hafif bir ıslak koyvermeden kim katlanabilir? Serçe parmak kalınlığında ve uzunluğunda kurtlar; kendi renkleri pembe; ayrıca, kana bulanmış gövdeleri; bir uçları yaranın içinde; beyaz başçıkları ve bir sürü ayakçıklarıyla kıvrılıp bükülerek aydınlığa çıkmaya savaşıyorlar. Zavallı çocuk! Sana yardım edilemez artık. Senin o büyük yaranı bulup ortaya çıkardım; Böğründeki bu çiçek yüzünden helak olup gideceksin. Oğlanın ailesi mutluluk içinde; beni iş başında görüyor; kızkardeş anneye söylüyor bunu, anne babaya, baba da, açık kapıdan odaya vurmuş ay ışığında içeri süzülen ve parlak uçlarına basıp ileri uzatılmış kollarıyla dengelerini sağlamaya çalışan birkaç konuğa iletiyor.Yarasının içindeki kımıl kımıl hayattan büsbütün gözleri kapanmış: “Beni kurtaracak mısınız, doktor?” diye fısıldıyor oğlan hıçkırarak. Benim bölgedeki insanlar böyledir, hep yapamayacağı şeyleri isterler hekimden. Eski inançları yitirmişlerdir; rahip, evinde oturmuş, âyin giysilerini can sıkıntısından yolup dururken, hekimden o müşfik cerrah eliyle bütün işi görmesini beklerler. Eh, nasıl isterseniz, ben kendim size hizmet edeyim demedim; beni kutsal amaçlar uğrunda kullanmaya kalkarsanız, buna da ses çıkarmam; hizmetçisi elinden alınmış yaşlı bir köy hekimi için bundan iyisi can sağlığı. Derken geliyorlar: oğlanın ailesi ve köyün yaşlıları; beni soruyorlar; başlarında öğretmenleriyle bir okul korosu evin karşısına geçiyor ve aşağıdaki güfteyi içeren alabildiğine yalın bir ezgiyi okumaya başlıyorlar:

Soyun giysilerini, iyi eder o zaman
Baktınız iyi etmedi, öldürün gitsin!
Bir hekimden başka nedir ki!
Bir hekimden başka nedir ki!

Derken giysilerini çıkarıp alıyorlar üzerimden; parmaklarım sakalımda, başımı eğerek serinkanlılıkla oradakilere bakıyorum. Kendime tastamam hâkimim, oradakilerin hepsinden üstün durumdayım ve öyle de kalıyorum; oysa bunun bir yararı dokunmuyor bana, başımdan ve ayaklarımdan tutup beni yatağa götürüyor, duvardan yana, oğlanın yarasının bulunduğu tarafa yatırıyorlar. Sonra hep birlikte çıkıp gidiyorlar odadan; kapı kapatılıyor; koro susuyor; bulutlar yürüyüp ayın önüne kapılıyor; yorgan, sıcak sıcak sarıyor beni; pencerelerde atların başlarının silueti kımıldıyor. “Biliyor musun?” diye kulağıma fısıldıyor bir ses. “Sana güvenim pek az. Çünkü sen de bir yerde baştan atıldın, kendi ayağınla gelmedin buraya. Bana yardım edecekken, benim ölüm döşeğimi daraltıyorsun. En iyisi, tırnaklarımla gözlerini oymam. Doğru diyorum. “Yüz karası bir durum. Ama hekim olmuşum bir kez, ne yapayım? İnan ki, benim için de kolay değil.”- “Bu özürle yetineyim mi? Ah, sanırım yetinmem de gerekiyor. Hep yetinmem gerekiyor. Güzel bir yarayla dünyaya geldim; varım yoğum hep bu yaraydı.” “Genç dostum!” diye cevaplıyorum. “Hatan şurada: durumu bütünüyle göremiyorsun: Şimdiye kadar çevrede pek çok hasta odasında bulundum; sana şunu söyleyeyim ki, yaranın durumu o kadar da kötü değil, vücutla daracı yapan iki balta darbesinin yol açtığı bir yara. Pek çok kimse böğrünü sunar, ormanda balta sesini, hele sesin kendilerine yaklaştığını işitmez pek. Gerçekten öyle mi, yoksa bu ateşli durumumda beni aldatıyor musun?” -“Gerçekten öyle; bir hükümet doktorunun namus sözünü öbür dünyaya beraberinde götürebilirsin.” Ve bu namus sözünü kabullendi oğlan, sesi kesildi. Ama kendimi nasıl kurtaracağımı düşünmenin zamanıydı. Hâlâ otlar, sadakatle yerlerinde duruyordu. Giysilerimi, kürk paltomu ve çantamı çarçabuk toparladım, giyinmekle oyalanmak istemiyordum. Atlar gelişteki gibi öyle hızlı giderse, adeta bir sıçrayışta bu yataktan ayrılıp kendi yatağımda açacaktım gözümü. Atın biri, uysal, pencereden çekildi; elimdekileri arabadan içeriye savurdum; kürk palto fazla ötelere uçup gitti, yenlerinden biri bir çengele takıldı. Bu kadarına da şükür! Ata atladım. Yerde sürüklenen koşulmamış koşumlar; birbirlerine pek bağlı olmayan atlar; arkada sağa sola yalpalayan araba ve nihayet karlar içinde sürüklenen kürk palto. “Deeh!” demiştim, ama atlar hızlı gitmiyordu; yaşlı adamlar gibi ağır aksak, kar çölünde ilerliyorduk; çocukların gerçekle bağdaşmayan yeni şarkısı arkamızda uzun süre çınlayıp durdu:

Sevinin ey hastalar Hekim yatağınıza yattı!

Bu tempoyla asla eve varamayacağım; o canım işim gitti elden; yerimi almak isteyen biri hastalarımı çalıyor. Ama boşuna; çünkü yerimi dolduramayacak. Evinde o mendebur seyis ortalığı kasıp kavuruyor, Rosa’yı kurban yaptı kendine, bunu daha çok düşünmek istemiyorum. Çırılçıplak, bu alabildiğine mutsuz çağın ayazına açık, dünyevî olmayan atlara ben yaşlı adam, sağda solda dolanıp duruyorum. Kürk paltom, arabanın arkasından sarkıyor, ama ulaşamıyorum ona, ayakta gezip dolaşabilen rezil hastalardan hiçbiri bana yardım için parmağını bile oynatayım demiyor. Aldatıldım! Aldatıldım! Gece çıngırağının yanıltıcı sesine bir kez uyuldu, asla giderilemez artık.

Alıntı: franzkafkatr

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments