Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Ekim 17, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkFransa'da Sınıf Savaşımları - Karl MarxFransa'da Sınıf savaşımları (4.Bölüm) | Karl Marks

Fransa’da Sınıf savaşımları (4.Bölüm) | Karl Marks

III. 13 HAZİRAN 1849’UN SONUÇLARI

20 Aralıkta,[152] meşruti cumhuriyetin Janus başı,[54*] henüz, yüzlerinden ancak birini, Louis Bonaparte’ın düz, belirsiz çizgileri altındaki yürütme yüzünü göstermişti: 29 Mayıs 1849’da ikinci yüzünü, Restorasyon ve Temmuz monarşisinin sefahat alemlerinden artakalmış kırışıklarla dolu yasama yüzünü gösterdi. Ulusal Yasama Meclisi ile meşruti cumhuriyet, yani burjuva sınıfının egemenliğinin kurulmuş olduğu, Fransız burjuvazisini oluşturan güçbirliği etmiş orleancı ve meeruiyetçi iki büyük kesiminin ortak egemenliğinin düzen partisini meydana getirdiği cumhuriyetçi devlet biçiminde tamamlamış görünüyordu. Fransız Cumhuriyeti, böylece kralcı partiler koalisyonunun mülkiyeti haline gelirken, Avrupa büyük devletlerinin karşı-devrimci güçbirliği de, aynı hareket içinde, Mart devrimlerinin son sığınaklarına karşı genel bir haçlı seferine girişiyordu. Rusya, Macaristan’a saldırıyordu, Prusya, İmparatorluğun anayasal ordularına karşı yürüyor ve Odinot Roma’yı bombardıman ediyordu. Avrupa bunalımı gözle görünür biçimde kesin bir dönemeç noktasına yaklaşıyordu. Bütün Avrupa’nın gözleri Paris’e, bütün Paris’in gözleri de Yasama Meclisine dikilmişti.
11 Haziran günü, Ledru-Rollin kürsüye çıktı, orada hiç de nutuk çekmedi, bakanlara karşı, apaçık, şatafatsız, olgulara dayanan, özlü ve zorlu iddiasını dile getirdi.
Roma’ya karşı saldırı, anayasaya karşı bir saldırıdır. Roma Cumhuriyetine karşı saldırı, Fransız Cumhuriyetine karşı bir saldırıdır. Anayasa’nın 5. maddesi şöyledir: “Fransız Cumhuriyeti, hiç bir zaman kuvvetlerini hiç bir başka (sayfa 311) halkın özgürlüğüne karşı kullanmaz” ve cumhurbaşkanı, Fransız ordusunu, Roma’nın özgürlüğüne karşı yöneltmektedir. Anayasanın 54. maddesi, Ulusal Meclisin[55*] onayı alınmadan her ne çeşitten olursa olsun savaş ilân etmeyi yürütme gücüne yasaklamıştır. Kurucu Meclisin 8 Mayıs tarihli kararı, özellikle, bakanlara, Roma seferini mümkün olduğu kadar çabuk, başlangıçtaki ilk amacına geri çevirmelerini emretmiş, demek ki, aynı kesinlikle, onlara, Roma’ya karşı savaşı yasaklamıştır   ve Odinot, Roma’yı bombardıman etmektedir. Böylece, Ledru-Rollin, anayasanın kendisini, Bonaparte’a ve bakanlarına karşı kamu tanıklığına çağırıyordu. O, anayasanın savunucusu Ledru-Rollin, Ulusal Meclisin kralcı çoğunluğunun suratına şu göz korkutan bildirimi savuruyordu: “Cumhuriyetçiler, her türlü çareye başvurarak, hatta silah zoru ile anayasaya saygı gösterilmesini sağlamayı bileceklerdir!” “Silah zoru ile!” diye yüz kez yineledi Montagne’ın yankısı. Çoğunluk korkunç bir patırtı ile karşılık verdi buna. Ulusal Meclis başkanı, Ledru-Rollin’e uyarıda bulundu, Ledru-Rollin, kışkırtıcı açıklamasını yineledi ve başkanlık kürsüsüne, Bonaparte ve bakanlarını suçlayan önergesini bıraktı. Ulusal Meclis, 203 oya karşı 361 oyla, hiç bir şey olmamış gibi, Roma bombardımanı konusunu görüşmemeye, gündem maddesine geçmeye karar verdi.
Ledru-Rollin, anayasa ile Ulusal Meclisi, Ulusal Meclis ile de cumhurbaşkanını yenebileceğini mi sanıyordu?
Anayasa yabancı ülkelerin özgürlüklerine karşı her türlü saldırıyı yasaklıyordu, doğru, ama Fransız ordusu, Roma’da, bakanlar kuruluna göre, “özgürlük”e degil, “anarşinin zorbalığı”na saldırıyordu. Kurucu Meclisin geçirdiği bütün deneylere karşın, Montagne, hâlâ, anayasayı yorumlamanın onu yapmış olanların değil, yalnızca onu kabul etmiş olanların işi olduğunu anlamamış mıydı? Anayasanın metninin (lafzının), onun yaşayabilir, geçerli anlamına göre yorumlanması gerektiğini, burjuva anlamının ise onun tek yaşayabilir geçerli anlamı olduğunu anlamamış mıydı? Tıpkı rahibin, İncil’in gerçek, resmi yorumcusu olması gibi, tıpkı yargıcın, yasanın gerçek, resmi yorumcusu olması gibi, (sayfa 312) Bonaparte’ın ve Ulusal Meclisin kralcı çoğunluğunun da, anayasanın gerçek, resmi yorumcusu olduğunu anlamamış mıydı? Genel seçimlerden yepyeni çıkmış olan ulusal Meclis, Odlion Barrot’nun, daha hayatta iken iradesini kırmış olduğu Kurucu Meclisin vasiyet niteliğindeki eğilimleri ile kendini bağlı hissetmek zorunda mıydı? Ledru-Rollin, Kurucu Meclisin 8 Mayıs tarihli kararını dayanak (mesnet) gösterirken, bu aynı Kurucu Meclisin 11 Mayısta, Bonaparte ve bakanlarını suçlama yolundaki kendi birinci önerisini geri çevirmiş olduğunu, cumhurbaşkanı ve bakanları temize çıkardığını, ve böylece, Roma’ya karşı saldırıyı “anayasaya uygun” olarak onayladığını, ve kendisinin de daha önceden verilen bir yargının yeniden görülmesini, yani istinafını istemekten başka bir şey yapmadığını, nihayet, cumhuriyetçi Kurucu Meclisin kararını kralcı Yasama Meclisinde temyiz etmiş olduğunu unutmuş muydu? Anayasanın kendisi, özel bir maddede, her yurttaşı anayasayı korumaya çağırmakla, ayaklanmaya çağrıda bulunur. Ledru-Rollin bu maddeye dayanıyordu. Ama, kamu erkleri de, aynı nedenle, anayasayı korumak için kurulmazlar mı ve anayasanın çiğnenmesi bu anayasal kamu erklerinden birinin ötekine karşı başkaldırması ile başlamaz mı? Oysa, cumhuriyetin başkanı, cumhuriyetin bakanları, cumhuriyetin Ulusal Meclisi eksiksiz, tam bir uyuşup anlaşma halinde idiler.
11 Haziranda Montagne’ın aradığı şey, “salt aklın sınırları içinde bir ayaklanma”, yani salt parlamenter bir ayaklanma idi. Halk yığınlarının silahlı bir ayaklanması olasılığından ürken meclis çoğunluğu, Bonaparte’ın ve bakanlarının şahsında, kendi öz gücünü ve kendi seçimlerinin imlemini parça parça edecekti. Kurucu Meclis, Barrot-Falloux kabinesinin görevden alınması için o kadar hırsla ayak dirediği zaman, gene buna benzer şekilde Bonaparte’ın seçimini hükümsüz kılmaya çalışmamış mıydı?
Çoğunluğun azınlığa oranının bir çırpıda baştan aşağı tersine döndüğü, Konvansiyon zamanının parlamenter ayaklanma örnekleri de eksik değildi   peki öyleyse eski Montagne’ın başarmış olduğu şeyi genç Montagne ne için yapamayacaktı? Ne de anın koşulları, böyle bir girişime elverişsiz görünüyordu. Paris’te halk arasındaki huzursuzluk, (sayfa 313) çalkantı, kaygılandırıcı bir dereceye varmıştı, ordu, verdiği oylara bakılırsa pek de hükümetin emrinde görünmüyordu. Yasama Meclisinin çoğunluğu, henüz sağlamlaşma, kuvvetlenme zamanını bulmayacak kadar yeni idi, ve üstelik yaşlı kişilerden oluşmuştu. Eğer bir parlamenter, ayaklanmayı başarırsa, devletin dümeni Montagne’ın eline geçecekti. Kendi yönünden, demokrat küçük-burjuvazinin, her zaman olduğu gibi, savaşımın, kendi başından yukarda, bulutların üzerinde, parlamentonun ölü ruhları arasında verilmesinden daha büyük bir sabırsızlıkla istediği bir şey yoktu. Sonunda, her ikisi, demokrat küçük-burjuvazi ve temsilcileri Montagne, bir parlamento ayaklanması ile, büyük amaçlarını: proletaryanın zincirlerini çözmeden, ya da bu zincir kırmayı yalnız gelecekteki uzak bir umut olarak gösterilmekle yetinerek, burjuvazinin gücünü kırmayı gerçekleştiriyorlardı; proletarya tehlikeli hale gelmeksizin, kendisinden yararlanılacaktı.
11 Haziran tarihli Ulusal Meclis oylamasından sonra, Montagne’ın bazı üyeleri ile gizli işçi derneklerinin delegeleri arasında bir görüşme yapılmıştı. İşçi dernekleri delegeleri, hemen o akşam bir hareket başlatılmasında direniyorlardı. Montagne, bu planı kesin olarak reddetti. Her ne pahasına olursa olsun yönetimin elinden alınmasına izin vermek istemiyordu; müttefikleri onun için düşmanları kadar şüpheli idiler, ve hakkı da vardı. Haziran 1848’in anısı, Paris proletaryası saflarında her zamankinden daha canlı, hareketli bir kaynaşmaya neden oluyordu. Bununla birlikte, Paris proletaryası, Montagne’a ittifakla bağlı idi. Montagne, seçim bölgelerinin büyük bir kısmını temsil ediyordu, ordu üzerindeki etkinliğini abartıyordu, ulusal muhafızın demokrat kesimini elinde bulunduruyordu, ardında dükkancının manevi gücü vardı. Montagne’ın iradesine karşı, o sırada ayaklanmaya başlamak, zaten koleranın kırıp geçirdiği, işsizlik yüzünden kitle halinde Paris’ten sürülmüş durumdaki proletarya için, bu umutsuz kavgayı zorunlu kılan bir durum olmadıkça 1848 Haziran günlerini, boşu boşuna yinelemek demekti. Proleter delegeler tek akıllıca şeyi yaptılar: Montagne’ı, kendini tehlikeye atmaya, yani suçlama önergesi reddedildiği takdirde parlamenter savaşım sınırlarının dışına (sayfa 314) çıkmaya zorladılar. Bütün 13 Haziran günü, proletarya, kuşkulu bir gözlemci tutumunu elden bırakmadı ve tam sırasında savaşa katılmak ve devrimi, küçük-burjuvazinin saptadığı hedefin ötelerine, ve hızla götürmek için, demokrat ulusal muhafız ile ordu arasında dönüşü olmayan, ciddi, kaçınılmaz bir kıran kırana çatışmayı bekledi. Zafer kazanıldığı takdirde, resmi hükümetin yanıbaşında yer alacak proletarya komünü kurulmuştu bile. Paris işçileri 1848 Haziranının kanlı okulunda ders görmüşlerdi.
12 Haziranda, Bakan Lacrosse’un kendisi, Yasama Meclisine, derhal suçlama önerisinin tartışılmasına geçilmesini önerdi. Geceleyin, hükümet bütün savunma ve saldırı hazırlıklarını yapmıştı; Ulusal Meclisin çoğunluğu, başkaldıran azınlığı sokağa sürüklemekte kararlı idi, azınlığın kendisi de artık geri çekilemezdi, zarlar atılmıştı, 8 oya karşı 377 oyla suçlama önergesi reddedildi, oylamada çekimser kalan Montagne, homurdanarak, DémocratiePacifique’in[153] propaganda salonuna ve gazetenin bürolarına koşuştular.
Bir kez parlamento binasından uzaklaşınca, topraktan ayağı kesilir kesilmez gücü kırılan toprağın dev oğlu Ante gibi Montagne’ın da gücü kırıldı. Yasama Meclisinin lokallerinde birer Samson olanlar, Démocratie Pacifique’in odalarında artık darkafalı küçük-burjuvalardan başka bir şey değillerdi. Uzun, gürültülü, boş bir tartışma sürüp gitti. Montagne, “silah zorundan başka” her çareye başvurarak, anayasaya saygıyı zorla kabul ettirmeye kararlı idi. Bu kararında, “Anayasanın Dostları” tarafından, bir bildiri[154] ile ve bir delege heyeti ile desteklendi. “Anayasanın Dostları”, evet, böyle deniyordu National yâranının, cumhuriyetçi burjuva partisinin kalıntılarına. Elinde kalan parlamento temsilcilerinden altısı suçlama önergesinin reddine karşı, ve bütün ötekiler reddi lehinde oy verirlerken, Cavaignac kılıcını düzen partisinin emrine verirken, yâranın parlamento dışında kalan büyük bir bölümü, siyasal parya durumundan çıkmak ve kalabalık halinde Demokrat Parti saflarına girmek fırsatına dört elle sarıldılar. Onlar, kendi kalkanlarının, kendi ilkelerinin altına anayasanın altına gizlenen bu partinin doğal tellalları gibi görünmüyorlar mıydı?
Gün ağarıncaya kadar Montagne iş başında kaldı. (sayfa 315) 13 Haziran sabahı, iki sosyalist gazetede oldukça utanılacak bir yerde yayınlanan bir “halka bildiri” doğurdu.[155] Cumhurbaşkanını, bakanları ve Yasama Meclisini “anayasa-dışı” ilân ediyor ve ulusal muhafızı, orduyu, ve son olarak da halkı “ayaklanmaya” çağırıyordu. “Yaşasın Anayasa!” Attığı slogan buydu ve bu, “Kahrolsun Devrim!”den başka bir anlama gelmiyordu.
Montagne’ın bu anayasal bildirisine, 13 Haziran günü küçük-burjuvaların barışçı gösterisi denen hareket pek uygun düştü, yani Château-d’Eau’dan hareket eden, bulvarlardan geçen, çoğunluğu silahsız, gizli işçi kolları üyelerine karışmış ulusal muhafızlar olan, soğuk, kupkuru ve mekanik bir biçimde “Yaşasın Anayasa” bağırışları ile akıp giden ve kaldırımlar üzerinde çınlayan yankısı bir gökgürültüsü gibi gürleyeceği yerde, alay edercesine bağırışları yineleyen 30.000 kişilik bir yürüyüş alayı. Bu kadar çok sesli türküde yüreğin sesi eksikti. Ve alay “Anayasanın Dostları”nın merkezi önünden geçtiği sırada ve anayasanın para ile tutulmuş bir çığırtkanı binanın tepesinde görünüp de, silindir şapkasının güçlü bir hareketiyle havayı yararak dev ciğerlerinden bir sağnak gibi alaya katılanların başına “Yaşasın Anayasa” sloganını yağdırınca, alaydakiler bile, bir an için, sanki durumun komikliğine kapılmış gibi göründüler. Bilindiği gibi, yürüyüş alayı, bulvarlardan Barış Sokağı girişine vardığında, Changarnier’nin atlıları ve avcıları tarafından o kadar parlamenter olmayan bir biçimde karşılandı ki, kalabalık, göz açıp kapayıncaya kadar, parlamentonun 11 Haziran tarihli silah başına çağrısı yerine gelsin diye olacak, arkasında ancak birkaç cılız “Silah Başına!” bağırışı bırakarak çil yavrusu gibi dağıldı.
Hasard Sokağında toplanmış olan Montagne’ın çoğunluğu, bu barışçı yürüyüş alayının ansızın dağılıvermesi, bulvarlarda ne olduğu anlaşılmayan silahsız vatandaşların öldürüldüğüne benzer gürültüler, sokakta gittikçe artan patırtı, bir ayaklanmanın yaklaşmakta olduğunu haber verir gibi olunca, ortadan kayboldular. Küçük bir delegeler birliğinin başında Ledru-Rollin, Montagne’ın namusunu kurtardı. Palais National’de toplanmış olan Paris topçu kuvvetlerinin koruyuculuğu altında Sanatlar ve Zanaatlar Konservatuarına (sayfa 316) gittiler, orada ulusal muhafızın 5. ve 6. lejyonları ile buluşacaklardı. Ama montanyarlar, 5. ve 6. lejyonları boşuna beklediler; bu ihtiyatlı ulusal muhafızlar, temsilcilerini yarı-yolda bıraktılar, Paris topçu kuvvetleri, halkın barikatlar kurmasına engel oldu, ne olduğu belirsiz bir karmakarışıklık her türlü kararı olanaksız kılıyordu, nizami birlikler süngü takıp ilerlediler, temsilcilerin bir kısmı tutsak alındı, öteki kısmı kaçtı. 13 Haziran böylece sona erdi.
23 Haziran 1848, devrimci proletaryanın başkaldırması oldu ise, 13 Haziran 1849 da, demokrat küçük-burjuvaların başkaldırması oldu, bu iki başkaldırmanın herbiri, onu yaratan sınıfın salt katıksız ve klasik ifadesiydi.
Lyon’da iş çetin ve kanlı bir çatışmaya vardı. Burjuvazi ile sanayi proletaryasının doğrudan doğruya karşı karşıya bulundukları işçi hareketinin, Paris’te olduğu gibi genel hareketle örtülüp belirlenmediği bu kentte, 13 Haziran, bir geri tepişle, başlangıçtaki niteliğini yitirdi. Başkaca, taşrada patlak verdiği yerde ateş almadı   bir şimşek çaktı geçti.
13 Haziran, 29 Mayıs 1849’da, Yasama Meclisinin toplanması ile, olağan yaşamını elde etmiş olan anayasal cumhuriyetin ömrünün birinci dönemini kapar. Bütün bu başlangıç dönemi, düzen partisi ile Montagne arasında, burjuvazi ile, Geçici Hükümet zamanında ve Yürütme Komisyonu zamanında kendisinin de durup dinlenmeden uğruna komplolar kurduğu ve uğruna, Haziran günlerinde bağnazca proletarya ile vuruştuğu burjuva cumhuriyetinin kurulmasına karşı şaha kalkan küçük-burjuvazi arasındaki gürültülü savaşım ile doludur. 13 Haziran, onun direnişini kırdı ve birleşik kralcıların yasama diktatörlüğünü bir faitaccompli[56*] yaptı. Bu andan itibaren de Ulusal Meclis, artık, düzen partisinin Halkın Selameti Komitesinden başka bir şey değildir.
Paris, cumhurbaşkanını, bakanları ve Ulusal Meclisin çoğunluğunu “itham” altında bırakmıştı, bunlar da Paris’i “sıkıyönetim” altına koydular. Montagne, Yasama Meclisinin çoğunluğunu “anayasa-dışı” ilân etmişti, çoğunluk ise (sayfa 317) Montagne’ı Yüce Divan huzurunda, anayasayı çiğnemek suçundan yargıladı ve saflarında hâlâ güçlü olarak ne varsa hepsini ezdi. Montagne’ı, başsız ve yüreksiz bir gövde haline getirinceye kadar kırıp geçirdiler. Azınlık, bir parlamenterayaklanmaya kalkışacak kadar ileri gitmişti; çoğunluk, kendi parlamenter zorbalığını bir yasa mertebesine yükseltti. Yeni bir içtüzük yaptı, bununla, kürsü özgürlüğünü kaldırıyordu ve Ulusal Meclisin başkanına, düzeni bozmak gerekçesi ile, temsilcileri, kınama, para cezası, parlamento ödentisinin (tazminatının) durdurulması, geçici uzaklaştırma, hapis cezasıyla cezalandırma yetkisi veriyordu. Montagne’ın gövdesi üzerine bir kılıç değil, ama değnekler astı. Montagne’ın milletvekillerinden geri kalmış olanlar da, onurlarını korumak için toptan çekilmek zorunda kalacaklardı. Böyle bir davranışla düzen partisinin dağılması çabuklaştırılmış olurdu. Görünüşte bir muhalefet onları artık birarada tutmaz olunca, düzen partisi kendisini meydana getiren öğelere ayrışmaktan başka bir şey yapamazdı.
Demokrat küçük-burjuvalar, bir yandan parlamentodaki güçlerinden yoksun bırakılırlarken, bir yandan da Paris topçu kuvvetlerine ve ulusal muhafızın 8., 9. ve 12. lejyonlarına yol verilerek silahlı gücü de elinden alınıyordu. Buna karşılık, 13 Haziran günü, Boulé ve Roux basımevlerini basmış, baskı makinelerini parçalamış, cumhuriyetçi gazetelerin idarehanelerini yakıp yıkmış, yazarlarını, dizgicilerini, baskıcılarını, paketleyicilerini, çıraklarını keyfi olarak tutuklamış olan yüksek maliye lejyonu, meclis kürsüsünün tepesinden yüreklendirici bir onay elde etti.
Basına karşı yeni bir yasa, derneklere karşı yeni bir yasa, sıkıyönetim üzerine yeni bir yasa, tıka basa dolu Paris hapisaneleri, kovuşturmaya uğrayan siyasal mülteciler, National’in sınırlarının ötesindeki bütün gazetelerin yayını durdurulmuş, Lyon ve komşusu 5 il askeri zorbalığın hoyrat insafına teslim edilmiş, her yerde hazır ve nazır savcılıklar, daha önce sık sık temizlenen memurlar ordusunun bir kez daha temizlemeye tâbi tutulması   işte, zafer kazanan gericiliğin durmadan yineleyip durduğu kaçınılmaz beylik işler bunlar oldu, ve bu beylik işler, Haziranın katliamlarından sürgünlerinden sonra, yalnız, bu kez sadece (sayfa 318) Paris’e değil, aynı zamanda taşra illerine de yönelik olmalarından dolayı, ve sadece proletaryaya değil, ama özellikle orta sınıflara karşı yönelik olmalarından dolayı sözü edilmeye değer uygulamalardır.
Sıkıyönetim ilânını hükümetin kararına bırakan, basının elini kolunu daha da sımsıkı bağlayan, ve dernek kurma özgürlüğünü ortadan kaldıran baskı yasaları, Haziran, Temmuz, Ağustos ayları boyunca Ulusal Meclisin bütün yasama eylemini yuttular.
Bununla birlikte, bu döneme ayırdedici özel niteliğini veren şey, zaferin fiilen değil ama ilke olarak sömürülmesidir, Ulusal Meclisin kararları değil, ama bu kararların güdülerinin açıklanışıdır, gerçek olgu, şey değil, ama sözdür, söz değil, ama bu söze can katan, anlam katan vurgu ve jesttir. Kralcı görüşlerincumhuriyete yaraşır yol-yöntemin arsızca, övünülerek çiğnenmesi, bu döneme genel havasını ve özel renklerini verirler. 13 Haziranda yenilenlerin savaş narası, “Yaşasın Anayasa!” oldu. Demek ki, kazananlar, anayasal, yani cumhuriyetçi dilin ikiyüzlülüğünden kurtulmuşlardı. Karşı-devrim, Macaristan’a, İtalya’ya, Almanya’ya boyun eğdiriyordu ve daha şimdiden Restorasyonun (krallığın ihyası) Fransa’nın kapılarına dayandığına inanılıyordu. Düzen partisinin hizip liderleri arasında gerçek bir yarış başlamıştı, Moniteur’de kralcılığını ilân ederek, cumhuriyet zamanında liberalizmle işlemiş olabileceği günahlarının günahını çıkartarak, pişmanlık getirerek, ve Tanrıdan ve insanlardan af dileyerek dansı kim başlatacaktı bakalım. Bir tek gün geçmiyordu ki, Ulusal Meclisin kürsüsünden devrimin genel bir felaket olduğu açıklanmamış olsun; “Temmuz monarşisinin kaçaklarından ve korkak hainlerinden biri, iş olup bittikten sonra, salt Louis-Philippe’in insanseverliğinin ya da başka yanlış anlamaların gerçekleştirmesine engel olmuş olduğu kahramanca marifetlerini anlatmasın, taşralı esamisi okunmayan küçük soylu meşruiyetçinin biri çıkıp da büyük bir çalımla cumhuriyeti asla tanımadığını tanıtlamasın. Şubat günlerinde (sayfa 319) hayran olunacak şey, kazanan halkın yüce gönüllülüğü değildi, halka kazanma fırsatını sağlayan kralcıların ılımlılıkları ve özverileriydi. Halkın bir temsilcisi, Şubat yaralılarına ayrılmış yardımların bir kısmının ulusal muhafızlara, o günlerde vatana tek layık olan ulusal muhafızlara verilmesini önerdi. Bir başkası, Orléans dükünü at üzerinde gösteren bir heykelin Carrousel meydanına dikilmesi için kararname çıkarılmasını istiyordu. Thiers, anayasanın pis bir kağıt parçası olduğunu söyledi. Meşru krallığa karşı gizli fesat çevirmiş olmaktan dolayı üzüntü duyan orleancılar ile meşru olmayan krallığa karşı başkaldırmaları ile genellikle krallığın düşüşünü hızlandırmış olmakla kendilerini kınayan meşruiyetçiler peşpeşe kürsüde boy gösteriyorlardı. Thiers Molé’ye karşı, Molé Guizot’ya karşı, Barrot ise her üçüne karşı dolap çevirmiş olduklarına pişmanlık duyuyorlardı. “Yaşasın sosyal-demokrat cumhuriyet” diye bağırmak anayasaya aykırı ilân edildi. “Yaşasın Cumhuriyet!” sloganı ise sosyal-demokrat bir slogan olarak kovuşturmaya uğradı. Waterloo savaşının yıldönümünde bir temsilci, şöyle bir açıklama yaptı: “Prusyalıların istilasından daha çok, sürgündeki devrimcilerin Fransa’ya geri gelmelerinden korkuyorum.” Baraguay d’Hilliers, Lyon’da ve beş komşu ilde düzenlenen terörizme karşı şikayetlere şöyle karşılık veriyordu: “J’aime mieux la terreur blanche que la terreur rouge.”[57*]
8 Temmuzda Paris’te sıkıyönetim altında yapılan ve proleterlerin büyük bir kesiminin katılmadığı ara seçimler, Roma’nın Fransız ordusu tarafından işgali, kızıl kardinallerin[156] ve onların peşinden engizisyonun ve keşişler tedhişinin Roma’ya girişi, Haziran zaferine yeni zaferler kattı ve düzen partisinin sarhoşluğunu iyice ortaya koydu.
Sonunda, Ağustosun ortasında, yarı, yapılmakta olan il (sayfa 320) meclisi toplantılarına katılmak niyetiyle, yarı, aylardan beri sürüp giden ideolojik eğilim şölenlerinden yorgun düştükleri için, kralcılar, Ulusal Meclis toplantılarına iki ay süre ile ara verme kararı aldılar. Çok göze batan bir alaycılıkla, meşruiyetçilerin ve orleancıların kremasından oluşmuş, bir Molé ve bir Changarnier de aralarında olmak üzere yirmibeş kişilik bir temsilciler komisyonunu, Ulusal Meclisin temsilcileri ve cumhuriyetin bekçileri olarak nöbetçi bıraktılar. Bu acı alay kendi düşündüklerinden daha da derindi. Tarihin kendilerini, sevdikleri krallığı devirmeye mahkum ettiği bu baylar, gene tarih tarafından nefret ettikleri cumhuriyeti koruma göreviyle görevlendirilmişlerdi.
Yasama Meclisinin toplantılarına ara verilmesi ile anayasal cumhuriyetin ömrünün ikinci dönemi, kralcılık salgını dönemi de sona ermiş oldu.
Paris’teki sıkıyönetim kaldırılınca, basın yeniden işe koyuldu. Sosyal-demokrat gazetelerin yayınlarının durdurulduğu süre içinde, baskı yasaları ve kralcı çılgınlık dönemi boyunca meşruti krallık yanlısı küçük-burjuvaların eski edebiyat temsilcisi Siècle,[157] cumhuriyetçileşti. Burjuva reformcularının edebi sözcüsü Presse,[158] demokratlaştı. Cumhuriyetçi burjuvaların eski klasik organı National, sosyalistleşti.
Herkese açık kulüpler kurmak olanaksızlaştıkça, gizli dernekler büyüyor ve güçleniyordu. Salt ticari amaçlı dernekler olarak hoşgörülen, hiç bir ekonomik değerleri olmayan sınai işçi dernekleri, siyasal açıdan, proletaryayı birleştirme aracı haline geliyorlardı. 13 Haziran, yarı-devrimci çeşitli partilerin resmi liderlerini ellerinden almıştı, geri kalan yığınlar kendi kendilerinin liderleri gibi davranmayı başarmakla bundan kazançlı çıktılar. Düzenin şövalyeleri, kızıl cumhuriyetin dehşet işleri üzerine kehanette bulunarak yılgınlık yaratmışlardı; Macaristan’da, Baden’de, Roma’da zafer kazanan karşı-devrimin, kaba, bayağı aşırılıkları, duyulmadık canavarlıkları “Kızıl Cumhuriyeti” temize çıkardı. Fransız toplumunun, hoşnut olmayan ara tabakalarına gelince, kızıl cumhuriyet hakkındaki ön söylentileri, ve onunla birlikte gerçeklikleri şüpheli canavarlıklarını, beyaz-monarşinin gerçek bir umutsuzluk yaratan kan dökücülüklerine yeğ tutmaya başladılar. Fransa’da, hiç bir sosyalist, (sayfa 321) Haynau’dan daha fazla devrimci propaganda yapmamıştır. A chaque capacité seion ses uvres![58*]
Bu arada, Louis Bonaparte, Ulusal Meclis tatilinden yararlanarak taşrada hükümdarvari geziler yapıyordu; en ateşli meşruiyetçiler, Ems’e,[159] aziz Louis’nin soyundan gelenin yanına haç ziyaretine gidiyorlardı ve düzenin dostu, halk temsilcilerinin hepsi toplanmakta olan il meclislerinde entrikalar çeviriyorlardı. Meclis çoğunluğunun henüz söylemeyi göze alamadığı şeyi, yani anayasanın değiştirilmek üzere derhal gözden geçirilmesi gereğinin en kısa zamanda ilan edilmesini onlara söyletmek sözkonusuydu. Anayasaya göre, anayasa, ancak 1852 yılında özellikle bu iş için toplantıya çağrılacak bir Ulusal Meclis tarafından gözden geçirilip düzeltilebilirdi. Ama eğer il meclislerinin çoğunluğu bu doğrultuda bir istek bildirirse, Ulusal Meclis, Fransa’nın çağrısı üzerine, anayasanın bekâretini feda etmek zorunda kalmayacak mıydı? Ulusal Meclis, bu taşra meclisleri hakkında, Voltaire’in Henriade’ındaki rahibelerin Pandour’lara (çapkın çapulculara) karşı besledikleri aynı umutları besliyordu. Ama Ulusal Meclisin Putiphard’larının, ancak birkaç tanesi dışında, taşranın Joseph’leri ile işleri vardı. Ezici çoğunluk, ısrarla, kafalarına sokulmak isteneni anlamaya yanaşmadılar. Anayasa değişikliği, il meclislerinin oyları ile yani onu günışığına çıkaracak olan o aynı araçlar tarafından çıkmaza sürüldü. Fransa’nın sesi, daha doğrusu burjuva Fransa’nın sesi konuşmuştu ve değişikliğe karşı olduğunu bildirmişti.
Ekimin başında Ulusal Yasama Meclisi yeniden toplandı   quantum mutatus ab illo.[59*] çehresi baştanbaşa değişmişti. Anayasa değişikliğinin il meclisleri tarafından beklenmedik şekilde geri çevrilişi, Yasama Meclisini, anayasanın sınırları içine götürmüş ve ona kendi süresinin sınırlarını göstermişti. Orleancılar, meşruiyetçilerin Ems’e yaptıkları ziyaretlerden kuşkuya kapılmışlardı, meşruiyetçiler, orleancıların Londra ile yaptıkları görüşmeler[160] üzerine (sayfa 322) birtakım şüpheler kurmuşlardı, her iki hizbin gazeteleri ateşi körüklemişler ve kendi taht adaylarının karşılıklı iddialarını tartmışlardı, birleşik orleancılar ve meşruiyetçiler başkanın kralvari gezilerinin, azçok gözle de görülebilir başına buyruk olma girişimlerinin, bonapartçı gazetelerin yüksekten atan iddialı dillerinin ortaya koydukları tutumlardan dolayı bonapartçılara karşı hınç duyuyorlardı; Bonaparte ise, yalnız meşruiyetçilerle orleancıların gizli fesadını meşru tutan Ulusal Meclise karşı, durmadan Ulusal Meclis hesabına kendisine ihanet eden bir bakanlar kuruluna karşı hınç duyuyordu. Son olarak, bakanlar kurulunun kendisi de, Roma siyaseti konusunda, Bakan Passy tarafından önerilen ve tutucuların sosyalist diye kötüledikleri gelir vergisi konusunda bölünmüştü.
Barrot kabinesinin, yeniden toplanmış olan Ulusal Yasama Meclisindeki ilk önerilerinden biri Orléans Düşesine bir dulluk maaşı bağlanmak üzere 300.000 franklık bir kredi istemi oldu. Ulusal Meclis isteneni verdi, böylece de Fransız ulusunun borçlar hanesine yedi milyon franklık bir tutar ekledi: Böylece, Louis-Philippe “utangaç yoksul” rolünü başarı ile oynamaya devam ederken, ne kabine Bonaparte lehinde bir ücret artırımını önermeyi göze alabiliyor, ne de meclis bunu vermeye hazır görünüyordu. Ve Louis Bonaparte, her zamanki gibi, şu ikilem arasında kararsız kalıyordu: Aut Caesar, aut Clichy.[60*]
Kabinenin, Roma seferinin masraflarını ödemek üzere dokuz milyon franklık ikinci kredi istemi, Bonaparte ve bakanlar ile Ulusal Meclis arasındaki gerginliği artırdı. Louis Bonaparte, emir subayı Edgar Ney’e Moniteur’de bir mektup yayınlattırdı, bu mektupta, papa hükümetini anayasal güvencelere razı olmaya zorluyordu. Papa ise,  motu proprio [161]  kısa bir söylev ile, yeniden kazandığı erk ve söz geçirirliğinde her türlü kısıtlamayı reddediyordu. Bonaparte, mektubu ile, seyircilerine, kendini iyi niyetle dolu, ama değeri bilinmeyen ve kendi dört duvarı arasına zincirlenmiş bir deha gibi göstermek için bile bile yaptığı bir patavatsızlıkla (sayfa 323) kabinesinin perdesini kaldırıyordu. Bu, onun, “özgür bir ruhun kaçamak kanat çırpışları”[61*] ile, işve dolu gönül avcılığı rolünü ilk oynayışı değildi. Komisyon raportörü Thiers, Bonaparte’ın kanat çırpışlarını tamamıyla görmezlikten geldi ve papanın kısa söylevini Fransızcaya çevirmekle yetindi. Ulusal Meclisin Napoléon’un mektubunu onaylayacağı bir gündem maddesi ile cumhurbaşkanını kurtarmaya çalışan kabine değil, Victor Hugo oldu. Allons donc! Allons donc![62*] Bu ciddiyetsiz ve saygısız ünlemlerle, çoğunluk, Hugo’nun önerisini örtbas etti. Başkanın siyaseti mi? Başkanın mektubu mu? Başkan mı? Allons donc! Allons donc! Hangi akıllı, Bay Bonaparte’ı ciddiye alıyor ki? Cumhurbaşkanına inandığını söylediğiniz zaman bizim de size inandığımızı mı sanıyorsunuz Bay Victor Hugo? Allons donc! Allons donc!
Sonunda, Bonaparte ile Ulusal Meclis arasındaki kopma Orldans’ların ve Bourbon’ların geri çağrılması üzerine yapılan tartışmalarla hızlandırılmış oldu. Bu öneriyi kabine vermediğine göre, cumhurbaşkanının kuzeni, eski Vestefalya kralının oğlu[63*] vermişti. Önerinin tek amacı, meşruiyetçi ve orleancı taht iddiacılarını bonapartçı iddiacının düzeyine, ya da daha doğrusu, daha da aşağı düşürmekti, bonapartçı taht iddiacısı hiç değilse, fiilen, devletin başında bulunuyordu.
Napoléon Bonaparte, sürgündeki kral ailelerinin geri çağrılması ile Haziran isyancılarının affını bir tek önerinin maddeleri yapmak gibi oldukça büyük bir saygısızlık işledi. çoğunluğun öfkesi, onu derhal, kutsal ile lanetliyi, kral soyları ile proleter sürüsünü, toplumun sabit yıldızları ile toplum bataklıklarının aldatıcı pırıltılarını birbirine bağlamak gibi bir suç işlediği için özür dilemek ve bu her iki öneriye kendilerine yaraşan sırayı vermek zorunda bıraktı. Ulusal Meclis, kral ailesinin geri çağrılmasını var gücüyle reddetti ve meşruiyetçilerin Demosten’i Berryer, bu oylamanın anlamı hakkında hiç bir kuşkuya yer bırakmadı. Taht iddiacılarının burjuvaca aşağılatılması, rütbeden düşürülmesi, işte (sayfa 324) güdülen amaç buydu. Onların kutsal haleleri ellerinden kapılmak isteniyor, ellerinde kalan son görkem, sürgün görkemidir! Taht iddiacılarından, kendi ünlü soyunu unutarak, basit, sıradan herhangi bir kişi gibi yaşamak üzere buraya geri gelecek biri hakkında ne düşünürdünüz? diye bağırdı Berryer. Louis Bonaparte’a, huzurunun kendisine hiç bir şey kazandırmamış olduğu, güçbirliği etmiş kralcıların Fransa’da cumhurbaşkanlığı koltuğunda, tarafsız bir adam olarak ona gereksinmeleri varsa da, taht üzerinde ciddi hak iddiası olanların sürgünün iri bulutlarıyla saygısız bakışlardan kaçınmak, korunmak zorunda olduğu bundan daha açık-seçik bir biçimde söylenemezdi.
1 Kasım günü, Louis Bonaparte, Barrot kabinesine son verildiğini ve yeni bir kabine kurulduğunu oldukça sert ve kaba terimlerle bildiren bir mesajla Ulusal Meclise karşılık verdi. Barrot-Falloux kabinesi, kralcı koalisyon kabinesiydi, d’Hautpoul kabinesi de Bonaparte’ın kabinesi, cumhurbaşkanının Yasama Meclisine karşı organı, katipler kabinesi oldu.
Bonaparte, artık, 10 Aralık 1848’in, sıradan, tarafsız adamı değildi. Yürütme erkini elinde bulundurma, onun çevresinde bir yığın çıkarın toplanmasını sağlamıştı, anarşiye karşı savaşım, düzen partisini bile onun etki ve söz geçirirliğini artırmaya zorluyordu ve Bonaparte, artık halkın sevdiği değilse de, düzen partisi, kendisi, halkın tutmadığıydı. Orleancılara ve meşruiyetçilere gelince, Bonaparte, kendi aralarındaki rekabet nedeniyle ve herhangi bir kralcı dirilmenin gerekliliği sayesinde, onları tarafsız taht iddiacısının tanınmasına zorlayamaz mıydı?
Anayasal (meşruti) cumhuriyetin ömrünün üçüncü dönemi, 1 Kasım 1849’da başlar ve 10 Mart 1850’de son bulur. Yürütme erki ile yasama erki arasındaki çekişmeyi başlatan, sadece, Guizot’nun o kadar hayran olduğu, anayasal kuruluşların düzenli işleyişi değildir. Güçbirliği halindeki orleancılarla meşruiyetçilerin krallığı yeniden kalkındırma yolundaki hırsları karşısında, Bonaparte, kendi gerçek iktidarının sanını, yani cumhuriyeti temsil eder; Bonaparte’ın kendi krallığı geri getirme hırsı konusunda da düzen partisi, kendi ortak egemenliklerinin sanını, yani cumhuriyeti temsil eder; orleancılar karşısında meşruiyetçiler, meşruiyetçiler (sayfa 325) karşısında orleancılar statu quo’yu, yani cumhuriyeti temsil ederler. Herbirinin in petto [64*] kendi kralı ve kendi krallığının dirilmesi yatan düzen partisinin bütün bu hizipleri, birbiri peşisıra, almaşık olarak, rakiplerinin ayaklanma ve gasp hırslarına karşı, burjuvazinin ortak egemenliğini, özel iddiaların saklı ve tarafsızlaştırılmış kaldığı biçimini  yani cumhuriyeti  üstün kılarlar.
Nasıl ki Kant, cumhuriyeti, tek usçul devlet biçimi, gerçekleşmesine hiç bir zaman ulaşılamayan, ama amaç olarak her zaman durmadan araştırılması ve hep akılda tutulması gereken bir postulat sayarsa, bu kralcılar da, krallık için aynı şeyi yapıyor, onu da böyle bir postulat haline getiriyorlar.
Böylece, burjuva cumhuriyetçilerinin elinden içi boş ideolojik bir formül olarak çıkmış olan anayasal cumhuriyet, güçbirliği etmiş kralcıların elinde içerik bakımından canlı ve zengin bir biçim haline geliyor. Ve Thiers, “Anayasal cumhuriyetin gerçek dayanakları bizler, biz kralcılarız!” derken sandığından daha doğru konuşuyordu.
Güçbirliği kabinesinin devrilmesinin ve katipler kabinesinin iktidara gelişinin bir imlemi daha vardır. Bu kabinenin maliye bakanı, Fould adını taşıyordu. Fould, maliye bakanı demek, Fransız ulusal zenginliğinin resmen borsaya terkedilmesi demektir, kamu servetinin, borsa tarafından ve borsanın çıkarına yönetimi demektir. Mali aristokrasi, tahta geçişini, Moniteur’de, Fould’un maliye bakanlığına atanması ile kamuya bildiriyordu. Bu restorasyon, anayasal cumhuriyetin sayısız halkalarını oluşturan öteki restorasyonları zorunlu olarak tamamlıyordu.
Louis-Philippe hiç bir zaman gerçek bir loup-cervier’den[65*] bir maliye bakanı yapmayı göze almamıştı. Nasıl ki, onun krallığı, yüksek burjuvazinin egemenliği için ideal bir ad idiyse, ayrıcalıklı çıkarlar da onun bakanlıklarında, çıkar gözetmeyen bir ideolojinin adlarını taşımalıydılar. Burjuva cumhuriyeti, her yanda, orleancı olsun, meşruiyetçi olsun, çeşitli krallıkların arka planda gizli tutmakta oldukları şeyi ön plana itmiştir. Burjuva cumhuriyeti, krallıkların kutsallaştırdıkları şeyi yeryüzüne indirmiştir. Egemen sınıfın (sayfa 326) çıkarlarına, onlara verilen aziz adlar yerine, burjuva özel adlar takmıştır.
Bütün bu açıklamamız göstermiştir ki, cumhuriyet, daha varlığının ilk gününden beri, mali aristokrasiyi devirmemiş, tam tersine onu oluşturmuştur. Ama ona verilen ödünler, yaratılmak istenmediği halde, boyun eğilen bir alın yazısı idi. Fould ile birlikte hükümet etme inisiyatifi yeniden mali aristokrasinin eline döndü.
Louis-Philippe zamanında öteki burjuva kesimlerinin dışarıda bırakılmasına ya da bağımlı kılınmasına dayanan mali sermayenin egemenliğine, güçbirliği etmiş burjuvazinin nasıl katlandığı, buna nasıl göz yumduğu sorulabilecektir.
Bunun yanıtı basittir.
İlkönce, mali aristokrasinin kendisi, ortak hükümet iktidarı cumhuriyet adını taşıyan kralcı güçbirliğinin önemi çok ağır basan bir bölümünü oluşturur. Orleancıların ileri gelen yıldızları ve yetkilileri, mali aristokrasinin eski müttefikleri ve suç ortakları değiller midir? Mali aristokrasinin kendisi, orleancılığın altın yaldızlı ordusu değil midir? Meşruiyetçilere gelince, onlar da, daha Louis-Philippe zamanında, her çeşit borsa spekülasyonu, maden ocakları ve demiryolları spekülasyonu tantanasının fiilen içindeydiler. Son olarak, büyük toprak mülkiyeti ile yüksek mali sermayenin birliği, normal bir olgudur. Kanıtı İngiltere, kanıtı hatta Avusturya.
Fransa gibi, ulusal üretim hacminin ulusal borç tutarının ölçülemeyecek kadar altında olduğu, devlet iradının, spekülasyonun en önemli konusunu oluşturduğu, ve, büyük verim sağlayacak biçimde yatırım yapmak isteyen sermayenin başlıca pazarının borsa olduğu bir ülkede, evet böyle bir ülkede, bütün burjuva ve yarı-burjuva sınıflardan gelme pek çok kişinin devlet borcuna, borsa oyununa, maliyeye katılması gerekir. Bütün bu ikinci dereceden katılanlar (iştirakçiler), bu çıkarları en büyük ölçülerle temsil eden, onları bütünlükleri içinde temsil eden kesimde, kendi dayanaklarını ve doğal liderlerini bulmazlar mı?
Kamu servetinin, yüksek maliyenin eline düşmesi olgusu ne ile belirlenir? Devletin durmadan artan borçlanması ile. Peki ya devletin borçlanması? Devlet giderlerinin sürekli (sayfa 327) olarak devlet gelirlerini aşması ile, devlet borçlanmaları (istikrazları) sisteminin aynı zamanda hem nedeni, hem de sonucu olan bu oransızlıkla.
Bu borçlanmadan kurtulmak için, devletin, ya harcamalarını kısması yani hükümet mekanizmasını yalınlaştırması, azaltması, mümkün olduğu kadar az yönetmesi, mümkün olduğu kadar az personel kullanması, burjuva toplumla mümkün olduğu kadar az bağlantı kurması gerekir. Sınıfının egemenliği ve sınıfının varoluş koşulları herbir yandan tehdit edildikçe, baskı araçları, devlet adına resmen müdahalesi, devlet organizması yoluyla her yerde hazır bulunması durumu da kaçınılmaz olarak artmak zorunda olan düzen partisi için bu yol olanak-dışıydı. Kişilere ve mülkiyete karşı saldırılar arttıkça, jandarma kuvvetinde azaltma yapılamaz.
Ya da, devletin, borçlardan kaçınması, ve olağanüstü, vergi katkılarını en zengin sınıfların omuzlarına yükleyerek, geçici de olsa, en kısa zamanda, bir bütçe dengesine ulaşması gerekir. Ulusal zenginliği borsanın sömürüsünden kurtarıp aşırmak için, düzen partisi, kendi özel servetini vatanın yoluna kurban mı edecekti? Pas si bête![66*]
Şu halde, Fransız devleti tamamıyla altüst olmadan, Fransız devlet bütçesi altüst olmaz. Bu devlet bütçesi ile devletin borçlanması zorunluluğu vardır, bu devlet borçlanması ile ticaretin egemenliğinin, devlet borçlarının, devlet alacaklılarının, bankerlerin, sarrafların, borsa dolandırıcılarının zorunluluğu vardır. Düzen partisinin yalnız bir kesimi mali aristokrasinin devrilmesine doğrudan doğruya katılıyordu: fabrikatörler. Orta sanayicilerden ve küçüklerinden değil, Louis-Philippe zamanında hanedan muhalefetinin geniş tabanını oluşturmuş olan, fabrika çıkarlarının naiplerinden sözediyoruz. Onların çıkarlarının, üretim masraflarının azaltılmasında, dolayısıyla üretime giren vergilerin azaltılmasında, dolayısıyla faizleri vergilere giren devlet borçlarının azaltılmasında, dolayısıyla mali aristokrasinin devrilmesinde olduğu söz götürmez.
İngiltere’de  en büyük Fransız fabrikatörleri İngiliz (sayfa 328) rakiplerinin yanında birer küçük-burjuvadırlar  bankaya karşı, borsa aristokrasisine karşı yürütülen haçlı seferinin başında, bir Cobden gibi, bir Bright gibi fabrikatörlere gerçekten raslıyoruz. Böyleleri Fransa’da neden yok? İngiltere’de ağır basan sanayidir. Fransa’da ise tarım. İngiltere’de sanayiin, free trade’e[67*] gereksinmesi vardır, Fransa’da ise gümrük himayesine, öteki tekeller yanında ulusal tekele gereksinme vardır. Fransız sanayii, Fransız üretimine egemen değildir, bu bakımdan Fransız sanayicileri de Fransız burjuvazisine egemen değildir. Kendi çıkarlarını burjuvazinin öteki kesimlerine karşı başarıya ulaştırmak için, İngiltere’de olduğu gibi, hem hareketin başına geçip, hem de kendi sınıf çıkarlarını sonuna kadar götüremezler; onların, devrimin peşine takılmaları ve kendi sınıflarının genel çıkarlarına aykırı olan çıkarlara hizmet etmeleri gerekir. Şubatta onlar durumlarını doğru değerlendirememişlerdi, Şubat onları akıllandırdı. İşçiler, işverenden, sanayi kapitalistinden daha çok doğrudan doğruya kimi tehdit etmektedirler? İşte bu yüzden, Fransa’da, fabrikatör, düzen partisinin en bağnaz üyesi haline geliyor. Kârının mali sermaye tarafından azaltılması, kârınproletarya tarafından tamamen ortadan kaldırılmasına oranla, hiç kalır.
Fransa’da, küçük-burjuvazi, normal olarak sanayi burjuvazisinin yapması gereken şeyi yapıyor; işçi, normal olarak küçük-burjuvanın görevi olması gereken şeyi yapıyor; ama işçinin görevi, onu kim yapıyor? Hiç kimse. Fransa’da bu yapılmıyor, Fransa’da, bunun sadece sözü edilir. Bu, hiç bir yerde ulusal sınırlar içersinde başarılamamıştır;[17] Fransız toplumunun bağrında, sınıf savaşı, ulusları karşı karşıya getiren bir dünya savaşına dönüşmektedir. Çözüm, ancak, dünya savaşı yoluyla, proletaryanın dünya pazarına egemen olan ulusun başına, İngiltere’nin başına geçtiği anda başlar. Burada örgütlenişinin sonunda değil, ancak başında bulunan devrim, kısa soluklu bir devrim değildir. Bugünün kuşağı, Musa’nın çölden geçirdiği Yahudilere benzer. Bu kuşak, yalnız yeni bir dünyayı ele geçirmek durumunda değildir, bu kuşağın, o yeni dünyanın düzeyinde olacak insanlara yer (sayfa 329) açmak için yokolması da gerekir.
Biz, gene Fould’a dönelim.
14 Kasım 1849’da, Fould, Ulusal Meclis kürsüsüne çıktı ve kendi maliye sistemini açıkladı: eski devlet gelirleri, vergilendirme sisteminin savunulması, içki vergisinin olduğu gibi kalması, Passy’nin gelir vergisinden vazgeçilmesi!
Bununla birlikte, Passy, bir devrimci de değildi, Louis-Philippe’in eski bir bakanı idi. Dufaure’un sertlikten yana koyu ilkecilerindendi ve Temmuz monarşisinin kurbanı Teste’in[68*] en yakın sırdaşlarından biri idi. Passy’nin kendisi de eski vergi sistemini övmüş, işçi vergisinin kaldırılmamasını öğütlemişti, ama aynı zamanda bütçe açığının örtüsünü de kaldırmıştı. Eğer devletin iflasına gitmek istenmiyorsa, yeni bir verginin, bir gelir vergisinin gerekli olduğunu açıklamıştı. Aynı şeyi Ledru-Rollin’e tavsiye eden Fould, Yasama Meclisinde devlet açığı lehinde bir savunma yaptı. İçyüzleri sonradan açığa çıkan bazı tutum yollarına gideceğine söz vermişti: örneğin, harcamaların 60 milyon azaldığı, ve dalgalı borçların 200 milyon yükseldiği görüldü   rakamları toplamada, hesapların teslimini düzenlemede birtakım hokkabazlık dümenleri, ki hepsi sonunda yeni borçlanmalarla sonuçlanıyordu.
Fould zamanında, mali aristokrasi, kendisini kıskanan öteki burjuva kesimleri yanında, doğal olarak, Louis-Philippe zamanında olduğu kadar hayasız bir ahlak bozukluğu göstermedi. Ama her şeyden önce sistem aynı sistem olarak kalıyordu, borçların durmadan artması ve bütçe açığının gizlenmesi. Sonra, zamanla, borsa dolandırıcılığı eskisinden daha bir hayasızca kendini ortaya koydu. Avignon demiryolu yasası, bir süre bütün Paris’in sözünü ettiği, devlet tahvillerinin akıl sır ermez bir biçimde iniş-çıkışları, nihayet, Fould ve Bonaparte’ın 10 Mart seçimleri üstüne başarısız spekülasyonları bunun tanıtlarıdırlar.
Mali aristokrasinin yeniden resmen etkinliğe kavuşması (sayfa 330) ile, Fransız halkı, yeni bir 24 Şubatın arifesinde bulunmak gibi bir tehlike ile karşı karşıya idi.
Kurucu Meclis, mirasçısına karşı bir düşmanlık nöbeti anında, bağışlama yılı olan 1850 için içki vergisini kaldırmıştı. Elbette ki, eski vergilerin kaldırılması ile yeni borçlar ödenemezdi. Düzen partisinin geri zekâlılarından biri olan Créton, daha Yasama Meclisinin tatile girimsinden önce içki vergisinin alıkonulmasını önermişti. Fould, bu öneriyi Bonaparte hükümeti adına yeniden ele aldı ve 20 Aralık 1849’da, Bonaparte’ın cumhurbaşkanı ilân edildiği günün yıldönümünde, Ulusal Meclis, içki vergisinin yeniden konulmasına karar verdi.
Verginin yeniden konması lehinde konuşan ilk konuşmacı, bir maliyeci değil, bir cizvit lideri olan Montalembert idi. Açıklayış ve sonuç çıkarma yöntemi çarpıcı ve yalındı: Vergi, hükümeti emziren bir memedir. Hükümet, baskının araçlarıdır, yetkenin (otoritenin) organlarıdır, hükümet ordudur, polistir, hükümet memurlardır, yargıçlardır, bakanlardır, hükümet rahiplerdir, vergiye karşı saldırı, proleter vandallarının akınlarına karşı burjuva toplumunun maddi ve manevi üretimini koruyan düzenin bekçilerine karşı anarşistlerin saldırısıdır. Vergi, mülkiyetin, ailenin, düzenin ve dinin yanıbaşında beşinci tanrısallıktır. Ve, içki vergisi, tartışma götürmez bir biçimde vergidir, ve üstelik sıradan herhangi bir vergi değildir, geleneksel, krallığın ruhuna, anlayışına uyan, saygıdeğer, bir vergidir. Vive l’impôt sur les boissons![69*] Three cheers and one cheer more![70*]
Köylü, şeytanı hayal ettiği zaman, onu icra memuru kılığında düşünür. Eh, Montalembert, vergiyi bir tanrı yapar yapmaz, köylü de dinsiz ve tanrıtanımaz oldu ve şeytanın, yani sosyalizmin kollarına atıldı. Düzenin dini, köylüyle alay etmişti, cizvitler onunla alay etmişti, Bonaparte onunla alay etmişti. 20 Aralık 1849, onmaz bir biçimde 20 Aralık 1848’i baltalamıştı. “Amcasının yeğeni”, ailesi içinde, içki vergisinin, Montalembert’in deyişi ile “devrim fırtınasını haber veren” bu verginin altettiği ilk adam değildi. Gerçek Napoléon, büyük Napoléon, Sainte-Hélène adasında, (sayfa 331) içki vergisinin yeniden konmasının, Güney Fransa köylülerini kendisinden uzaklaştırarak, öteki bütün etkenlerden daha çok düşüşüne yardımcı olduğunu açıklamıştır. Daha Louis XIV zamanında halkın nefretini kazanan bu vergi (Boisguillebert ve Vauban’ın yazılarına bakınız), birinci devrimle kaldırıldı, 1808’de, Napoléon tarafından yeni bir biçimde yeniden kondu. Restorasyon Fransa’ya geri geldiği zaman, onun önünde hızla tırısa kalkan yalnız Kazak süvarileri değildi, içki vergisinin kaldırılacağı yolundaki gösterişli vaatler de vardı. Elbette ki, soylu kişilerin, “à merci et d misécorde[71*] haraca kestikleri kişilere” verdikleri sözü tutmaya hiç de gereksinmeleri yoktu. 1830 yılı, içki vergisini kaldıracağını vaadetti. Dediğini yapmak ve yaptığını söylemek onun tutumu değildi. 1848 de, her şeyi vaadettiği gibi, içki vergisini kaldıracağını da vaadetti. Son olarak da, hiç bir şeyi vaadetmeyen Kurucu Meclis, yukarıda dediğimiz gibi, vasiyet niteliğinde bir hazırlık yaptı, hüküm getirdi, buna göre içki vergisi, 1 Ocak 1850 tarihinde ortadan kalkacaktı. Ve 1 Ocak 1850’den tam on gün önce Yasama Meclisi içki vergisini yeniden getirdi; demek ki, böylece, Fransız halkı durmadan içki vergisini kovalıyordu, ve onu kapı dışarı ettikçe pencereden girdiğini görüyordu.
Halkın içki vergisine karşı duyduğu kin, bu verginin Fransız vergilendirme sisteminin bütün tiksinç yanlarını kendinde toplaması ile açıklanır. Bu verginin alınış tarzı tiksindiricidir, dağılışı aristokratçadır, çünkü, en adi şarap için de, en değerli şaraplar için de vergi yüzdesi aynı olduğundan, tüketicilerin varlığı azaldığı ölçüde vergi de geometrik oranlarla artar, yani tersine işleyen artanoranlı (müterakki) bir vergidir. Onun için katışık ve sahte şaraplara prim vererek emekçi sınıfların zehirlenmesine doğrudan doğruya yolaçar. Nüfusu 4.000’i aşan bütün kentlerin kapılarına oktrua (bir çeşit rüsum) tahsil şubeleri dikerek, ve bu kentleri, Fransız şarabından gümrük vergisi alan yabancı ülkeler haline getirerek tüketimi azaltıyor. Oysa, toptancı şarap tüccarları, ama onlardan daha da çok küçükleri, yani şarap satıcıları da içki vergisine, bir o kadar düşmandırlar. Ve, bir de, (sayfa 332) içki vergisi, tüketimi azaltarak, üretimin elinden pazarları da alır. Bir yandan kentteki işçileri şarabın bedelini ödeyemez duruma getirirken, aynı zamanda bağcıları da şaraplarını satamayacak duruma sokar. Oysa Fransa’da 12 milyon insan bağcılıkla geçinir. Böyle olunca genel olarak halkın içki vergisine karşı kini anlaşılır, özellikle köylülerin bu içki vergisine karşı bağnazca düşmanlıklarının nedeni anlaşılır. Üstelik, köylüler, bu verginin yeniden konmasını kendi başına ayrı, azçok ilineksel (arızi) bir olay olarak görmediler. Köylülerin babadan okula aktarılan bir çeşit tarihsel bir gelenekleri vardır, ve bu tarih okulunda kulaktan kulağa, her hükümetin köylüleri aldatmak istediği sürece içki vergisinin kaldırılacağını vaadettiği ve sonra köylüleri aldatır aldatmaz da bu vergiyi kaldırmadığı ya da kaldırmışsa yeniden koyduğu fısıldanıyordu. İşte köylü, bu içki vergisi ile hükümetin kokusunu alıyor, eğilimini anlıyor, notunu veriyordu. İçki vergisinin yeniden konması tarihi, 20 Aralık, şu anlama geliyordu: LouisBonaparte da ötekiler gibidir; ama o, ötekiler gibi değildi, o, köylülerin yarattığı adamdı, ve içki vergisine karşı milyonlarca imza taşıyan dilekçelerde, bir yıl önce “amcasının yeğenine” verdikleri oyları geri alıyorlardı.
Fransız nüfusunun üçte-ikisini aşan kır halkının büyük bir bölümü, sözde özgür toprak sahiplerinden meydana gelir. 1789 devrimi ile feodal yükümlülüklerden bedavaya bağımsız kılınan ilk kuşak, toprak için hiç bir şey ödememişti. Ama ondan sonra gelen kuşaklar, yarı-serf atalarının rant, ondalık (aşar), angaryalar vb. biçiminde ödediklerini, toprak bedeli olarak ödediler. Bir yandan nüfus çoğaldıkça topraklar gittikçe parçalanıyordu   ve herbir parçanın fiyatı da yükseliyordu, parça küçüldükçe talep sayısı da artıyordu. Ama ister toprağı doğrudan doğruya satın alsın, ister ortak mirasçıları tarafından onun sermayesi olarak hesaplansın, köylünün toprak parçası başına ödediği fiyat yükseldikçe, köylünün borçlanması, yani ipotek de aynı oranda artıyordu. Toprak üzerinden alınan alacak senedi, gerçekte ipotek, toprağın rehine konulması olarak adlandırılıyor. Nasıl ortaçağ mülkiyeti üzerinde ayrıcalık (imtiyaz) hakları yığılıyor idiyse, çağımızın tarlası üzerinde de ipotekler yığılmaktadır. Bir başka yönden: toprağı parçalara ayırma (sayfa 333) sisteminde, toprak, sahibi için salt bir üretim aracıdır. Toprak bölündükçe verimliliği azalır. Makine kullanımı, işbölümü, kanallar açma, kurutma, sulama vb, gibi toprak üzerindeki büyük iyileştirme işleri gittikçe daha olanaksızlaşır, aynı zamanda, tarımın hesapta olmayan beklenmedik küçük masrafları, bizzat üretim aracının bölünmesi ile orantılı olarak artar. Tarla sahibinin sermayeye sahip olup olmamasına göre de aynı durum meydana gelir. Ama toprağın bölünmesi ne kadar artarsa, toprak-servet, o kadar, son derece yoksul envanteri ile küçük toprak sahibi köylünün bütün sermayesini meydana getirir, ve o kadar az sermaye toprağa yatırılır, ve o kadar çok küçük köylü, topraktan, paradan ve tarım biliminin ilerlemelerinden yararlanabilecek bilgilerden yoksun kalır ve toprağın işlenmesi o kadar geriler. Ve sonunda, brüt tüketim arttığı ölçüde ve bütün köylü ailesi, mülkiyetinde olan toprak geçimini sağlayamadığı halde, bu toprak yüzünden başka her türlü uğraştan uzak tutulduğu ölçüde, net üretim azalır.
Demek ki, nüfus ve onunla birlikte toprağın paylaşılması arttığı ölçüde üretim aracı, yani toprak pahalanır ve verimi azalır, ve gene aynı ölçüde tarımtehlikeye girer ve köylü borçlanır. Ve daha önce sonuç olan şey, neden haline gelir. Her kuşak ötekini daha çok borçlu bırakır, her yeni kuşak daha elverişsiz ve daha çetin koşullar içinde işe başlar; ipotek ipoteği doğurur ve köylü, artık, tarlasını yeni borçlara karşı rehin olarak gösteremez, yani ona yeni ipotekler yükleyemez duruma gelince doğrudan doğruya tefeciliğin kurbanı olur ve tefeci faizleri, gitgide daha çok artar.
Demek ki, öyle oldu ki, Fransız köylüsü, toprak üzerine konan ipoteklerin faizi biçiminde, tefecilerden aldığı ipoteksiz öndeliklerin (avansların) faizi biçiminde, kapitaliste yalnız bir toprak rantı değil, yalnız bir sanayi kârı değil, yani tek sözcükle, yalnız tüm net kârı değil, hatta ücretin bir kısmını bile teslim eder oldu, öyle ki İrlandalı kiracı çiftçi durumuna düştü; ve bütün bunlar özel mülk sahibi olmak bahanesi ile oldu.
Bu süreç, Fransa’da, durmadan artan vergi yükümlülükleri ile, ve gerek doğrudan doğruya Fransız yasalarının (sayfa 334) toprak mülkiyetini kuşattığı formalitelerden ileri gelen, gerek her yerde birbirine karışan ve içiçe giren tarlaların yolaçtığı çekişmelerden ileri gelen ve gerekse de mülkiyetten yararlanması (tasarrufu), imgesel bir mülkiyete, yani mülkiyet hakkına bağnaz bir tutumla toz kondurmamakla sınırlı kalan köylülerin dava açmaya meraklı öfkelerinden ileri gelen mahkeme masrafları ile daha da hızlanmıştı.
1840 tarihli bir istatistik tablosuna göre, Fransız toprağının brüt ürünü, 5.237.178.000 franka yükseliyordu. Bundan 3.552.000.000 frankı toprağı işleyen adamların tüketimi de içinde olmak üzere tarım masrafı olarak çıkarmak gerekir. Geriye 1.685.178.000 franklık bir net ürün (safi hasıla) kalır ki, bunun da 550 milyonunu ipotek faizleri için, 100 milyonunu adalet görevlileri için, 350 milyonunu vergiler için, 107 milyonunu ise kayıt, pul, ipotek, vb. masrafları için yeniden kesmek gerekir. Geriye net ürünün (safi hasılanın) üçte-biri, yani 538 milyon kalır; nüfus başına bölüştürüldüğünde, bu 25 franklık bir net ürün bile etmez.[162] Elbette ki, bu hesapta ipoteksiz faizler ve avukat ücretleri vb. hesaba katılmamıştır.
Böylece, cumhuriyet, eskilerine daha yeni yükümlülükler yükleyince Fransız köylüsünün durumunun nice olduğu anlaşılacaktır. Görülüyor ki, onun sömürüsü, sanayi proletaryasının sömürüsünden yalnızca sömürünün biçimiyle ayırdedilir. Sömürücü aynıdır: yani Sermaye. Tek başlarına ayrı ayrı ele alınan kapitalistler, gene ayrı ayrı köylüleri, ipotekler yolu ile ve tefecilik yolu ile sömürürler. Kapitalist sınıf, köylü sınıfını, devlet vergisi yolu ile sömürür. Mülkiyet sözü köylü için bir tılsımdır, sermaye şimdiye kadar bu tılsımla köylüyü büyülemiş ve bunu, köylüyü sanayi proletaryasına karşı kışkırtmak için bir bahane olarak kullanmıştır. Köylüyü, yalnız sermayenin çökmesi yükseltebilir, yalnız anti-kapitalist, proleter bir hükümet köylüyü ekonomik yoksulluğundan, toplumsal aşağılanmasından kurtarabilir. Anayasal cumhuriyet, köylünün güçbirliği etmiş sömürücülerinin diktatörlüğüdür; sosyal-demokrat cumhuriyet ise onun müttefiklerinin diktatörlüğüdür. Ve terazinin kefesi köylünün seçim sandığına attığı oylara göre yükselir ya da alçalır. Kendi kaderine karar vermek, onun elindedir. İşte (sayfa 335) böyle diyorlar sosyalistler yergi yazılarında, yıllıklarda, programlarda, her çeşitten broşürlerde. Bu dil, o da kendi yönünden köylüye seslenen düzen partisinin karşı-yazıları sayesinde, köylü için daha anlaşılır bir dil haline geliyordu; bayağı abartmasıyla, sosyalistlerin niyetlerini ve düşüncelerini yorumlayan ve kaba bir biçimde betimleyen düzen partisi, köylünün bam teline dokunabiliyor ve onun yasak meyveye karşı iştahını kabartıyordu. Ama daha anlaşılır olan dil, köylü sınıfının genel oy verme hakkını kullanırken edindiği deneylerin kendisi idi, ve devrimin büyük hızı içinde üstüste başına çöken umut kırıklıkları idi. Devrimler, tarihin lokomotifleridir.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments