Uygarlığıyla övünen bir toplumda, ölüm cezasının adil ya da uygun olduğunu kanıtlayacak bir ilke bulmak, olanaksız değilse de, pek güçtür. Genellikle ceza, ya bir yola getirme ya da bir yıldırma aracı olarak savunulmuştur. Peki ama, siz başkalarını yola getirmek yahut yıldırmak için, ne hakla beni cezalandırıyorsunuz?
Üstelik, Kabil’den beri dünyanın cezayla, ne yola geldiğini, ne de yıldığını tam bir kanıtlamayla gösteren tarih vardır istatistik diye birşey vardır. Tam tersine, soyut hak açısından, soyut olarak insan onurunu tanıyan bir tek ceza teorisi ortaya konulmuştur; bu, özellikle Hegel’in daha katı bir formüle bağladığı biçimde— Kant’ın teorisidir. Hegel şöyle der:
“Ceza suçlunun hakkıdır. Onun iradesinin bir eylemidir. Suçlu, hakkın çiğnenmesini kendi hakkı olarak açıklamıştır. Onun suçu hakkın olumsuzlanmasıdır. Ceza bu olumsuzlanmanın olumsuzlanmasıdır ve dolayısıyla, suçlunun kendi istediği ve kendisine zorladığı hakkın bir onaylanmasıdır.”
Bu formülde kuşkusuz aldatıcı birşey vardır; bu da, Hegel’in suçluya yalnızca bir nesne, adaletin bir kölesi diye bakacak yerde, onu özgür ve kendi kendini belirleyen bir varlık durumuna yükseltmesidir. Böyle olmakla birlikte, soruna daha yakından bakarsak, Alman idealizminin, çoğu başka durumlarda olduğu gibi, burada da, toplumun kurallarına aşkın (transcendantal) bir yaptırım eklediğini farkederiz. Gerçek itileri ve üstünde baskı yapan çeşitli toplumsal koşullarıyla birlikte bireyin yerine “özgür irade” soyutlamasını —insanın bir çok niteliğinden birini, insanın kendisinin yerine— geçirmek bir aldanma değil midir?
Cezayı suçlunun kendi iradesinin bir sonucu sayan bu teori, yalnız eski “justalionis”in (kısasın), göze göz, dişe diş, kana kan’ın metafizik bir anlatımıdır. Bütün söz oyunları bir yana bırakılıp açıkça konuşulacak olursa, ceza toplumun nitelikleri ne olursa olsun canalıcı önem taşıyan koşullarının çiğnenmesine karşı bir kendini savunma aracından başka birşey değildir. İyi ama, kendini savunmak için cellattan daha iyi bir araç bilmeyen ve kendi vahşetini “dünyanın en ileri gelen gazetesinde” ebedi hukuk diye ilan eden toplum, nasıl bir durumdadır ki?
Bay Quètelet, L’Homme et ses Facultès (İnsan ve Yetileri) adını taşıyan üstün nitelikli bilgince yapıtında şunları söyler:
“Korkunç bir düzenlilikle ödediğimiz bir bütçe var —hapishaneler, zindanlar ve darağaçları bütçesi … Hatta, yıllık doğum ve ölümleri nasıl önceden bilebiliyorsak, hemen tıpkı onun gibi, kaç kişinin elini hemcinslerinin kanına boyayacağını, kaçının kalpazanlık edeceğini, kaçının zehir kullanacağını da şimdiden kestirebiliriz.” Gerçekten de, Bay Quètelet 1829’da yayımlanan bir suç olasılıkları hesabında, 1830 yılında Fransa’da işlenen suçların yalnızca tutarını değil, bütün çeşitlerini de, şaşırtıcı bir kesinlikle önceden kestirmiştir. Toplumun belli bir ulusal kesiminde ortalama bir suç tutarını yaratan şeyin, bir ülkedeki özgül siyasal kurumlar olmaktan çok, genel olarak, modern burjuva toplumunun temel koşulları olduğu Quètelet’nin 1822-24 yılları için yaptığı tablolardan görülebilir.
Bu durumda, eğer geniş çapta gözlemlenen suçlar, tutarları ve dökümleri bakımından böyle fizik olgularının düzenliliğini gösteriyorlarsa, —eğer Bay Quètelet’nin dediği gibi “iki etken nedenden (fizik dünya ile toplum düzeninden) hangisinin etkisini daha büyük bir düzenlilikle ortaya koyduğuna karar vermek güç oluyor” ise— o zaman, yalnızca yenilerine yer açmak için bir sürü suçluyu idam eden cellatı göklere çıkarmak yerine, bu suçları türeten düzenin değiştirilme yolları üstünde derin derin düşünmek zorunluluğu yok mudur?
Karl Marks
“Capital Punishment” New-York Daily Tribune 18 Şubat 1853