Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatKuramKafka yalnızca bir yazar olmak istedi | Kafka'nın Okunması - Maurice Blanchot

Kafka yalnızca bir yazar olmak istedi | Kafka’nın Okunması – Maurice Blanchot

Kafka yapıtını belki de bu yapıt ona evrensel yanlış anlamayı artırmaya mahkûm göründüğü için ortadan kaldırmak istedi. Bi yapıtın bize teslim edilen karışıklığı, ondan bize tanıtılan, bizden gizlenilen şeyi, şu ya da bu parça üzerine tutulan kısmi ışığı, ger­çekte tümlenmemiş, ama sanki erdemleri bölünmezlik olan kutsal kalıntılar söz konusuymuş gibi, tersine, hep daha fazla parçalanan, toz haline getirilen metinlerin kendilerinde barındırdığı dağınıklığı gözlemlediğimizde, oldukça sessiz özellikli bu yapıtın yorumların gevezeliğiyle kuşatıldığını, yayınlanması olanaksız olan bu kitaplardan sonsuz sayıda yayın gereci yapıldığını, bu zamandışı yaratının bir tarih yorumuna dönüştürüldüğünü gördüğümüzde, insan Kafka’nın benzer bir zaferdeki benzer bir felaketi önceden sezip sezmemiş olduğunu merak etmekten kendini alamıyor. Kafka’nın arzusu belki de, kimseye bir şey söylemeden, bakışlardan uzak durmak isteyen bir giz gibi, ortadan kaybolmaktı. Oysa, bu ağzısıkılık onu kamu­oyuna teslim etti, bu giz ona şan şöhret verdi. Şimdi bilmece her yana yayılmakta, gün ışığına çıkmakta, kendi kendini sahneye çıkar­makta. Ne yapmalı acaba?

Kafka yalnızca bir yazar olmak istedi. Günce bunu bize göste­riyor. ama Günce bize Kafka’da bir yazardan daha çok şeyler oldu­ğunu göstererek son buluyor, yazan kişiye oranla yaşayan kişiye ağırlık tanıyor: bundan böyle yapıtında aradığımız şey Kafka’nın kendisi. Bu yapıt, bir varoluşun dağınık kalıntılarını oluşturuyor, ayrıcalı bir yazgının bedelsiz tanığı olan ve kendisi olmasa görülmez kalacak bu varoluşu anlamamıza yardım ediyor belki de. Dava ya da Şato gibi kitapların bizi durmadan yazın-dışı bir gerçeğe göndermeleri bu kitapların garipliğinden geliyor, çünkü biz bu ger­çeğe bu gerçek bizi yazının dışına, kendisiyle karışmayacak olan yazının dışına çekti mi ihanet ediyoruz.

Bu devinim kaçınılmaz. Tüm yorumcular bize bu anlatılarda başka anlatılar aramamız için yalvarıyorlar, oysa olaylar yalnızca kendilerini dile getirmekte, bir yer ölçücüsü sonuçta. «Gerçek birer anlatı olarak alınması gereken olay akışının yerine diyalektik kur­gulamalar- koymayınız (Claude-Edmonde Magny). Ama birkaç sayfa ötede: Kafka’nın yapıtındaki sorumluluk kuramı, nedensellik üze­rine görüşler, sonuçta insan yazgısının bütünlüklü bir yorumu, salt entellektüel terimlerle ortaya konacak kadar birbiriyle tutarlı ve romanesk biçimden bağımsızdır.

Bu çelişki garip gözükebilir: şurası bir gerçek ki. bu metinlerin çevirisi çoğu kez kestirip atıcı bir kararla, metinlerin sanatsal karakterlerine belli bir hoşgörüyle yapıldı. Ama öte yandan, Kafka’nın kendisi öykülerini kimi kez yorumlayarak onların anlamlarını aydınlatmaya çalışarak bunun bir örneğini vermiş oldu. Bunların anlamlarını değil de oluş süreçlerini açıkladığı kimi ayrıntıları bir yana bırakırsak, aradaki fark şu: Kafka anlatıyı bizim için daha çok kavranılır bir düzleme oturtmadı, yorumcu dili kur­guya batmakta ve ondan ayrılmamakta.

Günce, tanınması kolay kuramsal bir bilgiye bağlanır gözüken açıklamalarla dolu. Ne var ki bu düşünceler biçimini ödünç aldık­ları genelliğe yabancı kalmaktalar: bir sürgün gibi kalmaktalar bu genellikte. Açıklamalar biricik bir olayın anlatımı olarak da. evrensel bir gerçeğin açıklanması olarak da anlaşılmaya olanak vermeyen ikianlamlı bir kipe bürünmekte. Kafka’nın düşüncesi tekbiçimli geçerli bir kurala karşılık gelmiyor, ama yaşamına özgü olan bir olgunun basit bir nirengi noktası da değil. İki su arasında gidip gelen kaçak bir yüzme bu. Gerçekte olmuş bir olay dizisinin (bir gazetedeki olay gibi) başka bir bağlama oturması söz konusu olduğunda, bu olayların anlamının belli belirsiz araştırılmasına geçiyor, bir yaklaş­mayı sürdürmek istiyor. Anlatı işte o zaman açıklamasıyla kayna­şıyor, ama açıklama tek olmadığı için açıklanması gereken şeyin sonuna kadar gelmiyor ve özellikle de onu incelemeyi başaramıyor. Bu sanki kapalı karakterini kırması gerektiği tikelliğine kendi ağır­lığıyla çekilmesi gibi bir şey. Sarstığı anlam olguların çevresinde dolanıyor, ancak ondan kurtulursa, ama bir yandan da ancak ondan ayrılmazsa bir açıklama oluyor. Düşüncenin kendine çizdiği sonsuz girdi-çıktılar, düşünceyi dağıtan bir imgeden yola çıkılarak oluştu­rulan yeniden başlangıçlar, boş bir nesneye uygulanmış usyürüt- menin kılı kırk yaran kesinliği genellikle oyun oynayan bir düşün­cenin kiplerini oluşturmaktalar, ama bunlar ancak biricik’e indir­genmiş dünyanın kalınlığı içinde alımlandıklarmda düşünülmüş oluyorlar.

Bayan Magny, Kafka’nın hiçbir zaman bir sığlığı yazmadığını belirtiyor. Ama bu Kafka’nın zekâsının aşırı ölçülerde incelik kazan­mış olmasından değil, genel kabül gören fikirlere karşı doğuştan bir kayıtsızlık duymasından. Bu düşünce gerçekten de hemen hemen hiç bayağılaşmıyor, ama bu onun tamı tamına bir düşünce olma­masından. Bu düşünce özgül, yani ancak kendine özgü, olumlu, olumsuz iyi, kötü diye genel terimler kullanması da boşuna, çünkü bu düşünce sonuçta sıkı sıkıya bireysel kalan bir öyküyü andırıyor, bu öykünün anlamı hep karanlık bir olay olarak kalacak, şimdiye kadar hiç olmadığından, hiçbir zaman da olmayacak. Kafka. özyaşamöyküsü denemesinde, kendini kimi zaman gizli, kimi zaman açık durmadan kurallara çarpan, kendini ne kabul ettirebilen ne de ortadan kaldırabilen bir tikelükler bütünlüğü olarak betimledi. Kierkegaard’ın, anlamını derinleştirdiği çatışma bu noktada bulu­nuyor. ama Kierkegaard gizden yana olmuştu. Kafka ise hiçbir yandan değil. Kendisinde garip olanı gizliyor, kendisinden, yazgısından nefret ediyor, kendisini kötü ya da kargınmış olarak görüyor, gizini dışarı vurmak istiyor, bu giz onu kendisine veren ve ona yeniden yonlden benimsetilen topluluk tarafından tanınmıyor.

Yapıtlarının bize olağanüstü gelişimlerini sunduğu eğretileme, simge, söylencesel kurgu Kafka’da derin düşüncesinin karakteriyle zorunlu kılınmakta. Bu düşünce iki kutup arasında, yalnızlık ile yasa, sessizlik ile sıradan söz arasında gidip geliyor. Düşünce ne birine ne de ötekine erişebiliyor ve gidlp-gelme aynı zamanda söz konusu gidip gelme’den çıkmak için yapılan bir girişim. Kafka’nın düşün­cesi genellik içinde rahat edemiyor, ama kimi zamanlar çılgınlı­ğından ve sınırlanmışlığmdan yakınsa da. bu düşünce saltık yalnızlık da değil, çünkü bu yalnızlıktan söz ediyor, yok-anlam da değil, çünkü anlamı bu yok-anlam yasa-dışı değil, çünkü bu kendi yasası, onu şimdiden kendisiyle uzlaştıran bir sürgün cezası. Bu düşüncenin bir ölçüsü yapılmak istenen saçma üzerine. Kafka’nın kukumav kuşu kişiler üzerine söylediği şey söylenebilir: -Bir kukumav kuşu olduğunu anlatmayı dene*, -eğer kukumav kuşuna işinin amacını soracak olursan, bu soruyla kukumav kuşu halkını da ortadan kaldırmış olursun-. Düşünce saçmayla karşılaştığı andan itibaren, bu karşılaşma saçmanın sonunu göstermektedir.

Böylelikle Kafka’nın tüm metinleri biricik bir şeyi anlatmaya ve bunu da ancak onun genel anlamını dile getirmek üzere yapmaya mahkûm olmaktalar. Anlatı, doğrulanmaz ve anlaşılmaz bir olaylar dizisi olmuş düşüncedir, anlatıyı kurcalayan anlam ise. onu tersyüz eden sağduyu olarak anlaşılmaz aracılığıyla kendini izleyen düşün­cenin ta kendisidir, öykü düzeyinde kalan kişi anlayamadığı donuk bir şeye sızar, anlama bağlı kalan kişi ise öykünün açıklayıcı ışığı olan karanlığa kavuşamaz. İki okur da birbirlerini hiçbir zaman yakalayamazlar, insan önco biri, sonra öteki olur, hep gerekenden daha çok ya da daha az anlaşılır. Gerçek okuma olanaksız kalır.

Kafka’yı okuyan kişi bu nedenle zorunlu olarak yalancıya dönü­şür. ama tümüyle de yalancı değildir. Bu sanata özgü olan kaygı da buradadır, kuşkusuz çoğu kez bir dışavurma gibi gözüken yaz­gımız üzerindeki içdara!masından çok daha derin bir kaygıdır bu. Kaçınabileceğimizi sandığımız bir ikiyüzlülüğün dolaysız deneyimini yaparız —buna karşı savaşırız (karşıt yorumları yakınlaştırarak).

Oysa bu çaba aldatıcıdır— bu deneyime boyun eğeriz, oysa bu tembellik ihanettir. İncelikllllk. kurnazlık, safdillik, sadıklık, sak­lama da sözcüklerin gerçeği içinde bulunan bir yanılgının (bir aldatmacanın) araçlarıdır. Sözcükler, örnek güçleri, açıklıkları. ılgı çekicilikleri, güvenilirlikleri, bizi sürükleme, bızı terketmo. bızı yeni­den kazanma güçleriyle kendilerinde olmayan, anlamlarına sarsılmaz bir inanç beslerler.

Bu dünya kavranılmaz olduğu için değil de. belki kavranılacak çok şey olduğu için bizden kaçan bu dünyayı nasıl tasarımlayabi­liriz? Yorumlar temelde birbirlerine karşıt bile değiller. Aşağı yukarı aynı sözcükleri kullanıyorlar: saçma, olumsallık, dünyada kendine bir yer açma İstenci, dünyada kalabilmenin olanaksızlığı tanrı olma arzusu, tanrının yokluğu, umutsuzluk, içdaralması. Ama yine de kimden söz ediyorlar acaba? Kimilerine göre. Kafka. saltığa inanan, hatta saltıkta umutlanan ve ona erişmek için durmadan savaşım veren bir din düşünürü. Başkalarına göre, yardımsız bir dünyada yaşayan ve bu dünyanın karışıklığını artırmamak için olanak verdiğince bir köşeye çekilen bir hümanist. Max Brod’a gore Kafka, tanrıya giden bir çıkış yolu buldu.

Bayan Magny e gore Kafka başlıca kaynağı tanrıtanımazlıkta buluyor. Bir başkası için pekala bir öte dünya var, ama erişilmez bir dünya bu, belki kotu, belki saçma Yine bir başkası için, ne bir öte dünya, ne de öte dünyaya giden bir devinim var, biz içkinlik içindeyiz, önemli olan şeyler, her zaman varolan sonluluğumuzun duygusu ile bu sonluluğun bizi indirgediği özümlenmez bilmece. Jean Staroblnski’ye göre: garip bir kötülüğün çarptığı bir adam Franz. bize böyle gozukuyor.. Bir adamın paramparça olduğunu görüyoruz burada-. Pıerre Klossowski ye göreyse: Kafka’nın Güncesi… iyileşmeyi arzulayan bir hastanın güncesi. Kafka sağlığı istiyor… demek ki sağlığa inanıyor…. Ve yine aynı şeyler: -Ondan hiçbir durumda sanki o son bir görüye tanık olmamış gibi söz edemeyiz. Ve Starobinski’ye göre: -…son söz yok, son söz olamaz.

Bu metinler bilmeceyle çözümü, yanlış anlamayla bu yanlış anlamanın dile getirilmesini, okumayı yorumlama olanaksızlığı ile okuma olanağını korumanın yarattığı sıkıntıyı yansıtıyorlar, İkirciklilik bile bizi doyurmuyor. İkirciklilik ; gerçeği kayma, kaçıp gitme kipi üzerinde kavrayan bir kaçamaktır, ama bu yazıları bekleyen gerçek belki de biricik ve yalın bir gerçek. Eğer her doğrulamaya bu doğrulamayı bozan başka bir doğrulamayı karşı çıkarırsak, eğer çeşitli izlekleri farklı biçimlerde yönlendirilmiş izleklerle nüanslılaştırırsak, Kafka’yı daha iyi anlayabileceğimizi kesinlikle söyleyeme­yiz. İmanın araştırılmasını değil imamı, umudun umudunu değil umudu, son bir gerçeğe saltık biçimde yapılan çağrıyı değil bura­daki ve ötedeki gerçeği, dışta bırakan bu dünyada çelişki yoktur. Şurası bir gerçek ki; böylesi bir yapıtı onu yazan kişinin tarihsel ve dinsel koşullarına başvurarak açıklamak, ondan bir çeşit yüce Max Brod yapmak pek doyurucu olmayan bir aldatmacadır. Ama şurası da bir gerçek ki; Kafka’nın söylenceleriyle kurmaca yapıtları geçmişle bağlantılı olmasalar da. bunların anlamları bizi söz konusu geçmişin aydınlattığı öğelere götürmektedir. Bu öğeler kuramsal, dinsel bir yapıda olmasalardı, bu öğelere mutsuz bilincin parça­lanmış düşünselliği sızmasaydı, kuşkusuz söz konusu sorular da aynı biçimde ortaya konamazlardı. Işte bu nedenle bize önerilen tüm yorumlardan rahatsızlık duyabiliriz, ama bu yorumların hepsinin geçerli olduğunun, hepsinin eşölçüde doğru ya da yanlış, nesnelere karşı kayıtsız ya da yalnızca uyumsuzluk içinde doğru olduklarını söyleyemeyiz.

Kafka’nın başlıca anlatıları birer fragmandır, yapıtın bütünü bir fragmandır. Bu eksiklik yapıtı okumanın doğrultusunu, biçimini ve içeriğini değiştirmeden bunları süreksiz kılan kesinsizliği açıkla­yabiliyor. Ama bu eksiklik ilineksel bir eksiklik değil. Sakatladığın anlamın ta kendisine bütünlenmiş ne hoşgörülen ne de yadsınan bir yokluk tasarımıyla bağdaşıyor bu eksiklik. Okuduğumuz sayfalar doluluğun en aşırısına sahipler, bu sayfalar hiçbir şeyin eksik olma­dığı bir yapıtı ilan ediyorlar, zaten tüm yapıt sanki başka diyecek bir şey yokmuş gibi birdenbire araya giren bu titiz geliştirmelerin içinde veriliyor. Hiçbir şey eksik değil burada, hatta söz konusu bu eksikliğin kendisi bile: bir boşluk değil bu. her yerde varolan ve hiçbir zaman kabul edilmeyen bir olanaksızlığın imi — ortak varoluş olanaksızlığı, yalnızlık olanaksızlığı, bu olanaksızlıklara bağlı kalmanın olanaksızlığı.

Okuma çabamızda sıkıntı yaratan şey; farklı yorumların biradalığı değil, sıkıntı yaratan şey her bir izlek için kimi zaman olumsuz, kimi zaman olumlu bir anlamla ortaya çıkan gizemli bir olasılık. Bu dünya hem bir umut dünyası, hem de kargınmış bir dünya, bu evren hem kapalı bir evren, hem do sonsuz bir evren, ama bu evren adaletsizlik ve yanılgı evreni. Kafka’nın dinsel bilgi üzerine söylediği şu tümce: -bilgi hem sonsuz yaşama götüren bir aşama, hem de bu yaşam önünde dikilmiş bir engeldir- tümcesi onun yapıtı için de söylenmelidir: orada her şey engeldir, ama aynı zamanda her şey aşama olabilir. Metinlerin pek azında böyle bir derinlik bulunabilir, ama yine de düğüm noktası umutsuz olan metinler bile son bir olasılığı, bilinmeyen bir zaferi, erişilmez bir düşüncenin ışımasını dile getirmek için ters-yüz edilmeye hazırdırlar. Kafka olumsuzu deşe deşe ona olumlu olma şansını verir, ama bu yalnızca bir şanstır, hiçbir zaman tümüyle gerçekleşmeyen ve karşıtı hep ortada olan bir şans.

Kafka’nın tüm yapıtı olumsuzlama ile kazanmak istediği bir doğrulamanın ardmdadır. bu doğrulama kendini profilden verir ver­mez, kaçar, yalana bürünür ve böylelikle de doğrulamayı yeniden olasılaştırarak doğrulamanın dışına çıkar. Böyle bir dünyanın aşkınlığı tanımadığını söylemek bunun için gariptir. Aşkınlık tam tamına ancak olumsuzlamayla doğrulanabilen bir doğrulamadır. Yansındığı andan başlayarak varolur, burada olmadı mı burada var demektir. Ölü Tanrı bu yapıtta ilgi çekici bir karşılık bulmuştur. Çünkü ölümü onu ne gücünden, ne sonsuz yetkesinden, ne de yanılmazlığından yoksun bırakın artık kendisini yenme olanağının bulunmadığı bir savaşımda, ölüyken yalnızca daha korkunç, daha katıdır. Bizi ölü bir aşkanlık egemenliği altına alır, Çin Şeddi’nin memuru ölü bir imparatoru simgeler, Ceza Sürgünü’nde işkence makinasının hep var kıldığı şey ölmüş olan eski kumandandır. Ve J. Strobinski’nin de belirttiği gibi, gücü ölüm olan, yaşam olmayan, ölüme mahkûm etmekten başka bir şey yapmayan Dava’nın yüce yargıcı ölü değil midir?

Olumsuzun ikircikliliği ölümün ikircikliliğine bağlıdır. Tanrı ölmüştür şu söz bu gerçeği daha da katı bir biçimde dile getirebilir.- ölüm olanaklı değildir. Avcı Gracchus adlı kısa bir anlatıda, Kafka bize Kara-Orman dağlarından bir avcının çılgınca giriştiği bir serü­veni anlatmaktadır. Bir akarsu yarığına düşüp hayatını kaybetmiş, ama yine de öte’ye geçmeyi başaramayan avcı —ve şimdi canlıdır ve ölüdür. Yaşamı sevinçle kabul etmişti ve şimdi yaşamın sonunu sevinçle kabul etti —bir kez ölünce, ölümünü sevinç içinde bekler: uzanmıştı, bekliyordu. «O zaman, umutsuzluk geldi, dedi». Bu umut­suzluk ölümün olanaksızlığıdır, büyük insani kaçamaklar üzerine gece, hiçlik, sessizlik üzerine yöneltilmiş ince bir alaydır. Son yoktur, gün ışığıyla, nesnelerin anlamıyla, umutla bitirme olanağı yoktur: Batı insanının bir mutluluk simgesi yaptığı mutluluk eğilimi, ölüm­süzlük eğilimi, yaşamı ödünleyebilecek bu hayatta kalma eğilimi durumu katlanır kılmaya yarayan bir olgudur. Ama bu hayatta kalma bizim yaşamımızın kendisidir. Ölümden sonra, demektedir Kafka. yeryüzüne kısa bir zaman için iyicil bir sessizlik çıkagelir, dünyevi bir ateş son bulmuştur, artık başka ölüm görülmez, bir yanılgı uzaklaştırılmış gibidir, hatta bu yaşayanlar için bir soluk alma olanağıdır, nitekim ölü odasının penceresi açılır — ta ki bu yumuşa bir yanılsama olarak görünene ve acılarla ağlayıp sızla­malar başlayana dek.

Kafka şunu da söylüyor: «Ölünün başında ağlayıp sızlanmalar sonuçta onun sözcüğün gerçek anlamıyla ölmediğini gösterir. Bu tür bir ölümle yetinmemiz gerekmektedir: oyunu oynamayı sürdürürüz». Ve şu tümce de eşdeğer bir açıklıkta: «Kurtuluşumuz ölümdür, ama bu ölüm değil». Ölmeyiz biz. gerçek budur, ama bundan yaşama­dığımız sonucu da çıkar, biz birer canlı ölüyüzdür, aslı aranırsa hayatta kalmışızdır. Böylelikle ölüm yaşamımızı sona erdirir, ama ölme olanağımızı sona erdirmez, olanak yaşamın sonu olarak gerçek ve ölümün sonu olarak açıktır. Bundan şu iki anlamlılık, tüm Kafka kişilerinin on küçük davranışlarına bile gariplik veren çifte bir iki- anlamlılık çıkar. Bunlar avcı Gracchus gibi sonunda boşu boşuna ölen kişiler, bilmem hangi sularda kaybolup gitmiş şu varlıklar değil midir? Ve eski ölüm yanılgıları kendilerine özgü acı bir alayı ama aynı zamanda da tatlılıkla apaçık şeylerin bildik dekoru içinde bu sonsuz inceliği koruyup sürdürmez mi? Yoksa bunlar, bilmeden, büyük ölü düşmanlarla, sonlu ve sonsuz olan bir şeyle çarpışan, bu şeyi iterek yeniden doğurtan, bu şeyi ararken ondan uzaklaşan canlı varlıklar değiller midir?

Kaygının köken noktası buradadır. Bu kaygı yalnızca insan gerçekliğinin içine yeniden düşmek üzere bir an için üzerinde yükseldiği hiçlikten gelmez, bu sığmağın bile elimizden alınacağı, hiç diye bir şey olmadığı, hiçin bile varlığa ait olabileceği korkusundan gelir. Varoluştan çıkamadığımız andan itibaren bu varoluş tümlenmiş değildir, dolu dolu yaşanmaz bu varoluş — ve bizim yaşam için savaş vermemiz, ölüm için savaştığını bilmeyen, hep daha yoksul bir olasılığa batıp kalan kör bir savaşımdır. Kur­tuluşumuz ölümdedir, ama umut yaşamaktır. Bundan, hiçbir zaman kurtulmuş olmadığımız ve hiçbir zaman da umutsuz olmadığımız sonucu çıkar, bizi kaybeden umudumuzdur. sıkıntımızın işareti olan şey umuttur, öyle ki sıkıntı da özgürleştirici bir değere sahiptir ve bizi umut etmeye götürür, («Umutsuzlanmadığın şey için bile umut* suzlanmamak… Yaşam denilen şey tamı tamına bu»).

Eğer her terim, her imge, her anlatı karşıtını —ve bu karşıt da yine karşıtını— imleyebilme gücüne sahipse, bunun nedenini ölümün aşkınlığında aramak gerek. Bu aşkınlık onu çekici, gerçekdışı ve olanaksız kılar ve bizden ölümün aldatıcı görünüşünü almadan gerçekte saltık olan tek koşulunu alır. Bize egemen olan ölümdür, ama ölüm bize olanaksızlığıyla egemen olur, bu demektir ki biz doğmuş değilizdir («Yaşam ölüm önünde tedirginliktir»), ama biz aynı zamanda ölümden uzağızdır, («Durmadan ölümden söz ediyor­sun, ama yine de ölmüyorsun»). Geceden eğer birdenbire kuşku duyulursa, o zaman ne gündüz vardır, ne de gece, geriye tek bir belirsizlik, alacakaranlık ışığı kalır, bu kimi zaman günün anısı, kimi zaman gecenin üzüntüsü, kimi zaman güneşin sonu, kimi za­mansa sonun güneşidir. Varoluş bitip tükenmek bilmez, kendisinden dışa atılıp atılmadığımızı (işte bunun için orada sağlam dayanaklar ararız) ya da içine tümüyle kapatılıp kapatılmadığımızı (umutsuzca dışa doğru döneriz) bilmediğimiz bir belirlenmemişliktir varoluş. Bu varoluş sözcüğün en güçlü anlamıyla bir sürgündür: orada deği­lizdir, orada başka yerdeyizdir ve orada olmaktan hiçbir zaman uzak duramayız.

Değişim’in izleği, eksikliği bir konu olarak alan ve okuru umutla sıkıntının birbirini sonsuzca yanılttığı fırdolayı bir dönüşe sürük­leyen yazın sıkıntısıdır. Gregoir’ın durumu varoluşu terkedemeyen. kendisi için varolmanın varoluşa hep yeniden düşmeye mahkûm olmak anlamına geldiği bir varlığın durumudur. Bir böcek olunca, yaşamını bir yozlaşma kipi içinde sürdürür, hayvansal yalnızlığa saplanır, saçmalığa ve yaşamanın olanaksızlığına en yakın nokta­sında yaklaşır. Ama ne olmaktadır acaba? Sonuçta yaşamayı sür­dürür. umutsuzluğundan kurtulmaya çalışmaz bile, bu umutsuzluğun içine son bir kaynağı, son bir umudu taşır, kanapenin altındaki yeri için, duvarların üzerindeki kısa yolculuklar için, pislik ve toz içindeki yaşam için savaşır. Ve böylelikle, onunla birlikte bizim de umut etmemiz gerekir, çünkü o umut etmektedir, ama aynı zamanda bizim bu korkunç umutla umutsuzluğa da kapılmamız gerekir. Ve sonra, ölün terkediliş ve yalnızlık içindeki katlanılmaz ölüm — ama yine de simgelediği kurtuluş duygusuyla, artık şimdi kesin olan yeni bir son umuduyla nerdeyse mutlu bir ölümdür bu? Ama bu son umut da sırası gelince hemen kaçıp gider, gerçek değildir, son olmamıştır, varoluş sürer ve genç kızkardeşin jesti onun yaşam uyandırıcı davranışı, anlatının son bulduğu şehvete çağrı, korkunç olanın doruğudur, tüm bu öyküde daha korkunç hiçbir şey yoktur. Kargışlanmanın ta kendisidir bu. ama aynı zamanda yeniden doğuş, umutdur da çünkü genç kız yaşamak ister ve yaşam şimdiden kaçı­nılmazdan kaçmak demektir.

Kafka’nın anlatıları yazında en kara anlatılar, saltık bir umut­suzluğa en çok perçinlenmiş olan anlatılardır. Ve bu anlatılar aynı zamanda umudu en trajik biçimde körelten anlatılardır, umut mah­kûm edildiği için değil, tersine, umut mahkûm edilmeye bir türlü erişemediği için. Felaket ne denli tümel olursa olsun, geriyo umudu barındırıp barındırmadığı ya da tersine onu hepten uzaklaştırıp uzaklaştırmadığı bilinmeyen küçük bir nokta kalmaktadır: Tann’nın kendisinin kendi yazgısına boyun eğmesi ve onunla birlikte en iğrenç düşkünlük içinde, duyulmadık bir kargaşa içinde ortadan kalkması yetmez, onun aynı zamanda dirilişini, bizi sonsuzca korkuya ve avunmaya bağlayan onun o anlaşılmaz adaletini de beklemek gerekir. Oğulun. babasının doğrulanmaz ve çürütülmez yargısına karşılık vererek, onun için dingin bir sevgi duyarak ırmağa atlaması yetmez, bu ölümün şu son garip tümceyle varoluşun sürekliliğine bağlan­ması da gerekin «Bu anda, köprü üzerinde, çılgınca bir trafik akışı vardı». Kafka’nın kendisi de bunun simgesel değerini, kesin fizyo­lojik anlamını doğrulamıştır. Ve son olarak tüm bunların en trajik olanı. Dava’nm Joseph K.’sınm, bir adalet parodisinden sonra, iki kişinin ona tek sözcük söylemeden infazını yapmak üzere götür­dükleri ıssız bir banliyöde ölmesidir. Ama bir «köpek gibi» ölmesi yeterli olamaz, hayatta kalmaktan da. utançtan da payını alır, işle­mediği bir suçun sınırsızlığı onu ölüme olduğu kadar yaşamaya da mahkûm eder.

«Ölüm, bir sınıf duvarındaki İskender’in Savaşı tablosunda olduğu gibi, azçok önümde. Bizim için bu yaşamdan yola çıkarak tabloyu edimlerimizle karartmak yada silmek söz konusu». Kafka’nın yapıtı bu ölüm tablosudur ve aynı zamanda da onu karanlıklaştırma, silme devinimidir. Ama tam da ölüm gibi kendini karanlıklaştıramamıştır. tersine, sönüp gitmek için harcadığı bu çabayla hayranlık uyandırırcasına parlamaktadır…

Bu nedenle bu yapıtı ancak ona ihanet ederek anlayabiliriz ve okurlarımız kaygılar içinde bir yanlış anlama çevresinde döner durur.

Kafka’nın Okunması | Maurice Blanchot
çeviri: Serdar Rıfat KIRKOĞLU

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments