Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeMaurice BLANCHOTHepimiz maskeli avcılar gibiydik. Sorgulanan kimdi? Karşılık veren kim? | Günün Deliliği...

Hepimiz maskeli avcılar gibiydik. Sorgulanan kimdi? Karşılık veren kim? | Günün Deliliği – Maurice Blanchot

Ne bilginim ne bilmez. Zevkleri tanıdım. Bunu söylemek az gelir: yaşıyorum, bu yaşam bana en büyük hazzı veriyor. Peki ölüm? Öldüğüm de (belki de hemen), engin bir hazla tanışacağım. O yavan, çoğu kez tatsız tuzsuz ölüm önsezisinden sözetmiyorum. Acı çekmek alıklaştırır. Ama kuşku duymadığım önemli doğru şu: yaşam aktan sınırsız bir haz duyuyorum , ölmekle de sınırsız bir doyuma ereceğim.

Dolaştım, oradan oraya geçip durdum. Duruldum, tek bir odada oturdum. Yoksul oldum, sonra daha varlıklı, sonra daha yoksul çoklarından. Çocukken büyük tutkularım vardı, ne istesem elde ediyordum . Çocukluğum yok oldu, gençliğim gerilerde kaldı. Önemi yok: olmuştan yana mutluyum , olandan hoşnudum, olacak başımla beraber. Varoluşum herkesinkinden iyi mi? Olabilir. Başımı sokacak bir yerim var, çoğu bunu bulamıyor. Cüzzamlı değilim, kör değilim, dünyayı görüyorum , olağanüstü bir mutluluk. Şu günü görüyorum ya, onun dışında ne var? Kim onu elimden alabilir? Bu gün silinip giderken ben de silineceğim onunla bir, başımı döndüren bir düşünce, bir kesinlik. sevdim, yitirdim sevdiklerimi. Bu darbeyi yiyince çıldırdım, çünkü bu bir cehennem. Ama tanığı olmadı çılgınlığımın, şaşkınlığım görünmedi, ta içimdi çıldıran. Ara sıra öfkelendim. Niye böyle sessizsin diyorlardı bana. Oysa tepeden tırnağa yanıyordum; geceleyin koşturuyordum sokaklarda, uluyordum; gündüzleyin sessiz sessiz çalışıyordum

Az sonra dünyanın çılgınlığı boşanıverdi. Çokları gibi ben de dikildim duvarın önüne. Neden? Nedeni yok. Tüfekler çakmadı. Tanrım, ne yapıyorsun dedim kendi kendime. Böylece kaçıklığım dindi. Dünya duraladı, sonra yeniden dengesine kavuştu.
Usla birlikte anı da bana geri döndü, bir de baktım, büsbütün, enikonu mutsuz olduğuma inandığım en kötü günlerde bile, yine de, neredeyse hep, alabildiğine mutluymuşum. İşte bu beni düşünceye saldı. Bulduğum pek hoş değildi. çok şey yitiriyormuşum gibi geldi bana. Kendi kendime sordum: Üzgün değil miydim, yaşamımın çatırdadığını duymamış mıydım? Evet, öyle olmuştu; ama kalkıp sokaklarda koşturduğum , odanın bir köşesinde kıpırtısız durduğum her dakika, gecenin serinliği, toprağın sağlamlığı soluklanmamı, sevince dayanmamı sağlıyordu.

İnsanlar ölümden kaçmak istiyordu, tuhaf soy. Kimileri de ölmek, ölmek diye bağırıyordu, yaşamdan kaçmak istiyorlardı çünkü. “Ne biçim yaşam, Kendimi öldüreceğim, pes ediyorum.” Yazık, tuhaf, bu bir yanılgı. Bununla birlikte hiçbir zaman yaşama sus, ölüme defol dememiş kimselerle de karşılaştım. Hemen hep kadınlar, güzel yaratıklar. Erkekler, yılgı sarıyor, gece delip geçiyor onları, tasarılarının boşa çıktığını, çabalarının toz olup gittiğini görüyorlar, dünya benimdir diyen o önemli kimseler afallıyor, ne varsa çöküyor. Yıkımlarımı betimleyebilir miyim? Ne yürüyebiliyor, ne soluk alabiliyor, ne beslenebiliyordum. Soluğum taştandı, gövdem sudan, yine de susuzluktan ölüyordum . Bir gün beni toprağın içine yatırdılar, hekimler beni balçıkla sıvadı. Yerin dibinde ne çaba ama. Kim demiş soğuk diye? Ateşten bir çalıdikeni. Kalktığımda artık büsbütün duyusuzdum . Dokunuşum iki metre ileride dolaşıyordu: odama biri girse, haykırıyordum , ama bıçak sessizce doğruyordu beni.  

