Aşağıda tekniği soruşturuyoruz. Sormak, bir yol açmaktır. Bu nedenle her şeyden önce yola dikkat etmek ve tek tek cümle ve başlıklara takılıp kalmamak öğütlenir. Tüm düşünme yolları, az veya çok farkına varılabilir şekilde, dil aracılığıyla olağandışı bir tarzda, dil içerisinden yol gösterirler. Biz tekniğe İlişkin bir soruşturma yapıyoruz ve onunla serbest bir bağıntıyı hazırlamak istiyoruz. Bağıntı, İnsanî varoluşumuzu (Dasein) tekniğin özüne (Wesen) açarsa, serbestttir. Bu öze uygun bir karşılık verebilirsek, teknik-olanı (Technische) kendi sınırları içerisinde deneyimleme imkânına sahip olabiliriz.
Teknik, tekniğin özüyle aynı şey değildir. Ağacın özünü aradığımızda, farkında olmalıyız ki, ağaca ağaç olarak nüfuz eden şey, geri kalan ağaçlar’ arasında rastlanan bir ağaç olarak bizzat ağacın kendisi değildir.
Bunun gibi, tekniğin özü de, asla ve hiçbir şekilde teknik bir şey (teknik-olan, Technische) değildir. Bu nedenle yalnızca teknik-olanı tasarladığımız ve öne çıkardığımız ve bununla yetindiğimiz veya ondan kaçındığımız sürece, tekniğin özüyle bağımızı asla kuramayız. Her yerde özgürlükten yoksun ve tekniğe bağlanmış haldeyiz; onu tutkuyla olumlayalım veya olumsuzlayalım. Tekniği nötr bir şey olarak gördüğümüzde, mümkün olan en kötü tarzda tekniğe teslim oluruz; çünkü bugün özellikle pek rağbet gören bu tasarım, bizi tekniğin özü karşısında büsbütün körleştirir.
Eski öğretiye göre, bir şeyin özü, onun olduğu şey (was, etwas ist) olması sayılır. Tekniğin ne olduğunu sorduğumuzda, tekniğe ilişkin soru sormuş oluruz. Herkes, sorumuzu yanıtlayan iki ifadeyi bilir. Biri şöyle der: Teknik, amaç için araçtır. Diğeri de şöyle: Teknik, insanın bir etkinliğidir. Tekniğin her iki tanımı/belirlenimi (Bestimmung) birbiriyle bağıntılıdır. Çünkü amaçlar koymak, bunlara ulaşmak için araçlar yapmak ve kullanmak, insani bir etkinliktir. Araç, aygıt ve makinelerin yapımı ve kullanımı, bu yapılmış olanların ve kullanılanların kendileri, bunların hizmet ettikleri gereksinimler ve amaçlar, tekniğin ne olduğuna ilişkindirler. Bütün bu donanımlar kompleksi, tekniktir. Bizzat tekniğin kendisi bir donanımdır veya Latince söylendiğinde i’nstrumentum’dur.
Tekniğin bir araç ve bir insan etkinliği olduğuna ilişkin yaygın tasarım, bu nedenle, tekniğin araçsal ve antropolojik tanımı belirlenimi diye adlandırılabilir.
Bunun doğru (richtig) olduğunu kim inkâr edebilir ki? Bu tasarım, teknikten söz edildiğinde göz önünde tutulan şeye açıkça uyar. Tekniğin araçsal tanımı belirlenimi aslında öylesine tuhaf bir şekilde doğrudur ki, bu, modern teknik için bile geçerlidir; bununla birlikte başka bakımlardan eski el beceresine dayalı tekniğe karşıt olarak modern tekniğin tamamen farklı ve dolayısıyla yeni bir şey olduğu, bir ölçüde haklı olarak iddia edilir. Bir enerji santralı bile, türbinleri ve jeneratörleriyle, insan tarafından yapılmış bir araçtır. Bir tepkili uçak da, yüksek frekanslı elektrik üreten bir dinamo da, amaçlar doğrultusunda yapılmış araçlardır. Doğaldır ki bir radar istasyonu bir rüzgâr gülünden daha basit değildir. Kuşkusuz bir dinamonun yapımı teknik-endüstriyel üretimin çeşitli iş süreçlerinin iç içe geçmesine gereksinim gösterir. Elbette ki Karaorman’- ın yitik bir vadisinde dere boyuna, kurulmuş bir bıçkıhane, Ren’in akıntısı içerisine kurulmuş bir hidroelektrik santralla karşılaştırıldığında, ilkel bir araçtır.
Şurası doğrudur: Modern teknik de amaçlara bağlı bir araçtır. Bu nedenle tekniğin araç olduğu tasarımı, insanı teknikle doğru bir bağıntıya sokmaya yönelik her girişimi koşullandırır. Her şey, tekniği araç olarak uygun şekilde manipüle etmeye bağımlıdır. Söylendiği gibi, tekniği ‘tinsel yönden elde tutmak’ gerekir. Ona hakim olunmalıdır. Tekniğe hakim olma iradesi ne kadar elzem hale gelirse, teknik de o kadar insanın denetiminden kaçıp kurtulma tehdidinde bulunur.
Ne var ki tekniğin yalnızca araç olmadığı varsayıldığında, ona hakim olma iradesi nasıl ayakta kalabilir ki? Zaten tekniğin araçsal olduğuna ilişkin tanımın/belirlemenin doğru olduğunu söylemedik mi? Bu besbelli. Doğru olan (Richtige), irdelenmekte olan her şeyde, her kez herhangi bir şekilde karşımıza çıkanı saptar. Bununla birlikte bu saptama, doğru olmak için, hiçbir şekilde, söz konusu şeyin kendi özü içerisinde örtüsünü açmaya gereksinim duymaz. Oysa yalnızca böyle bir örtüsünü açmanın olduğu yerde hakikat-olan {Wahre) vukua gelir. Bu nedenle yalnızca Doğru-olan {Richtige), henüz Hakikat-olan {Wahre) değildir. Yalnızca Hakikat-olan, bizi, kendi özünden hareketle ilgilendiren şeyle serbest bir bağıntıya sokar. Buna göre, tekniğin doğru {richtig) araçsal tanımı/belirlenimi, yine de bize tekniğin özünü göstermez. Buna ulaşabilmemiz veya en azından yaklaşabilmemiz için, Hakikat-olanı Doğru-olan aracılığıyla aramalıyız. Şunu sormalıyız: Bizzat Araçsal-olanın {Instrumentale) kendisi nedir? Bunun gibi, amaç ve araç gibi şeyler nereye aittirler? Bir araç, kendisiyle bir şeyin etkilendiği ve böylece kendisiyle bir şeye ulaşılan şeydir. Kendi sonucu (eser) olarak bir etkiye sahip olan şey, neden diye adlandırılır. Fakat neden, yalnızca kendisi aracılığıyla başka bir şeyin etkilendiği şey değildir. Kullanılan araç türünün kendisine göre belirlendiği amaç da, neden sayılır. Amaçların izlendiği ve araçların kullanıldığı her yerde, araçsallığın hüküm sürdüğü her yerde, nedensellik hakimdir.
Yüzyıllardır felsefe, dört neden olduğunu öğretir: 1. causa materialis (maddi neden), örneğin kendisinden bir gümüş kâsenin yapıldığı malzeme, madde; 2. causa formalis (formel neden), maddenin içine girdiği form, şekil; 3. causa finalis (ereksel neden), amaç, örneğin gerekli olan kâsenin formuna ve maddesine göre belirlendiği kurban âyini; 4. causa efficiens (etki neden, fâil neden), bu tamamlanmış gerçek kâse olan etkiyi meydana getiren, gümüş ustası. Araç olarak tasarlandığında tekniğin ne olduğu, araçsallığı, dört katlı nedenselliğe doğru geri izlediğimizde kendisini açığa çıkarır.
Fakat nedensellik, kendi payına, ne olduğu bakımından karanlık içerisinde örtülü kalmışsa ne olacak? Kuşkusuz yüzyıllardır, dört neden öğretisi, âdeta gün ışığı kadar açık bir hakikat olarak gökten düşmüş gibi alınmıştır. Fakat belki şunu sormanın zamanı gelmiştir: Neden tam da dört neden vardır? Yukarıda anılan dörtlüyle bağıntılı olarak ‘neden’ münhasıran ne demektir? Dört nedenin neden olma karakterinin birbirlerine ait olacak kadar birlikli bir şekilde belirlenmesi nereden çıkar?
Bu sorulara eğilme iznini kendimize vermediğimiz sürece, nedensellik ve onunla birlikte araçsallık ve araçsallıkla birlikte tekniğin kabul gören tanımı/belirlenimi, karanlık ve temelsiz kalır.
Uzun süredir nedenin bir şeyi meydana getiren şey olarak tasarlanması alışkanlık olmuştur. Bu bağlamda, meydana getirme, sonuçlar, etkiler elde etme anlamına gelir. Causa effidens, dört neden arasında yalnızca bu neden, ölçüt olacak şekilde tüm nedenselliği tanımlar. Bu öylesine ileri gider ki, artık causa finalis, ereksellik, nedensellikten bile sayılmaz. Causa, casus, zaman bildiren cadere fiilinden gelir, yani belli bir anda vuku bulmaktan, aynı zamana rastlamaktan gelir ve bir şeyi meydana getiren şeyin aynı zamanda sonucun içinde şöyle şöyle bir tarzda vukua gelmesi demektir. Dört neden öğretisi Aristoteles’e kadar geri gider. Fakat daha sonraki çağların Grek düşüncesinde ‘nedensellik’ (Kausalitat) tasarımı ve başlığı altında aradıkları şeylerin, Grek düşünme çevresinde ve Grek düşünmesi için, meydana getirme ve etkide bulunma ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bizim neden (Ursache) ve Romalıların causa diye adlandırdıkları şey, Grekler tarafından aition diye adlandırılır; yani başka bir şeyin kendisine borçlu olduğu şey (das, was ein anderes verschuldet) anlamına gelir.6 Dört neden, başka bir şeyden sorumlu olmanın hepsi birbirine ait tarzlarıdır. Bir örnek bunu açık kılabilir:
Gümüş, kendisinden gümüş kâsenin yapıldığı şeydir. Bu madde (hyle) olarak gümüş, kâseden birlikte-sorumludur (mitschuld). Kâse kendisinden oluştuğu gümüşe borçludur, yani medyundur. Fakat kurban etme âyinlerinde kullanılan sadaka toplama kâsesi, yalnızca gümüşe borçlu olmakla kalmaz. Bir kâse olarak gümüşe borçlu olan şey, bir bilezik veya yüzük görünümünde değil, bir kâse görünümünde görünür. Bu yüzden sadaka toplama kâsesi, aynı zamanda kâse- olmaklık görünümüne (eidos) de borçludur. Hem görünümün kâse olarak içerisine sokulduğu gümüş hem de gümüşün içerisinde göründüğü görünüm, kendi tarzlarında, sadaka toplama kâsesinden birlikte sorumludurlar.
Fakat yine de, sadaka toplama kâsesinden her şeyden önce sorumlu olan bir üçüncü şey geriye kalır. Bu üçüncü şey, öncelikle kâseyi dinsel kutsama ve sadaka toplama alanı içerisinde sınırlayan şeydir. Bu üçüncü şeyle kâse, sadaka toplama kâsesi olarak sınırlanmış olur. Sınır çizmek, (bir) şeyin etrafını çevirmektir. Şey, bu sınırlarla durup kalmaz; dahası, bu sınırlardan hareketle o, üretildikten sonra ne olacaksa o olmaya başlar. Etrafı çeviren, tamamlayan şey, bu anlamda Grekçede telos diye adlandırılır ki, bu sözcük çoğu kez ‘amaç’ veya ‘erek’ olarak çevrilir ve bu yüzden yanlış anlaşılmış olur. Telos, madde olarak ve görünüm olarak sadaka toplama kâsesinden birlikte sorumlu olan şeylerden sorumludur.
Nihayet, bitmiş sadaka toplama kâsesisinin önümüzde kullanıma hazır durmasından bir dördüncü de birlikte sorumludur: Gümüş ustası. Fakat bu, işbaşındaki gümüş ustasının bitmiş sadaka toplama kâsesini sanki o bir yapıp-etmenin etkisiymiş gibi meydana getirdiği için değildir; gümüş ustası causa efficiens değildir.
Aristoteles’in öğretisi ne bu terimle adlandırılan nedeni tanır, ne de ona karşılık gelecek Grekçe bir ad kullanır.
Gümüş ustası dikkatli bir biçimde düşünüp taşınır ve sorumlu ve borçlu olmanın yukarıda anılan üç tarzını biraraya getirir. Dikkatlice düşünüp taşınmak (überiegen), Grekçede legein, logos demektir. Legein, apophainesthal- da, yani görünüşe-çıkmâ çıkarmada kök salar. Gümüş ustası, sadaka toplama kâsesinin ortaya çıkmasının ve kendinde kalmasının ilk hareket noktasını kendisinden aldığı ve muhafaza ettiği şey olarak, birlikte-sorumludur. Sorumlu olmanın yukarıda anılan üç tarzı, onların sadaka toplama kâsesinin üretilmesi için görünüşe çıkıp rol oynamalarının neliğinde ve nasıllığında, gümüş ustasının düşünüp taşınmasına borçludurlar.
Böylece sorumlu olmanın dört tarzı, önümüzde hazır duran sadaka toplama kâsesinde hakimdir. Onlar birbirlerinden farklıdırlar, fakat yine de birbirlerine aittirler. Onları başlangıçtan itibaren birleştiren nedir? Hepsinden ötede Grekler gibi düşünüldüğünde, bu borçlu ve sorumlu olma ne anlama gelir?
Bugün bizler pek kolayca, sorumlu ve borçlu olmayı ya yanlış yola sapıp kusur işlemek olarak ahlaksal yönden anlama ya da onları etkide bulunma çerçevesinde yorumlama eğilimi taşırız. Oysa her iki durumda da daha sonraları nedensellik diye adlandırılan şeyin birincil anlamına giden yolu kendimize tıkamış oluruz. Bu yol bize açılmadığı sürece, nedenselliğe dayanan araçsallığın münhasıran ne olduğunu görmeyi de başaramayız.
Sorumlu ve borçlu olmanın bu türlü yanlış yorumlarına karşı korunmak için, sorumlu olmanın dört tarzını, onların kendisinden sorumlu oldukları şey çerçevesinde aydınlatalım. örneğimize göre onlar, gümüş kâsenin önümüzde bir sadaka toplama kâsesi olarak hazır durmasından sorumludurlar. önde ve hazır durma (hypokeisthai), mevcut olan bir şeyin mevcut olmasını belirler. Sorumlu olmanın dört tarzı, bir şeyi görünüşe çıkarırlar. Onlar o şeyi mevcut-olmaya (an-wesen) çıkarırlar. Onlar o şeyin o yere gitmesine fırsat verirler ve böylece o şeyin tam bir vuslata erme yolunu açarlar. Sorumlu olmanın esas karakteristiği, bir şeye vuslata erme yolunun bu açılışıdır. Bir şeyi vuslata erme yolunda açma anlamında sorumlu olmak, vesile olmaktır veya ileriye-çıkmasına-neden-olmaktır (ver-an-lassen). Grek- lerin sorumlu olmaktan, aitia ‘dan anladıkları şeye bakıldığında, ‘vesile olmak’ fiiline şimdi daha kapsayıcı bir anlam veririz; öyle ki o artık Greklerin düşündüğü anlamda nedenselliğin özüne verilen addır. Buna karşılık ‘vesile olmak’ın yaygın ve dar anlamı, bir şeye çarpmaktan ve onu serbestçe harekete geçirmekten başka bir şey değildir ve nedenselliğin bütünü içerisinde bir tür ikincil neden demektir.
Fakat o halde vesile olmanın dört tarzının bu birlikte oyunu neyin içerisinde oynanır? Onlar henüz mevcut olmayan şeyin mevcut-olmaya vâsıl olmasına izin verirler. Buna göre onlar, birlikli bir biçimde, mevcut-olan şeyi görünüşe çıkaran bir meydana çıkarma tarafından yönetilirler. Bu meydana çıkarmanın ne olduğunu, Platon şölen,’deki bir cümlede bize şöyle anlatır (205 b): he gar toi ek tu me on- tos eis to on ionti hotoun altia pasa esti poiesis.
Mevcut olmayan şeyden mevcut-olmaya geçen ve giden her şey için her vesile polsesis’tir, öne-çıkarmadır (her-vor-bringen).
Her şey, açığa-çıkmayı tüm erimi içerisinde ve aynı zamanda Greklerin düşündüğü anlamda düşünmemize bağlıdır. Açığa-çıkma/çıkarma, polesis, yalnızca el becerisine dayalı imalât, yalnızca sanatsal-şiirsel olarak görünüşe ve tasvire çıkarma değildir. Physis de, yani bir şeyin kendisinden hareketle ortaya çıkması da, bir açığa-çıkmadır, polesis tir. Physis aslında en yüksek anlamda polesis tir. Çünkü physis sayesinde mevcut-olan şeyde açığa-çıkmaya ait bir patlayıp açılma vardır; örneğin bir çiçeğin kendi içinde (on he auto) patlayıp çiçeklenmesi gibi. Buna karşılık zanaatkâr veya sanatçı tarafından açığa-çıkarılmış olan şey, örneğin gümüş kâse, açığa-çıkarmaya ait patlayıp açılmayı, kendi içinde değil, fakat bir başka şey içinde (en alloi), yani zanaatkâr veya sanatçıda bulur.
Vesile-olma tarzları, dört neden, o halde, açığa-çıkma, çıkarma içerisinde oynarlar. Açığa-çıkma sayesinde, hem doğada kendiliğinden büyüyen şeyler, hem de el becerisi ve sanat yoluyla tamamlanan her şey, herhangi bir verili zamanda kendi görünüşlerine ulaşırlar.
Fakat doğada olsun veya el becerisinde ve sanatta olsun, açığa-çıkma nasıl olup bitmektedir? Vesile-olmanın dört katlı tarzının içerisinde oynadığı açığa-çıkma nedir? Vesile-olma, herhangi bir verili zamanda açığa-çıkma içerisinde görünüşe çıkan şeyin mevcudiyete-çıkmasına bağlıdır. Açığa-çıkma, gizli-olmaktan gizli-olmamaya doğru çıkıştır. Açığa-çıkma, yalnızca, gizli bir şey gizlilikten kurtulduğu ölçüde vuku bulur. Bu gizlilikten kurtulma, bizim gizini-açma (entbergen. Entbergung) diye adlandırdığımız şeyin İçerisinde ikamet eder ve serbestçe salınır. Grekler gizini-açmanın karşılığı olarak aletheia sözcüğünü kullanırlar. Romalılar bunu ‘veritas’ diye çevirdiler. Biz ‘hakikat’ (Wahrheit) diyoruz ve onu alışılageldiği üzere bir tasarımın doğruluğu (Richtigkeit) olarak anlıyoruz.
Nerede yoldan saptık? Biz tekniğe ilişkin bir soruşturma yapıyoruz ve şimdi aletheia’ya, gizini-açmaya gelip dayandık. Tekniğin özünün gizini-açma ile ne ilgisi vardır? Yanıt: Her yönden ilgisi vardır. Çünkü her açığa-çıkma, gi- zini-açmada temellenir. Aslında açığa-çıkma, vesile-olmanın —nedenselliğin— dört tarzını kendi içerisinde toplar ve onları baştan sona yönetir. Amaç ve araç, açığa-çıkma- nın alanına aittirler; araçsallık da. Araçsallık, tekniğin temel karakteristiği olarak düşünülür. Araç olarak tasarlanan tekniğin münhasıran ne olduğunu araştırırsak, bu durumda gizini-açmaya gelip dayanırız, üretime dayalı her imal etmenin imkânı, gizini-açmada yatar.
O halde teknik yalnızca bir araç değildir. Teknik, gizini- açmanın bir tarzıdır. Buna dikkat ettiğimiz takdirde, tekniğin özü hakkında tamamen başka bir alan bize kendini açar. Bu alan, gizini-açmanın, yani hakikat-olmanın (Wahrheit) alanıdır.
Bu görünüm bize yabancıdır. Tam da bu yabancılık, ‘teknik’ adının ne anlama geldiğine ilişkin basit soruyu, nihai olarak mümkün olduğunca kararlı ve âcil bir biçimde ciddiye almamızı gerektirir. Sözcük Grek dilinden gelir. Tekhnikon, tekhneye ait olan anlamına gelir. Bu sözcüğün anlamı bakımından iki şeye dikkat etmeliyiz. Birincisi, tekhne’nin yalnızca el becerisine dayalı etkinlikler ve hünerler için değil, fakat aynı zamanda zihin sanatları13 ve güzel sanatlar için de kullanılan bir ad olmasıdır. Tekhne, öne-çıkarmaya, poiesis’e aittir; o poetik bir şeydir.
Tekhne sözcüğüne ilişkin olarak dikkat edilmesi gereken diğer husus daha da önemlidir. Tekhne sözcüğünün, pek erken zamanlardan Platon’un zamanına kadar, episteme sözcüğü ile bağı vardır. Her iki sözcük de en geniş anlamda Bilme’nin adlarıdır. Onlar bir şeyde bütünüyle yurdunda olmak, bir şeyi anlamak ve bir şeyde yeterli olmak anlamlarına gelirler. Böyle bir Bilme, açılma sağlar. Açılma olarak Bilme, gizini-açmadır (Entbergen). Aristoteles, özel öneme sahip bir tartışmada (Nikomakhos’a Etik, II.Kitap, 3. ve 4. bölümler), episteme ile tekhne arasında ayırım yapar ve aslında bunu onların neyin gizini-açtıkları ve nasıl açtıkları bakımından yapar. Tekhne, aletheuein’in bir tarzıdır. Aletheuein, kendini öne-çıkarmayan ve henüz önümüzde burada durmayan, bir an öyle bir an böyle görünüp beklenmedik bir şekilde vuku bulabilen herşeyin gizini- açar. Bir ev veya bir gemi inşa eden veya bir sadaka toplama kâsesi yapan herkes, vesile-olmanın dört tarzının perspektiflerine göre öne-çıkarılmış-durumda-olan-şeyin (das Her-vor-zu-bringende) gizini açar. Bu gizini-açma, geminin veya evin görünümünü ve maddesini, tamamlanmış olarak tasarlanan bitmiş şeyi gözeterek, önceden biraraya toplar ve bu biraraya toplamadan hareketle o şeyin kuruluşunun tarzını belirler. Bu yüzden tekhne’de belirleyici olan şey, yapmada, elle işlemede veya araç kullanmada değil, ama daha çok yukarıda anılan gizini-açmada yatar. Tekhne, imal etme olarak değil, gizini-açma olarak bir öne- çıkmadır.
Bu yüzden tekhne sözcüğünün ne anlama geldiği ve Greklerin onu nasıl tanımladıklarına ilişkin ipucu, Hakikat’te kendi sıfatıyla araçsallığın ne olabileceği sorusunu takip ettiğimizde bize kendisini açan bağlamla aynı bağlama bizi götürür.
Teknik, gizini-açmanın bir tarzıdır. Teknik, gizini-açma- nın (Entbergen) ve gizlilikten-çıkmış-olmanın (Unver- borgenheit) vuku bulduğu, yani aletheia’nın, Hakikat’in olup bittiği alanda vücut bulup sürer (west).
Tekniğin öz alanının bu tanımına/belirlenimine karşıt olarak şu itiraz ileri sürülebilir: Bu tanım/belirlenim aslında Grek düşüncesi için geçerlidir ve en iyisinden el becerisi tekniklerine uygulanabilir; fakat modern makine gücüne dayalı tekniğe uygun düşmez. Ve tam da bu ve yalnızca bu makine gücüne dayalı teknik, bizi ‘kendisi için’ tekniğe ilişkin soru sormaya kışkırtan rahatsız edici şeydir. Denir ki, modern teknik daha önceki tüm tekniklerden kıyaslanamayacak ölçüde farklı bir şeydir; çünkü o Yeniçağın sağın (eksakt) doğa bilimine dayanır. Bu arada bunun tersinin de geçerli olduğunu çok daha açık bir şekilde anladık: Yeniçağ fiziği, deneysel olarak, teknik aygıta ve aygıtın İnşasındaki ilerlemeye bağımlıdır. Teknik ile fizik arasında bu karşılıklı ilişkinin saptanması doğrudur (rich- tig). Fakat o, yalnızca, olguların tarih yazıcılığına özgü bir saptanışı olarak kalır ve bu karşılıklı ilişkinin neyin içinde temellendiği hakkında hiçbir şey söylemez. Şu belirleyici soru hâlâ varlığını sürdürür: Modern teknik hangi özdendir ki, o sağın bilimi kullanıma koymayı düşünebiliyor?
Modern teknik nedir? O da bir gizini-açmadır. Yalnızca dikkatimizin bu temel karakteristikte kalmasına imkân tanıdığımızda, modern teknikte yeni olan şey kendisini bize gösterir.
Modern tekniğe bütünüyle hakim olan gizini-açma, poi- esis anlamında bir öne-çıkmaya doğru bir açılım kazanmaz. Modern teknikte hakim olan gizini-açma, doğaya, onun söküp alınabilecek ve depolanabilecek enerjiyi tedarik etmesi şeklinde makul olmayan bir talebi dayatan bir meydan okumadır (Herausfordern). Fakat bu, eski yel değirmeni için de geçerli değil midir? Hayır. Yel değirmeninin kanatları muhakkak ki rüzgârda dönerler; onlar dolayımsız olarak rüzgârın esmesine terkedilmişlerdir. Fakat yel değirmeni, hava akımlarından gelen enerjiyi, onu depolamak üzere kilit altında tutmaz.
Buna karşılık bir toprak parçasına, kömür ve madenin çıkarılmasına yönelik olarak meydan okunur. Yeryüzü şimdi bir kömür madeni bölgesi olarak gizini-açar; toprak da bir maden yatağı olarak. Köylünün önceleri ekip biçtiği ve düzene soktuğu (bestellen) tarla, düzene sokmanın itina göstermek ve bakımlı tutmak anlamlarına geldiği zamanlarda göründüğünden farklı bir şekilde görünür. Köylünün çalışması tarlanın toprağına meydan okumaz. Köylünün çalışması tohumun ekilmesinde, tohumu, büyüyüp gelişmeyi sağlayan güçlerin muhafazasına terkeder ve tohumun artıp çoğalmasını gözetir. Fakat bu arada tarlanın ekilip biçil- mesi de, doğaya saldıran (stellt) başka bir tür düzene sokmanın güdümüne girmiştir.16 Bu başka tür düzene sokma, doğaya, ona meydan okuma anlamında saldırır. Tarım, artık motorize hale gelmiş bir besin endüstrisidir, örneğin artık azot sağlamak için havaya, maden sağlamak için yeryüzüne, uranyum sağlamak için madene saldırılır; ya imha ya da barışçı kullanım için serbest bırakılacak atom enerjisi sağlamak için ise uranyuma saldırılır.
Doğanın enerjilerine meydan okuyan bu saldırı, iki anlamda bir koruyup geliştirme ve çabuklaştırmadır (För- dem). Bu saldırı, nesneleri, kilit altından kurtarma ve istihraç etme amacıyla koruyup geliştirir. Bununla birlikte bu koruyup geliştirme, başlangıçtan beri, daima, başka bir şeyin geliştirilmesine, yani en az masrafla en yüksek ürüne ulaşmaya yöneliktir. Bir maden bölgesinden çıkartılmış olan kömür, yalnızca şu veya bu yerde bulunuyor olması dolayısıyla tedarik edilmiş değildir. O depolanmıştır, yani kendi içerisinde depolanmış haldeki güneş sıcaklığını serbest bırakma çağrısında bulunur ve güneş sıcaklığını serbest bırakmaya hazırdır. Kömürde depolanan güneş sıcaklığına, ısı için meydan okunur ve basıncıyla bir fabrikayı çalıştıran çarkları döndüren buharı serbest bırakması için bu ısı düzene sokulur.
Hidroelektrik santral, Ren’in akıntısı içerisine oturtulmuştur (gestellt). Hidroelektrik santral, Ren’i, hidrolik basınç tedarik edecek (stellen) şekilde düzenler (bestellen); bu basınç da sonradan su içerisine yerleştirilen (stellt) türbinlerin dönmesini düzenler. Bu dönme, itiş güçleriyle elektrik akımı üreten (herstellen) makineleri harekete geçirir; bu elektrik akımı için bölgeler arası santrallar ve onlara bağlanmış bir kablolar şebekesi, elektriği dağıtmak üzere kurulur (bestellen). Elektrik enerjisinin düzenli bir şekilde işletilmesine (Bestellung) ilişkin iç içe geçmiş süreçler bağlamında, Ren’in akıntısı bile işlenecek bir şey (Bestelltes) olarak görünür. Hidroelektrik santral, Ren’- in akıntısına, yüzyıllardır bir kıyıyı diğer kıyıyla birleştiren eski ahşap köprünün inşa edildiği gibi inşa edilmemiştir. Aksine güç santralı akıntıya bend olacak şekilde inşa edilmiştir. Şimdi onun akıntı olarak olduğu şey, yani hidrolik basınç tedarik eden bir şey olması, güç santralının özünden çıkar. Burada ortaya çıkan devâsâ şeyi uzaktan da olsa İrdeleyebilmek için, şu iki başlıkta kendini ifade eden karşıtlığa bir an dikkat gösterelim: Güç santralının bend çektiği şekliyle ‘Ren’ ve Hölderlin’in aynı adlı İlâhisinde sanat eserinden hareketle ifade edildiği şekliyle ‘Ren’. Fakat buna şöyle yanıt verilecektir: Ren hâlâ arazi içerisinden akıp gitmektedir. Belki de; ama nasıl? Tatil endüstrisi tarafından orada düzenlenen (bestellt) bir tura Katılan bir grubun gezip görmesi için bir işletilebilir (bestellbares) nesne olmaktan başka bir şekilde değil.
Modern tekniğe baştan sona hakim olan gizini-açma, meydan okuma anlamında bir saldırı (Stellen) karakterine sahiptir. Bu meydan okuma, doğada gizlenmiş enerji kilit altında olmaktan kurtarılmakla, kilit altından kurtulan şey dönüştürülmekle, dönüştürülen şey depolanmakla, depolanan şey yeri geldiğinde dağıtılmakla ve dağıtılan şey de hep yeniden devreye sokulmakla, olup biter. Kilit altından kurtarma, dönüştürme, depolama, dağıtma ve devreye sokma, gizini-açmanın tarzlarıdır. Fakat gizini-açma, hiçbir zaman basit bir şekilde bir sona ulaşmaz. Gizini-açma, be- lirlenimsiz olana da akıp gitmez. Gizini-açma, kendisini, kendi çok çeşitli, iç içe geçmiş yollarının gizini, onların akışlarını düzenlemek suretiyle açar. Bu düzenlemenin kendisi, kendi payına her yerde güvence altına alınmıştır. Düzenleme ve güvence altına alma, meydan okuyucu gizini-açmanın temel karakteristikleri haline bile gelmişlerdir.
O halde meydan okuyucu bu saldırı aracılığıyla karşımıza dikilen şeye ne türden bir gizlilikten-çıkmış-olma (Unverborgenheit) uygun düşer? Her yerde her şey, yardım etmek, dolayımsız bir şekilde el altında olmak, yani aslında tam da daha öte bir düzenleme (Bestellen) için hazır olabilecek şekilde orada durmak üzere düzenlenir. Bu tarzda düzenlenen her şey, kendine özgü bir duruşa (Stand) sahiptir. Biz onu el-altında-duran (Bestand) diye adlandırıyoruz. Bu sözcük burada salt ‘stok’tan (Vorrat) fazla ve daha özsel bir şeyi İfade eder. ‘El-altında-duran’ (Bestand) sözcüğü, kapsayıcı bir başlık rütbesi kazanmıştır. Bu sözcük, meydan okuyucu gizini-açma tarafından işlenen her şeyin mevcut olma tarzından ötede bir şey belirtmez. El- altında-durma anlamında yardımda bulunan her şey, artık nesne (Gegenstand) olarak karşımızda durmaz.
Fakat uçuş pistinde duran bir nakliye uçağı elbette ki bir nesnedir (Gegenstand). Bu besbelli. Makineyi böyle tasarımlayabiliriz (vorstellen).21 Fakat bu durumda o, kendisini, ne ve nasıl olduğu hakkında gizler. Gizi açıldığında o, ihracat imkânını güvence altına almak üzere düzenlendiği (bestellen) ölçüde, pist şeridi üzerinde yalnızca el- altında-duran (Bestand) olarak durur. Bundan dolayı o, bütün yapısında ve kurucu parçalarının her birinde, göreve hazır, yani uçuşa hazır olmak zorundadır. (Burada Hegel’in makineyi otomatik bir âlet olarak tanımlamasını tartışmak uygun olur. El emeği ile yapılmış âletlere uygulandığında, Hegel’in belirlemesi doğrudur. Bununla birlikte bu şekilde belirlendiğinde, makine, ait olduğu tekniğin özünden hareketle düşünülmüş olmaz; oysa el-altında-duran olarak görüldüğünde, makine, hiç şüphesiz otomatik değildir; çünkü o kendi yerini, yalnızca düzenlenebilir-olanın (Bestellbare) düzenlenmesinde (bestellen) bulur.)
Şimdi modern tekniğe meydan okuyucu gizini-açma olarak işaret etmeye çalıştığımız her yerde, ‘saldırmak’ (stellen), ‘düzenlemek’ (bestellen), ‘el-altında-duran’ (Bestand) sözcüklerinin, kuru, tekdüze ve dolayısıyla usandırıcı bir tarzda üzerimize çullanması ve üst üste yığılması, temelini, şimdi dile getirilmekte olan şeyde bulur.
Sayesinde real-olan diye adlandırılan şeyin el-altında- duran olarak gizinin-açıldığı meydan okuyucu saldırıyı kim gerçekleştirmektedir? Apaçık ki insan. İnsan böyle bir gizini-açmaya ne ölçüde yeterlidir? İnsan aslında şunu veya bunu şu veya bu biçimde tasarlayabilir (vorstellen), biçimlendirebilir ve uygulamaya sokup gerçekleştirebilir. Ne var ki insan, herhangi bir verili zamanda real-olanın kendisini gösterdiği veya geri çektiği gizlilikten-çıkmayı denetleme tasarrufunda bulunamaz. Platondan beri, real- olanın kendisini ideaların ışığında göstermekte olması, Platon’un yapıp ettiği bir şey değildir. Düşünür yalnızca kendisine hitap eden şeye uygun bir karşılık vermiştir.
Yalnızca, doğanın enerjilerini sömürmek için kendi payına insana zaten meydan okunduğu ölçüde, bu düzenleyici gizini-açma vuku bulabilir. Fakat bunu yapmak için insana meydan okunur ve insan düzenlenirse, bu durumda insanın kendisi kökensel olarak el-altında-durana, doğadan çok daha kökensel olarak ait olmaz mı? Bugün yürürlükte olan bir şey, insan kaynakları hakkındaki, bir kliniğe hasta tedariği hakkındaki konuşmalar, bunun kanıtını verir. Ormanda kesilip biçilmiş kerestenin ölçüsünü alan ve görünüşte büyükbabasıyla aynı tarzda orman yolunda gidip gelen ormancı bilsin veya bilmesin, günümüzde orman ürünleri endüstrisinde kâra geçmenin buyruğu altındadır. Ormancı, sonradan gazetelere ve resimli dergilere dağıtılan kağıda duyulan gereksinimce meydan okunan sellülozun düzenlenebilirliğine tâbi kılınmıştır. Gazeteler ve resimli dergiler, basılı olan şeyi yiyip yutacak bir kamuoyu oluştururlar; öyle ki böyle oluşturulan bir kamuoyu şekillenmesi, gazete ve resimli dergilere gösterilen talepte ele geçirilebilir hale gelir. Fakat yine de insana doğanın enerjilerinden daha kökensel bir şekilde, yani düzenleme sürecine yönelik olarak meydan okunduğu için, insan asla salt el-altında-durana dönüşmez. İnsan, tekniği ileri doğru ittiği için, gizini-açmanın bir tarzı olarak, düzenlemeye katılır. Fakat düzenlemenin, içerisinde açılım kazandığı gizlilikten-çıkmanın kendisi, asla insanın yapıp etmiş olduğu bir şey değildir; yalnızca şu var ki, o, bir özne olarak insanın bir nesneyle ilişkiye girdiği her kez, insanın zaten içerisinden geçmekte olduğu bir alandır.
Salt insan elinden çıkma bir şey değilse, bu gizini-açma nerede ve nasıl olup bitmektedir? Bunu uzun uzadıya araştırmaya gerek duymuyoruz. Gerek duyduğumuz tek şey, önyargısız bir şekilde, zaten insanı talep eden ve bu talepte bulunan şeyi öyle kesin bir şekilde kavramaktır ki, insan herhangi bir verili zamanda ancak böyle talep edilen bir şey olarak insan olabilsin. İnsan gözlerini ve kulaklarını açık tuttuğu, yüreğinin kilidini açtığı ve kendisini, derin düşünmeye ve mücadele etmeye, şekillendirmeye ve çalışmaya, yalvarmaya ve şükran duymaya teslim ettiği her yerde; kendisini zaten hep gizinden-çıkmış-olana sokulmuş bulur. Gizinden-çıkmış-olanın gizinden-çıkmış-olması, insanı kendisine tahsis edilen gizini-açma tarzlarına çağırdığı her zaman, zaten olagelmiştir. Gizinden-çıkma içerisinden hareketle insan kendi tarzında mevcut olan şeyin gizini-açtığında, o yalnızca bununla çelişkiye düşse bile, gizinden-çıkmanın çağrısına yanıt verir. Bu yüzden, araştırmakta, gözlemlemekte olan insan, doğayı kendi tasarlamasının bir alanı olarak tuzağa düşürdüğünde, nesne bile el-altında-durmanın nesnesizliğine doğru kayboluncaya kadar, insanın doğaya bir araştırma nesnesi olarak yaklaşmasına meydan okuyan bir gizini-açma tarzı tarafından insan talep edilmiştir.
O halde bir düzenleyici gizini-açma olarak modern teknik hiç de salt insan yapımı değildir. Bundan dolayı real- olanı el-altında-duran olarak düzenlemek için insana saldıran bu meydan okumayı, bizzat onun kendisini gösterme tarzına göre ele almalıyız. Bu meydan okuma, insanı düzenleme içerisine toplar. Bu toplama, insanı, real-olanı el-al- tında-duran olarak düzenlemekte yoğunlaştırır.
Dağlara dağ silsilesi halinde ilksel olarak açılım kazandıran ve dağların iç içe katlanmış biraradalıkları içerisinde, onları kateden şey, bizim sıradağ (Gebirg) dediğimiz toplayıcıdır.
Bizim şu veya bu tür duygular duymamızın tarzlarına açılım kazandıran kökensel toplayıcıya mizaç (G emüt) diyoruz.
İnsanı, kendi gizini-açanı el-altında-duran olarak düzenlemek için oraya toplayan meydan okuyucu talebi, şimdi çerçeveleme (Ge-stell)23 diye adlandırıyoruz.
Bu sözcüğü şimdiye kadar bütünüyle alışılmadık bir anlamda kullanmaya cüret ediyoruz.
Sıradan kullanıma göre ‘ Gestell’ (çerçeve) bir tür aygıt, örneğin bir kitaplık rafı anlamına gelir. ‘Gestell’ aynı zamanda iskelete de verilen addır. Ve ‘Ge-stell’ (çerçeveleme) sözcüğünün şimdi bizden talep edilen kullanımı, yerleşik bir dilin sözcüklerinin böyle yanlış kullanılma keyfiliğiyle söz götürmeyecek kadar aynı ölçüde tüyler ürpertici görünür. Bundan daha tuhaf bir şey olabilir mi? Hiç kuşkusuz olamaz. Ne var ki bu tuhaflık, düşünmenin eski bir alışkanlığıdır. Ve aslında düşünürler tam da en yüksek olan şeyi düşünmenin söz konusu olduğu noktada, bu kullanıma uyarlar. Çok geç doğmuş olan bizler, artık Platon’un, her şeyde, her bir tekil şeyde mevcut olarak sü- regiden şey için eidos sözcüğünü kullanmaya cüret etmesinin önemini ve anlamını lâyıkıyla değerlendirebilecek bir pozisyonda değiliz. Çünkü eidos, günlük konuşmada, görülebilir bir şeyin fiziksel göze sunduğu dış görünüş (Ansicht) anlamına geliyordu. Bununla birlikte Platon, bu sözcükle tamamen olağandışı bir şeyi dayatır: Eidos, tam da fiziksel gözle algılanabilir olmayan ve hiçbir zaman algılanamayacak olan şeyi adlandırır. Fakat bu bile hiçbir şekilde burada olağandışı olan şeyin tam kapsamı değildir. Çünkü idea yalnızca fiziksel olarak görülebilir olan şeyin duyusal olmayan görünümünü adlandırmaz. Görünüm, idea, işitilebilir, tad alınabilir, dokunulabilir olan şeyde, herhangi bir biçimde (bize) geçişli olan her şeyde, özü oluşturan şeyi hem adlandırır, hem de bizzat özü oluşturan şeydir. Platon’un bu ve başka örneklerde dile ve düşünmeye dayattığı taleplerle kıyaslandığında, bizim şimdi burada cüret ettiğimiz şey, yani modern tekniğin özünün adı olarak ‘Gestell’ sözcüğünün kullanılması, hemen hemen zararsızdır. Böyle olsa bile, şimdi talep edilen kullanım, daya- tıcı bir şey olarak kalır ve yanlış anlaşılmaya açıktır.
Çerçeveleme (Gestell), düzenleme tarzı içerisinde real- olanın gizini el-altında-duran olarak açmak için insana saldıran, yani insana meydan okuyan bu saldırının biraraya toplayıcısı anlamına gelir. Çerçeveleme, modern tekniğin özünde hüküm süren ve bizzat teknik bir şey olmayan gj- zini-açmanın tarzı anlamına gelir, öte yandan, eksen mili, piston ve aygıt kasası gibi bize çok tanıdık gelen ve montaj dediğimiz şeyin standart parçaları olan her şey, teknik- olana (Technische) aittir. Bununla birlikte montajın kendisi, yukarıda anılan ana parçalarla birarada, teknik etkinlik alanı içerisine düşer. Ve bu etkinlik, daima yalnızca çerçevelemenin meydan okumasına yanıt verir; fakat hiçbir zaman çerçevelemenin kendisini kapsamaz veya meydana getirmez.
‘Ge-stell’ (çerçeveleme) adı içerisindeki ‘stellen’ (saldırmak) sözcüğü, yalnızca meydan okuma anlamına gelmez. Aynı zamanda bu sözcük, kendisinden çıktığı ‘stellen’e ilişkin bir başka imayı, yani poiesis anlamında mevcut-olan (Anwesende) şeyin gizinden-çıkmasına imkân tanıyan imal etme ve sunma (her- und dar-stellen) imasını muhafaza etmelidir, öne-çıkan bu imal etme (herstellen) —örneğin tapınak alanına bir heykelin dikilmesi— ve şimdi söz konusu olan meydan okuyucu düzenleme, aslında farklıdırlar; fakat yine de onlar özleri bakımından bağıntılı kalırlar. Bunların her ikisi de gizini-açmanın, aletheia’nın tarzlarıdır. Çerçevelemede, bu gizinden-çıkma olagelir; modern tekniğin çalışması da, bununla uyum içerisinde, real-olanın gizini el-altında-duran olarak açar. Dolayısıyla bu çalışma ne yalnızca bir İnsanî etkinliktir, ne de böyle bir etkinlik içerisinde salt bir araçtır. Tekniğin yalnızca araçsal, yalnızca antropolojik tanımı/belirlenimi, bundan dolayı ilke bakımından dayanaksızdır. Ve bu araçsal tanım/belirlenim, arkasında duran bir metafiziksel veya dinsel açıklamaya geri götürülmekle tamamlanamaz.
Bununla birlikte şurası doğrudur ki, teknik çağda insana, özellikle çarpıcı bir tarzda gizini-açmaya yönelik olarak meydan okunur. Bu gizini-açma, her şeyden önce, enerjiyi el altında tutmanın ana deposu olarak doğayla ilgilidir. Buna göre insanın düzenleyici tutum ve davranışı, kendisini ilk kez sağın doğa biliminin ortaya çıkışında sergiler. Doğa biliminin tasarımlama tarzı, doğayı, kuvvetlerin hesaplanabilir bir birlikteliği olarak takip eder ve tuzağa düşürür. Bu nedenle Yeniçağ fiziği deneysel fizik değildir; çünkü o aygıtı doğanın soruşturulmasına uygular. Daha çok bunun tersi doğrudur. Aslında zaten salt teori olarak fizik, doğayı önceden hesaplanabilir kuvvetlerin bir birlikteliği olarak kendisini sergileyecek şekilde kurduğu için, fizik, kendi deneylerini tam da bu şekilde kurulduğunda doğanın kendisini bildirip bildirmediğini ve nasıl bildirdiğini sorma amacıyla düzenler.
Oysa herşeye rağmen matematiksel doğa bilimi modern teknikten hemen hemen ikiyüz yıl önce ortaya çıktı. O halde doğa bilimi nasıl olup da modern tekniğin saldırısına uğramış ve onun hizmetine girmiştir? Olgular bunun tersini söylüyorlar. Kuşkusuz modern teknik, ancak sağın doğa bilimi tarafından desteklenebildiği zaman işlerlik kazanmıştır. Kronolojik olarak bakıldığında bu doğrudur (richtig), tarihsel olarak düşünüldüğünde ise hakikate (wahre) uygun düşmez.
Yeniçağ fiziğinin doğa teorisi yalnızca tekniğe değil, fakat modern tekniğin özüne de giden yolu hazırlamıştır. Çünkü zaten fizikte, düzenleyici gizini-açma içerisinde meydan okuyucu biraraya toplama hüküm sürer. Fakat bu biraraya toplama, fizikte henüz açıkça görünüşe çıkmaz. Yeniçağ fiziği çerçevelemenin habercisidir, kökeni hâlâ bilinmeyen bir habercidir. Modern tekniğin özü, makine gücünün icat edildiği, elektrotekniğin en hareketli olduğu ve atom tekniğinin işlerlik kazandığı yerlerde bile, uzun bir süre kendisini gizlemiştir.
Yalnızca modern teknik değil, her mevcudiyete-çıkan (Wesende)24 kendisini her yerde sonuna kadar gizlenmiş tutar. Bununla birlikte, hüküm sürmesi bakımından her şeyden önce gelen şey geriye kalır: En erken olan. Grek düşünürleri şunu söylediklerinde bunu zaten biliyorlardı: Ortaya çıkma bakımından hakim olan daha erken gelen şey, biz insanlara ancak sonradan açık hale gelir. İlksel olarak erken olan şey, kendisini insana yalnızca en sonunda gösterir. Dolayısıyla düşünme alanında ilksel olarak düşünülen şeyin daha ilksel olanını düşünmeye yönelten zorlu çaba, geçmiş olan şeyi yenileyip ihyâ etme şeklinde saçma bir istek değil, daha çok erken olan şeyin gelmesi önünde hayret duymaya soğukkanlı bir hazır olmadır.
Kronolojik olarak söylenirse, Yeniçağ doğa bilimi 17. yüzyılda başlar. Bunun tersine motor gücüne dayalı teknik, ancak 18. yüzyılın ikinci yarısında gelişir. Fakat kronolojik saptama bakımından sonra olan modern teknik, kendi içerisinde hüküm süren özün bakış açısından tarihsel olarak daha öncedir.
Modern fizik kendisini giderek artan bir şekilde kendi tasarımlama alanının incelenip araştırılamaz ve görselleştirilemez kalmasına teslim etmek zorunda olsa da, bu teslimiyet bir araştırmacılar komitesi tarafından buyurulmamış- tır. Modern fiziğe, doğanın el-altında-duran olarak düzen- lenebilirliğini talep eden çerçevelemenin hakimiyeti tarafından meydan okunmuştur. Bu yüzden fizik, son zamanlara kadar tek başına standart olmuş olan yalnızca nesnelere dönük tasarımlamadan ne kadar kendisini geri çekerse çeksin, asla şundan vazgeçemeyecektir: Hesaplama aracılığıyla saptanabilir olan doğa, şu veya bu biçimde kendisini bildirir ve bir enformasyon sistemi olarak düzenlenebilir bir şey olarak kalır. O halde bu sistem bir kez daha değişmiş olan bir nedensellikten hareketle belirlenir. Nedensellik, şimdi ne bir öne çıkan vesile-olma karakterini, ne de causa efficient in tarzını sergiler; nerede kaldı ki causa formalis’in tarzını sergilesin, öyle görünüyor ki nedensellik, sanki ya eşzamanlı olarak ya da art arda güvence altına alınmak zorunda olan el-altında-duranların bir bildirilmesine —meydan okunan bir bildirmeye— doğru büzülerek küçülmektedir. Heisenberg’in konferansının oldukça etkileyici bir tarzda betimlediği gitgide daha fazla teslim olma süreci, bu büzülüp küçülmeye karşılık gelir. (W. Hei- senberg, ‘Das Naturbild in der heutigen Physik’ (Çağdaş Fizikte Doga): Die Künste im technischen Zeitaiter içinde, München 1954, s.43 ve devamı.)
Tekniğe İlişkin Soruşturma (1.Bölüm) | Martin Heidegger