Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatEdebiyat ( Türkiye )Babama Mektup - Korkuyu Beklerken | Oğuz Atay

Babama Mektup – Korkuyu Beklerken | Oğuz Atay

Sevgili babacığım,

Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl olu­yor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olama­dım; bu fırsatı da kuşanamadım. Oysa yıllar önce,bazı za­manlar, sen olmasaydın birçok şey yapabileceğimi düşünür­düm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorun­dayım.

Sana bazı şeyleri anlatamadım. Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin -kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki. Çaresizlik yüzünden birçok şeyin anla­mı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? Fakat ben artık bir meslek adamı oldum baba­cığım. Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “Ne güzel,” diyorlar, “Bunu bir yerde kullansana.” Onun için, çok özür dilerim sevgili babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgi­li olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. Bana kızınca -bu çok sık olurdu- “Senin aynadan gördüğünü ben ‘dıvardan’ görürüm,” derdin. Annemle bir­likte ‘dıvar’ sözünle alay ederdik. Ben de şimdi küçükleri­me karşı -artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar. Bu sözü kullanırken as­lında amacımın ne olduğunu sezmiyorlar tabii. Seni gülünç duruma düşürmek istediğimi ya da genellikle eski kuşakla­rı alaya almak istediğimi sanıyorlar. Herhalde, ben tam be­lirtemiyorum ne demek istediğimi. Gülümsemenin içinde­ki sevgiyi demek ki anlatamıyorum. Şimdiki gençler başka türlü babacığım: Her sözden tek anlam çıkarıyorlar. Ben de o zaman çileden çıkıyorum gerçekten: Asıl amacımı unutup seni onlara beğendirmeye çalışıyorum. Aslında bu çabanın anlamsızlığını sezmiyor değilim. Ülkenin en zengin ada­mı senin paltonu tutarken ya da, “Rica ederim Cemil Bey, müsaade buyurun,” diyerek bizzat kendisi paltoyu giydir­mekte ısrar ederken’ senin gibi hissedemedikten sonra, in­san o paltonun içinde kendisi varmış gibi gururlanmadıktan sonra, seni beğenmeleri hatta anlamaları neye yarar? Ya da meclise ilk girdiğin sıralarda, başkandan birkaç gün için izin istemeye gittiğin zaman, “Cemil Bey siz galiba yenisi­niz,” diyen başkanın karşısında senin gibi utanmadıktan sonra insanın böyle küçük ayrıntıları öğrenmesinin ne an­lamı var? “İstediğiniz zaman yapabilirsiniz Cemil Bey, ba­na gelmenize lüzum yok,” sözünü duyunca kim senin gibi ferahlayabilir?

Bunlar bildiğin şeyler babacığım; sana biraz da bilmedik­lerini anlatayım: Mesela, cenaze törenin nasıl oldu? Kimler geldi? Cenaze namazın nasıl kılındı? Genellikle bir aksi­lik olmadı babacığım. Ben ağladım. Okulda o günlerde ‘ha­tırı sayılır’ bir durumda olduğum için oradan bir otobüs­le bir miktar öğretim üyesi ve bir çelenk gönderildi. Haya­tın boyunca hiç görmediğin bazı kimseler ellerini önlerine kavuşturarak ve başlarını eğerek ölümün anlaşılmaz gerçe­ği üzerinde düşünüyormuş gibi yaptılar mezarının başın­da. Tabut çukura konulduktan sonra üstüne büyük beton bloklar yerleştirildi. (Bu teknik geleneği sevmiyorum ba­bacığım; aşılmaz engellere karşıyım.) Seni, annemin yattı­ğı mezarlığa gömmedik Bazı yakınlarım öyle uygun gördü­ler. İnsanlar arasında, onlar öldükten sonra bile anlaşmaz­lıkların sürüp gitmesini istiyorlar. Benim üzüntümden ya­rarlanarak seni mezarda annemden ayıran yakınım, aslında öteki dünyaya filan hiç inanmaz. Oysa bana, “Annen böyle isterdi,” dedi. Sen bu adamı sevmezdin ve nedense ona ya­kınlık gösterirdin. Bu nedenle hiç hakkı olmadığı halde sa­na ‘babacığım’ derdi. Artık ben akraba olmayanların birbirlerine ‘anneciğim, teyzeciğim, oğlum, kardeşim’ diye ses­lenmelerine bütünüyle karşıyım babacığım. Artık gerçek bir akrabam kalmadığı için, bütün bu soğukluklara karşı­yım. Herkes birbirine adıyla hitap etsin. Mantığı seven bir insan olarak senin de bu düşünceye karşı pek bir diyeceğin yoktur sanıyorum.

