O Sabah Teacher’s’ı göbeğime döküyor ve yalayıp içiyor. O gün öğleden sonra kendini pencereden aşağı atmaya kalkıyor.
Diyorum ki, “Holly, bu böyle devam edemez. Artık sona ermeli.”
Yukarıdaki süit odalarından birinde oturuyoruz. Seçebileceğimiz başka boş odalar da vardı. Ama bizim bir süite ihtiyacımız vardı, içinde rahatça hareket edebileceğimiz ve konuşabileceğimiz bir yere. Bu yüzden sabah otelin ofisim kilitleyip yukarıda bir süite taşındık.
O diyor ki, “Duane, bu beni mahvediyor.”
Buz ve su ile Teacher’s içiyoruz. Sabah ile öğlen arası bir süre uyumuşuz. Sonra o kalkıyor ve iç çamaşırlarıyla pencereden aşağı atlamakla tehdit ediyor beni. Kalkıp onu tutmam gerekiyor. Sadece iki kat yukardayız. Ama hiç belli olmaz.
“Yetti artık,” diyor. “Daha fazla dayanamayacağım.”
Elini yanağına koyup gözlerini yumuyor. Başını ileri geri sallıyor ve inliyor.
Onu böyle görmek beni öldürecek.
“Neye dayanamıyorsun?” diyorum, kuşkusuz bildiğim halde.
“Bunu sana bir kere daha anlatmam gerekmiyor,” diyor. “Kontrolü kaybettim. Gururumu kaybettim. Bir zamanlar gururlu bir kadındım.”
Otuzunu henüz doldurmuş, çekici bir kadın. Uzun boylu, siyah saçları ve yeşil gözleri var, tanıdığım tek yeşil gözlü kadın. Eskiden ona yeşil gözleri hakkında bir şeyler söylerdim ve o da bana gözleri yüzünden kendisinin özel bir şeyler yapmak için yaratılmış olduğuna inandığını söylerdi.
Bilmez miyim!
Her şey yüzünden kendimi kötü hissediyorum.
Aşağıda ofiste çalan telefonun sesini duyuyorum. Bütün gün boyunca çaldı durdu. Kestirdiğim zamanlar bile çaldığını duyuyordum. Gözlerimi açıp tavana bakıyor ve çalışını dinliyor ve bize neler olmakta olduğunu düşünüyordum.
Belki de yere bakmam gerekiyordu.
“Kalbim kırıldı,” diyor. “Taş kesildi. Hiç iyi değilim. Bundan kötüsü de olamaz, yani hiç mi hiç iyi değilim.”
“Holly,” diyorum.
Buraya ilk taşındığımız ve yönetici olarak işe alındığımız zaman, yırttık diye düşünmüştük. Kira vermeyecek, eşyaları bedava kullanacak ve üstelik ayda üç yüz dolar kazanacaktık. Böyle bir teklif geri çevrilmez.
Holly muhasebe işlerine bakıyordu. Rakamlarla arası iyiydi ve kulübeleri kiralama işini de o üstlenmişti. İnsanları seviyordu, insanlar da onu seviyordu. Ben saha işlerine bakıyor, çimleri biçip yabani otları ayıklıyor, yüzme havuzunu temizliyor, ufak tefek tamir işleriyle ilgileniyordum.
İlk yıl her şey yolunda gitti. Bazı geceler başka işlerde çalışıyordum ve yol almaya başlamıştık. Planlanınız vardı. Sonra bir sabah. Bilmiyorum. Şu ufak tefek MeksikalI hizmetçi temizlik yapmak için içeri girdiğinde, kulübelerden birinin banyosuna henüz birkaç karo döşemiştim. Onu işe alan Holly’ydi. Karşılaştığımız zamanlar konuşurduk ama bu ufaklığın daha önce hiç farkına varmamıştım. Hatırlıyorum, bana Bayım derdi.
Her neyse, öyle ya da böyle.
İşte o sabahtan sonra ona dikkat etmeye başlamıştım. Düzgün beyaz dişleri olan, derli toplu, ufak tefek bir şeydi. Ağzını seyrederdim.
Bana adımla hitap etmeye başlamıştı.
Bir sabah banyo musluklarından birinin lastiğini değiştiriyorum, o içeri girip her hizmetçinin yaptığı gibi TV’yi açıyor. Yani temizlik yaparlarken. Yaptığım işi bırakıp banyodan çıktım. Beni görünce şaşırdı. Bana gülümsüyor ve adımı söylüyor.
“Holly, sen hâlâ gururlu bir kadınsın,” diyorum.” Sen hâlâ bir numarasın. Haydi Holly.”
Holly başını sallıyor.
“İçimde bir şeyler öldü,” diyor. “Ölmesi uzun sürdü ama sonunda öldü işte. Sen her şeyi öldürdün, tıpkı bir balta alıp kesmişsin gibi. Her şey kirlendi artık.”
İçkisini bitiriyor. Sonra ağlamaya başlıyor. Ona sarılmaya kalkışıyorum. Ama fayda etmiyor.
İçkilerimizi tazeliyorum ve pencereden dışarı bakıyorum.
Ofisin önünde yabancı eyalet plakası taşıyan iki araba park etmiş, sürücüleri kapıda durmuş konuşuyorlar. Biri ötekine söylediği şeyi bitiriyor ve kulübelere bakıp çenesini çekiştiriyor. Aşağıda bir de kadın var, yüzünü cama yaslamış, ellerini gözlerine siper ederek içeri bakıyor. Kapıyı zorluyor.
Aşağıdaki telefon çalmaya başlıyor.
“Biraz önce benimle sevişirken bile onu düşünüyordun,” diyor Holly. “Bu çok acı, Duane.”
“Holly,” diyorum.
“Gerçek söylediğim Duane,” diyor. “Benimle tartışma,” diyor.
Odanın içinde bir aşağı bir yukarı yürüyor, üstünde külotu, sutyeni ve elinde içkisi var.
Holly diyor ki, “Sen evliliğin dışına çıktın. Öldürdüğün şeyse güven.”
Dizlerimin üstüne çöküp yalvarmaya başlıyorum. Fakat Juanita’ yi düşünüyorum. Korkunç bir şey bu. Bana ya da elâleme ne olacak bilmiyorum.
Diyorum ki, “Holly, tatlım, seni seviyorum.”
Park yerinde birisi korna çalıyor, duruyor ve ardından tekrar çalıyor.
Holly gözlerini siliyor. Şöyle diyor: “Bana bir içki hazırla. Bu çok sulu olmuş. Bırak o lanet olası kornalarını çalsınlar. Umurumda değil. Ben Nevada’ya taşınıyorum.”
“Nevada’ya taşınma,” diyorum. “Saçma sapan konuşuyorsun,” diyorum.
“Saçma sapan konuşmuyorum,” diyor. “Nevada’nın nesi saçma sapan? Sen burada temizlikçi kadınınla kal. Ben Nevada’ya gidiyorum. Ya oraya giderim ya da kendimi öldürürüm.”
“Holly!” diyorum.
“Holly’ymiş” diyor.
Kanepeye oturup dizlerini çenesinin altına çekiyor.
“Bana başka bir içki hazırla, orospu çocuğu!” diyor. Diyor ki, “Siktir et şu korna çalanları. Gitsinler pisliklerini Travelodge’da yapsınlar. Senin temizlikçi kadının şimdi orada mı temizlik yapıyor? Bana başka bir içki hazırla, orospu çocuğu!”
Dudaklarını gerip o bakışıyla bakıyor bana.
İçmek tuhaf iş. Geriye baktığımda bütün önemli kararlarımızın içerken alınmış olduğunu görüyorum. İçkiyi bırakmak konusunda konuştuğumuz zaman bile mutfak masası ya da piknik masasına altılık bira paketi ya da viskiyle otururduk. Buraya taşınıp yönetici olarak işe başlamaya karar vereceğimiz zaman birkaç gece boyunca oturup içki içmiş, işin artılarını ve eksilerini tartışmıştık.
Teachers’ın sonunu bardaklarımıza boşaltıp buz ve su ekliyorum.
Holly kanepeden kalkıyor ve boylu boyunca yatağa uzanıyor.
Diyor ki, “Bu işi onunla bu yatakta mı yaptın?”
Söyleyecek sözüm yok. İçimdeki bütün sözcüklerin bittiğini hissediyorum. Ona bardağını uzatıp sandalyeye oturuyorum. İçkimi içiyor ve hiçbir şeyin artık asla eskisi gibi olamayacağını düşünüyorum.
“Duane?” diyor.
“Holly?” diyorum.
Yüreğim daralıyor. Bekliyorum.
Holly benim gerçek aşkımdı.
Juanita ile yaptığım şey haftanın beş günü saat on ile on bir arasında oluyordu. Temizleme işi sırasında hangi kulübedeyse orada oluyordu. Çalıştığı yere giriyor ve arkamdan kapıyı kapatıyordum.
Fakat çoğunlukla on bir numarada oluyordu. Şanslı odamız on birdi.
Birbirimize karşı sevecendik fakat hızlıydık. İyiydi.
Holly’nin bunu hoşgörüp geçiştirebileceğini düşünüyordum. Tek yapması gereken bir kere denemek, diye düşünüyordum.
Ben kendimi gece işine vermiştim. Bu işi bir şebek bile becerebilirdi. Fakat işler hızla yokuş aşağı inmeye başlamıştı. Artık içimizde hiç istek kalmamıştı.
Havuzu temizlemekten vazgeçmiştim. İçi yeşil yosun ile dolmuş ve bu yüzden müşteriler artık havuzu kullanmaz olmuştu. Artık muslukları tamir etmez, karoları değiştirmez, gereken yerlere boya ile yama yapmaz olmuştum. İşin gerçeği şu ki, ikimiz de kendimizi iyice içkiye vermiştik. Kafanı bir kere takmaya gör, alkol çok zaman ve emek alır.
Holly de müşterileri doğru dürüst kaydetmez olmuştu. Ya gerektiğinden fazla para alıyor ya da alması gerekeni almıyordu. Bazen içinde yalnız tek yatak bulunan bir odaya üç kişi yerleştiriyor ya da çift kişilik büyük yataklı bir odayı tek kişiye veriyordu. Şikâyetler kesilmiyor, bazen küfürleşmeler oluyordu inanın. İnsanlar, bavullarını toplayıp başka yere gidiyorlardı.
Demeye kalmadı, yöneticilerden bir mektup geldi. Sonra bir tane daha, bu seferki taahhütlüydü.
Telefonla arıyorlar. Şehirden birileri buraya gelecek.
Biz artık umursamıyorduk; gerçek bu. Günlerimizin sayılı olduğunu biliyorduk. Hayatımızın bokunu çıkarmıştık ve iyice bir silkelenmeye hazırlanıyorduk.
Holly akıllı kadındır. Bunu ilk o fark etti.
Derken o cumartesi sabahı, durumumuza yenilik getirmeyen tartışmalarla geçen bir geceden sonra uyandık. Gözlerimizi açtık ve birbirimize şöyle iyice bir bakabilmek için yatakta yüz yüze döndük. O zaman ikimiz de anladık durumu. Bir şeyin sonuna gelmiştik ve yapmamız gereken, her şeye yeniden başlayabileceğimiz bir nokta bulmaktı.
Kalktık, giyindik, kahve içtik ve bu konuşmayı yapmaya karar verdik. Hiçbir şey bizi engellememeliydi. Ne telefon zili ne de müşteriler.
Teacher’s’ı o zaman çıkardım ortaya. Kapıyı kilitledik; buz, bardaklar ve şişeyle yukarı kata çıktık. Önce renkli TV izledik, biraz gülüşüp eğlendik ve aşağıda çalan telefonlara kulak asmadık. Yemek için dışarı çıkıp otomattan peynirli cips aldık.
Matrak bir “her şey olabilir” noktasına gelmiştik, her şeyin olup bittiğini fark ettiğimiz şu anda.
“Hatırlıyor musun?” diyor Holly. “Evlenmeden öncesini, daha çocuk olduğumuz zamanları? Büyük planlarımız ve umutlarımız olduğu zamanları?” Dizlerini ve içkisini tutarak yatakta oturuyor.
“Hatırlıyorum, Holly,” diyorum.
“Sen benim için ilk değildin, biliyorsun. İlk Wyatt vardı. Düşünebiliyor musun, Wyatt. Senin adınsa Duane. Wyatt ve Duane. O yıllarda kim bilir nelerin özlemini duyuyordum? Sen benim her şeyimdin, tıpkı o şarkıdaki gibi.”
Diyorum ki, “Sen muhteşem bir kadınsın, Holly. Karşına başka fırsatlar çıktığını biliyorum.”
“Ama onları kullanmadım!” diyor. “Evliliğin dışına çıkamazdım.”
“Holly, lütfen,” diyorum. “Artık kapatalım tatlım. Birbirimize eziyet etmeyelim. Şimdi ne yapmamız gerekiyor?”
“Dinle,” diyor. “Yakima dışında Tenace Tepeleri’ni geçtikten sonra geldiğimiz o eski çiftlik yerini hatırlıyor musun? Araba ile öyle dolaşıyorduk. O dar toprak yolda ilerliyorduk, hava sıcak ve tozluydu. Gittik, gittik, o eski eve geldik ve sen bir bardak suyunuz var mı diye sordun. Aynı şeyi şimdi yapabileceğimizi düşünebiliyor musun? Bir eve gitmek ve bir bardak su istemek?”
“O yaşlı insanlar artık ölmüş olmalı,” diyor, “bir mezarda yan yana yatıyor olmalılar. Bizi pasta yemek için içeri davet etmişlerdi, hatırlıyor musun? Ve sonra bize çevreyi göstermişlerdi. Arkada bir yerde karşımıza çıkan kameriyeyi. Arkalarda, ağaçların altındaydı. Hafifçe bombeli bir damı vardı, boyası solmuştu ve basamaklarını yosunlar kaplamıştı. Kadın demişti ki, yıllar önce, yani uzun bir zaman önce, pazar günleri oraya müzik çalmak için adamlar gelirmiş ve insanlar oturup onları dinlermiş. İyice yaşlanınca bizim de onlar gibi olacağımızı düşünmüştüm. Onurlu. Ve bir arada. İnsanlar bizim kapımıza geleceklerdi.”
Hemen bir şey söylemiyorum. Sonra diyorum ki, “Holly, bunlara, biz de dönüp bunlara bakacağız. Diyeceğiz ki, ‘Havuzu bir sürü pislikle dolmuş o moteli hatırlıyor musun?'” Diyorum ki, “Ne dediğimi anlıyor musun, Holly?”
Fakat Holly elinde bardağı ile yatakta öyle oturuyor.
Anlamadığını görebiliyorum.
Pencereye gidiyorum ve perdenin arkasından bakıyorum. Aşağıda birisi bir şeyler söylüyor ve ofis kapısını sarsıyor. Olduğum yerde kalıyorum. Holly’den bir işaret gelsin diye dua ediyorum. Holly bu işareti versin diye dua ediyorum.
Bir arabanın çalıştığını duyuyorum. Ardından bir başkasının. Farlarını binaya doğru yakıyorlar ve geri geri gidip trafiğin içine karışıyorlar.
“Duane,” diyor Holly.
O, bu konuda da haklı çıktı.
Kameriye | Raymond Carver
Çeviri: Zafer ARACAGÖK