Bilinen bir öyküdür hani, karşısındakinin her hamlesine duraksamasız gereğince karşı-hamle yapabilen, hiç durmadan yenip kazanan makinadan bir satranç oyuncusu… Ağzında nargilesinin marpucu, Türk sarığı kafasında, satranç tahtasının başına kurulmuş bir kukla… Aynalardan yapılmış düzenlemenin satranç tahtasını ne yandan bakılsa saydammış gibi gösterdiği bir oyun. Gerçekte ise, işinin ehlidir satrancı oynayan; bir cücedir kuklanın ellerine hükmeden, saklandığı dolaptan, iplerle. Buradaki düzenlenimin felsefi bir aynısının tıpkısını da, biz oluşturabiliriz. “Tarihsel materyalizm”i buradaki kukla gibi tasarlayıp her oyunu, her eli kazanacağını umabiliriz kendiliğinden. Böylece, günümüzde, eskiyip kocadığı için gözlerden uzağa çekilmiş dinin gördüğü hizmeti gören bir oyun bile düzenleyebiliriz kendi kendimize.
II.
“İnsan doğasının en göz kamaştırıcı özelliklerinden biri de,” diye yazıyor Lotze, “kimi kez çok bencil olsa da, yaşadığı gün içinde geleceği düşünebilmekle, bencillik ve kıskanmanın karşısında kendini özgür kılabilmesidir.” Düşününce görüyoruz ki, mutluluktan anladığımız şey, bizim kendi varoluşumuzun akışının bize yüklediği kendi zamanımızın renklerini taşıyor derinden. İçimizde özenme uyandıran, gıpta ettiğimiz mutluluk türü, yalnızca, soluyabildiğimiz havayla, konuşabildiğimiz başka insanlarla, bize kendisini verebilmiş kadınlarla varkılabildiğimiz mutluluktur. Başka, bir deyişle, mutluluk diye tasarlayabildiğimiz, şimdi yoksunu olduğumuz için bir gün kavuşacağımızı tasarladıklarımızla bağıntılıdır çözülmezcesine. Aynı durum, tarihin ilgi alanı olan geçmişe ilişkin tasarımlarımız için de geçerlidir. Geçmiş, kendisinin yanısıra, geçici bir dizini de taşır; gelecekteki “kefareti” (redemption) anımsatsın; kendisiyle bu kefaret’e bağlanımlar kuralım diye. Geçmişin kuşakları ile, bugün’ü yaşayan kuşak arasında gizli bir oydaşma, bir anlaşma vardır sanki. Bizim gelişimizi bekleyen bir dünyadır yaşadığımız. “Öncüllerimiz olan tüm geçmiş kuşaklar gibi, bizim de içimizde yaşattığımız, geçmişin onun üzerinde hakkı olan güçsüz bile olsa, Mesihçi bir güç var. Bu hak, bu istem, karşılığı kolayca ve baştan savma bir biçimde verilebilecek bir hak değildir. Tarihsel materyalistler işin bu yanını iyi bilirler.
III.
Şurası önemliydi, burası önemsizdi demeden geçmişi bize anlatan bir tarih tutanakçısının (vak’a nüvis bu işi yaparken uyduğu hakikat şudur: bir kez olmuş olan bir şey, tarih için yitik bir şey sayılamaz artık. Ama hiç kuşku yok, yalnız ve yalnız, yoksunlaştırımının kefaretini elde edebilmiş bir insanlık geçmişinin hakettirdiklerine sahiplenebilir, kavuşabilir – yani, ancak ve ancak, kefaretine kavuşabilmiş bir insanlık için mümkündür her anı zikre değer bir geçmişe sahip olmuş olabilmek. Ancak böylesi bir insanlık içindir yaşanmış olan her anın gelecek güne eriştirici bir alıntı (iktibas) olabilme olanağı – ki bu sözkonusu gelecek gün Yargı Günü’dür.
IV.
“Önce yemek için birşeyler, giymek için bir şeyler aran, Tanrının krallığı da gelir, yanısıra bunların ardından”
Hegel, 1807
Marx’tan haberdar bir tarihçinin gözünde her zaman varolan sınıf mücadelesi, onlar olmadan, incelmiş, gelişkin ve tinsel hiçbir şeyin varolamayacağı basit ve maddi şeylere erişebilme savaşıdır. Bununla beraber, sınıf mücadelesi içindeki varlıklarını hissedilebilir kılan yengici yanın payına düşen ganimetler değildir bu ince gelişkin, tinsel değerler. Bu değerler kendilerini sınıf mücadelesinin içinde yiğitlik olarak, yılmazlık ve taş çatlatan bir sabır olarak gösterir. Bunlar, yenilgiyle geçilmiş bir geçmişe yeniden biçim verebilen güce sahiptir; geçmişin ve yaşanan günün hükümdar olmalarının ve olanlarının her yengisini yalancı çıkaracak güçtedirler. Çiçeklerin güneşe dönmeden edememeleri gibi, giz dolu bir günedoğrulumla, geçmiş de tarihin göklerinde yükselen güneşe doğrulmadan edemez. Bir tarihsel materyalist tüm değişimle oluşum aşamalarının bu en derinlerden seyredenini bilip tanımadan, öğrenmiş olmadan duramaz.
V.
Geçmişin hakikatine uygun (sahih) görünümü, yanımızdan kayıp gidiyor yitmecesine. Geçmiş, ancak, bilinip an- lamlandırabildiği anı’nda parlayıp görünüveren bir imge olarak yakalanabilirse yakalanabilir. Bir daha da hiç yakalanmaz. “Gerçek bizden hiçbir zaman kaçıp uzaklaşamaz”: tarihsiciliğin (historicism) tarihsel bakış tarzı içinde Gottfried Keller’in bu sözleri, bir tarihsel materyalistin tarihsicilikle yolunu ayırması gereken noktayı belirliyor tamı tamına. Çünkü, gün’ün, kendi’sinin derdi sayıp da adamakıllı bilincine varmadığı, öğrenmediği geçmişe ait her imge gerigetirilmez bir biçimde, yitip gidecektir. (Geçmişin tarihçisinin çırpınmalar içindeki bir yürekle bize kadar saklayıp ilettiği geçmişin iyi havadisleri, tam da bizim için konuşmaya uğraşırken, yitirilip heder edilmiş olabilir bu yüzden.)
VI.
Geçmişi tarihe uygun olarak yeniden konuşturabil- mek, onu, “bir zamanlar gerçekten nasılsa öyle” (Ranke) anlamak olamaz, olmamalıdır. Geçmişi tarihe uygun olarak yeniden konuşturabilmek, bir tehlike anlığında (moment) bir anda parladığında onunla bir bellek kazanmak demektir. Tarihsel materyalizm, tehlike-olan zaman bileşkesinde (moment) sürüleşmemiş, ayrık kalabilmiş insana beklenmedik bir anda görünüveren bu imgeyi akla nakşetmenin peşinde olmalıdır. Buradaki tehlike hem gelenek-olanın içeriğini etkisi altına alır, hem de tehlikenin alımlayıcılarını etkiler. Gelenek için de, tehlikenin alımlayıcısı olan / gün’deki insan – ç. /için de aynı tehdit sözkonusudur: yönetimdeki egemen sınıfın bir araç’ı olup çıkmak. Her çağda geleneği, kendisini yenilgiye uğratacak olan conformism’e karşı, yeniden ve yeniden direndirmeye çalışılmalıdır. Mesih, yoksun bırakılmışların kefaretinin gerçekleştiricisi olarak gelecek değildir sadece: İsa-düşmanlarınm buyruğunda bir zulmedici olarak da gelebilir deniyor. Geçmişin bağrından umudun közünü bulup parlatacak olan tarihçi, yalnız ve yalnız, eğer yengiyi düşman kazanacak olursa zulmünden ölülerin bile kurtulamayacağını iyi bilen tarihçi olabilir. Ve bu düşmanın yengiyi kazanacak yan olma olasılığı yeterince azaltılabilmiş de değildir.
VII.
“Düşün, bil bu karanlığı ve bu büyük soğuğu Yoksunluğun yankılandığı vadimizdeki.”
Brecht, Üç Kuruşluk Opera
Tarihin bir çağını yeniden diriltmek isteyen tarihçilere, Fustel de Coulanges, inceledikleri dönemden sonraki çağlara ait tüm bildiklerini unutup bir yana bırakmalarını söylüyor. Tarihsel materyalizmin yolunu ayrı tutması gereken yöntemin ne olduğunu bunun kadar güzel hiçbir şey anlatamaz. Bu anlayış kökeni üşengin bir kalbin tükenmişliğinden, acedia’dan kaynaklanan; kısacık kendi anında ışıldayıp görünüveren gerçek (genuine) tarihsel imajı anlamaktan, kavramaktan, kazanmaktan umudu kesmiş olmanın getirdiği bir yakınlık duyma aracılığıyla anlamakla yetindirmedin Ortaçağ dinbilimcileri arasında mutsuzluğun tam da kökü sayılan bir duyarlılıktır bu. Bu duyarlılığın aşinası Flaubert şunu yazıyor: “Peu de gens devineront combien il a fallu etre triste pour ressusciter Carthage.( “Kartaca’yı yeniden canlandırabilirdi için ne denli keder ve hüzne katlanmak gerektiğni pek az kimse takdir edebilir.) Bu duyarlılığın getirdiği kederin ve hüznün gerçekliğinin anlaşılabilmesi için, tarihsiciliğin yandaşı tarihçinin duyarlılığının, ve duyduğu yakınlığın gerçekte kime, kim için olduğunu düşünmek gerekir.
Bunun kaçınılmaz yanıtı, “yengiyi kazanan yan için ve bu yana” oluyor. Ve tüm egemenler, hükmedenler, öncülleri olan yengici fatihlerin varisleridir. Çünkü, yengiciye yakınlık duyma egemenlere yarar sağlar, önünde sonunda, Tarihsel materyalist, bu ne anlama gelmektedir, bilir. Günümüze dek, her kim ki yengici diye yer almıştır tarihte, yaşadığımız günün egemenlerinin aman dilemek için ayaklarına kapanmaya boyun eğdirilmiş yenikleri çizmeleri altına aldığı tek bir uzun yengi alayının içindedir eskinin yengicileriyle birlikte. Geleneksel uygulamanın gereği olarak, savaşın ganimetleri yengi alayıyla birliktedir bu resmi geçitte. Bu ganimetlere, kültür hâzineleri diyorlar. Bir tarihsel materyalist ise Bütün bu hâzinelere dikkati uyanıklığa çağıran bir uzaklıkla ve soğuklukla bakar. Çünkü, hiç istisnasız, gördüğü, baktığı kültürel hazineler, içinde dehşeti duymadan bakamayacağı bir kökenden gelmektedir. Gördüğü kültür hâzineleri, varlıklarını, sadece onları yaratan büyük insanların akıl ve yetilerine değil; fakat bu insanların çağdaşı olarak yaşamış nice isimsiz insanın ortak emek ve zahmetine de borçludur. Tek bir uygarlık belgesi yoktur ki, aynı anda barbarlığın da belgesi olmasın.
Ve nasıl böylesi tek bir belge bile barbarlıktan azâd olamamışsa, barbarlık da kültür hâzinelerinin bir varisten diğerine kalıtlamm tarzına damgasını vurmaktan alakoyamamıştır kendisini. Tarihsel materyalist olan biri, işte bunun yüzündendir ki, kendisine seyrettirilen bu resmi geçitte gördüklerinden, mümkün olanın en sonuna dek, kendini uzak saymalıdır. Tarihsel materyalistin tarihle karşılaşmasında üzerine düşen görev, alışılmışlığını sürdürme tabiatındaki tarihi hiç hoşnut etmemek, edememek olmalıdır.
VIII.
Baskı altına düşmüşlerin geleneği, içinde yaşadığımız “âcil durumun” istisna değil, kaide olduğunu öğretiyor bizle- re. Düşüncemize bu derinliği kazandıracak bir tarih anlayışına varmak zorundayız. Ancak buna vardığımızdadır ki, gerçek anlamda bir âcil durumu oluşturmanın bizlere düşen bir görev olduğunu yeterince açlk görebileceğiz ve bu durum faşizme karşı mücadelemizde konumumuzu geliştirip güçlendirecektir. Faşizmin şansının bir nedeni de, ona karşı çıkanların, gelişme adına diyerek, onu tarihsel bir norm olarak görmeleridir. Şu yaşadıklarımızın yirminci yüzyılda “hâlâ” mümkün olabilmesinin yarattığı şaşkınlık ve hayret, hiç de felsefi değildir. Bu şaşkınlık, bu hayret -belirttiğim tarih görüşünün yaratabileceği bir bilgiyle bu yaşananlara bakmayı öğrenmediğimiz sürece- bilginin başlangıcı olamayacaktır.
IX.
“Mein Flügel ist zum Schvvamg bereit, ich kehrte gern zurück, denn blieb ich an lebendige Zeit, ich hatte wenig Glück. (Uçmaya hazır kanatlarım,/ Gerilere dönsem derim hep./ Zamansız zamanlarca beklersem böyle,/ Hiç mi hiç, kalmaz ki şansım.)”
Gerhard Scholem, “Gruss vom Angelus”
Klee’nin “Angelus Novus” diye bilinen bir tablosunda, sanki hep öyle bakıp seyretsin diye yapıldığı yerden artık neredeyse kalkıp başka yerlere gideceğe benzeyen bir melek tasvir edilmiştir. Gözleriyle dik dik bakan, ağzı açılmış, kanatları gerilmiş. Bu insanoğlunun tarihin tasvirini yapmasıdır: Yüzü geçmişe dönüktür. Bizim bir zincirin halkaları gibi görebildiğimiz olayları, o ardı ardına dizilmiş yıkımlar ve felaketler yığını olarak tek bir kataştrof biçiminde görmektedir. Melek, kendisine kalsa orada daha duracak, ölüleri ayaklandıracak ve yıkılmış, parçalanmış her şeyi yeniden bir tümlüğe küvuşturacak gibidir. Fakat cennet’ten bir fırtına kopup gelmektedir; meleğin kanatlarına çarpan rüzgâr öylesine şiddetlidir ki, melek artık kapatamaz olmuştur kanatlarını. Bu fırtına, karşı konulmaz bir biçimde meleği, arkasını döndüğü geleceğe doğru uçurmakta, önündeki döküntü ve moloz yığını ise yerden göklere kadar yükselmektedir. Bu fırtına, bizlerin ilerleme dediğimiz şeydir.
X.
Keşişlik öğretisinin inzivaya çekilmiş manastır keşişlerinin kendi içlerini dinleyip tefekküre dalmaları için üzerinde durduğu konular (temalar), aslında, onları bu dünyadan ve dünya işlerinden uzak tutmak için seçilmiş konulardır. Bizim burada geliştirmekte olduğumuz düşünceler, gözlemler de bu tür eğilimlere ilişkin.
Faşizme karşıt olanların kendilerine umut bağladığı siyasetçilerin yorulup yenik düştüğü, üstelik bu yenilgilerini kendi davalarına ihanet ederek kanıtladıkları bir zamanda bu gözlemler yaşadığımız siyaset dünyasını ihanet edenlerin kurdukları tuzaktan, kapandan kurtarmayı amaçlamaktadır. Bizim düşündüğümüuz şey de, siyasetçilerin ilerlemeye olan inatçı imanlarının, kendi “kitle temellerine” duydukları güvenin, son olarak da, denetlenmesi olanaksız aygıtlarla kölece bütünleşmiş bulunmalarının aynı şeyin üç ayrı görünümü oluşudur. Bizim bu düşüncemizin ve değerlendirmemizin amacı, sözkonusu siyasetçilerin bağlı kalmaya devam ettikleri düşünceyle suç ortaklığına girişmekten sakınabilecek bir tarih anlayışı edinebilmek için ne denli yüksek bir maliyet ödemesi gerekeceğine ilişkin bir fikir verebilmektir.
XI.
Başlangıçtan beri Sosyal demokrasinin bir bölümü, bir kısmı olmuş bulunan confortnism, onun sadece sosyal taktiklerinde değil, fakat ekonomik görüşlerinde de kendine yer bulabilmiştir. Bu durum, Sosyal Demokratların sonraki zamanlarındaki yıkımın da nedenlerinden biridir. Alman işçi sınıfını hiçbir şey bu sel ile birlikte işçi sınıfının da ileriye doğru hareket ettiğini söyleyenlerin anlayışları kadar bozmamış, ifsad etmemiştir. Bu anlayış, teknolojik gelişmeleri, kendisinin de yanısıra ileriye doğru hareket ettiğini sandığı akıntının çavlanı olarak düşündü. Bu, bir adım daha atıldığında, teknolojik ilerlemeye yol açacağı varsayılan fabrika işçiliğinin siyasal bir kazanım oluşturacağını sanan illüzyona varabilecek bir değerlendirme oluyordu. Eskinin bilinen protestan iş ahlâkı, böylece, laikleşmiş bir biçimde Alman işçilerinin arasında yeniden canlanmış oluyordu.
Çok daha öncelerin Gotha Programı’nda da (1875 Gotha Kongresi, biri F. Laselle’in, diğeri ise K. Manc ve W. Liebnecht’m yönetimindeki iki Alman Sosyalist partisini birleştirmiştir. Liebnecht ve Lasalle tarafmdan taslağı hazırlanan programa Londra’da Manc tarafmdan sert bir eleştiri yöneltilmiş, karşı çıkılmıştır. Marx’ın “Gotha Programının Eleştirisi’ne bakınız.) çalışmayı “tüm refah ve kültürün kaynağı” saydığı için bu konudaki anlam bulanıklığının izlerini görmekteyiz. Marx ise, bu işin püf noktasını fark etmiş olduğu için, “… Kendisini, onun sahibi olacak kimselerin kölesi yapmaya zorunlu olarak muhtaçtır iş gücünden başka hiçbir şeyi olmayan kişi” diye buna karşı çıkmıştır. Ne var ki, bu anlam bulanıklığı sürer gider. Çok geçmeden de Josef Dietzgen şunları söyler: “Modem zamanlarının kurtarıcısına çalışma adı veriliyor. Çalışmanın… gelişmesi, günümüzde, şimdiye değin hiçbir kefaretçinin yapamadığını gerçekhleştirebilme olanağına sahip bulunuyor.” Çalışmanın ve çalışanın emeğinin nitelik ve doğasına ilişkin bu ham – Marxist anlayış, çalışmanın kendisinin çalışmanın ürünlerinden, bu ürünler işçilerin elinde değilken, nasıl olup da işçileri yararlandırabilecek olduğu sorununu es geçmektedir.
Bu anlayışın kavrayabildiği tek ilerleme doğaya egemen olma anlamındaki olmakta; böylesi bir ilerlemenin toplum üzerindeki geriletici etkilerini anlayamamakta; daha sonraları Faşizmin ilerleme anlayışında karşılaşacağımız teknokratik öğeler taşımaktadır. Bu öğelerden biri de, 1848 devrimin- den önceki sosyalist ütopyalardan büsbütün başka bir doğa anlayışıdır. Yeni çalışma anlayışı, doğanm sömürülmesine yönelikti ve safça bir gönül rahatlığıyla proletaryanın sömürülmesine dek uzanıyordu. Bu olgucu (positivistic) anlayışla karşılaştırılacak olursa, sık sık alay konusu edilen Fourier’in fantazyaları, çok daha saygın ve doğrudur demek gerekiyor. Fourier’ye göre, etkin bir eşgüdümlenme içindeki emek/çalışma ile yeryüzü gecesini aydınlığa kavuşturacak dört dolunay oluşturabilecek; kutuplar buzlardan kurtarılacak, tuzlu deniz suyu tatlandırılacak, vahşetin yaban güçleri insana yararlı hale getirilebilecekti. Bütün bunlar, doğayı sömürmekten çok uzak, onun bağrında olanaklar olarak duran yaratımlara can verecek bir çalışma emek anlayışıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteren şeyler. Dietzgen’in deyişindeki gibi doğaya “bedavacının ganimeti” gözüyle bakan bir anlayış ise, emek konusunda acımasız, bencil ve sağlıksız bir anlayışın mütemmim cüz’ü olmaktadır.
XII.
“Tarihe gereksiniyoruz, fakat bilgi bahçesinde haylazca vakit geçiren bir çapulcu gibi değil.”
Nietzsche, Tarihin Kullanımı ve Kötüye Kullanımı Hakkında
Erkek ya da kadın tek kişi değil, fakat mücadele halindeki baskı altında yaşayan sınıfın kendisidir tarih bilgisini edinecek ve saklayıp birikimleyebilecek olan. Marx’ta bu sınıf, köleleştirilmiş en son sınıf olarak, ayaklar altına alınmış kuşaklar adına özgürleşme ereğini gerçekleştirecek ve mazlumun ahım alacak smıf olarak görünmektedir. Bu inanış, Spartakistler grubunda (Alman Sosyalist Partisi’nin savaş yanlısı siyasetine muhalefet için Kari Liebnecht ve rosa Luxemburg tarafından kurulmuş, daha sonra Komünist Parti’ye katılmış olan Sol grup.) birara canlanır gibi olan bu inanış, Sosyal Demokratların hep karşı koydukları bir inanış olmuştur. Otuz yıllık bir dönem içinde açıkça Blangui’nin; daha önceki yüzyıldaki adıyla bu düşünceyi çağrıştıran Blantjui’nin adını unutturmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Sosyal Demokrasi işçi sınıfına gelecek kuşakların kurtarıcılığı rolünü uygun görmüş; böylece, işçi sınıfının gücünü oluşturan en önemli öğeyi ondan koparıp bir yana atmıştır. İşçi sınıfının bu anlayışa göre eğitilmesi, onun hem geçmişe olan nefretini hem de fedakârlık ruhunu heder etmesine neden olmuştur. Çünkü bunların her ikisine de asıl güç kazandırabilecek olan, gelecekteki özgür kuşaklar (torunlar) imgesinden çok, köleliğe düşürülmüş bulunan geçmiş kuşakların (ataların) imgesidir.
XIII.
“Her geçen gün davâmız daha açıkça anlaşılıyor ve insanlar daha iyi anlayabiliyor.”
Wilhelm Dietzgen, Die Retigion der Sozialdemokratie
Sosyal demokratik kuram ve hatta asıl onun pratiği, realiteyle bağlantısı olmayan, tersine, dogmatik iddialarda bulunan bir ilerleme anlayışınca biçimlendirilmiştir. Sosyal demokratların düşüncesindeki görünümüyle ilerleme, her şeyden önce, uygarlığın ilerlemesidir. (însanın yetenek ve bilgisinin gelişmesi değildir.) İkincisi, insanlığın mükemmelliğinin sonsuzluğunu ise, sınırsız bir olgu olarak tasarlamaktalar. Üçüncüsü, ilerlemeyi karşı konulmaz bir şey olarak, otomatik bir biçimde dosdoğru ya da helezonik bir süreç olarak tasarlamaktalar. Bu önermelerin her biri tartışma götürür ve eleştiriye açık önermelerdir. Bununla beraber, eleştirilmesi için, asıl, bu önermelerin ardındaki düşünce kavranma- lı ve bunlardaki ortak yan üzerinde durulmalıdır. İnsanlığın tarihsel gelişmesi anlayışı, insanlığın homojnleştirilmiş, boş bir zaman içinden geçerek ilerlemesi anlayışından ayrılamaz. Böylesi bir ilerleme anlayışının eleştirilmesi, ilerleme kavramının kendisinin eleştirilmesinde de temel alınmalıdır.
XIV.
“Başlangıç erektir.”
Kari Kraus, Worte In Versen, Cilt I.
Tarih, yerleşimi homojenleştirilmiş, boş bir zaman değil, fakat şimdinin (Jetztzeit) (Benjamin “Jetztzeit” derken tırnak işareti kullanıyor. Şimdiki zaman anlamındaki Gegenwart anlamı değil ifade etmek istediği. Açıktır ki, mistik bir şimdiki zaman anlayışını, nunc stans’ı ifade etmek istiyor.) varlığınca doldurulmuş bir zaman olan bir yapmm konusudur. Nitekim, Robespierre için ancient Roma, tarihin süreklilik içindeki devamlıhğm- dan, onu patlatarak oluşturduğu bir şimdinin zamanının varlığı ile dolu bir geçmişti. Fransız Devrimi kendisini ölümden sonra dirilmiş bir Roma olarak görmüştür. Ancient Roma’ya, modanın, geçmişin giysilerine can vermesi gibi can vermek istemiştir. Moda, geçmişin ne denli uzaklarına yönelmiş olursa olsun, kendisine konu edindiği şeye ilişkin bir sezgiye sahiptir; geçmişe bir kaplanın atılımıyla sıçrar bu yüzden. Çünkü bu sıçrama, buyrukların egemen sınıftan çıktığı bir arenada olmaktadır. Ama aynı sıçrama, tarihin açık alanlarmda olacak olanlarına gelindiğinde, Marx’ın devrimi anladığı biçimde, diyalektik nitelikte bir ileriye atılım olmak durumundadır.
XV.
Tarihin sürengenliğini (değişmeden sürüşünü) kendi içinden bir patlamaya dönüştürmeye ilişkin bilgilenim, eylemlerinin zaman bileşkesinde (moment) devrimci sınıflara özgü bir özelliktir. Büyük devrim yeni bir takvim getirip koymuştur önümüze. Bir takvimin başlangıçsal günü, tarihsel bir “mürur-u zaman” saptayıcısıdır da. Ve temelde, gene bu aynı gündür ki, hatırlamanmın günleri olan tatillerin görünümüne bürünerek (tarihi-ç.) yinelimler olarak tutar. İşte bu nedenledir ki, takvimlerin zamanı ölçmesi saatlerin zamanı ölçmeleriyle aynı değildir; takvimler, geçen son yüz yıllık sürenin içinde Avrupa’da en küçük bir izi bile görünmeyen tarih bilincinin anıtlarıdır. Temmuz devriminde bu bilincin hâlâ canlı olduğunu gösteren beklenmedik birşey yaşandı. Çatışmaların ilk gecesinde, aynı anda, ama birbirinden habersiz yerlerdeki işçiler Paris’in çeşitli semtlerinde işe saat kulelerindeki sürengin zamana ateş açmakla başlamışlar. Gördüğü bu olgudaki anlamı farketmesini zamanın akışındaki uyaklara (rhyme) borçlu olduğunu söyleyebileceğimiz bir tanık o günlerde yazdıklarıyla bunu şöyle anlatmıştır.
Qui le croirait! on dit, qu’irritees contre l’heure De nouveaux Josues au pied de chaque tour Tiraient sur les candras pour arreter le jour.(Kim inanırdı ki böylesine! zamanın kendisince uyanmlandınlmış, Yeni bir Yeşua her saat kulesinin dibinde ayağa kalkmış,Günün akışını durdurmayı, tam da kadranından nişanlamış)
XVI.
Bir tarihi materyalist, düpedüz bir zamanın geçişi değili, fakat içinde zamanın hâlâ akıştığı ve bir dürağı olduğu zaman biçiminde yer aldığı yaşanan-gün (şimdiki zaman) anlayışına varmadan olamaz. Çünkü ancak böylesi bir yaşanan-gün (şimdiki zaman) anlayışıdır ki, onun içinde tarihin yazarı olabileceği şimdiki zamanı bitimleyebilir. Tarihsiçilik bir “ebedi” geçmiş imajı verir; tarihi materyalizm ise geçmişi biriciksel (unique) bir yaşam-deneyimi olarak kavramamıza yöneltir bizi. Tarihi materyalist, tarihsiciliğin umumhanesindeki “bir zamanlar” denilince o hep bildiğimiz fahişenin akıttığı akıttığı lağımlara kapılmayı başkalarına bırakmak durumundadır. Tarihi materyalist kendi gücünün denetimini kendi ellerinde tutmak ister; tarihin sürenginliğini içinden infilak ettirip açmaya yeter insandır o.
XVII.
Tarihsiciliğin varabilceği en son doruk, haklı olarak, genel tarihtir. Materyalist tarih-yazını, bundan, en çok da yöntem bakımından ayrılır, başka hiçbir türden ayrılmadığı kadar. Genel tarihin kuramsal hiçbir dönüştürümcülüğü yoktur. Yöntemi eklemecidir; boş ve homojen bir zamanı do- lumlamak için data bulur, toplar, yığar. Materyalist tarih-yazını ise, öte yandan, inşaacı bir İlkeye istinad eder. Düşünme sadece düşüncelerin akışı demek değil, fakat düşüncelerin bir anda yakalanıp tutuklu kılınabilmesidir de. Düşünmenin, gerilimlere gebe bir ön – oluşuma (configuration) varıp da bir anda durmak zorunda kaldığı yerde, düşünme bu ön oluşumu bir şoka uğratır; bu şokla onu bir monad’a dönüştürecek biçimde billûrlaştırır. Tarihi materyalist olan biri, tarihin konusu olan birşeyi, onunla ancak ve ancak bir monad olarak karşılaşacak olduğu yerde ele alır. Bu betimlediğimiz yapı içinde, tarihi materyalist olanlann Messianic in- dirimleniminin bir işaretini, ya da, değişik ifade edecek olursak, baskılar altına alınmış bir geçmişin uğrunda girişilecek savaş için devrimci şansını görür. Bu işaretin, bu şansın idrakine varması ise, tarihin homojenleştirilmiş seyrinden özgül bir çağı infilâk ettirip oluşturmak-çağm içinden özgül bir yaşam ya da hayatın yüklediği çalışmalardan özgül bir ürün (yapıt), bir çalışma oluşturmak ereğiyledir. Böylesi bir yöntemin bir ürünü (sonucu) olarak, hayat çalışması bu özgül ürünün (çalışmanın) çağının hayat çalışmasının; ve tüm bir tarihin seyri de çağın içinde hem muhafaza edilmiş hem de aynı zamanda ertelenmiş olur. (Benjamin Hegel’e ait aufheben terimini kullanıyor. Her üç anlamıyla: -Muhafaza etmek, -yükseltmek, -ertelemek. / İngilizcesinin Çevirmeni Harry Zohn’un açıklaması. (Ç.))
Tarih açısından anlaşılabilmiş olanın besleyici meyvasındaki zaman, nadide ama henüz belirli bir tadı olmayan bir tohuma benzetebileceğimiz bir zamandır.
XVIII.
“Dünyadaki organik yaşamın tarihiyle ilintili olarak”, diye yazıyor modern biyolojistlerden biri, “şu küçücük elli bin yıllık homo sapien dönemi yirmi dört saatlik günün bitimindeki son iki saniyecik gibidir. Bu ölçek üzerinde, uygarlık dönemindekiinsanlığm tarihi ise en sonuncu saatin en sonuncu saniyesinin beşte biridir.” Messianic zamanın bir modeli olarak, şimdiki zaman’mta ise tüm insanlık tarihini müthiş bir kısaltım (özetleyim) içinde kendinde barındırır, insanlık tarihinin evrende sahip olduğu boylama (kamet) tamı tamına denk düşer.
A.
Tarihsicilik tarih içindeki çeşitli zaman bileşkelerinin (moments) arasında bir nedensellik ilişkisi kurarak doyumlar kendini. Fakat bir neden yerine saydığı tek bir olgu bile, tam da bunun içindir ki, tarihsel olamaz. Söz konusu durumdaki bu olgu kendisi olup bittikten sonraki hali ile tarihselleşebilmektedir, kendisinden binlerce yılla ayrılabilecek olaylar aracılığıyla tarihselleşebilmektedir. Kendine yolayrımı olarak bu noktayı seçen bir tarihçi olayların aynılık içindeki ardıllığını, bir teşbihin taneleri gibi, anlatıp durmayı bırakmalıdır. Bunun yerine, kendi çağı ile, belirli bir önceki çağın onun kendi gününde oluşturduğu yıldızlar dizilenimini anlamaya çalışmalıdır. Böylelikle, Messianic zamanın incecik dilimlerinde bulunabilecek bir “şimdinin zamanı” olarak şimdiki zaman anlayışına varabilecektir.
B.
Zamanın içinden onun içinde saklı tuttuğu şeyi bulup çıkaran falcı, hiç kuşkusuz, zamanı ne homojenleştirilmiş bir zaman olarak, ne de boş bir zaman olarak deneyimler. Bunu hiç akıldan çıkarmayan biri, kim olursa olsun, geçmiş zamanların zihinde nasıl yeniden yaşam-deneyimlerine dönüştürülmekte olduğuna – ki, herşeyden önce, tıpatıp aynı şekilde olduğunu belirtelim – dair de bir fikir edinecektir ola ki.
Yahudilere geleceği incelemenin yasaklandığını hep biliriz. Ne var ki, Ahdi Atik’in ilk beş kitabı (Torah) olsun, dualar olsun, Yahudileri hatırlayacılar olarak eğitilip yetiştirmiştir. Bunun böyle oluşundandır ki, sihrine kapılan herkesin aydınlanmak için falcıya başvurduğu geleceğin onlar için hiç sihri kalmamıştır. Bununla beraber, bu demek değildir ki, gelecek Yahudiler için homojenleştirilmiş ve boş bir zamandır. Çünkü zamanın her bir saniyesi, dar da olsa, Mesih’in aralayıp gelivereceği bir kapıdır.
Estetize Edilmiş Yaşam | Tarih Felsefesi Üzerine Tezler – Walter Benjamin