Sen öldüğünden, beri gittikçe daha muhafazakâr oluyo­rum babacığım. Mesela, Allah kimseyi genç yaşta anasız ba­basız bırakmasın filan diyorum. Sana oranla daha ‘münevver bir zat’ sayıldığım ya da kendimi öyle sandığım için, bu yar­gıya bir ‘filan’ sözünü eklemeyi de ihmal etmiyorum. Ara­mızda ‘irfan’ bakımından -görünüşte- bir fark olduğu doğ­rudur. Sen böyle görünüm inceliklerini akıl edemeyecek kadar saf olduğun, yani benim gibi ‘zıt kuvvetlerin muhasalası’ olmadığın için belki de bu yazdıklarımı biraz karışık bu­luyorsun. Aslında karışıklık içimdedir ve bu mektubu yaz­ma isteğim, karışık ruhumun kapıldığa samimiyet buhranlarından biridir. Bu buhran, genellikle senin ölümünden son­ra içimde kuvvetle hissettiğim Cemil Bey’i yaşatma çabasıyla ilgilidir. İçimde benden ayrı olduğunu sandığım bir de Ce­mil Bey’in bulunmasına sen ‘tezyid-i şahsiyet’ mi yoksa ‘taksim-i şahsiyet’ mi dersin pek bilemiyorum.

Benzer taraflarımız olduğu bir gerçektir. Şen. üstüne ba­şına dikkat etmezdin; bense ne kendime bakıyorum ne ara­bama. Uzun yıllarını geçirdiğin büyük şehrin sokakların­da ikimiz de kir içinde dolaşıp duruyoruz. (Annem duyma­sın.) Bazen arabayı bir ara sokakta durdurarak küçük ve ka­ranlık meyhanenin birine giriyorum. Senin deyiminle ‘tedri­ci intihar’. Bununla birlikte, bazı yazı denemeleri -bu mek­tup gibi- yaptığım için, arkadaşlar arasında -bu içki ve pe­rişanlık gibi bütün tutarsızlıklarıma rağmen- oldukça ilgiy­le karşılandığım söylenebilir. Sağ olsaydın yazdıklarımdan bir satır anlamamakla birlikte gene de benimle övünürdün sanıyorum. Galiba biz, babacığım, birbirimizi hep böyle an­lamadan sevdik. Aslında yazdıklarım şenin deyiminle ‘uy­durma’ şeylerdi; annemin seyrederken ağladığı filmler ya da okurken duygulandığı romanlar gibi ‘hepsi uydurma’. Sana yazdığım bu satırların da bir kısmı ‘uydurma’ olabilir; sana açıklamakta zorluk çekeceğim bazı nedenlerle senin anladı­ğın biçimde bir gerçeklikten uzaklaşmak zorundayım. Ayrı­ca gerçek ya da uydurma olan bu satırları benim hissettiğim şekilde anladığından da şüphedeyim, hatta anlayıp anlama­dığını da bilemiyorum.

İşte böyle babacığım, bazen de gerçeklik buhranlarına kapılıyorum. Bu yüzden sana gerçeklerden, senin de karşı çıkamayacağın gerçeklerden söz etmek istiyorum. Bugünlerde özellikle ansiklopedik gerçeklerin çok tutulması ve il­gi duyduğum, sevdiğim kimselerin gittikçe unutulması yüzünden, baştan aşağı gerçeklerle dolu ve birçoklarına gö­re önemsiz sayılacak hayat hikâyelerinden meydana gelen bir ansiklopedi yazmak istiyorum. Buna benzer denemele­rim oldu. Ama onlar da senin deyiminle gerçekten ‘uydur­ma’ şeylerdi. Bu nedenle babacığım, herkese açıkça ilan edi­yorum: 1892’de doğdun. Ülkemizin ortalama ömür sınırı­nı çok aştın. Duyduğuma göre İsveç ortalamasını filan bul­muşsun. Köyde, kasabada, taşrada yetiştin. Olgunluk çağı denen döneminde, ülkeyi yönetenler daha kalabalıkmış gibi görünsün diye, taşradan getirilerek onların arasında yer al­dın. ‘Fırka kâtib-i umumisi’nin ya da daha başka ‘ekabir’in gözüne girmek için kürsülerde bağırmak gibi bir münase­betsizliği beceremediğinden, bugün benim özel ansiklope­dimin dışında yer alacağım hiç sanmıyorum. Sessiz fazilet­lerin heykeli dikilmiyor ya da onun gibi bir şey. Büyük şe­hirde, ülkeyi yönetenlerin toplandığı salonda neden bulun­duğunu hiç düşünmedin. Ayrıca insanın evrendeki yeri ko­nusunda da düşüncelere daldığını sanmıyorum. Fakat -bu söylediğim gerçekten gerçek babacığım- ben bütün bunları düşündüğüm halde yerimi bulamadım. Beni daha iyi yetiştirseydin, mesela ne bileyim yabancı ülkelere filan gönderseydin, bugünkünden daha esaslı olmasam da, kendimi ifa­de ve eşya ile münasebetimi tayin ve kâinattaki yerimi tespit gibi hususlarda daha becerikli olurdum. Sen her zaman tu­tarlıydın; olduğun gibi olmaktan gurur duyuyordun; oldu­ğun gibi davranıyordun. Bense küçük hırslar yüzünden bo­calıyorum; senin deyiminle ‘iki cami arasında beynamaz’ ya da senden önce senin gibi rahmetli olan Numan Bey’in deyi­miyle ‘güreş güreş, Hacı Muhammed altta’ bir durumdayım. ‘Tedrici inhitat’ oluyorum senin anlayacağın. Görüyorsun senin hayat hikâyeni bahane ederek gene kendimden bahsediyorum. Senin asaletini tevarüs etmediğim için her fırsat­ta kendimi ileri sürmek gibi bir zillete tenezzül ediyorum. Neyse, sana dönelim babacığım. Hiçbir savaşa katılmadın ve kelimenin bilinen anlamıyla hiçbir kahramanlık gösterme­din. Bu nedenle madalya filan gibi manevi ödüllerden yarar­lanmadığın gibi hanhamam-çiftlik gibi maddi ödüllerin üs­tüne de oturmadm. Siyasetin içinde yaşadığın halde siyase­ti bilmediğin için barış döneminde de başarılı olamadın. Bu bakımdan sana yöneltebileceğim en kuvvetli tenkit şudur: Kendini sunmasını hiç beceremedin babacığım. Hemşerilerinin büyük şehirde kaldıkları hanları ziyaret ederek onlara kartvizitlerini dağıtmadın, dairelerde seçmenlerinin işleri­ni takip etmedin. Bütün yaptığın, seçim bölgene gittiğin za­man eğer ramazansa sokakta sigara içmemekten ibaret kal­mıştır. Kendini çok beğendiğin halde kusurlarını bilmedi­ğin gibi, meziyetlerinin de farkına varmadın. Genellikle sert, duygusuz ve bencil göründün. Bu özelliklerinde huysuz bir çocuğa benziyordun. Çocuk diyorum, çünkü kötü huyların­dan bir ‘menfaat temini cihetine’ gitmedin. Bana sorarsan, hemen bütün konularda çocukça, yani samimi fikirler ileri sürdün; bununla birlikte bu davranışlarının ev içinde ‘men­fi neticeler tevlid ettiği’ oldu. Ben bu sonuçlardan çok ya­kındım ve ‘asi evlat durumuna müncer oldum’. Birlikte ya­şadığımız günlerde, bütün beğenilerim sana karşı duydu­ğum tepkilerle oluştu. Sen Klasik Türk Müziği’ni ‘goygoycu­luk’ olarak niteledin; Batı Müziği’ne tepkini de sadece, ‘ka­pat şunu’ biçiminde gösterdiğin için ben, her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime. Kültür hakkında öteki yargıla­rın da pek iç açıcı değildi. Özetle, çevrendeki her şeyi kesin çizgilerle ikiye ayırdın. (Bu bakımdan da sana benzediğimi itiraf etmeliyim.) Dünyada yalnız güzellerle çirkinler vardı, bir insan ya akıllıydı ya da aptal, senin gibi başını dik tutma­sını bilemeyen bütün insanlar dalkavuktu; sana benzemeyen kibar davranışlı insanları da züppelikle suçlardın. Biz -an­nemle ben- sana itiraz ederdik; fakat ben farkına varmadan senin orta yola fırsat vermeyen bu acımasız sınıflandırmalarını benimsemişim babacığım. Üstelik -en kötüsü de bu galiba benim için- böyle olduğumdan gizlice memnunluk duyar gibiyim ki, işte asıl buna dayanamıyorum; çünkü ben baba­cığım, biraz da duygularımın ‘romantik’ bölümünü, sen kı­zacaksın ama, annemden tevarüs ettim. Özellikle bazı kitap­ları okuduktan sonra, içimdeki bu aşağılık çelişkilerin daha da farkına vararak, senin hiç anlamayacağın bir biçimde sa­bit gözlerle boşluğa bakıp duruyorum. Senin işin bir bakı­ma kolaydı babacığım. Birçok şeyi yok sayarak belirli bir dü­zen içinde yaşadın. Sinemaya gitmedin. Hiç roman okuma­dın. Zeytinyağlı enginar yemedin. Yabancı ülke özlemi çek­medin. Kimseye hediye almadın. Evde kuşkonmazdan başka bitki yetiştirmedin. Yalnız halk türkülerini sevdin. Basit be­ğenilerinin yanında beni şaşırtan duyarlıkların vardı. Bir ör­nek vermek gerekirse

Çalkan Karadeniz çalkan
Gemiler açıyor yelken
gibi beni çok duygulandıran bir masal türküsünün yanı sıra
Yekte yavrum yekte
Pastırmalar yükte

türküsünü de aynı keyifle söyledin ve dinledin. Ben, sonra­dan edindiğim bir duyarlıkla, ikincisini sanki alaya alıyormuşum gibi değerlendirerek işin içinden çıkmayı denedim: Şu ‘filan’ sözünü, basit duygululuklarımı gizlemek için kul­landığım gibi filan.

Şimdi artık öldün babacığım. Sınırlarını kesin olarak belirlediğin bir dünyada, bana sorarsan, belirsiz bir biçim­de yaşadın ve öldün. Seni artık değiştirmek mümkün değil babacığım; bu nedenle kendimi de değiştirmenin mümkün olacağını sanmıyorum. Sabit nazarlarla boşluğa bak­tığım zamanların çoğunda temeldeki benzerliğimizi gizlemek için ümitsiz süslemelerle kendimi yoruyormuşum gi­bi geliyor, bana. Senin anlayacağın babacığım, züppe ola­rak nitelediğin insanların, iç sahteliklerini örtmek amacıy­la giriştikleri kibarlık çabaları içindeyim sanki. Senin gibi tutarlı olmadığım için çoğu zaman kuşkulara kapılıyorum ve ütüsüz pantolonlarla lekeli gömleklere kısa bir süre için son veriyorum.

Bugün, genellikle seni benden başka hatırlayan yok babacığım. Öldüğün için durumu bilmiyorsun; ama, sana açıkça belirtmek zorundayım ki, çevrendeki kuru kalabalığın bü­yük bir kısmı daha şimdiden tarihe geçmiş vaziyette babacığım. Okuma kitaplarında senin gibilerin davranışları ör­nek gösterilmekle birlikte onların adlan ve ikimizin de çok iyi bildiği küçük ve karanlık yaşantıları yer alıyor. Sen artık öldüğün için senin adına uydurma nutuklar, düzme maka­leler, hayal ürünü tartışmalar icat etmek ve seni onların çok üstünde dalgalandırmak istiyorum. Çünkü hepinizi tanıyan -gerçekten tanıyan- on kişiden dokuzunun, bir seçim yap­mak gerekirse, oylarını sana vereceğini ismim gibi biliyo­rum. Göreceksin babacığım, şu tek başıma yazacağım an­siklopediye bir başlayabilsem her şey düzelecek. Kimsenin doğru dürüst bir şey bilmediği bu ülkede şundan bundan -yani yabancı yazarlardan- makaslama metoduyla birkaç eser veremez miydin yani? Tercümeleri ben yapardım. An­nem de sana okurdu. (Hiç olmazsa şunu kabul etmelisin ki babacığım, çoğu zaman sadece annemin okuduklarını anlar­dın. Senin dilini, görünüşteki bütün karşıtlığınıza rağmen, galiba sadece annem bilirdi.)

Aramızda hiçbir zaman, alışılmış baba-oğul ilişkisi olma­dı. Ne ben, bütün meraklı çocuklar gibi durmadan her şeyi sana sordum; ne de sen oturup bazı şeyleri bana açıklamak gereğini duydun. Bu yüzden, birçok olayın nedenini zama­nında öğrenemediğim için, dünyanın birçok yönünü hiç bi­lemedim. Bazı olayların nedenini de çok sonraları öğrenebil­dim. Mesela yemekten kalkınca herkesten önce ellerini yıka­mak isterdin; banyoda, “Ben sigara içeceğim,” diyerek beni iterdin. Ben de senin gibi sigara içmeye başlayıncaya kadar, bu davranışın bana hep esrarlı göründü. Sonra karşılıklı si­gara içmeye başladık. Sonra günün birinde karşısında, ‘ba­cak bacak üstüne atıp sigara içen’ oğlunu azarladın. Davra­nışlarında genellikle hep böyle geç kalırdın. Karımdan ayrı­lıp sana sığındığım zaman da, “Geceleri eve geç geliyorsun,” gibi, yıllarca önce söylenmiş olması gereken sözlerle beni te­dirgin ederdin. Oysa babacığım ben evlenmiştim, ayrılmış­tım, çocuğum bile vardı; yani bir bakıma senin durumun­daydım. Sen de yıllarca önce bazı işlerini bahane ederek bü­yük şehire gidip bizi günlerce yalnız bırakmaz miydin? Ben de işte öyle olmuştum babacığım: ‘İstediğim gibi yaşamak’ diyebileceğimiz bir işim çıktığı için evden, kendi evimden ayrılmıştım.

Ben sonra eve dönmedim babacığım. Bazı durumlarda sa­na oranla biraz aşın davrandım. Belki de kendime bu dün­yada bir yer yapabilmek için, birçok düşüncemi ‘kuvveden fiile’ çıkarmaya çalışıyorum. Aslında sen böyle bir şeyi hiç düşünmedin; bununla birlikte, yeryüzünde senin kadar yer yaptığım da söylenemez. Bu yüzden sinirli, sabırsız ve hırçın oldum. Biliyorsun seninle de çok çatışırdım, kapılan filan vurup giderdim. Bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı içimde: Bence her zaman bana haksız yere söylenirdin; çalış­kan bir öğrenci olduğum halde “Bu çocuk kitap yüzü açmı­yor,” diye homurdanırdın, üstüme uymayan kötü dikilmiş elbiseler giydirirdin, istemediğim okullara gönderirdin be­ni, sızlanmalarımı da hiç dinlemezdin. Bugün, belki de sen artık öldüğün için,, bana bir zamanlar haksızlık ettiğini düşünemiyorsam da, bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık bütün dünyayı suçluyorum. Bu bakımdan. Bu bakımdan da istemediğim bir yerlere vardım, artık bütün dünyanın suratına çarpıp duruyorum kapıları.

Senin ‘egoist’ olduğunu söylerlerdi; benim için de şimdi buna benzer sözler ediyorlar. Annem öldükten sonra bir sü­re sen de yalnız kalmıştın ya, bu yüzden yalnızlığı bilirsin sanıyorum. Ben de yalnızlığımda sana benzedim babacığım:  Kendime yemekler pişiriyorum; senin kirli ropdöşambrına  benzeyen bir şeyler giyip, bir karış sakalla evin içinde huzur­suz dolaşıp duruyorum, yanık kalmış elektrikleri söndürüyorum, durmadan para hesabı yapıyorum, kendimi biraz iyi hissettiğim günlerde çarşı pazar dolaşarak her malın iyisini almaya çalışıyorum. Gittikçe sana benziyorum babacığım: Kimseleri beğenmez oldum. Aynaya pek bakmıyorum ama sevdiğim şeylerden söz ettikleri zaman suratımı senin gibi buruşturduğumu hissediyorum. Birilerine oturmaya gitti­ğim zaman yemeğe kalmam için ısrar edilmeyince senin gi­bi, belki de senden çok şiddetli bir biçimde içerliyorum her­kese; yalnız, senin yaptığın gibi, kötü yemekleri açıkça beğenmezlik edemiyorum; ne yapalım, bu huyumu da annem­den almışım. Gene de hoşnutsuzluğumu[ belirten bir iki söz söylemeden edemiyorum. İstiyorum ki babacığım artık her­kes öğrensin hiçbir şeyi beğenmediğimi. Senin başına gelen­leri düşündükçe hiçbir duygunun içimde kalmasına, hiçbir öfkenin sadece içimde büyümesine razı olamıyorum artık. Senin gibi ben de artık aklıma geleni hemen herkesin yüzü­ne haykırıyorum. Eski pısırık oğlunun bu durumunu görseydin gurur duyardın diyemiyorum; çünkü, sözlerime ‘mu­hatap’ olanların tepkisine bakılırsa pek övünülecek durum­da değilim galiba babacığım. Genellikle belirsiz bir isyan ha­lindeyim. Derler ki sen de çocukluğunda eve dönünce anneni bulamazsan hemen sokağa fırlar ve onun misafirliğe git­tiği evin camını taşlarmışsın. Ben senin gibi köyde değil şe­hirde, evde değil apartmanda büyüdüğüm için, çocukluğu­mu bir bakıma yaşayamadığım için, bu konuda biraz gecik­miş de olsam yalnız bırakıldığımı hissettiğim zaman kendi çapımda mesele çıkarıyorum, herkesin burnundan getirdi­ğimi sanıyorum.

Oysa şimdi seni düşündüğüm zaman babacığım, durma­dan gülümsüyorum. Seni sen olarak yaşamak istiyorum. İs­tiyorum ki evde annem gibi biri olsun ve ben de mutfağa gi­derek, “Burada gene bir şeyler kaynıyor Muazzez,” diye içe­ri seslenebileyim ve bana “Kaynadığını görüyorsun altını kıs Cemil Bey,” denilsin ve ben de hiçbir şey yapmadan mut­faktan çıkayım. Belki de nasıl bir insan olduğunu bugün bi­le bilmiyorum; daha doğrusu bugün, senin bilmediğin ba­zı şeylerin varlığından haberim olduğu için, bu bakımlardan nasıl bir insan olduğunu merak ediyorum. Acaba senin de bilinçaltın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icat edilmemişti. Sanki Osmanlı­ların böyle huylan yoktu gibi geliyor bana. Senin fesli ve re­dingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu gö­rüntüyle Varoluşçu bir bunalımı’ yan yana düşünemiyorum doğrusu. Aslında bizler de bir özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı mesele­leri bu yüzden büyütüyoruz. Acaba bütün bunları sana şim­di anlatsaydım nasıl karşılardın, yazdıklarımı okusaydın ne düşünürdün? Hepsini ‘deli saçması’ mı bulurdun? Sizin zamanınızda herhalde böyle zorluklar yoktu babacığım; yemek ve bilmece çözmek ve benim zorumla radyodan dinlediğin alafranga müzik ve sineklerin camı kirletmesi ve gazetede sağlıkla ilgili makale hakkındaki düşüncelerin ve aylık bütçe hesapların ve yarın pişirilecek aşureye neler katılma­sı gerektiği ve benzeri ve ilgisiz bütün düşüncelerinin ‘bilinç akımı’ denilen karmaşık bir düzende yer aldığını bilseydin sanırım yemekten sonra o yüksek koltuğunda rahatça uyuklayamazdın. Maddenin temel yapısında düzelmesi mümkün olmayan bozuklukların başladığını ya da bazı tabiat kanun­larının artık eskisi gibi aynen tekrarlanmadığını duysaydın acaba endişelenir miydin? Aslında ‘ruhiyatla ilgili yenilik­leri ben bile doğru dürüst bilemiyorum babacığım. (Mese­la, egoist olduğun halde, sen de ‘ego’nun farkında değildin.) Bir yerde okumuş olsaydın da bana, “Oğlum sende Oedipus kompleksi var mı?” diye sorsaydın ne karşılık vereceğimi bi­lemezdim sanıyorum. Hani ben sana kızınca ya da belirsiz nedenlerle içimde tanımlayamadığım sıkıntılar duyunca gi­dip sabahlara kadar içerdim ya, şimdi öyle yapmıyorlar ba­bacığım. Bu senin duymadığın bilinçaltıyla ilgili doktorlara gidiyorlar. Bense aslında sana benziyorum babacığım: Artık içki de iyi gelmediği için “böyle durumlarda koltuklara bay­kuş gibi tünüyorum.

Demek ki senin köylü tabiatın bana miras kalmış babacı­ğım: Medeniyeti sevmiyorum. Bu günlere yetişebilseydin, sen de benim gibi televizyondan nefret ederdin sanıyorum. Ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum; yani, sonradan görme deniz özlemcileri gibi kıyıda balıkçılarla filan sohbet etmek istemiyorum. Balığa çıkmak bize göre değil babacı­ğım. Ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük kö­yüne yakın bir yerde (çevrede belki bir iki ağaç olabilir) ah­şap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. Evin resmini de tanıdık yaşlı bir mimara çizdirdim. (Gençlere güvenim artık kalmadı babacığım.) Sana anlatması biraz zor ama, ora­ya gidişim bana haksızlık eden dünyaya karşı bir başkaldır­ma hareketi olacak diyebilirim; yani ben orada bulunmakla onlara, “İşte bütün ‘terakkinizi’ gördüm ve ‘aslıma rücû edi­yorum’ (yani Cemil Bey’e dönüyorum”), diyeceğim ve onlar da bunu anlamayacak. Sen bunu Ziya Paşa’nın ya da Mehmet Âkif’in tepkilerine benzetebilirsin. Annem duysaydı çok ağlardı. Sen nasıl karşılardın bilmiyorum, herhalde bunu da sana karşı bir hareketim olarak ‘tavsif etmezdin. Gene de, beni bu duruma kitapların getirdiğini söylerdin. Lukianos’u okuduğum zaman da bir gün kitabı karıştırmış ve içinde tanrılarla alay eden bölümü görünce, “Bu oğlan onun için Allaha inanmıyor, bana karşı geliyor,” diye pek gerçekçi say­madığım bir yorumda bulunmuştun. Sen de Allaha -bunu hiçbir zaman kabul etmediğin halde- son yıllarında inan­mıştın babacığım. Son yıllarında cuma günleri ortadan kay­bolup camiye gitmeye başlamıştın. Acaba daha önce, mese­la gençliğinde, buna benzer bir ‘iman buhranı’ geçirmiş miy­din? Neyse, son yıllarında böyle bir değişikliğe uğradığını da kabul etmedin. Her zaman ‘namazında niyazında’ oldu­ğunu ileri sürerek beni çileden çıkardın. Benim bu dağa çe­kilme meselesini de belki eski inançsız yaşantıma bir tepki olarak görürdün. Oysa ben kendimi modası geçmiş biri ola­rak ‘telakki ettiğim’ için, senin çocukluğuna sığınıyorum babacığım. Hareketimin, annemde beğenmediğin biçimde bir duyarlılıkla ilgisi yok. Yani artık haddimi biliyorum, önün­de ‘hayat’ denilen bir taşlık bulunan dağ evimde şenin dönemince bilinmeyen ruhsal karışıklıklarımı yaşıyorum, kuyu­dan su çekiyorum ve eşeğime yüklediğim dallarla ocağımı yakıyorum. Buna ‘şimdilerde’ kaçış diyorlar babacığım; bir­takım toplum sorunlarını çözemeyeceklerini hisseden bur­juva, yani senin anlayacağın şehirde yaşayan ve üstelik şe­hirdeki günlük yaşantının geleneklerini benimseyen aydın­lar böyle yapıyormuş. Sen böyle söyleyenlere bakma babacı­ğım. Oğlunu onlardan öğrenecek değilsin ya. Sen de aslında annem gibi benim hiçbir zaman kötü bir şey yapmayacağı­ma inanırsın değil mi? Hani bir zamanlar bazı kitaplar oku­yordum da eve bazı asık suratlı adamları çağırıp onlarla ba­ğırarak tartışıyordum; o zamanlar annem, başıma bir şeyler geleceğinden endişelenmekle birlikte, gene de bu konuda kendisini uyaran ahbaplarına karşı beni savunuyordu. Şimdi beni savunan kalmadı babacığım; çünkü ikiniz de öldünüz. İşte ben de yalnızsam, yalnızlığımı bilmek için çoğu zaman -sabit hazarlarla boşluğa baktığım zaman- bu kerpiç evi git­tikçe daha ciddi bir biçimde düşünüyorum. Ben bu asık su­ratlı aydınlara hiç benzemiyorum babacığım; onlara karşı­yım ve senin içtenliğinden yanayım. Bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile senin içtenliğini taşıdı­ğımı ümit ediyorum. Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: Yani ben de sonunda se­nin gibi ölecek miyim?

Mektubuma burada son verirken hürmetle ellerinden öperim.

Oğlun

Babama Mektup | Korkuyu Beklerken – Oğuz Atay

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments