Yazmak için kolaylıkla şu söylenebilir: o, yazılmamışı gösterir, orada bir yerde henüz yazılmamış olanı, ama kendisi için de bir yokluk olanağına sahip olmayan şey; belki de yazmak onca yazamadıklarımızın hüzünlü çağrısıdır, o “yazılmadan duramam” diyen onca sessizliğin. Yine de biz elimizdeki aracılığıyla yokluktan bir karşıt yaratmayı biliriz. Rilke’nin Duino’da söylediği gibi: “Bir tek ânın çizimi için orada önce karşıt bir alt yüzey boyanır zorlukla, görebilelim diye.”
Nedendir bilinmez, yazmak da, kendisini karşıtına dönüştürmüş olan şeyin baskısıyla başlangıcına gider. Her şeyden önce karşı çıkarız, öne geçeriz, önünde dururuz, yazılmış bir şeye karşı yine yazarız. Bu yüzden her yazı bir karşı yazı olduğu gibi neyin karşısında olduğu da pek açık olmaz. Çelişkili bir şekilde düşünür ve yazarız, gerçeğe pek uymaması yönünden bu tutumumuz bizim temel gerçeğimiz olur. Nedir öyleyse bir soru, neden sorulur, yanıta gücü olmadığından mı, yoksa yanıtın bir beklentisi midir? Varlığın kendine sorduğu şey olan insan nedir, neden her şeyi karıştırır, eğer doğasından dolayı ise neden bu doğayı tehdit eder? Şüphesiz çelişki güç üretir, gerilimdir o, güçlüyü yok eder, ve dünyaya karşıt olarak insanı da yaratır. Bu yüzden çelişki üzerine ne kadar karşıtlık uzlaştırıp yok etsek bile, çelişki denen şey bir doğası olmadığından kendisi hakkında söz ettirmez. Yapabileceğimiz, ancak çelişkili düşünüp, düşündüğümüz şeyle karşıt bir konum almak. Üstelik çelişki kendisi olmayandır, çelişkili bir şekilde. “Dolayısıyla çelişkilik ikirciliğin karşıt anlamlısıdır. Çelişki her zaman en büyük karşıtlık içinde en büyük açıklığı gerektirir; sözcükler son derece güçlüdür hep ancak sahip oldukları güçle duyulmaları halinde anlaşılabilir, ne var ki bu anlayış kırılmış, parçalanmış gibidir”. (Blanchot, Trajik Düşünce)
Yazmak yazmaya karşı bir güçtür, harekete geçmek için defalarca sözcükleri yok eden, onları istediği gibi düzenlemek için her biçime sokan kendine özgü bir deneyim. Bazen de bu deneyim bir kitaba dönüşerek mutsuzluğa kaynaklık eder, ama sadece yazarın kendisinin yaşayabileceği bir mutsuzluk, belki aşırı bir mutsuzluk. Hele yazar, istediği halde istemediği bir biçimde çelişkili bir kitap yazmışsa, üstelik bunun tersini de söyleyebiliriz. Kitap bittiğinde yazar da kitapla çelişir ve ne yapacağını bilmeden bir o yana bir bu yana devinip durur, ancak şu da söylenebilir ki, belki de yazar istediğini yapmıştır, ve bunu bilmemenin ona verdiği coşkuyla gidip gelmelerin arasında kökensiz bir huzuru hisseder. Evet insan çelişkili bir varlıktır, bu yüzden çelişki sıradan bir şeydir, onun için her şey dağılır ve kendisi de her şeyde dağılır, sonunda varlık bir kitapta yok lehine kendisini parçalarına bırakır. Kitaplar da gerçekle olan çelişkili varoluşları sayesinde okunur okunmazdır. Bazen en olgun kitabın bile bir çocuğun elinde neye dönüştüğünü şaşkınlıkla görürüz. Çocuk, kitabı parçalarına ayırmamışsa bile, onu okuduğunda kitap da çocuğun önünde tamlığını bir arada tutamaz, dağılır gider. Ve bazı kitaplar vardır, en baştan parçalıdır, hem gizemli hem de bu gizemin yokluğu nedeniyle daha bir yanına yaklaşılmazdır. En baştan parçalıdır, çünkü parçalarının birçoğu yazarında unutulduğu gibi birçoğu da kitapta yazarın ulaşamadığı yerlerde unutulur, ve bazı parçalar da parça olanın özgünlüğünden olsa gerek bağımsızlığını bütün kitaba yayar, orada egemen olamazsalar da diğer parçaların daha bir kendi olmalarına neden olur: parça parça. Yine, kitap vardır yazılıp yazılmadığı hemen anlaşılamaz, sanki hiçbir düşünce orada yok, ve bu sezgi de belli belirsiz hissettirir kendini, ya da salt düşünceymiş gibi her cümle kendisinde fazladan diğer cümlelerin de anlamlarını taşıyor gibidir; ve düşünce de sanki aşırı düşünülmüş, saflaşmış ve uçuşup yok olacak kadar hafiflemiştir. Bu yüzden hiçbir anlamla bağları yokmuş gibi bu düşünceler bizden anlayış beklemezse de, yolumuzu anlamsızlığın dilini bulmaya çevirir. Belki kitap elimizde tutabileceğimiz bir çelişkidir, bu yüzden rahatlıkla o ilk kitapla olan gizemli ilişkisini işaret eder, ve de her kitap içinde kutsalı taşıdığından ona karşı katıksız bir açıklığa sahibizdir. Kitap karanlıktır ama bazı kitaplar daha da karanlıktır, içerden içeriye yanmanın yaydığı ışıltıyla gittikçe gizlenen bir karanlıktır. Kitap çelişkidir, çünkü insan öyledir ve “bu şekilde insanın çelişkili bir varlık olduğu ve gerçeği ancak bir gizemin karanlığında bulabileceğini ortaya koyar, bu karanlık da çelişkidir”. (Trajik Düşünce) Öyleyse bize daha anlaşılır bir şey mi gerekir? Bütün bu söylediklerimiz de çelişki var mıdır? Ama aynı anda yok mudur? Hayır, “uzlaşmış değiliz” der Rilke dördüncü ağıtta, sonra devam eder:
Aynı anda biliyoruz çiçeklenmeyi ve solmayı. Bir yerlerde aslanlar dolaşıyor daha, bilmeden, aslan oldukları süre, güçsüzlük nedir.
Aslan bile olsak bir dizede ne yapabiliriz ki? Demek ki çelişki bir bilinmez değil ama kesinlikle bir bilmeme yeridir, ve biz daha onu düşünmeden onunla ilgili bilmediğimiz başka bir şey önümüze çıkar. Ne yapacağımızı bilmezsek de geriye dönmektense derinliğine ilerlemek, belki yapmamız gereken bu, ve neyin bilinmez olduğuna ne kadar yaklaşırsak o kadar da neyden uzaklaştığımızı dair bilgiye sahip oluruz. Derinlemesine bir şeyde yol olmak, ve bu yolda derinliğin yittiği ama sadece derinlikten ibaret olan şeye varmak: Uçurumun tepesinde bir anemon. Ama orada bile Rilke’nin bir sonraki dizesi bizi bulur:
Ama biz, bir şey düşünürken bile, tek bir şey, duyuyoruz öbürünün ağırlığını.
Öbürünün ağırlığı, ama diğer öbürünün ağırlığından sonra. Hayır, yazmak hâlâ bir çelişki, ve neden kitaba dönüşmek istediği, neden kendisinden kopacak olana izin verdiği bilinmez: çelişki kitaptır çünkü yine kendisi yazmayı sonlandırır.
Maurice Blanchot üzerine bir şeyler yazmaya çalıştığımızda, bir şeyler düşünmeye başladığımızda önümüze dikilir Karanlık Thomas. İlk kitabıdır Thomas, bütün kitaplarının ilki, bütün yapıtlarının başı, bütün yapıtlarındaki o karanlık nokta. Kitap hem Blanchot için bir ilk kitaptır hem de kendi açısından da bir ilktir ve bir ilkin tüm özgünlüğünü taşır. Karanlık Thomas bir ilk deneyimin tüm zenginliğini yoksulluğuyla birlikte içeren, içerdiğinden çok çıkartıldığıyla artmış ve Blanchot tarafından eksiltilerek kendinden çıkartılan bir bilinmez. Çelişik bir dil ve çelişik bir kitap, çelişik bir çelişki ve karşıtlar arasında katıksız bir karşıtlık. Yazmak zordur bu kitabı, hele yazacak bir şeyimiz yoksa, hele de bu yokluk bize kendini göstermezse. Yazabiliriz ancak yazamayız da. Öyleyse kitaptır kitap olmayan: ama yapıt, ve “yapıt nesnede yok olan şeyin ortaya çıkmasını sağlar”. (Blanchot, Yazınsal Uzam) Maurice Blanchot yazmak için yazmayı ayırdığında, ortaya çıkan şeyin ışıltısı yine yazdıklarının yazıya dönüşemeyenden aldığı güçten kaynaklanır. Blanchot, Karanlık Thomas’ı yazdığında kitap henüz ortaya çıkmadığından, kitaba yeniden müdahale edilmiştir -ilk basım büyük oranda azaltılmıştır-, yapılması gizemden yana olan bu müdahale kitabı büyük oranda kısaltarak daha bir dışarı çıkartmıştır; belki okurun huzuruna.
Kitaba girmek için sabır gereklidir. Asla kitap dememek için de tüm hazırlıklarımızı yapmalı. Bir kitapta neye kitap değil denir? Bir kitapla ilgili düşüncelerimiz varsa eğer karşı bir kitaba mı dönüşür, bir kitabın içinde, kenarlardan gitmek, sonra notlarla yeni bir kitaba malzeme toplamak nedendir, bunları düşünmeliyiz. Düşünmeye başlayacaksak da, öncelikle asla kitap demeyen düşünceyi öğrenmeliyiz. Bu yüzden eleştiri asla kitap dememek olmalı belki de. Eğer düşüncelerimizde kitap kitap değildir gibisinden bir kapı açarsak, kitapla kitap arasında düşünce de kendince bölünür, ama bu bizi korkutmasın, düşüneceğimiz bir kitap önceden düşünüldüğünden orada tanıdık bir şeyler her zaman vardır. Yine de buna güvenemeyiz, çünkü kitap bir mezardır, ve Edmond Jabés’in bir şiirinde dediği gibi: “Sakının mezarlardan. Her zaman konuksever değildirler.” Mezara eğer önceden girmemişsek, mezar bize, bir ölüyü karşılar gibi açar kendini. Yine bu şiirde “Kitap labirenttir” der ve labirente bu dizeyi de sokar, devamında bu dizeyi bile geride bırakacak cümleler:
Çıkıyorum sanırsın, daha da gömülürsün içine. Tek bir kurtuluş olasılığın bile yok. Yapıtı yıkman gerek. Orada çözüme ulaşamazsın. Yazıyorum işte, yavaş ama kesin artışını sıkıntının. Duvar ardına duvar. Sonunda kim bekliyor seni? –Kimse. Kim senin sayfalarını karıştıracak, çözecek, sevecek? –Kimse hiç kuşkusuz. Tek başınasın gecede, dünyada tek başına. Yalnızlığın ölümün yalnızlığı. Bir adım daha. Belki biri gelir, duvarı deler; senin için yolu bulur. Yazık! Kimse buna kalkışmayacak. Kitap adını taşıyor. Adın, kendi üstüne kapandı, el, beyaz silahı sıkar ya, öyle.
Dünya evrende yalnızdır, dönüp dönüp durur, insan ise kendi dünyasında tek bir kez yalnız kalma şansına sahiptir. Bu şansını nasıl kullandığını da ne kendi ne de bir başkası bilir, bu yüzden yalnızlığı onun doğumuyla ortaya çıksa da bir daha görünmez. Ve yalnızlık denen şey tam olarak kavranamadığından onunla yer değiştirerek kendimizi avuturuz. Sanki yalnızlık bizizdir, onu öyle de içten hisseden olur ki, birçok kez “yalnızım” der insanların arasında. Kimi de kendini kitaplara verir, içinden çıkılmaz bu yalnızlık deneyimine bir anlam, bir anlamsızlık arar. Çoğaltır yalnızlığını, birden fazla parçaya ayırır onu, ve her bir parçasından farklı bir ses duyulur yalnızlığının. Bir kitap yazar yetmez, onu yok eder başkasıyla. Diğerleriyle konuşur, paylaşır, ama sıkıntısı daha da artar, bilinmez bunun nedeni; ve döner kendi yıkıntısını karıştırır, orada anımsamaya başlar birçok şeyi, unutuluşlarına dokunmadan, ölümü de rahatsız etmeden. Yine de eli boş döner, anımsadığı şeyler artık ölüme ait olduğundan, sanki orada değillermiş gibi gelir ona. Belki biri vardır orada, ölmüş de henüz ölümünden ayrılmamış biri, ama böyle birinin ölümüyle yalnızlık nasıl yaşanır. İnsan yazar, ve yazdıkça duramaz, bir an gelir kitaba gömülür, ve kitap çoktan bitmiş olduğundan yazı da oradan ayrılmıştır, artık onun yalnızlığı kendine başka bir varlık bulmuştur. Artık o, kendisinde ve başka bir şeyden söz edebilme olanağını yitirmiştir, ancak henüz ölmediğinden yaşamadığı sonucuna da varabiliriz, ve tam bu anda önünde kitap açılır. İçine baktığında kitap da bir deliğe dönüşür, kitap aradığı kişiyi bulmuştur, kendini. Yine Jabés:
Gülünç, karınüstü duruşun. Sürünüyorsun. Duvarı temelinden kazıyorsun. Kaçıp kurtulmayı umut ediyorsun, bir fare gibi. Sabahleyin, yola vuran gölge gibi. Ya bu ayakta durma isteği, açlığa ve yorgunluğa rağmen? bir delik, yalnızca bir delikti, kitabın talihi.
Kitaptır o. Bir başlangıç yapılacaksa önceden başlangıcı yitirmeli, ama sonuna kadar yitirmeli, bunu nasıl yaptığımızı bilmeden. Bütün bu yazma çabamız Maurice Blanchot’nun Karanlık Thomas’sının ilk cümlesinin öncesinde bir şeyler bulma çabasıdır. Çünkü ilk cümleye güvenemeyiz, bizi kitaba sokmayabilir, ve eğer onu bir okuma deneyimine gireceksek neden yazdığımızı açıklamalıyız, ama kime. Hem Thomas kitaba ilk cümleyle başlamadığı gibi bir ilk cümlenin yokluğuna sahip de değildir. İlk cümle onun bulmaya çalıştığı bir son, elden çıkarmaya çalıştığı bir başlangıçtır. Yine de bütün bir kitap bir ilk cümledir, kitabın girdabına yakalandığı bir cümle. Öyle ki, bu cümle kitapta gizlenmiş olmasına rağmen bulunuşunu da kendisinde saklar:
Thomas oturdu ve denize baktı.
Thomas oturdu ve denize baktı. Kendisini oraya getiren şeyi düşündü, durdu. Yazı durdu. Blanchot Yazınsal uzamda “Gerçek okuma asla gerçek kitabı tartışma konusu yapmaz.” der. Öyleyse ondan okunacak bir yapıt mı yaratmak gerekir, okunacak bir yapıt neden yazılır, insanın kendine giden yolda bize gerekli bir araç olduğu için mi? Bir sanat çalışması olduğundan mı; yoksa ölümle yeniden yakınlık kurmak için mi, onda kendimize sahip olmak için mi, nedendir? Bütün bu sorular önceden sorulduğundan, dönüştükleri yanıtlarında bize ufka yeniden bakmamız gerektiğini mi söyler? “Thomas oturdu ve denize baktı,” çünkü bu cümle diğer bir ufuktur: Yazınsal alanla düşünsel alan arasındaki ufuk. Thomas ufku görür, ama gördüğünün gerisine düşer, nesnelere, yüzücülere, denize. Blanchot mükemmel bir başlangıçla kitapla kendisi arasında en uygun sınırı belirler. Bir başlangıç için en uygun yer sınırdır, ve onu yaratmak öncelikle bu sınırın aşılmasıyla olur. Çünkü sınır, temelde iki şey arasında olan bir şey değildir, bu yüzden ona iki şey arasında olmayan demeli. Ufukların ona bakan kişiye hissettirdiği şey ötede nelerin olabileceğine dair beklentilerdir. Blanchot için bir ufuk vardır, ancak beklentileri de vardır, ve bilir ki dışarıdaki ufukla içerideki ufuk kesiştiğinde bir şeyler aşılır, bir şeyler kurtarılır. Tıpkı, unutmanın derinliğine karşılık yapabileceğimiz şeyin derinliğine anımsama olması gibi. Eğer unutma ve anımsama arasında bir sınır varsa, bu aynı zamanda bir ufuktur. Ve aslında ayrıldıkları yerden birleştiklerinden en iyi unuttuğumuz şey en kolay anımsanacak olandır. Bu yüzden en temel ayırıcı güç bir sınır olarak ufuktur, ve ona yaklaşıldığında bizi yokluğuyla karşılar, orada hayrete düşeriz. Birçok kez ufukta gökyüzüne dokunabileceğimize dair düşler kurmuşuzdur, oraya gidip bunu elimizle yapamazsak da hep yapabileceğimiz düşüncesi elimizde kalır, çünkü orada, düş ve gerçek arasında bir yol bulmuştur şiir. Bir dize işte, bize tekrar Thomas’ı hatırlatan: “Sahiller uyuduğunda, deniz düştür, kitap unutuş.”(Jabés)
Blanchot aşmak der, ama aşılmayacak bir tarzda: “Aşmak ötesine geçmek demektir ancak bizim ötemize geçen şeyi destekleyerek, ondan caymadan, ya da onun ötesinde hiçbir şey amaçlamadan.” (Yazınsal Uzam). Karanlık Thomas’da, Blanchot bir şeyler dener; ilk kez o yapmamışsa da bunu, ilk kez o bir romanda yapar. Aşmak, öncelikle önümüzde devineni, bizi gerisinde tutanı aşarak olmalı; düz çizgisel bir varoluşla önümüzde duranı değil. Düşünme alanımızla evren arasında, sessizlikle sessizlik yokluğu arasında başka türden bir dil arayışıyla, aşmakla aşılamayacak olanın da diline kulak vermekle. Bunca ölmekte olan, ama bir ölüye dönüşen bunca şeye rağmen nereden başlamalı, eğer geriden başlanacaksa bile orada bize ait ölmüş olanı bulabilir miyiz? Ölmüş bir şey yeniden bizim için ölebilir mi, aşmak denen şey hep önümüzde mi duracak böyle? Evet, ötesine geçmeli onun, ötemize geçecek şeye izin vererek; ama ileriye işaret eden aşmakla hep geride değil miyiz? Kendimizi mi aşmalı, omuzlarımızın üzerine mi çıkmalı, nereye? Soruyu aşabilecek miyiz? Soru sormadan, yanıta gerek kalmadan, öylesine bir hayatta kalma olamaz mı? Nedir soru? Yanıt mı? Aşmak belki de Thomas’nın onca yoldan sonra geldiği o ilk cümle: “Thomas [orada] oturdu ve denize baktı.” Böylece aşmanın sınırına bir türlü varamaz olduk. “Sınırda bulduklarımızı daha yakından irdelersek, nasıl kendi içinde bir çelişki kapsadığını ve bununla kendini eytişimsel olarak tanıtladığını görürüz. Sınır bir yandan belirli-Varlığın olgusallığını oluştururken, öte yandan onun olumsuzlanmasıdır. Ama dahası, Sınır bir şeyin olumsuzlanması olarak salt soyut bir Yokluk değil, tersine varolan bir Yokluk yada bir Başkası dediğimiz şeydir.” (Hegel, Mantık Bilimi)
Kendine sınırda insan bir çalışmayla dönüşür, dönüştüğü şeyde dönüşümü kaybederek olmadık bir sınıra varır. Olmadık bir sınırda, sınırın bittiği o en uç noktada başladığı yere varır. Bir başlangıç olarak bu sınır, dışarısına kadar açar onu, kendi dışarısına kadar, ve oradan dışarının kendisine. Dışarı, dışarıda olanın yaklaşmadığı yer olarak, kendi olanaksız varoluşunda olanaklının dışındadır. Dışındadır. Sınırlı varlık olarak insan, yapıtı yoluyla kendini aşar, bir nesne yapar, dünyadan bir yokluk alır bir varlığa dönüştürür. Görüneni, biçimi yoluyla görüneni içeriği yoluyla gösterir. Görünmez olanı görünüründen çekip çıkartan sanatçı insan, görünmezi de görünür kılar, bir kereliğine yapıtta ortaya çıkan şey, gecesinde dinlenendir. Onu sanatçı da tek başına çıkartamaz, sanatçı tüm varlığıyla kendini unutuşa verir, dünyanın başlangıcına gider, ve orada yapıtına sınır arar. Yapıt dediğimiz şey sanata bir belirlilik katmaktır. Ona bir dünya vererek, onu dünyadan çekip almaktır. Yapıt böylece aşılmış bir şey olarak bizi aşacak şeye izin verir. Öyleyse, bir sanat çalışmasında sınır, bu sınırı var eden şeyi dönüştürmek olmalıdır. Bir müzik parçasında onu bestecisinin yapan şeyi bulmak belki de.
Gerçeğin sürgün yeri olan, masum bir oyunun tehlikesi olan, insanın içi ve sınırı olmayan dışarısına, onun yapabildiğinin dışına ve olanağın tüm biçimlerinin dışına atıldığı yere bağlılığını doğrulayan sanata sahipsek eğer, bu nasıl olmaktadır? Nasıl, eğer tümüyle olasılıksa insan kendine bir sanat sunar? Bu gerçek diye adlandırılan, aydınlığın yasasına uyan zorunluluk olan zorunluluğu karşıt olarak, onun ölümle, olasılığa ait olmayan, ne egemenliğe, ne anlamaya, ne de zamanın işlemesine götüren ancak onu kökten tersyüz etmeyle karşı karşıya bırakan bir ilişkisi olduğu anlamına gelmez mi? Öyleyse bu tersyüz olma yapıtın ulaşması gerektiği, üstüne kapandığı ve sürekli olarak onun üstüne kapanabilecek ve alıkoyabilecek kökensel deneyim olmaz mıydı? Demek ki son artık insana bitirme, sınırlandırma, ayırma, böylece kavrama gücü veren şey de değil de sonsuz, kendisiyle sonun asla aşılamayacağı çok kusurlu sonsuz olmaz mıydı? (Blanchot, Yazınsal Uzam)
Demek ki yazmak biraz da yazdığından kaçmak gibidir, ama hatalı bir şekilde; yazmak kendi kendine dönüşsün diye, çünkü dünya da belki evrende bir hatadır. Bizler ise sınırlı varlıklarız. Bu yüzden sınır bizim için aşılması gereken şeydir. Bütün bir sanat tarihi, kendini aşmaya çalışan, varlığı aşmaya çalışan, kendi kendinin aşma sınırına varmış insanın, sanatı da aşılacak bir şeye dönüştürme tarihidir. Aşılmış çaba olarak sanat çalışması, malzemesini bu dünyadan alsa da yapıtı başka bir dünyada açılır. İçinde olduğumuz dünyanın dışına çıkmaya çalışmak, bunu bir sanat çalışmasıyla gerçekleştirmek, kendi içimize doğru yol almakla olur. İçe doğru bakışın, içe doğru dalışın, içe doğru açılmanın, tüm iç çekişlerin diyebileceğimiz genel bir iç çalışması bizi sınırsızın alanına götürür. Sınırsız bir iç olarak dünyamız kendi sınırımızdan, kendi biçimimizden içe doğru, geceye doğru bir yol olsa bile, düşünce bize bunu bu kadar basit düşünmeye de izin vermez. Oraya doğru yol almak, cesaretle, yol yokluğunu da göze almakla olabilir. Oraya doğru, içe doğru, sanata doğru bitimsiz bir deneyime doğru gitmek, bir iç uzaklığın hiçbir mesafeye izin vermediği yerde yine Rilke ile karşılaşmak. Rilke burada “içimin açılması” der, Genç Bir Şaire Mektuplar’da; “iç” dediği yer, herkesin kendi içi diyebileceği kimsesiz bir bölgedir. Oraya varmak, “içe dönmek ve orada saatlerce kimseye rastlamamak”, sonra “azıcık sessizlik ve yalnızlık” dolu yaratma arzusu. Oraya gitmişken, orayı açmak, orada açılmak, bir gül (Rose) olmak. Ve “bu içe dönüşten, bu kendi dünyamıza dalmaktan mısralar doğarsa” sanat bize yeni sınırlar verir, aşılarak yok edilecek yeni sınırlar; öyleyse en yükseğe çıkalım ve içimize bakalım, ama sormalı hiç sorulmamışı: o iç denen şey sadece içimizde midir?
Blanchot Karanlık Thomas ile yazıyı arar, yazıyı yapıta dönüştüren simyayı; ancak yersiz bir çabadır çünkü yazı elindedir ve tüm boşluğa attığına karşılık boşluk ona atma olanağını yeniden verir. Yazı, Blanchot’nun alanında mezarını genişletmiştir. Yazı kendini onun aracılığıyla içerden açar, dışarıya kapalı gibi görünen, bu yüzden onu dışarıyla ilişki olarak anladığımız bir şekilde. Belki de bu yüzden Karanlık Thomas’nın sularına kapıldığımızda hissettiğimiz ilk şey olarak derinlik yüzeyde kalır. Karanlık Thomas’nın sularında derinlik kaybolmuştur, bu yüzden ne bir kuyudur ne de kara bir deliktir. Ancak karanlık olduğu apaçıktır ve bu yapıtı kavramak bizzat kavramın kendisine mal olur. Öyleyse Karanlık Thomas’da ne aradığımızı bilmemenin rahatlığıyla bir ilk söze başlamak, diğer bütün sözleri geride bırakmış olmak gibi olmalıdır. Sularına kapıldığımız bu yazı bize boğulmayı garanti etse de boğulmanın bizi kurtaracağından emin olmamak gerekir; çünkü yazının önünde yazı durur ve önümüzde duran su düşüncesi bizi suyun içinde düşünmekten ayırır ve içimiz harflerle dolar. Kitapta sözcüklerin bize o kadar gerçek göründüğü düşünüldüğünde, onları oluşturan harflerin gerçek birer kemirici canavar olduğu söylenebilir. İçerden içeriye doğru kemiren bu canavarlar aynı zamanda kitabın da içerden kemirici gücünü doğrular. Kitaplar vardır içerikleriyle gerçekte büyük yaralar açar, ve kitaplar vardır kitaba dönüşmüş şeyin, belki bir ağacın hüznüyle yoğrulmuştur. Her kitap içindeki ölümün yoğunluğu kadar anlamlı olsa da biz de kitabın zamana yayılmış mezarıyızdır, kitap bizde ölümünü bulur çünkü ona hayatı veren biziz. Tıpkı Thomas’nın yolculuğunda ölümün kılıktan kılığa gizlenmesi gibi, ve tüm bu varoluş her şeye bulaşarak taşınır. Karanlık Thomas anlaşılmaz değildir, anlaşılmazın merkezidir, ve kitap bu merkezin üzerine kapanır. Eğer ölüm dürtüsü bizde saklanmış cansızın bizden bizi istemesi ise, kitap da bu dürtüyü harekete geçiren temel suç ortağıdır, ve bizi sürüklemeyi sürdürür.
Bir bakıma Karanlık Thomas bir kitap değildir, çünkü içeriği yoktur, en azından varsa bile bu kapalı ama devinen bir içeriktir. Üstelik “kapalılık” bizi onun içine soksa bile orada bir içerinin ölçülmezliği önümüze çıkar. Anlaşılmaya direnen bir içerikle bu yapıt, anlaşılmaya direnmek için bozulmuş gibi. İçinde bulundurduğu her şeyin yokluğunu da içermeye çalışan bir kitap, hatta böyle bir olanağın imkânsızlığının peşine düşmüş bir yapıt. Kitap, adına uygun bir şekilde Karanlıktır ve aydınlatılmak için Thomas bize yardım etmez. Thomas karanlıktır ve karanlık da Thomas’dır. Basitçe bir yer değiştirme oyunu olarak görünen bu cümleler bizi bir sınırda tutar. Birbirinde yiten iki varlık arasında olan bitene yetişemeyen bir sınır. Ve bu kitabı okumak sınır yokluğunu göze almakla olur. Belki karanlık bir bakışla Thomas’ya bakıp ondaki görünmeyende bir olanak bulma ümidi bulunabilir, ama kim bilir? Evet, kim bilir? Belki de sormalı Blanchot’ya, neden Karanlık, neden karanlık bir Thomas olmalıydı? Bir karşı yazının, bir karşı romanın, bir karşı yapıtın arayışında olan Blanchot’ya son noktayı koyma becerisini veren nedir? Blanchot, Karanlık Thomas’yı nasıl oldu da durdurabildi ve sonlandırdı? Üstelik sonunda onu eksilterek. Adına karanlık diyebileceğimiz bir üslupta yazıldığı görünen kitap aslında ne yazılmıştır ne de yazılmamıştır, ancak önümüzde sabırsızca durur. Hatta bunu böyle de söylemek yerine Karanlık Thomas’yı meydana getiren sözcükler sanki tüm anlamı tüketmiş ve yorulmuş sözcükler gibidirler, yaşlanmış bir sözcüğün o ölümcül dinginliği gibi bu kitapta her bir sözcük kendinden emin bir şekilde sürekli hareket halindedir. Ancak böyle de değildir, kitapta Thomas, bir oluş içinde ve Thomas’ya doğru oluşunu kaybeden bir varlıktır. Oluştan oluşa oluşun da kendi oluşu içinde bir deneyim, bir yazma deneyimi ve salt deneyim olana dönüşme: deneyimden olma. Deneyimi deneyimlemek, kitabı azaltmak, anlatmak için anlamı yok etmek ve en sonu karanlık bir anda bizzat bu karanlık olana şeye karışmak. Karanlık, yeterince açık bir kavram, onunla ilgili ne kadar belirsizlik yaşasak ne kadar bilinmez düşünsek o kadar anlaşılır hale geliyor. Her şeyi yutabilen, her şeyi aydınlatabilen şey, bilmenin de gecesi; kaygıya, o düşünemediğimiz kaygıya bir son olanağı veren de karanlık.
Kitapta bilemeyeceğimiz tek şeyin neyin karanlık olduğuysa da bizi aydınlığına çeken şey de yine budur. Bizi kendi sırrına doğru yazdırmaya çeken yazı bizde yarattığı diğer bir sır yoluyla kendisini bilmeye hatta aşmaya çalışmaktadır, belki de sırrını gizleyen şeyin ne olduğuna dair bir beklenti. Yazı, en temel sırdır, temelde sır olanı saklar. Karanlık Thomas bizim için yazılmış bir yapıt ancak yazıda saklanmış Thomas ile karşı karşıyayız. Gizle ilgili tüm kavramları sonsuz biçimde kullansak bile bir anahtar yok bizim bu kitabı yapıt yapan şeyi anlamamız konusunda. Herhangi bir biçimde bu kitabı anlamış olmak bizi en başa götürür. Yine de anlamak bizden başka türden bir anlayış bekler, üstelik düşünmenin bize verdiğine bir de vermediğini eklemek hatta çıkarmak da gerekebilir. Blanchot’un yazınsal alanda yaptığı yolculuk özellikle kendisini bu noktaya getiren yoldan bir çıkış arayışıdır. Onca yolun sonunda onu kendi yolculuğuna başlatan düşüncenin onda yaptığı yolculukla kesiştiği noktada düşünce, Thomas’yla karşılaştığı yerde bizim ne bulacağımızdır. Blanchot’nun Karanlık Thomas’yla yaptığı şey tam da bir kitap var (yok) etmek olmuştur, kitapta Thomas’nın yaptığı ise bu kitabı tersinden var etmek. Ancak Thomas bu kitabın ne içinde ne de dışında biri olarak yazarla arasında üçüncü türden bir ölüm-kalım savaşına girmiştir. Thomas, Karanlık Thomas’da Blanchot’unun kalemini elinden aldığı gibi, kalem de yine Blanchot sayesinde Thomas’yı durdurmuştur. Thomas kitapta başkalaştığı biçimde biçimsizliğin her haline girmeye çalışır, onca özne ve yüklem arasındaki başkalaşım, en güç var-yok oyununu bile zorlaştırır. Zıtlıklar çekiştikleri oranda yakınlaşıp sürtündüklerinde kitaptan yayılan parlaklık karanlığı sızdırsa da Thomas da karanlığı emer.
… zıt kelimeleri taşlar gibi birbirine sürterek onları yaklaştırmak için en ufak bir girişimde bulunmuyorlardı. (s.89)
Kitapta bildiğimiz Thomas, gittikçe bilinmeyen bir dönüşümün içinde bilinmeyenin kendi dönüşümü olur. Karanlık Thomas’yla girebileceğimiz tek ilişki onu okumaya çalışmak, ve kitap da içindeki gizlenmiş bir varlık aracılığıyla bize bu olanağı verir, kitabı okuruz ama bizi yine bu varlık kendi gizli kitabına doğru sürükler. Onda en başından beri sezdiğimiz şey kutsala dair bir bilinmeyen, ancak kutsal olan bile yüceyle olan ilişkisi nedeniyle adlandırılabilir ve kavranabilir. Oysa yapıtı yapıt yapan şeyin ne olduğu yapıtta gizlidir, bizden ona geçmiş bir varlık gibi düşünülse bile düşüncenin bu oyununa gelemeyiz. Çünkü, Karanlık Thomas yazılmış bir yapıt olarak yazılmış olduğunu işaret etse de, bu yapıtın yazarından neyi aldığını bilemeyiz. Blanchot, Karanlık Thomas’yı yazmak zorundaydı çünkü yazmakla kurtulabileceğini düşündüğü şeyin sularına kapılmıştı. Böylesi bir kitabı diğerlerinden ayıran şey öncelikle yazarıdır; ve bunun yanı sıra, asıl ayıran şey, yazarı da diğer yazarlardan ayırmaya çalışan güçtür. Yine de Blanchot bir yazar değildir; belki de fazladan, bir yazar olmamayı becermiş biri.
Belki de başlangıcın gücünden olsa gerek hâlâ oradayız ve aşmaktan yana düşüncemizde ısrarla, bu ilk cümlede biraz daha kalacağız. Hegel için aşmak belki de kartal bakışlı olmayı gerektiriyordu, eğer önümüzde, uzakta aşılmaz bir şey duruyorsa onu bakışımızla delip geçebiliriz, bakışımızla ondan ötesinde duranı çekip alırız. “Bakış insanın eğilişidir” diyor Benjamin. İyice eğilip bakmalı, ama kartal gibi de yüksekten, ve bakış sınır tanımaz ama baktığı şeyden bir beklentiyle geri döner. Ya da Blanchot’nun dediği gibi: “Görmek, bu nedenle, anında uzaktan kavramadır.” Bakışı, Thomas’nın oturduğu yerden bir bakıştır, gözleriyle görmek yerine göz olmak, derinlemesine görmek için Kavramdan ibaret göze dönüşmek, ve bir o kadar da gözün içine dalmak. Orada, oturduğu yerde değildir, ama orada oturduğu yerde denize bakar. Thomas’ın beklentisi boşa çıkmaz, ona yanıt gelir baktığından: gerçeğin sürgün yerinden, insanın içi ve sınırı olmayan dışarısından. Thomas, dışında olduğu yerle dışında kaldığı yer arasında bir yerde dışarıdadır.
Eğer, Hegel’e felsefenin en zor metnini, Fenomenoloji’yi yazdırtan şeyi bulursak neden kartal bakışlı olduğunu da anlayabiliriz. Düşüncenin uzak ve keskin bakışlarla nasıl kendi içinden aşılmaya çalışıldığı, ama her seferinde bu aşmanın da bir sınıra vardığını en iyi bu kitapta görürüz. Fenomenoloji hiçbir zaman giremeyeceğimiz bir yerde doğmuş ve kendini güvenceye almıştır, orası kafamızın içidir -ama Hegel’in-, bu yüzden bu kitap aşılamaz, çünkü baştan sona Hegel’in Fenomenoloji’sidir. Hegel onu yazmak zorundaydı, çünkü Felsefe o uzun yolculuğunda Hegel’de konaklamıştı, ve onun yapması gereken yazmaktı: “Bu dizginlenemez taşkınlığı kendini bir nesne olarak dinginliğe getirmeli, ve bilince varmamış olan coşku ona önceki durumda sanatçının coşkusuna karşı duran yontu gibi, karşı duran bir çalışma üretmelidir, tıpkı bir çalışma ki, hiç kuşkusuz eşit ölçüde tam olmalıdır, ama kendi içinde dirimsiz değil, tersine dirimli bir ‘kendi’ olarak.” (Hegel, Tinin Görüngübilimi). Ne ilginçtir, büyük yapıtları tanımlarken “anlaşılmaz” kavramı sık sık kullanılır, gerçekten de doğru ama eksik bir ifadedir, Fenomenoloji sadece anlaşılmaz değildir, aynı zaman da anlaşılır da. İster anlayalım ister anlamayalım, bu her ikisine de yol açar düşünce, ve eğer düşünce bir devinimse anlaşılmaz için de bir dil üretebilir. Yine de Karanlık Thomas bir fenomenoloji değildir, orada düşüncenin devinimi değil ama düşünülenlerin deviniminden söz edilebilir. Bir romandır o, kişileri olan, kişi hallerinden çıkıp başkalaşan, bunun için birbirlerine karışan ama karıştıkça ayrışabilen.
Peki Tin nedir? Bu kitapta bir Tin var mıdır? Hegel’in en zor kavramlarından olan Tin, kendisi ve onca başkasının, üzerine o kadar yazdıklarına karşın hâlâ gizemini koruyor, ve gerçekten bir Tin olmasından olsa gerek var olmak için var olmama yeteneğine sahip. Karanlık Thomas Tin’in bir başka yapıtı mıdır, yoksa Tin’in yokluğunu kanıtlamak için Blanchot’nun cesur bir girişimi midir? Tin var mıdır, Hegel gibi düşünürsek Tin Karanlık mıdır yoksa daha da onu kendi yapan şey mi? Tin nedir, ama daha çok ve daha az olarak nedir o? Thomas kimdir? Blanchot Tin’i bilir ama onda yeni bir şey keşfeder. Hegel, Tin için: “Şekil, konuşma ve edimde düzgüsüz yaratıklar tinsel şekillenmeye çözülmektedirler, -kendi içine çekilmiş bir dışa, ve kendini kendisinden ve kendisinde dışa vuran bir içe; kendini yaratan ve şeklini kendisi ile uyum içinde saklayan ve aydınlık bir dış varlık olan düşünceye. Tin sanatçıdır…” (Tinin Görüngübilimi) diyorsa, oturup düşünmek gerekir, ama Blanchot Tin’i yeniden düşünmez, ondaki dinginliği bulur; ona karşı, yaratma, ad verme ve yasayla olan sonsuz ilişkisinden dolayı dikkatli davranır, gerekirse var olması gereken bütünüyle var edilir. Böylece sonuna kadar düşünülecek şeye yol verir, onu sonuna kadar düşünür ama gitmesine de izin verir. Blanchot için düşünme ya da Tin katıksız bir kendiliktir, adına beyaz diyeceğimiz bir düşünmedir, ama öyle de beyaz ki, görünmediğinden onu düşünmek imkânsızdır. Katıksızdır çünkü yansızdır. Blanchot’da düşünme beyazdır, ama geceye yabancı olmayan, kendisini o görünmeyen beyaza yakınlaştıracak beyaz. Beyaz düşünme, soyutlamanın gücüne karşın soyutlanamaz olanı, ama somut olmak da istemeyeni düşünür, sanki hiç düşünülmemiş gibi ilk kez önümüze çıkar ve büyüler bizi: bu anda sanki düşünüyoruzdur. Belki bir düzenleme gerektirir diğer düşünmeler gibi ama düzenlenmiş değildir, düşünmek ya da yazmak onda ışıl ışıldır, ve parıldama tek düzenleyicidir. Blanchot düşünmez ama konuşur, düşündüklerine onların kendi dillerinde yanıtlar arar, onlara düşünmeyi anımsatır: “Her şeyden önce konuşmak, ama, aynı zamanda, düşünmek.” Düşünme yalın ve saftır, o “seni düşünüyorum”daki kaynağı belli olmayan ama oradan ışıldamış olan, koruyan ve kurtaran yüceliktir. Beyaz, dinginliktir ve o yüzden Thomas oraya oturmadan önce sayfa boştu ve beyazdı.
“Thomas orada oturdu ve denize baktı.” Varlığı düşündü, ve düşündüğünün varlığı karşısında düşünmekten oldu, bir oluştu belki. Saflık karşısında kendisini “o” yapan şeyin varlığından kurtuldu, hiç kimseye dönüşen biri değildi, saflık düşüncesi onda saflığını buldu ve saflık, kavramın saflığından dolayı dönüşemediği şeyin yokluğunu hissetti. Thomas ise orada kendisiyle “Thomas” kelimesini birleştiren bağın koptuğunu hissetti: yaşadığı artık yaşam dışı bir dille anlaşılacak bir çifte yokluk oldu. Thomas, “Thomas orada oturdu ve denize baktı” cümlesinden önce bir yokluğa sahip değilken yokluk ona sahiptir, ve cümlenin sonrasında bir başka yokluğun eline düşer. Kitap bu çifte yokluğun ufkunda, bu birbirine değmeden kalabildikleri o olmayan sınırda yeri olmayan bir yazma çalışmasıdır. Karanlık Thomas kitabın kendisidir, kitabın varlığının ve yokluğunun boş ayrımı yerine gizlenmenin gizlice ortaya çıktığı yeni bir uzam. Kitap, gizlenmenin gizlendiği gizdir, bu yüzden oradadır ve ortaya çıkması için Kavramın derin açıklığına ihtiyaç duyar. Karanlık Thomas bir giz, ama giz de değil, gizlenmiş bir şey, bir kitap görünümünde saklandığına inanmamızı isteyen, bizi düşündüren ama yine bu düşünmemizin kendisiyle bizi yanıltmaya çalışan bir kitap.
Thomas orada oturdu ve denize baktı.
Düşünebilsek bile düşünemeyiz de, ama bu ikisinden biri düşünülebilir değildir, hangisi sorusunun olanağı birini düşünebileceğimizi işaret etse bile aslında düşünemeyiz birini, ve bunlardan biri olarak o düşünülemezdir, ama bu düşünülemez bir o değildir. Düşünülemez olan düşünülemez olan yoluyla kendi kendinde düşünülemez değildir, bir düşünülmeyendir. Ama düşünemeyiz dediğimiz de tam da burada düşünemeyeceğimiz ifade edilir. Düşünmek ama düşünmek, ama ne? Nedir ama? Ama. Demek ki iki şeye dönüşmüş gibi görünen iki şey arasında bir bağ, ama belki çifte bir bağsızlığı doğurabilecek biçimde çatışan bir gerilim vardır, ve de yoktur. Ama işte bu ama’nın olanağı bu çifte bağsızlığı en uçlara götürebilir. En uç demeliyiz, çünkü uzaklığın olmadığı bir yerin bilgisine sahip değiliz, ve ancak işaret edebiliriz. Düşünürken ve de yazarken bir yer vardır ki o iki çatışan şey arasında derinliğine bir alan yaratır, ve bu iki şey tam da bu yırtıktan parıldar. Parıldarlar çünkü tutuşmuşlardır, ve varlıklarına yokluklarını kattıklarından, gittikçe saflaşan, ama çifte bir öze sahip olabilen kökensiz bir düşünme deneyimine dönüşürler. Kökensizliklerinde her düşünme sonsuzu değil ama sonsuz olarak ikideki ikiyi ayırt eder, iki düşünme arasında ikinin varlığı düşünmenin ikililiğini gösterir, ve bu yüzden düşünmek gerekir, düşünmek demek ki ikideki biri görür ve ayırır, ve bu sadece bir düşünmedir: bir düşünmedir.
Sonra, “onu anında yutan çalkantılı suların içine süzülüverdi” daha güçlü bir dalgayla. Thomas yüzmeye başlar başlamaz onu anında yutan çalkantılı suların içine süzülüverdi. Güçlü bir cümle bu, anlaşılmayan değil, baştan sona anlaşılır ve sondan başa anlaşılmaz bir cümle, onu tersten okumak, hatta tersten yazmak bile imgelem gücümüzü daha da artırmaz. Evet, bir şey var bu cümlede ama orada bulunmayacağı bir yer kurmuştur kendine, ve varlığı hiç kimseye bağlı olmadığından, ona ulaşmak yersizdir, ve ona ulaşmama olanağımızı da elimizden alır. Thomas’dır bu çalkantılı suların içine süzülüveren, ama cümleyi eksilttiğimizde bir şey süzülüverir (… süzülüverdi). Tekrar okunduğunda görülüyor ki süzülüveren biri ortaya çıkar, ama sanki daha da gizlenerek, gizli bir özne olmaktan gizlenmiş bir özneye dönüşür, üstelik yok oluşunu çağrıştıran bir şekilde süzülüvererek. Peki ama bu sözcüğü, ama yalnız bu sözcüğü nasıl söylemeli ki süzülüversin, hatta söylenmeye de bilsin. Bu imkânsız mıdır yoksa bir imkansızlığın diğer yüzü müdür? Thomas derken bir şey mi olur yoksa bir şey olmaz mı? Çifte varlık anlaşılır da “çifte ölüm” anlaşılmaz mı, yaşanır mı?
Deniz sakindi ve Thomas yorulmadan uzun süre yüzmeye alışkındı. Ama bugün yeni bir güzergah seçmiştir. Sis kıyıyı örtüyordu. Denizin üzerine bir bulut inmişti ve su yüzeyi, sahiden gerçek olan tek şeymiş gibi görünen bir parıltının içinde kayboluyordu. (s.7)
“Özne ve Nesne, Tanrı, Doğa, Anlak, duyarlık vb. eleştirilmeksizin tanıdık ve geçerli şeyler olarak temel diye alınırlar, başlamak ve geri dönmek için durağan noktalarla çevrilirler. Bunlar devimsiz kalırlarken, devim onların arasında ileri geri gider, ve bu yüzden ancak yüzeylerinde kalır. Böylece anlama ve sınama da bu noktalar üzerine söylenenin herkesin kendi tasarımında da bulunup bulunmadığını, ona öyle görünüp görünmediğini ve tanıdık olup olmadığını görmekten oluşur.” Hegel’in Fenomenoloji’de söylemeye çalıştığı şey, kavramlar oldukları gibi düşünülürse oldukları şeye dönüşme olanaklarının olmayacağıdır; çünkü dönüşüm, Kavramın deviniminin dönüşümüdür. Kavramlar aralarında-kavranır, aralarında dönüşür; aralarda Dönüşüm denen şey de bir kavram değil, ama devinen bir kavram olarak; Kavramın, dönüşümü dönüştürdüğü ama dönüştüremediği şeye değil de, yine de bir şeye, kavram-dönüşümünün olabileceği bir ara beklentisindeki Kavram ve Dönüşüm arasında gizlenmiş bir ve’ nin işaret ettiğine dönüşümüdür. Demek ki burası Kavranmazdır. Ve de Dönüşüm kavramı kavranmazdır, çünkü Kavram dönüşmez, ve kavramın dönüşümüyle dönüşümün kavramı arasındaki fenomen bizzat Fenomenoloji’nin alanıdır. Blanchot, Dönüşüm ve Kavramla burada oynar, burada her şeyi var eder yok eder, ve var edip yok ettiğini de varlıksız yokluk ya da yokluksuz varlık biçiminde yeniden var eder, ama yok ederek. Bu tarz bir düşünme de varlık daha bir varlık ve yokluk da daha bir yokluk olur, ancak ayrıldıkları yerden de daha bir ayrıldıklarından, birleştikleri yerden de daha bir birleşirler, sanki gerçekten varmış gibi ve gerçekten yokmuş gibilerdir. Blanchot için düşünme talih işidir, eğer hiçbir şeye sahip değilsen her şey senindir, ve eğer düşünmekten yana tüm bildiklerimizi unutursak orada yeniden düşünmeye başlayabiliriz: unutmadaki unutmada. Ve yazmak için öte beklentilerimiz varsa beklentilerimizi öteleştirmeli, beklenti hiçbir şeyi istemediği noktada kendi kendine yeterliliğiyle kendisine yeniden yönelir, ve beklediği değil ama hiç beklemediğiyle karşılaşır. Öteye Adım’da daha iyisini yazamayacağımız bir biçimde: “Yazmak, talihi aramaktır’ diye yazıldığı zaman, bunu yazan, kontrol edemediği karşıtlıkların gücüne uygun bir uyumsuzlukla karşılaşır; çünkü önce bunu yazmak gerekir, kaçırılan bir talih ilişkisini, yazıyı kaçırarak yerleştirmek gerekir; talih aranılamayacağına göre, arama artık talihe değil talihin beklentinse yönelir, kapalı olmayan oyunun bu kapalı alanında, yazının oynadığı yerde kesin yasalarıyla yasasız bir talih egemendir, talih aradığı zaman, ancak talih olabilmek için yazıyı arayan talih olarak ulaşabilir ona.”(Blanchot, Öteye Adım). Yine de dönüşüm, içinde gizlenmiş bir devinimle daha ani bir dönüşümün içine düşer, sürekli bir dönüşüm baskısıyla her şey dönüştüğü şeyden fazlasını yitirir, daha olduğu şey olmadan olduğu şeyin ölümünden de olur. Belki olan biten baştan sona ölümün devinimidir, ama aynı zamanda devinimin de ölümü. Bu “dönüşümün devinimini anlamayı, ve bu devinimde, dönüşümün kendisini, ölmekten arındırılmış ölümün saflığı olduğu noktaya değin” (Yazınsal Uzam) düşünmek, düşünceden arındırılmış o beyaza tutulmak gibidir. Ancak karmaşıklık bu kadar basit değildir. Eğer karşıtlığın kendi zıt olanıyla sürtüşmesinden bir oluş var olabilecekse var olur, ama varoluşun yeniden var edeceği şeyi kendisinde bulmaması gerekir.
Hegel’in belirttiği gibi “olgu amacında değil, ama ortaya çıkarılışında tüketilir”. Hegel için bu cümle ne kadar anlaşılırsa Blanchot için de öyledir. Yine Hegel şöyle der: “Tinin kuvveti ancak belirişi denli büyüktür; derinliği ancak kendi açınımda kendini yayarak yitirmeyi göze alacağı denli derindir.” Hegel’in noktalarına karşın Blanchot virgüllerle devam eder. Blanchot’nun Hegel’den ne denli etkilendiği Karanlık Thomas’da açıkça mevcuttur, ancak istediği de bu mevcudiyeti orada yok etmektir. Sonlandırmak için başladığı şeyi sürdürmek değil Blanchot’nun yaptığı; yapmak istediği, dur durak bilmeyenin, aralıksız sürmekte ısrar edenin geri dönüşleridir. Söz, onda her virgülde noktayı yerinden eder, yeniden söylenmek için kendini uykuya verir. Kesinlikler konusunda Hegel nasıl Felsefeden yanaysa Blanchot da felsefeden yana kesinliklerden uzak durur. Hegel’de Düşünme gelişmiştir, Blancot’da ise Düşünmeye söz hakkı verilir. Deyim yerindeyse, Hegel düşünmüştür ama konuşan Blanchot’dur, bu yüzden Blanchot uzakların diliyle söyler. Hegel, Kavramı karşıtıyla en iyi şekilde, yani Gerçekliğin yakınında bir yerde bağlamaya çalışırken, Blanchot Kavramdan karşıtını ayırmanın yollarını arar:
Birbirleriyle çelişen terimlerin bulunmadığı, acı çekenlerin mutlu olduğu, beyazın siyahla ortak bir özde buluştuğu mutlak gece. (s.66)
Bunun olanaksızlığını bilmesine rağmen bunu sürdürür, aralarda beliren anlamların belirişine izin verse de onun istediği dışarı çıkmak isteyen anlamayı kurtarmaktır. Bu yüzden Blanchot konuşurken aslında söz onda konuşur, söz onda konuştuğunun, konuşabileceğinin heyecanıyla sanki ilk kez için varlığı dile getirir, ve bunun sabırsızlığıyla sanki tek bir cümlede her şeyi söylemek ister gibidir. Blanchot’da söz tek bir cümlede tüm sözleri söylemek gibidir, ve sessizlik de ilk defa söze bu denli yoğun katılır. Karanlık Thomas’da Blanchot, kitabın ortaya çıkarılışında nasıl yittiğini yalınlaştırmak ister, Kitap olan şeyi daha da azaltmanın yoludur Thomas, belki de salt kitap olanın arayışıdır o: söz olanın.
… kitap masanın üzerinde çürüyordu. Eksiksiz bir yalnızlık içindeydi. Bununla birlikte, odada, hatta dünyada kimsenin olmadığından ne kadar eminse, birinin orada olduğundan, uykusunda yer aldığından, ona derinlemesine yaklaştığından, etrafında ve içinde olduğundan da o kadar emindi. (s.24)
Thomas, Karanlık Thomas
Thomas’nın çifte bir adı vardır, çifte bir varlığı ve çifte bir yokluğu, bu yüzden ölümle ilişkisinde olduğu gibi her şeyle ilişkisinin iki sonucu olur. Birini bilmek diğerini bilmemek, ve birini yazmak diğerini yazmamış olmak anlamındadır. Bu yüzden Thomas’yı yazmak diğer Thomas’ya da söz hakkı vermek gibidir, Thomas’nın denize girmesi, yüzmesi, kendisi içinde bulduğu su damlasından çıkması, suyun onun içine sızması, su düşüncesinin belirişi diğer Thomas’nın ondaki belirsiz ağırlığındandır. Diğer Thomas onun gölgesi, yani gerçekte karanlık olanı. Karanlık Thomas bir gölge ama Thomas’dan ayrı bir varoluş sürdürebilen bir varlık. Thomas’yla yazgısı en baştan belirlenmiş olmasına karşın o, Thomas’nın olduğu mekânın ayartıcısıdır. Karanlık Thomas, Thomas’ın gölgesi, ama onunla çelişen ona karşı ayağa kalkmak isteyen bir gölge. Thomas ve Karanlık Thomas, biri varken diğeri yoktur, diğeri yoklukta öbürü varlıkta yaşar. Biri öldüğünde diğeri mezarını kazar, biri ölmediğinde diğer mezarı kapatır, biri konuştuğunda diğeri konuştuğu söze sızar, biri oradayken biri buradadır, biri gecedeydi diğeri gündüzde, ve her ikisi aynı kişi olduğunda iki kişi olmak imkânsızdır. Karanlık Thomas’da saklı olan şey Karanlığın Thomas olduğu, ve bu yüzden her şey olduğu. Karanlık Thomas, karanlık gece, karanlık su, karanlık ölüm, karanlık kelime, karanlık yokluk ve hiçliğe kadar her şeydir. Aslında, Karanlık bu yapıtın yokluğudur: “Yazma deviniminin dışarının çekimi altında söz dışı, dil dışı olarak gelebilmesi için söylemin son bulduğu yapıt yokluğu.” (Blanchot, Konuşmak Görmek Değildir). Karanlık Thomas bütün kendi gerçeğinin yazgısıdır ve gücü okyanusların dipsizliğinde o ilk cansızın yüreğinde saklıdır. Karanlık ve Thomas arasında kaybolmuş anlamın yazısıdır. O anlam ki yazmanın sularına kapılmış bir yazarın susuzluğudur. En temel karanlık olarak k,a,r,a,n,l,ı,k harfleri dağıldığında “karanlık” kendi nesnesinin gecesinde yitip gider. Geriye kalan ise daha da geriye düşecek olandır, bir yapıt ki geriden başlanarak yazılmış. “Merkezinden her zaman çıkmış olan merkez gibi, yapıtsızlığın, yapıt yokluğunun alıkonduğu yapıttır bu.” (Konuşmak Görmek Değildir)
Karanlık Thomas, sonsuz denizin sularına kapılmış bir kıyı, oraya gitmenin tüm yollarının yerden kesildiği bir kıyı, bir kıyı ki orada mahsur kalan kişiyi ancak bu kıyının varlığını yok ederek kurtarabiliriz. Karanlık Thomas dünyadan düşmüş bir kitap, suları çekilmiş bir dünyadan, gökyüzü dibe vurmuş bir dünyadan Thomas’nın eline düşmüş bir kitap. Öyle ki Thomas kitabı açar açmaz kitap onu okurun bakışına bırakır. Karanlık Thomas’ya yakalanan kişi bilmelidir ki kendisi için dünyadan düşme tehlikesi vardır, üstelik bu deneyimi düşerek yaşama şansı olmayacaktır. Dipsiz bir derinliğe düşmek değil de “dipsiz bir derinlik” düşüncesinin dipsiz bir derinliğine düşmenin bizi daha da düşürdüğü o bilinçte açılmış yırtıktan aşağıya düşmek, o ölümün ölüme ayrımının doğduğu yere düşmek. İşte, orada “Thomas oturdu ve denize baktı.”
Blanchot sorar: “Gerçekten su muydu bu?” (s.8) Evet, gerçekten su muydu, yoksa karanlık mı? Eğer su idiyse bu soru neden, çünkü karanlıktı, göz gözü görmüyordu ve Thomas görüyordu. Bu soru da neydi? Karanlık bir soru. Ama gerçekten soru mu?
Gece ummadığı kadar koyu ve yorucuydu. Karanlık her şeyi kaplıyordu, gölgelerin içinden geçme umudu hiç yoktu, ama yakınlığı insanı alt üst eden bir ilişkiyle karanlığın gerçekliğine ulaşılıyordu. (s.12)
Karanlık Thomas. Bir kitap. Bizi düşündüren, yazmaya iten ve aynı zamanda bu becerilerimizi iyi bir şekilde yapmamızı engelleyen bir şey. Kitaptan Edmond Jabés’in şiirine, aynı şiire bir çıkışla:
Duvarda bir delikti yalnızca öylesine dardı ki kaçmak için içine hiç giremedin. –Peki ama, karanlık bir şey daha var: Anne da kim?