Evet, bir iskelete döndüm. Sıskalığım, geceleyin, önüme dikilip ürkütüyordu beni. Gide gele aşağıladı, bezdirdi beni; ah, bezmiştim enikonu. Bencil miyim? Ancak birkaç kişiye yakınlık duyarım, kimseye acımam yoktur, ancak binde bir hoşnut etme isteği, binde bir hoşnut edilme isteği duyarım; ben, kendime gelince neredeyse duygusuz olan ben, ancak onlarda acı duyarım; en küçük sıkıntılar benim için bitmez tükenmez bir dert olur, yine de, gerekirse, gözümü kırpmadan harcarım onları, tüm mutluluk duygularım alırım ellerinden (öldürdüğüm bile olur).  Balçık kuyusundan, olgunluğun diriliğiyle çıktım. Ben daha önce neydim? Bir su kırbası, ölü bir enginlik, uyuyan bir derinliktim. (Yine de kim olduğumu biliyordum, tutunuyordum , yokluğun içine düşmüyordum.) Uzaklardan beni görmeye geliyorlardı. Çocuklar yanıbaşımda oynuyordu. Kadınlar ellerini avuçlarıma koymak için yere uzanıyordu. Benim de gençliğim oldu. Ama boşluk beni bayağı bozdu.
Çekingen değilim, itildim kakıldım. Birisi (öfkelenmiş bir adam) elimi alıp bıçağını sapladı. Nasıl bir kan. Sonra, tir tir titriyordu. Masanın üstüne ya da bir kapıya çivileyeyim diye elini uzatıyordu ba­na. Bende bu yarayı açtı diye, adam, kaçığın biri, benim dostum olduğunu sanıyordu; karısını kollarımın arasına atıyordu; sokakta arkam dan geliyordu bağıra bağıra: “Ben ne olayım, ben ahlaksız bir esrikliğin elinde oyuncağım, itiraf, itiraf.” Tuhaf bir kaçık. Bu arada, kan benim tek giysimin üzerine damlıyordu.

Çoğun kentlerde yaşıyordum. Bir ara insan içine karışmıştım. Yasa beni çekiyordu, çokluk hoşuma gidiyordu. Elin günün içinde silinmiştim. Kimsecik, egemen olmuştum. Ama bir gün yalnız kimseleri öldüren taş olmaktan bıktım. Ayartmak için, tatlılıkla yasaya seslendim: “Yaklaş da yüzünü göreyim.” (Onu, bir an, yalnız yakalamak istiyordum.) Düşüncesizce bir sesleniş, ya karşılık vereydi ne yapardım?
Kabul etmeliyim, çok kitap okudum. Ben yok olduğum da, bütün bu ciltler hiç belli olmadan değişecek, kenarlar daha geniş, düşünce daha gevşek. Evet, çok fazla kişiyle konuştum, bu bugün dank ediyor; her kişi bir topluluktu benim için. Bu kocaman başkası beni istemeyeceğim denli çok kendim yaptı. §imdi varoluşum inanılmaz sağlamlıkta; ölümcül sıyrıklar bile direngenliğime boyun eğiyor. Bağışlasınlar ama kimilerini kendim den önce gömmem gerek.

Yoksulluğun içine gömülüyordum . Yavaş yavaş çevremde çemberler çiziyordu, ilki herşeyi bırakırmış gibiydi bana, sonuncusu benden başka hiç bir şey bırakmıyordu bende. Bir gün, bir baktım kentin içinde kapalı kalmışım; yolculuk masaldı artık.

Telefon açılmıyordu. Giysilerim eskiyordu. Soğuk içime işliyordu; ilkyaz, yetiş… Kitaplıklara gidiyordum. Dokunuşum iki metre ileride dolaşıyordu: odama biri girse, haykırıyordum, ama bıçak sessizce doğruyordu beni.. Ona yardımım dokunsun diye küçücük geçitlerden sevinçle seğirtiyor, ona okumanın karanlık ruhuna aktaracağı ciltler alıp geliyordum. Ama bu ruh bana pek de sevimli olmayan sözler fırlatıyordu; onun gözleri önünde küçülüyordum; beni olduğum gibi geriyordu, bir böcek, yoksulluğun karanlık bölgelerinden gelen çenekli bir hayvan. Kimdim ben? Bu soruya karşılık vermek beni büyük kaygılara salacaktı.

Dışarıda kısacık bir görüm yaşadım: iki adim ötemde, tam çıkmak üzere olduğum sokağın köşesinde çocuk arabalı bir kadın durmuş, – ancak şöyle böyle görebiliyordum, – dış kapıdan içeri sokmak için arabayı çeviriyordu. O sırada kapıdan, yaklaştığını görmediğim , bir adam girdi. Eşiği daha yeni atlamıştı ki şöyle geriye doğru bir devinimle yeniden çıktı. Kapının yanıbaşında dururken, önünden geçen çocuk arabası hafifçe yükselip eşiği aştı, kadın da adama bakmak için başını kaldırıp yok oldu.

Bu kısacık olay beni çıldırmanın eşiğine getirdi. Kuşkusuz tam olarak açıklayamıyordum kendime, yine de su götürür yani yoktu, gerçek bir olaya takılan günün, sonuna doğru ivmeğe başladığı kıpıyı yakalamıştım. işte geliyor, diyordum , son yaklaşıyor, bir şey geliyor, son başlıyor. Sevinç kaplamıştı beni.

O eve gittim, ama girmedim. Aralıktan, bir avlunun karanlık ucunu görüyordum . Dış duvara yaslandım, soğuğa kesmiştim; soğuk beni tepeden tırnağa sarıyor, yavaş yavaş koca boyumun bu uçsuz bucaksız soğuğun boyutlarını aldığım duyumsuyordum , gerçek yaradılışı uyarınca sessizce yükseliyor, bense bu mutluluğun sevinci, yetkinliği içinde bir an başım göğün taşları gibi yüce, ayaklarımı çakılların üstünde, öylece duruyordum .

Bakın, bunların hepsi gerçekti. Düşmanım yoktu. Kimse ilişmezdi bana. Arasıra kafam da engin bir işsizlik doğuyor, içinde dünya tüm üyle yokoluyor, ama olduğu gibi, en küçük bir sıyrık almadan çıkıyor, herşeyi yerli yerinde duruyordu. Az kalsın görme duyum u yitiriyordum, biri gözlerimin üstünde cam kırmıştı. Bu darbe be­ni sarstı, kabul etmeliyim. Duvara dönüyormuşum , bir çakıl taşı korusuna dalıyorum usum izlenimine kapıldım. En kötüsü, günün birdenbire korkunç acımasız kesilmesiydi; ne bakabiliyordum ne bakmamazlık edebiliyordum; görmek ürkünçtü, görmemekse alnımdan boğazıma yırtıyordu beni. Bir de beni bir yaban hayvanının saldırısına açık bırakan sırtlan çığlıkları işitiyordum (bu çığlıklar benimdi, sanırım).

Camı çıkardıktan sonra gözkapaklarımın altına bir zar çektiler, gözkapaklarımın üstüne pamuktan duvarlar. Konuşmamam gerekiyordu, çünkü konuşmak tımarlıkların kıskaçlarını çekiştiriyordu. “Uyuyordunuz” dedi hekim bana, daha sonra. Uyuyordum! Yedi günün ışığına dayanmam gerekiyordu: ne ışıma! Evet, yedi gün birden, tek bir kıpının canlılığına dönen yedi koca aydınlık benden hesap soruyordu. Kim düşünebilirdi bunu? Kimileyin kendi kendim e “Bu ölüm; her şeye karşın, değermiş doğrusu, ne etkileyici” diyordum. Ama çoğun hiçbir
§ey dem eden ölüyordum. Sonra sonra günün deliliğiyle yüzsüze geldiğime iyiden iyiye inandım; doğrusu buydu: ışık çıldırıyordu, aydınlık hepten sağduyuyu yitirmişti; ussuzca, başıbozuk, amaçsız saldırıyordu bana. Bu buluş yaşamıma boylu boyunca dişini geçirdi. Uyuyordum! Uyandığımda, bir adam ın sorusunu işitmek varmış: “Davacı mısınız?” Daha demin düpedüz günle cebelleşen birine sorulacak soru mu bu?

iyileşmiştim ya, yine de kuşkuluydum iyileştiğimden. Ne okuyabiliyor ne yazabiliyordum. çevremi puslu bir Kuzey sarmıştı. Ama işin tuhaf yanı şuydu: Günle dayanılm az bağımı unutmasam da perdelerin, buzlu camların arkasını da yaşamaktan çöküp gidiyordum . Birşeyi gün ışığında görmek istiyordum; alacakaranlığın tadına, erincine doymuştum; susar, havasar gibi istek duyuyordum güne. Görmek ateşse, dolu dolu istiyordum ateşi, görmek delilik salgınıysa, delice istiyordum bu deliliği.
Kurumda bana küçük bir yer verildi. Telefona bakıyordum. Hekimin bir tahlil laboratuvar vardı (kanla uğraşıyordu), insanlar geliyor, bir ilaç içiyorlardı; küçük yataklara uzanıp uyuyorlardı. Bunlardan birinin hoş bir dümeni vardı: verilen ürünü yuttuktan sonra bir ağı içip komaya giriyordu. Hekim buna alçaklık diyordu. Onu ayıltıp bu düzmece uykusundan ötürü “davacı oluyordu”. Ya! Ba­na kalırsa bu hasta daha iyisini hakediyordu. Görüşüm kısılmadığı halde, sokakta yengeç gi­bi yürüyordum , duvarlara sıkı sıkı tutunarak, boş bulunuversem adımlarımı bir savrulmadır alıyordu. Bu duvarlarda sık sık aynı ilanı görüyordum, gösterişsiz bir afişti ama harfleri oldukça büyüktü: Sen de bunu istiyorsun. Kuşkusuz istiyordum , bu iri sözcükleri ne zaman görsem istiyordum, evet.

Gelgelelim içimde birşey istemeyiveriyordu. Okumak büyük bir yorgunluktu benim için. Okumak en az konuşmak kadar yoruyordu beni, en ufak gerçek konuşma benden bende olmayan belirsiz bir güç istiyordu. Sıkıntılarımızı gönül hoşluğuyla karşılıyorsunuz diyorlardı bana. Bu söz beni şaşırtıyordu. Yirmi yaşında, aynı durumdayken, kimse umursamazdı beni. Kırkımda, biraz dardaydım , yoksullaşıyordum. Peki nereden geliyordu bu sıkıcı görüntü? Bana kalırsa, sokakta kapmıştım bunu. Sokaklar, şöyle sağlıklı düşününce, yapmaları gerektiği gibi varsıllaştırmadı beni. Tersine kaldırımları arşınlarken, metroların aydınlığına gömülürken, kentin görkemle ışıdığı güzelim caddelere saparken alabildiğine tadım kaçıyor, gönlüm iniyor, yoruluyordum ; adsız yıkımın çok büyük bir bölüm ünü üstlenmekle artık bakışları daha çok çekiyordum , çünkü bu yıkım benim için değildi, beni biraz kaypak, biraz biçimsiz bir nesne kılgına sokuyordu; dolayısıyla yapmacık, arsızca görünüyordu. Yoksulluğun sıkıcı yanı görülmesi, görenler de şöyle düşünüyor: Bak işte bana yönelik bir suçlama; kim bu beni suçlayan? Oysa benim adaleti üstüm de başımda taşımak gibi bir isteğim yok.

Okumuşsunuz, yetenekleriniz var, diyorlardı bana (kimileyin hekim, kimileyin bakıcılar), yoksun olan on kişiye dağıtılsa yaşamalarına elverecek anıklıkları kullanmamakla onları kendilerinde bulunmayandan yoksun ediyorsunuz, kaçınılabilecek olan yoksulluğunuz da onların gereksinimlerine bir saldırı oluyor. Ben de soruyordum: Bu söylevler niye? Çaldığım kendi yerim mi? Geri alın onu benden. Kendimi haksız düşüncelerle, düşmanca uslamlamalarla çevrilmiş görüyordum . Peki kimi kışkırtıyorlardı bana karşı? Kimsenin kanıtlayamadığı, benim de boş yere aradığım görünmez bir bilgi. Okumuşmuşum! Ama herhalde her zaman değil. Yetenekli? Neredeymiş bu cüppelerini kuşanıp orunlarına yerleşmiş, gece gündüz beni yargılamaya hazır yargıçlar gibi konuşturulan bu yetenekler?
Hekimleri bayağı seviyordum , onların kuşkularıyla alçalmış gibi duyumsamıyordum kendimi. Canımı sıkan, yetkelerinin gitgide büyümesiydi. Kimse ayırdına varmaz, ama bunlar kraldır. Odalarımı açıp şöyle derlerdi: Burada ne varsa bizimdir. Düşünce kırıntılarımın üzerine atlarlardı: Bu bizim. Öykümü sorgularlardı: Konuş. Öyküm onların hizmetindeydi. Kendimden soyunuveriyordum . Kanımı, içimi dağıtıyordum onlara, evreni aktarıyor, günü veriyordum . Gözlerinin önünde, kılları kıpırdamadan, bir su damlasına, bir mürekkep lekesine dönüşüyordum. Kendimi onlara indirgiyordum , büsbütün gözlerinin altından geçiyordum; en sonu, benim yetkin yokluğumdan başka bir şey kalmayınca, görecek hiçbir şey kalmayınca, beni de görmez oluyorlardı artık, öfke içinde kalkıp bağırıyorlardı: Hey, neredesin? Nereye gizleniyorsun? Saklanmak yasak, bu suç,…

Arkalarından yasanın karaltısı gözüme çarpıyordu. O bildiğimiz, o kati, o pek de sevimli olmayan yasa değildi bu: bu başkaydı. Saldığı yılgıya kapılmak şöyle dursun, onu ürküten bendim sanki. Ona kalırsa, benim bakışım yıldırımdı, ellerim yok oluş nedeni. Üstelik tüm güçleri yüklüyordu bana, işin tuhafı, bana karşı boynu kıldan inceymiş her zaman. Ama bırakmıyordu ben bir şey sorayım; her yerde var olma hakkımı tanıdığında hiçbir yerde bana yer olmadığı anlamına geliyordu bu. Beni yet- kelerin üstüne koyduğunda, bu sizin hiçbir şeye yetkiniz yok demekti. Ezilip büzüldüğünde: Bana saygı göstermiyorsunuz. Amaçlarından birinin benim “adaletin yerine geldiğini görmemi” sağlamak olduğunu biliyordum. “Sen özel birisin; kimse sana bir şey yapamaz. Konuşabilirsin, hiçbir şey seni bağlamaz; antlarla bağlı değilsin artık; eylemlerin sonuçsuz kalır. Ayaklarımın altına al beni, işte her zam an senin kölenim” diyordu bana. Köle ha? Bedava verseler istemem.

“Adaleti seviyorsun.” diyordu bana. Evet, sanırım. – Böylesine seçkin kişiliğinde adaletin çiğnenmesine niye izin veriyorsun peki? – Benim gözüm de kişiliğim seçkin değil ki. – Adalet sende güçsüzleşirse, başkalarında da güçsüz olur, onlar da bunun acısını çekecektir. – Ama bu adaleti ilgilendirmez. – Onu her şey ilgilendirir. – Ama kendiniz söylediniz, ben özelim. – Eylersen özelsin; başkalarının eylemesine izin verirsen olamazsın.”
İşi boş sözlere döktü: “Doğrusu, artık ayrılamayız. Nereye gitsen ardından geleceğim, senin çatının altında yaşayacağım, aynı uykuyu uyuyacağız.”
Beni kapatmalarına boyun eğmiştim. Geçici, demişlerdi bana. İyi, geçici olsun. Havalandırma saatlerinde, orada yatanlardan biri, ak sakallı bir koca, omuzlarıma zıplayıp tepemde elini kolunu oynatıyordu. “Sen Tolstoy musun yoksa?” diyordum ona. Hekim bu yüzden beni hepten kaçık sayıyordu. Sonunda kim var kim yok sırtımda taşmaya başladım, sımsıkı sarılmış bir bağlam adam , boş bir egemenlik isteğiyle, içler acısı bir çocuksulukla yukarı çıkan bir olgun adamlar öbeği; ben çökünce (ne de olsa ben at değildim değil mi ya), kendisi de yere yuvarlanan yoldaşlarımın çoğu beni bir güzel ıslatıyordu. Ne keyifli anlardı onlar.
Yasa davranışımı sertçe eleştiriyordu: “Eskiden ben sizi başka bilirdim. – Sizinle alay etmek kimsenin yanına kalmazdı. Sizi görmek yaşama patlardı. Sizi sevmek ölüm demekti. insanlar sizin gözünüzden kaçmak için hendekler kazıp içine sığınıyorlardı. Birbirlerine sorarlardı: Geçti mi? Bizi saklayan toprağa ham dolsun. – O derece mi korkuyorlardı benden? – Korku size yetmiyordu, yüreğin derinliklerinden gelen övgüler de, dosdoğru bir yaşam da, tozun içinde alçakgönüllülük de. Hem kimse beni sorgulamasın. Kim beni düşünmeyi göze alabilir ki?”

Tuhaf bir öfkeye kapılmıştı. Beni yüceltiyordu ama kendi de yükselmek için: “Siz kıtlıksınız, geçimsizlik, ölüm, yıkım. – Niyeymiş bütün bunlar? – çünkü ben geçimsizlik, ölüm, bitim meleğiyim. – Ha işte, dedim ona, ikimizin bir araya kapanması için bu yeter de artar bile.” Doğruluk, benim hoşuma giden. O tıkabasa erkekle dolu bu çevrede tek dişi ögeydi. Bir kez dizine dokundurmuştu: ne tu­haf izlenimdi. Kendisine belirtmiştim bunu: Ben bir dizle yetinecek adam değilim. Verdiği karşılık: Öylesi iğrenç olurdu! Oyunlarından biri şuydu. Bana pencerenin üstüyle tavan arasında bir uzay parçası gösteriyordu: “Oradanmış” diyordu. Ben gözümü dikip o noktaya bakıyordum. “Orada mısınız?” Olanca gücümle bakıyordum . “Eee?” Bakışımdan yaralar fışkırdığını duyuyordum , görümüm bir çıbana, kafam bir deliğe, karnı yarılmış bir boğaya dönüşüyordu. O birdenbire bağırıyordu: “Ah, günü görüyorum, aman yarabbi, …” Bu oyun beni çok yoruyor diye yakınıyordum, ama o benim görkemime doymak bilmiyordu.

Yüzünüze cam atan kimdi? Bu soru tüm soruların içinden dönüp geliyordu. Bana doğrudan sorulmuyordu bu, ama tüm yolların çıktığı kavşak oydu. Yanıtımın hiçbir şeyi açığa çıkarmayacağını belirtmişlerdi bana, çünkü her şey çoktandır. apaçıktı. “Konuşmamak için daha da çok neden. – Bakın, siz okumuş adamsınız, bilirsiniz sessizlik dikkati çeker. Suskunluğunuz sizi daha da saçma biçimde ele veriyor.” Ben de şöyle karşılık veriyordum: “Ama benim sessizliğim doğru. Sizden saklasam, biraz ileride yine bulacaksınız. Beni ele veriyorsa, sizin için ne iyi işte, işinize yarıyor, benim için de ne iyi işte, bana yardım ediyormuşsunuz ya.” Böylece işin sonunu alabilmek için yeri göğü birbirine katmaları gerekiyordu.
Araştırmalarıyla ilgileniyordum. Hepimiz maskeli avcılar gibiydik. Sorgulanan kimdi? Karşılık veren kim? Biri öteki oluyordu. Sözcükler kendi kendilerine konuşuyordu. Sessizlik giriyordu içlerine, eşsiz sığınak, günkü benden başka kimse algılamıyordu.
İşler “tamı tamına” nasıl oldu, anlat bize denmişti bana. – Anlatı ha? Başlardım: Ne bilginim ne bilmez. Zevkleri tanıdım. Bunu söylemek az gelir. Öykünün tümünü anlatıyordum, onlar da, sanki, ilgiyle dinliyordu, en azından başlangıçta. Ama sonu bizde ortak bir şaşkınlığa yol açtı. “Bu başlangıçtan sonra, diyorlardı, olup bitene gelin.” Ne! Anlatı bitmişti bile.
Bu olaylardan bir anlatı kuramadığımı kabul etmek zorundayım . Öykünün ucunu kaçırmıştım, pek çok sayrılıkta oluyor bu. Ama bu açıklama onları daha da istekli kildi. Böylece ilk kez, iki kişi olduklarını, olgular birinin göz uzmanı, öbürünün ruh sayrılıkları uzmanı olduğunu ortaya koysa bile, geleneksel yöntemin böyle çarpıtılmasının konuşmamıza sürekli, katı bir kuralca gözetilip denetlenen yetkecil bir sorgulama niteliği verdiğini gördüm. Ne biri ne öbürü komiserdi besbelli. Ama iki kişi olmakla, üç kişi oluyorlardı; bu üçüncüsü de, hiç kuşkum yok, bir yazarın, konuşan, ayrımlar gözeterek düşünen bir adamın, her zaman anımsadığı olguları anlatabileceği inancından ayrılmıyordu.
Anlatı mı? Hayır, anlatı yok, artık yok.

Hepimiz maskeli avcılar gibiydik. Sorgulanan kimdi? Karşılık veren kim? | Günün Deliliği – Maurice Blanchot

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments