Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeMartin HEİDEGGERTekniğe İlişkin Soruşturma (2.Bölüm) | Martin Heidegger

Tekniğe İlişkin Soruşturma (2.Bölüm) | Martin Heidegger

Modern tekniğin özü çerçevelemede yattığı için, mo­dern teknik sağın doğa bilimini kullanmak zorundadır. Ma­dem tekniğin bunu yapmasıyla modern tekniğin uygula­malı doğa bilimi olduğu şeklinde aldatıcı bir görüntü orta­ya çıkmaktadır. Bu aldatıcı görüntü, hem modern bilimin özsel kökeni hem de aslında modern tekniğin özü soruş­turma aracılığıyla tam uygun bir biçimde ortaya çıkarılma­dıkça ancak, kendisini sürdürebilir.

Biz tekniği, onun özüyle bağıntımızı aydınlığa çıkarmak için soruşturuyoruz. Modern tekniğin özü, bizim çerçeve­leme dediğimiz şeyde kendisini gösterir. Fakat yalnızca buna işaret etmek, eğer yanıt vermek hakkında soru soru­lan şeyin özüne tekabül anlamında karşılık vermek de­mekse, tekniğe ilişkin soruya hâlâ hiçbir şekilde yanıt vermek değildir.

Şimdi bir adım daha ileri atıp çerçevelemenin kendisi­nin çerçeveleme olarak ne olduğu hakkında düşünürsek, kendimizi nerede buluruz? Çerçeveleme, teknik bir şey, makine düzeninde bir şey değildir. O, varolanın el-altında- duran olarak kendisinin gizini-açma tarzıdır. Yeniden sora­lım: Bu gizini-açma, tüm İnsanî yapıp etmelerin ötesinde bir yerde mi olup bitmektedir? Hayır. Fakat gizini-açma, ne münhasıran insanın içinde ne de esasen insan aracılı­ğıyla olup biter.

Çerçeveleme, insana saldıran ve insanı, düzenleme tar­zında el-altında duran olarak real-olanın gizini-açma konu­muna yerleştiren saldırıya ait olan bir biraraya toplayıcı­dır. Bu şekilde meydan okunan biri olarak İnsan, çerçeve­lemenin özsel alanı içerisinde durur, insan hiçbir zaman çerçevelemeyle yalnızca sonradan bir bağıntıya girmez. Bu yüzden tekniğin özüyle bir bağıntıya nasıl ulaşacağı­mız sorusu, bu şekilde sorulduğunda, daima çok geç kalmış bir soru olur. Fakat bizim, kendimizi, gerçekten kamusal veya özel olsun her yerde etkinliklerine çerçeveleme tara­fından meydan okunan kimseler olarak deneyimleyip dene- yimlemediğimiz sorusu, hiçbir zaman geç kalmış bir soru değildir. Hepsinden önce çerçevelemenin kendisinin mev- cudiyete-çıktığı (west) yere girip giremeyeceğimiz ve bu yere münhasıran nasıl gireceğimiz sorusu da, asla geç kal­mış bir soru değildir.

Modern tekniğin özü, az çok farklı bir şekilde real-ola- nın her yerde el-altında-duran haline geldiği bu gizini-aç- manın yoluna İnsanı sokar. ‘Bir yola sokmak/taşımak’ (auf einen Weg bringen), günlük dilimizde yollamak (schicken) anlamına gelir. Biz insanı İlk kez bir gizini-açma yoluna sokan/taşıyan bu ‘biraraya toplayan yollama’yı (versam- melnde Schicken), kader (Geschick)25 diye adlandıracağız. Bu kaderden hareketle tüm tarihin (Geschichte) özü belirlenir. Tarih ne yalnızca tarih yazıcılığının (His-torie) nesnesidir, ne de yalnızca İnsanî-etkinliğin gerçekleşme­sidir. (Karş: Vom Wesen der Wahrheit (Hakikatin özü), 1930, ilk baskısı 1943’te yapılmıştır, s.16 ve devamı.)26 Ve ancak nesnelleştirici tasarımlamanın yoluna giren kaderdir ki, tarihsel-olanı (Geschichtliche), tarih yazıcılığının, yani bir bilimin nesnesi olarak nüfuz edilebilir kılar ve bu temelde tarihsel-olanın tarih yazıcılığı tarafından kayde­dilen şeyle (Historische) halihazırdaki eşitlenmesini müm­kün kılar.

Çerçeveleme, düzenlemeye yönelik bir meydan okuma olarak, gizini-açmanın bir tarzına yollar. Çerçeveleme, gi- zini-açmanın her tarzı gibi, kaderin bir takdiridir (eine Schickung des Geschicktes), öne-çıkma (Her-vor-bringen), poiesis de, bu anlamda bir kaderdir. Varolan şeyin gizin- den-çıkması, daima, gizini-açmanın bir yoluna girer. Gizini- açmanın kaderi, daima, insan üzerinde tamamen hakimdir. Fakat bu kader, asla, zorlayıcı olan bir eli kolu bağlanmış- lık değildir. Çünkü insan ancak kaderin alanına ait olduğu ve yalnızca itaat etmeye (Höriger) zorlanan biri değil, din­leyen ve işiten biri (Hörender) haline geldiği ölçüde tam da özgür (frei) hale gelir.

özgürlüğün özü, kökeni bakımından, iradeyle veya İn­sanî iradenin nedenselliğiyle bağlantılı değildir.

özgürlük (Freiheit,), açık hale gelmiş ve aydınlanmış, ya­ni gizi-açılmış olan anlamında serbest kalmış olanı (Freie) yönetir28 özgürlük, gizini-açmanın, yani hakikatin olup bitmesiyle en yakın ve en içli dışlı akrabalık İçerisinde durur. Her açığa-çıkma, bir sığınma ve bir gizlenme içe­risine aittir. Serbestleşip özgürleşen şey, —giz—, gizlen­miştir ve daima kendisini gizlemektedir. Her gizini-açma, serbest kalmış olandan çıkar, serbest kalmış olana doğru gider ve serbest kalmış olana yönelir. Serbest kalmış ola­nın özgürlüğü ne kösteksiz bir keyfiliktir, ne de salt yasa­ların zorlamasından oluşur, özgürlük, aydınlığa açılan bir yolda gizleyen şeydir. Onun aydınlatması içinde tüm haki­katiyle mevcudiyete-çıkan şeyi örten örtü parıldar ve ör­tünün örten şey olarak görünme imkânı doğar, özgürlük, herhangi bir verili zamanda bir gizini-açmanın kendi yo­luna girmesini başlatan kaderin alanıdır.

Modern tekniğin özü, çerçevelemede yatar. Çerçevele­me, gizini-açmanın kaderi içerisine aittir. Bu cümleler bi­zim oldukça sık işittiğimiz konuşmalardan, yani kaderin de­ğiştirilmez bir gidişatın kaçınılmazlığı anlamına geldiği çağımızda tekniğin çağımızın kaderi olduğu şeklindeki ko­nuşmalardan farklı bir şey ifade ederler.

Fakat tekniğin özünü irdelediğimizde, çerçevelemeyi, gizini-açmanın bir kaderi olarak deneyimleriz. Biz zaten bu tarzda, kaderin serbest boşluğu içerisinde barınmaktayız. Böyle bir kader hiçbir şekilde, bizi, tekniği körükörüne kullanmaya veya şu da aynı kapıya çıkar ki, tekniğe karşı çaresizce isyan edip onu şeytanın işi olarak lânetlemeye sersemletici bir zorlanma içerisine hapsetmez. Tam ter­sine, kendimizi bir kez tekniğin özüne açıkça açtığımızda, kendimizi beklenmedik bir şekilde özgürleştirici bir ta­lebe girmiş buluruz.

Tekniğin özü çerçevelemede yatar. Onun hüküm sürmesi kaderin içerisine aittir. Herhangi bir verili zamanda kader insanı gizini-açmanın bir yoluna soktuğu için, bu şekilde yolda olan İnsan, düzenleme içerisinde gizi-açılan şeyi iz­leme ve ona doğru yürüme ve bütün standartlarını bu te­melde çıkarsama imkânının kıyısına sürekli olarak yaklaş­maktadır. Bu sayede şu diğer imkânın önü kapanır: İnsanın kendi özü olarak gizini-açmaya gereksinim duyduğu aidi­yeti deneyimleyebilmesi için, gizinden-çıkmış olan şeyin özüne ve onun gizinden-çıkmasına insanın derhal ilksel olarak dahil olması imkânı.

Bu imkânlar arasına yerleştirilmiş olan insan, kaderden hareketle tehlikeye atılmıştır. Gizini-açmanın kaderi, tarz­larının her birinde bu şekildedir ve zorunlu olarak tehlike- ‘dir (Gefahr).

Gizini-açmanın kaderi hangi tarzda hüküm sürerse sür­sün, varolan herşeyin herhangi bir verili zamanda kendisi­ni içerisinde gösterdiği gizinden-çıkma, insanın gizinden- çıkmış olandan korkuya kapılabilmesi ve gizinden-çıkmış olanı yanlış yorumlayabilmesi tehlikesini barındırır. Bu yüzden mevcut olan her şeyin bir neden-etki (eser) birlik­teliği ışığında kendisini sergilediği yerde, tanrı bile, tasarımsal düşünmeye göre, yüksek ve kutsal olan her şeyi ve mesafesinin gizemliliğini kaybedebilir. Tanrı, nedensel­liğin ışığında bir neden düzeyine, causa efficiens düzeyi­ne gömülebilir. O halde tanrı, teolojide bile, filozofların tanrısı, yani gizinden-çıkmış ve gizlenmiş-olanı yapıp et­menin nedenselliği çerçevesinde, fakat bu nedenselliğin özsel kökenini hiç irdelemeden tanımlayan filozofların tanrısı haline gelir.

Benzer bir şekilde, doğanın kendisini kuvvetlerin etki­lerinin hesaplanabilir bir bağlamı olarak sunduğu gizin- den-çıkma, aslında doğru (richtig) saptamalara izin verebi­lir; fakat tam da bu başarılar sayesinde doğru-olan (Rich- tige) herşeyin ortasında hakikat-olanın (Wahre) geri çekil­mesi tehlikesi kalabilir.

Gizini-açmanın kaderi, kendinde yalnızca herhangi bir tehlike değil, fakat bizzat tehlike olarak tehlikedir.

Bununla birlikte kader, çerçeveleme tarzı içerisinde hüküm sürdüğünde, o en yüksek tehlike olur. Bu tehlike kendisini bize iki biçimde gösterir. Gizinden-çıkmış-olan- şey, insanı nesne olarak değil de fakat daha çok münhası­ran el-altında-duran olarak ilgilendirir ilgilendirmez ve in­san nesnesizliğin ortasında yalnızca el-altında-duranın dü­zenleyicisi olur olmaz, aynı insan düşüşün en uç noktasına iner; yani insan kendisinin el-altında-duran olarak ele alı­nacağı noktaya iner. Bu arada tam da böyle tehdit edilen biri olarak insan, kendisini yeryüzünün efendisi konumuna yükseltir. Böylece insanın karşı karşıya kaldığı her şeyin yalnızca insanın ürünü olduğu ölçüde mevcut olduğuna ilişkin yanıltıcı izlenim yaygınlık kazanır. Bu yanıltıcı iz­lenim, sırası geldiğinde nihai bir aldanmayı doğurur: insan, her yerde ve daima yalnızca kendisiyle karşılaşırmış gibi görünür. Heisenberg, tamamen haklı olarak, real-olanın kendisini çağdaş insana bu tarzda sunmak zorunda olduğu­na işaret etmiştir. (‘Das Naturbild…’, a.g.e., s. 60 ve deva­mı.) Bununla birlikte insan bugün artık hiçbir yerde ken­disiyle, yani kendi özüyle karşılaşamaz. insan çerçevele­menin meydan okumasına öyle kesin bir şekilde eşlik eder kİ, o çerçevelemeyi bir iddia olarak kavramaz, kendisini kendisine söz yöneltilen biri olarak göremez ve bu yüzden de kendi özünden hareketle bir tembihleme veya hitap etme alanı içerisinde hangi bakımdan dışarı-çıktığını (ek- sistiert; mevcut olduğunu, varolduğunu) hiçbir şekilde İşitmez ve böylelikle asla yalnızca kendisiyle karşılaşma imkânı bulamaz.

Fakat çerçeveleme insanı yalnızca kendisiyle ve varo­lan her şeyle bağıntısı içerisinde tehlikeye atmaz. Bir ka­der olarak çerçeveleme, insanı bir düzenleme olan gizini- açma türüne sürgün eder. Bu düzenlemenin hüküm sürdüğü yerde, çerçeveleme, gizini-açmanın başka her imkânını de­feder. Her şeyden önce çerçeveleme, poiesis anlamında mevcut olan şeye görünüşe-çıkma imkânı veren gizini-aç- mayı gizler. Bu diğer gizini-açma ile karşılaştırıldığında, meydan okuyucu saldırı, insanı varolan şeyle hem çatışkılı hem de katı bir şekilde düzenlenmiş bir bağıntıya doğru sürükler. Çerçevelemenin hüküm sürdüğü yerde, el-altında- duranın düzene sokulması ve güvenceye alınması, her gi- zini-açmaya damgasını basar. Bu düzene sokma ve güven­ceye alma, artık kendilerinin temel karakteristiklerinin gö­rünmesine de imkân tanımazlar.

Bu yüzden meydan okuyucu çerçeveleme, yalnızca gizini-açmanın, öne-çıkmanın (Her-vor-bringen) önceki bir tarzını gizlemez; fakat bizzat gizini-açmanın kendisini ve onunla birlikte içerisinde gizinden-çıkmanın, yani Haki­katin vuku bulduğu şeyi de gizler.

Çerçeveleme, Hakikatin parıldamasını ve hüküm sürme­sini engeller. Düzenlemeye yollayan kader, bunun sonucu olarak, en uç tehlikedir. Tehlikeli olan şey teknik değil­dir. Tekniğin kötü cinleri yoktur, fakat buna karşılık onun özünün gizi vardır. Tekniğin özü, gizini-açmanın bir kaderi olarak tehlikedir. ‘Çerçeveleme’ sözcüğünün dönüşüme uğ­ramış anlamı, eğer çerçevelemeyi kader ve tehlike anla­mında düşünürsek, belki artık bize biraz daha bildik hale gelecektir.

İnsana yönelik tehdit, ilk elde, tekniğin potansiyel ola­rak öldürücü makinelerinden ve aygıtlarından gelmez. Esas tehdit, insanı zaten kendi özü içerisinde etkisi altına al­mıştır. Çerçevelemenin hükümranlığı, insanı, daha köken- sel bir gizini-açmaya girmenin ve böylece daha ilksel bir hakikatin çağrısını deneyimlemenin insana men edilebil­mesi imkânıyla tehdit eder.

öyleyse çerçevelemenin hüküm sürdüğü yerde, en yük­sek anlamda tehlike vardır.
‘Was das Gefahr ist, wâchst das Rettende auch.’

Hölderlin’in bu sözleri hakkında özenle düşünelim. ‘Korumak’ (retten) ne anlama gelir? Alışılageldiği üzere, onun şu anlama geldiğini düşünürüz: Mahvedilme tehdidi altında olan bir şeyi, onu önceki devam edegelişi içerisin­de güvenceye almak maksadıyla sımsıkı tutmak.31 Fakat ‘korumak’ fiili daha fazlasını ifade eder: ‘Korumak’ şudur da: özü ilk kez kendi sahici görünüşü içerisine sokmak İçin, bir şeyi götürüp kendi içerisine koymak. Eğer tek­niğin özü, çerçeveleme, en uç tehlikeyse ve Hölderlin’in sözleri Hakikati ifade ediyorsa, bu durumda çerçeveleme­nin hükümranlığı yalnızca her gizini-açmanın aydınlatılma­sını, Hakikatin görünmesini engellemede kendisini tükete- mez. Daha çok tam da tekniğin özü, koruyucu gücün serpi­lip gelişmesini kendi içerisinde barındırmalıdır. Fakat bu takdirde çerçevelemenin gizini-açmanın bir kaderi olarak ne olduğuna tamuygun bir bakış, koruyucu gücü, ortaya çı­kışında görünüşe çıkaramaz mı?

Tehlikenin olduğu yerde koruyucu güç de hangi bakım­dan serpilip gelişir? Bir şey nerede serpilip gelişirse ora­da kök salar ve oradan gürleşip büyür. Hem kök salma hem de gürleşip büyüme, gizlilik içerisinde ve sessizce ve kendi zamanı içerisinde olup biter. Fakat şairin sözlerine göre, tehlikenin olduğu yerde koruyucu gücü dolayımsız ve hazırlıksız bir şekilde ele geçirebileceğimizi bekleme hakkına hiç mi hiç sahip değiliz. Bundan dolayı biz şimdi öncelikle en uç tehlikenin bulunduğu yerde bile, çerçe­velemenin hüküm sürmesinde bile, koruyucu gücün en derin şekilde hangi istikamette kök saldığını ve hangi is­tikametten gürleşip büyüdüğünü irdelemeliyiz. Bunu irde­lemek için yolumuzda son bir adım atarak, daha da açık bir gözle tehlikeye bakmak zorunludur. Buna uygun olarak bir kez daha tekniği soruşturmalıyız. Çünkü koruyucu gücün tekniğin özünde kök saldığını ve gürleşip büyüdüğünü söyledik.

Fakat ‘öz’ün hangi anlamında çerçevelemenin gerçekten tekniğin özü olduğunu irdelemedikçe, koruyucu gücü tek­niğin özü içerisinde nasıl göreceğiz?

Şimdiye kadar ‘öz’ sözcüğünü yaygın anlamı içerisinde anladık. Felsefenin akademik dili içerisinde ‘öz’. bir şeyin olduğu şey (was, etwas ist) anlamına gelir; Latincesiyle: quid. Quidditas, neliğe (Washeit), öze ilişkin soruya yanıt verir, örneğin tüm ağaç türlerine, meşeye, kayına, gürgene, çama nüfuz eden şey, aynı ‘ağaçlık’tır. Tüm gerçek ve müm­kün ağaçlar, bu kapsayıcı cins —’tümel’— altına girerler. O halde tekniğin özü, çerçeveleme, teknik-olan her şeyin or­tak cinsi midir? Durum bu olsaydı, o halde buharlı türbin, radyo vericisi, siklotron, bunların her biri, bir çerçeve­leme olurlardı. Fakat ‘çerçeveleme’ sözcüğü burada bir âlet veya herhangi türden bir aygıt anlamına gelmez. Çer­çeveleme bu tür kullanım kaynaklarının genel kavramı anlamına daha da az gelir. Makineler ve aygıtlar, tıpkı ku­manda paneli önünde duran adam ve proje dairesindeki mü­hendis gibi, çerçevelemenin durumları ve türleridir. Aslın­da bunların her biri kendi tarzında, stok olarak, el-altında- duran olarak veya uygulayıcı olarak, çerçevelemenin içe­risine aittirler; fakat çerçeveleme asla bir cins anlamında tekniğin özü değildir. Çerçeveleme, kader karakterine sa­hip, yani meydan okuyan bir gizini-açma tarzıdır, öne-çıkan gizini-açma (poiesis) da, kader karakterine sahip bir tarzdır. Fakat bu tarzlar birbiri yanına dizilip gizini-açma kavramı altına giren türler değildirler. Gizini-açma öyle bir kader­dir ki, bu kader tüm düşünme için birdenbire ve açıkla­namaz bir şekilde kendisini öne-çıkan gizini-açmaya ve aynı zamanda meydan okuyan gizini-açmaya böler ve kendi­sini insana pay eder. Meydan okuyucu gizini-açma, köke­nine, öne-çıkma içerisinde bir kader olarak sahiptir. Fakat aynı zamanda çerçeveleme bir Kader için karakteristik olan bir tarzda, poiesis’i engeller.

Bu yüzden çerçeveleme, gizini-açmanın bir kaderi ola­rak, aslında tekniğin özüdür; fakat asla cins ve essentia an­lamında değil. Buna dikkat ettiğimizde, şaşırtıcı bir şey karşımıza çıkar: ‘öz’ ile alışılageldiği üzere anlaşılan şeyi bir başka anlamda düşünmemizi talep eden, bizzat tekniğin kendisidir. Fakat hangi anlamda?

‘Evin özü’nden ve ‘devletin özü’nden söz ettiğimizde, bir cinsin genelliğini kastetmeyiz; daha çok evin ve dev­letin hüküm verme, kendilerini yönetme, gelişme ve çök­me tarzlarını (onların ‘olagelme’ tarzlarını) kastederiz.32 Johann Peter Hebel, ‘Kander Sokağındaki Hayalet’ adlı, Goethe’nin özel bir hayranlık duyduğu şiirinde, şu eski ’die Weserei’ sözcüğünü kullanır. Bu sözcük, topluluk ya­şamının orada odaklandığı ve köy varoluşunun sürekli ola­rak etkin olduğu, yani mevcudiyete-çıktıgı (west) ölçüde köy meclisi anlamına gelir. ‘Die Weserei’ sözcüğü zaman bildiren ‘wesen’ (burada: olagelmek) fiilinden türetilir. Fiil olarak anlaşılan ‘wesen’, yalnızca anlam çerçevesinde değil, aynı zamanda sözcüğün fonetik biçimlenişi çerçe­vesinde de ‘wâhren’ (kalıcı olmak veya süregitmek) ile aynı anlama gelir. Zaten Sokrates ve Platon, bir şeyin özü­nü, süregiden-şey (Wahrende) anlamında olagelen şey, mev- cudiyete-çıkan-şey (Wesende) olarak düşünürler. Nitekim onlar süregiden-şeyi, daimi-olarak-süregiden-şey (aei-on, Fort-wahrende) olarak düşünürler. Sokrates ve Platon, dai- mi-olarak-süregiden-şeyi, kalıcı-olan-şey (Bleibende) ola­rak, olup biten her şeyde inat ve ısrarla kendisini sür-dü- ren şeyde bulurlar. Onlar kalıcı-olan-şeyi, görünümde (ei- dos, idea, Aussehen), örneğin ‘ev’ ideasında keşfederler.

‘Ev’ ideası bir ev olarak biçimlendirilen herhangi bir şeyin ne olduğunu gösterir. Buna karşılık tikel, gerçek ve mümkün evler, ‘idea’nın değişken ve gelip geçici türevle­ridir ve bu yüzden süregitmeyen şeye aittirler.

Fakat süregitmenin, yalnızca ve tek başına Platon’un idea olarak düşündüğü şeye ve Aristoteles’in to ti en einai (herhangi bir tikel şeyin daima olmuş olduğu şey) olarak düşündüğü şeye veya metafiziğin en çeşitli yorumlarında essentia olarak düşündüğü şeye dayandığı, asla hiçbir şe­kilde temellendirilemez.

Tüm olagelen süregider (alles Wesende wahrt). Fakat sü- regiden yalnızca daimi-olarak-süregiden-şey midir? (aber İst das Wahrende nur das Fortwahren de?) Tekniğin özü, tek- nik-olan her şeyin üzerinde asılı duran ve böylelikle tek­nikten mitik bir soyutlamayı anladığımızı gösteren, bir idea ‘nın kalıcı-olan-şey olması anlamında mı süregider? Tekniğin olagelme tarzı, gizini-açmanın bir kaderi olarak çerçevelemenin vuku bulduğu bu daimi-kalmadan hare­ketle ancak kendisinin görülmesini mümkün kılar. Goethe bir zamanlar ‘fortwahren’ (daimi olarak süregitmek) yerine, gizemli ‘fortgewahren’ (daimi olarak bahşetmek) sözcü­ğünü kullanmıştır. (Die Wahlverwandtschajien (Seçmeci Yakınlıklar), II.Kısım, 10.bölüm; “Die wunderliche Nach- barskinder’ (Tuhaf Komşu Çocukları) adlı kısa romanı için­de.) Goethe’nin kulağı burada ‘wahren’i (süregitmek) ve ‘gewahrend (bahşetmek) telâffuz edilmemiş bir uyum içerisinde işitir.33 Ve gerçekten süregiden ve belki tek başına süregiden şeyin ne olduğunu şimdi önceden yaptı­ğımızdan daha özenli bir şekilde düşünüp taşınırsak, şunu söyleme cesareti gösterebiliriz:    Yalnızca    bahşedilen şey (Gewahrte) süregider (wahrt). Ta en baştan itibaren ilksel olarak süregiden şey (Wahrende), bahşeden şeydir (Gew- ahrende).

Tekniğin olagelmesi olarak çerçeveleme, süregiden şeydir. Çerçeveleme, bahşeden şey anlamında hep hüküm sürmüyor mu? Hiç kuşkusuz bu soru, açıkça sırıtan bir gaf gibi görünüyor. Çünkü söylenmiş olanlara göre çerçe­veleme, daha çok meydan okuyan gizini-açma içerisinde biraraya toplayan bir kaderdir. Meydan okuma, bahşet­meden başka bir şeydir. Real-olanın el-altında-duran olarak düzenlenmesine meydan okumanın insanı gizini-açmanın bir yoluna sokan bir kader olarak kaldığına dikkat etme­diğimiz sürece, durum böyle görünüyor. Bu kader olarak tekniğin mevcudiyete-çıkması, insanı, bizzat kendinden hareketle ne keşfedebileceği ne de artık yapıp edebile­ceği şeyin içine sokar; çünkü yalnızca kendinden hare­ketle, bir tek kendinden hareketle yalnızca insan olan İnsan diye bir şey yoktur.

Fakat bu kader, çerçeveleme, yalnızca insanın mevcu- diyete-çıkması için değil, fakat kendi sıfatıyla her gizini- açma için en uç tehlike ise, bu kader hâlâ bir bahşetme olarak adlandırılmalı mıdır? Koruyucu gücün bu kader içe­risinde serpilip geliştiği söyleniyorsa, bu soruya en vur­gulu bir biçimde evet yanıtı verilebilir. Gizini-açmanın her kaderi, bir bahşetmeden ve böyle bir bahşetme olarak vukua gelir. Çünkü bahşetme, ilk kez, gizini-açmış-olmanın vukua gelmesinin gerektirdiği gizini-açmadan pay almayı insana taşır. Böyle gerek duyulan ve kullanılan biri olarak insan. Hakikatin vukua gelmesine aidiyet kazanır (ona, ait olma payı verilir). Şu veya bu şekilde gizini-açmaya yolla­yan bahşetme, böyle olmakla koruyucu güçtür. Çünkü ko­ruyucu güç, insanı, kendi özünün en yüksek değerini gör­mesine ve bu en yüksek değere girmesine izin verir. Bu en yüksek değer, bu yeryüzünde her mevcudiyete-çıkmanın gizinden-çıkmasının ve bununla birlikte ta en baştan giz­lenmesinin gözeticisi olmada yatar. Tam da insanı gizini- açmanın tek yolu sayılan bir şey olarak düzenleme içeri­sine sürükleme tehdidinde bulunan ve böylelikle de in­sanı kendi özgür özünü teslim etme tehlikesine iten çer­çeveleme içerisinde, tam bu en uç tehlike içerisinde, in­sanın bahşetmeye en iç, yok edilemez aidiyeti aydınlığa çıkabilir; yeter ki biz, kendi payımıza, tekniğin mevcudi- yete-çıkmasına dikkat göstermeye başlayalım.

Bu yüzden tekniğin mevcudiyete-çıkması, kendi içeri­sinde bizim en az ihtimal verdiğimiz şeyi, koruyucu gücün mümkün ortaya çıkışını barındırır.

O halde her şey şuna bağlıdır: Bizim bu ortaya çıkışı düşünüp taşınmamıza ve hatırlamak suretiyle onun gözeti­cisi olmamıza. Bu nasıl olabilir? Her şeyden önce yalnızca gözümüzü dikip teknik-olana bakmak yerine, teknik içeri­sinde mevcudiyete-çıkan şeyi kavrayıcı bir bakışla olur bu. Tekniği bir araç olarak tasarımladığımız sürece, tekniğe hakim olma iradesinde takılıp kalırız. Tekniğin özünün hızla dışına düşeriz.

Bununla birlikte araçsal-olanın bir tür nedensellik ola­rak nasıl mevcudiyete-çıktığını sorarsak, bu durumda bu vukua gelmeyi gizini-açmanın kaderi olarak deneyimleriz.

Nihayet, tekniğin özünün mevcudiyete-çıkmasının, in­sanı, gizini-açmadan pay alabileceği şekilde gerektiren ve kullanan bahşedicide olagelmesini irdelediğimizde, şunlar açık hale gelir:

Tekniğin özü, en üst düzeyde iki anlamlıdır: Böyle bir iki anlamlılık, her gizini-açmanın, yani Hakikatin gizine işaret eder.

Bir yandan çerçeveleme, gizini-açmanın olagelmesine dönük her bakışı engelleyen ve böylelikle hakikatin ö­züyle ilişkiyi kökten bir şekilde tehlikeye sokan düzen­lemenin çıldırmışlığına yönelik bir meydan okumada bu­lunur.

öte yandan çerçeveleme, insanın hakikatin mevcudi- yete-çıkmasının güvencede tutulması (Wahrnis) için ge­rek duyulan ve kullanılan biri olabilmesini —şimdiye ka­dar deneyimlenmemiş, fakat gelecekte belki de fazlasıyla deneyimlenecek bir şekilde— sürdürmesine izin veren bahşedici, kendi payına olagelir. Böylece koruyucu gücün ortaya çıkışı görünür hale gelir.

Düzenlemeye direnilmezlik ve koruyucu gücün buna karşı koyuşu, tıpkı yıldızların gökyüzündeki akışı içerisin­de iki yıldızın yolu gibi, birbirlerini öte yana iterler. Fa­kat tam da bu, onların birarada yanyana geçişleri, onların yakınlıklarının gizli yönüdür.

Tekniğin iki anlamlı özüne baktığımızda, işte bu,takım- yıldızı (Konstellation) yani gizin yıldızsı akışını görürüz.

Tekniğe ilişkin soru, gizini-açmanın ve gizinden-çıkmanın, hakikatin mevcudiyete-çıkmasının olageldiği takım­yıldıza ilişkin sorudur.

Bunu görmekle henüz kurtarılmış olmayız. Fakat bunu gördüğümüzde, koruyucu gücün serpilip gelişen ışığı içe­risinde, umut etmeye çağrılırız. Bu nasıl olabilir? Burada ve şimdi ve ufak tefek şeylerde, koruyucu gücü artıp ço­ğalması içinde besleyip büyütebiliriz. Bu, bizim en uç tehlikeyi daima göz önünde tutmamızı gerektirir.

Tekniğin mevcudiyete-çıkması gizini-açmayı tehdit e­der; o gizini-açmayı her gizini-açmanın düzenlemede tü­ketilmesi ve her şeyin yalnızca el-altında-duranın gizin- den-çıkmışlığında kendisini sunması imkânıyla tehdit e­der. İnsanî etkinlik bu tehlikeye asla dolaysız bir şekilde karşı koyamaz. Tek başına İnsanî yapıp-etme, bu tehlikeyi asla bertaraf edemez. Fakat İnsanî düşünüm, her koruyucu gücün tehlikeye atılan şeyden —aynı zamanda bu şeyle ak­raba olmakla birlikte— daha yüksek bir öze sahip olması gerektiğini düşünüp taşınabilir.

Fakat belki de koruyucu gücü tehlikenin ortasında ilk parıldayışına taşıyabilecek daha ilksel olarak bahşedilmiş bir gizini-açma, teknik çağında kendisini göstermekten çok gizliyen bir gizini-açma olamaz mı?

Bir zamanlar tekhne adını taşıyan şey, yalnızca teknik değildi. Bir zamanlar Hakikati pırıl pırıl görünmenin gör­kemi İçerisinde öne çıkaran gizini-açmaya da tekhne adı verilirdi.

Bir zamanlar hakikat-olanın güzel-olan içerisinde görü­nüşe çıkması tekhne diye adlandırılırdı. Ve güzel sanatla­rın poiesis’ine de tekhne adı verilirdi.

Batının kaderinin ta başında, Grek ülkesinde, sanatlar, kendilerine bahşedilen gizini-açmanın doruğuna çıktılar.

Sanatlar tanrıların halihazırda mevcut bulunmalarını, tanrı­sal ve insani kaderlerin diyalogunu ışıl ışıl bir parlaklığa büründürüyorlardı. Ve sanat yalnızca tekhne diye adlandı­rılıyordu. Sanat, biricik, çok yönlü gizini-açmaydı. Sanat dindardı, promos’tu;33 yani hakikatin hüküm sürmesini ve güvencede tutulmasını sağlayandı.

Sanatlar, artistik-olandan36 çıkmış değildiler. Sanat e­serlerinden estetik bir hoşlanma duyulmuyordu. Sanat bir kültürel etkinlik sektörü değildi.

Neydi sanat? Hele yalnızca bu kısa fakat görkemli çağ­lar İçin? Sanat neden şu mütevazı tekhne adını taşıyordu? Sanat öne ve buraya çıkan ve dolayısıyla poiesis’e ait olan bir gizini-açma olduğu için. Nihayet bu gizini-açma, tüm güzel sanatlarda, şiirde ve asıl adı olarak poiesis’i muha­faza eden şiirsel (poetik) her şeyde tam bir hüküm sürü­yordu.
“Tehlikenin olduğu yerde.
Koruyucu güç de serpilip gelişir.”
sözlerini kendisinden işittiğimiz aynı şair, bize şunu da söyler:
‘… insan bu yeryüzünde şairane bir şekilde ikamet eder.’

Poetik-olan, hakikat-olanı, Platon’un Phaidros’ta to ek- phanestaton, yani en saf şekilde parıldayan şey dediği şe­yin görkemliliği içerisine taşır. Poetik-olan, her sanata, gü- zel-olan halinde mevcudiyete-çıkmanın her gizini açışına, bütünüyle nüfuz eder.

Güzel sanatlar poetik gizini-açmaya çağrılabilirler mi? Gizini-açma en ilksel olarak sanatlardan talep edilebilir mi? öyle ki sanatlar kendi paylarına koruyucu gücün serpi­lip gelişmesini apaçık bir şekilde besleyebilsinler ve bahşeden şeye bakışımızı ve ona duyduğumuz güveni ye­niden uyandırıp koruma altına alabilsinler.

Kendi özünün bu en yüksek imkânının en uç tehlikenin ortasında sanata bahşedilip bahşedilmeyeceğini hiç kim­se bilemez. Yine de hayrete düşebiliriz. Neyin önünde? Bu öteki imkânın önünde: Tekniğin çıldırmışlığının, bir gün teknik-olan her şeyde tekniğin özünün Hakikatin olagel­mesinde mevcudiyete-çıkabileceği ölçüde kendisini her yere yerleştirebilmesi imkânı önünde.

Tekniğin özü teknik-olan (teknik bir şey) olmadığı için, teknik üzerine özsel düşünüm ve teknikle belirleyici yüz­leşme, bir yandan tekniğin özüne akraba olan, öte yandan ise ondan temelde farklı olan bir alanda olup bitmelidir.

İşte böyle bir alandır sanat. Fakat kuşkusuz ancak sanat üzerine düşünümün, kendi payına,’ soruşturduğumuz Haki­kat takımyıldızına gözlerini kapatmaması koşuluyla.

Böyle bir soruşturma yapmakla, baştan sona teknikle iş­gal edilmişliğimiz bakımından henüz tekniğin mevcudiyete-çıkışını deneyimlememiz ve baştan sona estetik kafa­lara sahip olmamız bakımından artık sanatın mevcudiyete- çıkışını kollayıp koruyamadığımız şeklindeki bir krize ta­nıklık ediyoruz. Fakat yine de tekniğin özünü ne kadar so­ruşturucu bir biçimde düşünüp taşınırsak, sanatın özü de o kadar gizemli hale gelir.

Tehlikeye ne kadar yaklaşırsak, koruyucu güce giden yollar o kadar parlak bir biçimde ışıldamaya başlar ve biz de o kadar soruşturucu hale geliriz. Çünkü soruşturma, dü­şünmenin dindarlığıdır.

Tekniğe İlişkin Soruşturma (2.Bölüm) | Martin Heidegger

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments