Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Aralık 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkAnti-Dühring - Friedrich EngelsAnti-Dühring - Sosyalizm | Tarihsel Bilgiler - Friedrich Engels

Anti-Dühring – Sosyalizm | Tarihsel Bilgiler – Friedrich Engels

TARİHSEL BİLGİLER
“Giriş”te[1*] Devrimi hazırlayan 18. yüzyıl Fransız filozoflarının var olan her şeyin tek yargıcı olarak nasıl usa başvurduklarını gördük. Ussal bir devlet, ussal bir toplum kurulmalıydı; ölümsüz usa karşı olan her şey, amansızca ortadan kaldırılmalıydı. Aynı biçimde, bu ölümsüz usun, evrimi o zaman bir burjuvanın ta kendisini oluşturan orta sınıf yurttaşın idealize edilmiş anlığından (müdrikesinden) başka bir şey olmadığını da görmüştük. Ne var ki, Fransız Devrimi, bu us toplumunu ve bu us devletini gerçekleştirdiği zaman, yeni kurumlar, daha önceki koşullara göre ne kadar ussal olurlarsa olsunlar, gene de tamamen usa-uygun olarak görünmediler. Us devleti tam bir iflâsa uğramış, Rousseau’nun Contrat Social’i (Toplum Sözleşmesi), gerçekleşmesini Terör döneminde bulmuştu; ve bu dönemden kurtulmak için, kendi öz (sayfa: 369) siyasal kapasitesine inancını yitirmiş bulunan burjuvazi, önce Directoire’ın kokuşmuşluğuna, ve sonra da Napoléon despotizminin koruyuculuğuna sığınmıştı; vaadedilmiş bulunan sonsuz barış, sonu gelmez bir fetihler savaşı durumuna dönüşmüştü. Us toplumunun yazgısı daha iyi olmadi. Zenginler ve yoksullar karşitlığı genel gönenç içinde ortadan kalkacak yerde, onu örtbas eden loncasal ve öbür ayrıcalıkların ve onu yumuşatan kilise hayır kurumlarının ortadan kaldırılması ile daha da keskinleşmişti; mülkiyetin feodal engellerinden kurtuluşu, bir kez gündeme girdikten sonra, küçük-burjuva ve küçük köylü bakımından, kendini, büyük sermaye ve büyük toprak mülkiyetinin çok güçlü rekabeti ile ezilmiş bulunan küçük mülkiyetin satılması, hem de o güçlü beylerin ta kendilerine satılması özgürlüğü olarak gösteriyordu; böylece bu kurtuluş, küçük-burjuva ve küçük köylü bakımından, her türlü mülkiyetten kurtuluş durumuna dönüşüyordu; sanayinin kapitalist bir temel üzerindeki hızlı gelişmesi, işçi yığınlarının yoksulluk ve sefaletini, toplumun yaşama koşulu durumuna getirdi. Peşin ödeme, gitgide, Carlyle’in diliyle söylemek gerekirse, toplumun tek bağı oldu. Suç sayısı yıldan yıla arttı. Vaktiyle utanıp sıkılmadan orta yere kurulan feodal kurumlar ortadan kaldırılmasalar bile, hiç değilse ikinci plana itilmiş idiyseler de, o zamana kadar gizlilik içinde beslenen burjuva kötülükler, bundan böyle daha da büyük bir taşkınlıkla patlak verdi. Ticaret gitgide dolandırıcılık durumuna dönüştü. Devrimci dövizin “kardeşlik”i, rekabetin uyuşmazlık ve kıskançlıkları içinde gerçekleşti. Zora dayanan baskı, yerini ahlâk bozukluğuna; başta gelen toplumsal güç aracı olarak kılıç, yerini paraya bıraktı. İlk gece hakki, feodal beylerden burjuva fabrikatörlere geçti. Fuhuş, o zamana kadar görülmemiş derecede yayıldı. Fuhşun yasal olarak kabul edilmiş bir biçimi, resmi bir örtüsü olarak kalan evlilik ise, dörtbaşı bayındır bir eşaldatma ile tamamlandı. Kısacası, aydınlanma filozoflarının görkemli vaatleri karşısında, “usun utkusu” ile kurulan toplumsal ve siyasal kurumlar, acı bir biçimde aldatıcı karikatürler olarak göründüler. (sayfa: 370) Bir bu düş kırıklığını saptayacak adamlar eksikti, onlar da yüzyılın dönümü ile geldiler. 1802’de, Saint-Simon’un Lettres de Genève’i (“Cenevre Mektupları”); 1808’de, teorisinin temeli daha 1799’da atılmış olmasına karşın, Fourier’nin ilk yapıtı yayımlandı; 1 Ocak 1800’de, Robert Owen New-Lanark’ın yönetimini eline aldı.
Ama bu çağda, kapitalist üretim biçimi ve, onunla birlikte, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişki henüz çok az gelişmişti. İngiltere’de daha yeni doğmuş bulunan büyük sanayi, Fransa’da henüz bilinmiyordu. Ama nedir ki, bir yandan, üretim biçiminin bir altüst oluşunu, bir devrimini kaçınılmaz bir zorunluluk haline getiren çatışmaları, —sadece üretim biçiminin meydana getirdiği sınıflar arasındaki çatışmaları değil, ama onun yarattığı üretici güçler ile değişim biçimleri arasındaki çatışmaları da—; ve öte yandan, bu devsel üretici güçler içinde, bu çatışmaları çözme araçlarını da, sadece ve sadece büyük sanayi geliştirir. Öyleyse, 1800’e doğru, yeni toplumsal düzenden doğan çatışmalar eğer henüz oluş durumunda idiyseler, bu çatışmaları çözme araçları haydi haydi o durumda bulunuyorlardı. Eğer Paris’in varlıksız yığınları, Terör döneminde, egemenliği bir an ellerine geçirebilmiş ve böylece burjuva devrimini burjuvazinin kendine karşı utkuya götürebilmiş iseler, bununla bu egemenliğin o zamanki koşullar içinde ne kadar olanaksız olduğunu tanıtlamaktan başka bir şey yapmamışlardır. Bu varlıksızlar yığınından, yeni bir sınıfın kökeni olarak, yeni yeni ayrılmaya başlayan, bağımsız bir siyasal eyleme henüz tamamen yeteneksiz bulunan proletarya, kendini, kendi kendisine yardıma yeteneksizliği içinde, olsa olsa dışardan, yukardan bir yardım alabilecek, ezilmiş, acı çeken bir zümre olarak gösteriyordu.
Bu tarihsel durum, sosyalizmin kurucularını da etkiledi. Kapitalist üretimin olgunluktan uzaklığına, sınıfların durumunun olgunluktan uzaklığına, teorilerin olgunluktan uzaklığı yanıt verdi. Toplumsal sorunların, henüz gelişmesinin ilk basamağında olan iktisadi ilişkiler içinde saklı bulunan çözümü, beyinden çıkmalıydı. Toplum sadece düzgüsüzlükler (sayfa: 371) (anomalies) sunuyordu; bu düzgüsüzlüklerin ortadan kaldırılması, düşünen usun göreviydi. Bu erekle toplumsal rejimin daha yetkin yeni bir sistemini bulmak, ve bunu, propaganda, ve eğer olanaklı olursa, model deneyler örneği aracıyla, topluma dışardan vermek gerekiyordu. Bu yeni toplumsal sistemler, daha baştan ütopyaya mahkümdular. Ne denli ince işlenirlerse, o denli düşleme (fantezi) dalacaklardı.
Bu bir kez saptandıktan sonra, şimdi tamamen geçmişe malolan bu yön üzerinde artık bir an bile durmayacağız. Dühringvari kitabi kılı kırka yarıcılar, bugün sadece eğlendirici olan bu düşlemleri (fantezileri) tören ve gösterişle didik didik ederek kusur mu arıyorlar; birakalım bu türlü “çılgınlıklar”ın karşısına konulmuş zekalarının üstünlüğünü herkese göstersinler. Biz, düşlemsel (fantastik) dış görünüş altında her yerde kendini belli eden, bu hamkafaların, görmekte yeteneksiz bulundukları dahice fikir tohumları ve dahice fikirler karşısında sevinmeyi yeğ tutarız.
Saint-Simon, Fransiz Devriminin çocuğu idi; Devrim patladığı zaman otuz yaşında bile yoktu. Devrim, tiers-état’nın, yani ulusun üretim ve ticarette etkintiers-état’nın utkusu, az zaman sonra, yalnızca bu zümrenin küçük bir bölümünün utkusu olarak, siyasal iktidarın, bu aynı zümrenin toplumsal bakımdan ayrıcalıklı katmanı olan varlıklı burjuvazi tarafından fethi olarak görünmüştü. Ve, doğrusunu söylemek gerekirse, bu burjuvazi, soyluluğun ve Kilisenin elkonulup satılan toprak mülkiyeti üzerinde spekülasyon yaparak olsun, orduya satılan mallar aracıyla ulusun sırtından çalıp çırparak olsun, Devrim sırasında hızlı bir biçimde gelişmişti de. Directoire döneminde Fransa’yı ve Devrimi yıkımın kıyısına götüren, ve böylece Napoléon’a hükümet darbesi bahanesini veren, işte bu dolandırıcıların egemenliği oldu. Öyle ki, Saint-Simon’un kafasında, tiers-état ile ayrıcalıklı zümreler arasındaki karşıtlık “emekçiler” ile “aylaklar” arasındaki karşıtlık biçimini aldı. Aylak olanlar, (sayfa: 372) sadece eski ayrıcalıkları değil, ama üretime ve ticarete katılmaksızın, hazırdan yaşayan kimselerin hepsini kapsıyordu. Ve “işçiler”, sadece ücretlileri değil, ama fabrikacıları, tüccarları, bankacıları da kapsamına alıyordu. Aylakların entelektüel yönetim ve siyasal egemenlik yeteneğini yitirdikleri apaçıktı, ve bu da Devrim tarafından kesinlikle doğrulanmıştı. Yoksulların bu yeteneğe sahip bulunmadıklarına gelince, bu konu Saint-Simon’a Terör deneyleri aracıyla tanıtlanmış gibi görünüyordu. Peki, kim yönetecek ve egemen olacaktı? Saint-Simon’a göre, dinsel görüşlerin Reformdan bu yana bozulmuş birliğini yeniden kurmaya yönelik yeni bir dinsel bağın, zorunlu olarak mistik ve sıkı sıkıya aşamalandırılmış bir “yeni hıristiyanlık”ın birleştireceği bilim ve sanayi. Ama bilim demek, irdeleme adamları, ve sanayi demek de, ön safta etkin burjuvalar, fabrikacılar, tüccarlar, bankacılar demekti. Bu burjuvalar, kuşkusuz, bir tür kamu görevlileri, toplumun güvenilir adamları haline dönüşecek, ama gene de işçiler karşısında, iktisadi ayrıcalıklarla da donatılmış bir buyurma konumunu koruyacaklardı. Hele bankacılar, kredi ayarlaması ile, toplumsal üretimin tümünü yoluna koymaya aday olacaklardı. Bu görüş, Fransa’da, büyük sanayinin, ve onunla birlikte burjuvazi ile proletarya arasındaki karşıtlığın sadece doğuş halinde bulundukları bir döneme tastamam uygun düşüyordu. Ama Saint-Simon’un üzerinde özellikle durduğu bir konu var: onun için her yerde ve her zaman en önemli olan şey, “en kalabalık ve en yoksul sınıf”ın yazgısıdır.
Daha Cenevre Mektupları’nda, Saint-Simon, “bütün insanlar çalışacaklardır” ilkesini koyar.[2*] Aynı yapıtta, Terörün, varlıksız yığınların egemenliği olduğunun da farkındadır.
“Bakınız, diye haykırır onlara, arkadaşlarınızın egemen olduğu zaman boyunca Fransa’da ne oldu; onlar orada açlık yarattılar.”[3*] (sayfa: 373)
Nedir ki, Fransiz Devrimini, soyluluk, burjuvazi ve varlıksızlar arasında bir sınıf savaşımı olarak tasarlamak, 1802 yılında, en dahicesinden bir bulgu idi. 1816’da, siyasetin, üretim bilimi olduğunu söyler, ve siyasetin iktisat içindeki tam özümlenişini öngörür.[4*] İktisadi durumun, siyasal kurumların temeli olduğu fikri, her ne kadar burada ancak tohum durumunda görünüyorsa da, insanların siyasal yönetiminden (gouvernement), şeylerin yönetimine (administration) ve üretim işlemlerinin yönetimine (direction) geçiş, yani son zamanlarda üzerinde o kadar gürültü yapılan devletin ortadan kalkması, burada, daha şimdiden açıkça ifade edilmiş bulunur. Çağdaşları üzerindeki aynı üstünlükle, 1814’te, Müttefiklerin Paris’e girişinden hemen sonra, ve 1815’te de, Yüz-Gün Savaşı sırasında, Fransa’nın İngiltere ile ittifakını, ve ikinci safta, bu iki ülkenin Almanya ile ittifakını, Avrupa için bayındır gelişme ve barışın tek güvencesi olarak ilân eder.[5*] 1815 yılında Fransızlara Waterloo galipleri ile ittifakı öğütlemek, kuşkusuz, Alman profesörlerine bir çekiştirme savaşı açmaktan biraz daha çok bir yürekliliği gerektiriyordu.
Eğer Saint-Simon’da, daha sonraki sosyalistlerin sıkı sıkıya iktisadi olmayan hemen bütün fikirlerinin onda daha o zamandan tohum durumunda bulunması sonucunu veren dahice bir görüş genişliği buluyorsak, Fourier’de de, varolan toplumsal koşulların, tepeden tırnağa Fransız bir düş gürlüğü ile yapılmış da olsa, gene de daha az derine gitmeyen bir (sayfa: 374) eleştirisini buluyoruz. Fourier, burjuvazinin, onun Devrimden önceki coşkun yalvaçları ile, sonraki çıkarcı dalkavuklarının sözüne mim koyar. Burjuva dünyasının maddi ve manevi sefaletini acımasızca ortaya serer ve onu, aydınlanma filozoflarının, sadece usun egemen olacağı toplum üzerindeki, evrensel mutluluk getiren uygarlık üzerindeki, insanın sınırsız yetkinleşme anıklığı üzerindeki vaatleri ile olduğu kadar, çağdaşları olan burjuva ideologların gülpembe anlatışları ile de karşılaştırır; en içler acısı gerçekliğin, her yerde nasıl en cafcaflı lafazanlığa karşı geldiğini gösterir, ve boş sözün bu onarılmaz fiyaskosu üzerine iğneli alaylarını yağdırır. Fourier, sadece bir eleştirici değildir; sonsuzluğa dek neşeli mizacı, onu bir yergici, ve gelmiş geçmiş en büyük yergicilerden biri durumuna getirir. Devrimin çöküşü ile alıp yürüyen aşırı spekülasyonu olduğu gibi, o çağın Fransız ticaretinde genel olarak yaygın bulunan dükkâncı kafasını da aynı görkem ve tatlılık derecesi ile betimler. Burjuvazi tarafından cinsel ilişkilere verilen biçim ve burjuva toplumda kadının konumu üzerine yaptığı eleştiri daha da ustacadır. O, belli bir toplumda, kadının kurtuluş derecesinin, genel kurtuluşun doğal ölçüsü olduğunu söyleyenlerin birincisidir.[6*] Ama onun en büyük göründüğü yer, toplum tarihi anlayışıdır. Toplum tarihinin tüm geçmiş evrimini dört evreye böler: yabanıllık, barbarlık, ataerkil ve şimdi burjuva toplumu adı verilen şeyle örtüşen uygarlık; ve “uygar düzenin, barbarlığın kendini saflıkla kaptırdığı kusurların herbirine karmaşık, birkaç anlama çekilebilen ve ikiyüzlü bir biçim verdiği”ni, uygarlığın bir “kısır döngü” içinde, her zaman elde etmek istediği, ya da elde etmek istediğini ileri sürdüğü şeyin karşıtına erişecek biçimde, üstesinden gelememeksizin, durmadan yarattığı çelişkiler içinde dönendiğini gösterir; şöyle ki, örneğin, “uygarlıkta, yoksulluk, bolluğun kendinden doğar”.[7*] Fourier, görüldüğü gibi diyalektiği, çağdaşı Hegel kadar ustalıkla (sayfa: 375) kullanır.[8*] Boydaş bir diyalektikle, insanın sonsuz etkinleşme anıklığı üzerindeki gevezeliğe karşıt olarak, her tarihsel evrenin bir yükselen, ama bir de alçalan kolu olduğunu belirtir,[9*] ve bu görüşü, insanlığın tüm geleceğine de uygular. Kant’ın, dünyanın gelecekteki sonunu doğa bilimine sokması gibi, Fourier de, tarih irdelemesine, insanlığın gelecekteki sonunu sokar.
Fransa’da Devrim fırtınası ülkeyi süpürürken İngiltere’de daha sessiz, ama daha az güçlü olmayan bir altüst oluş gerçekleşiyordu. Buhar ve yeni makinecilik (maşinizm), manüfaktürü modern büyük sanayi durumuna dönüştürdü ve böylece burjuva toplumun tüm temelini altüst etti. Manüfaktür döneminin uyuşuk gidişi, üretimin karşı konmaz bir canlılık dönemi durumuna dönüştü. Toplumun büyük kapitalistler ve varlıksız proleterler halindeki bölünüşü, durmadan artan bir hız kazanıyor, bunlar arasında, bir zamanların kararlı orta sınıfı yerine, hareketli bir zanaatçılar ve küçük tecimenler yığını, nüfusun en çalkantılı bölümünü oluşturarak, sallantılı bir yaşam sürüyordu. Yeni üretim biçimi henüz yükselen kolunun ancak başında bulunuyordu; henüz bu koşullar içinde, olanaklı olan tek normal üretim biçimi idi. Ama daha o zamandan apaçık toplumsal düzgüsüzlükler (anomalies) yolaçıyordu: Kökünden kopmuş bir nüfusun, büyük kentlerin en kötü konutlarında üstüste yığılması — aile içindeki bütün geleneksel soyzinciri, ataerkil bağımlılık bağlarının çözülmesi, — özellikle kadınlar ve çocuklar için, tüyler ürpertici bir ölçüde aşırı çalışma, — kırdan kente, tarımdan sanayiye, kararlı koşullardan her gün değişen kararsız koşullara geçerek, birdenbire yepyeni koşullar içine atılmış bulunan emekçi sınıfın yoğun ahlâk bozukluğu. İşte o zaman, yüceliğe kadar giden çocuksu bir sadelikte, ve aynı zamanda, insanlar için örneği pek görülemeyecek türden doğuştan yönetici bir adam, 29 yaşında bir fabrikacı ortaya çıktı. Robert Owen, (sayfa: 376) Aydınlanlanma çağı materyalist filozoflarının, insan kişiliğinin bir yandan doğuştan gelen yapılışının, öte yandan insanı yaşamı boyunca, ama özellikle yetişme dönemi sırasında çevreleyen koşulların ürünü olduğu yolundaki öğretisini benimsemişti. Onun toplumsal kümesinde bulunan insanların çoğu, sanayi devriminde, bulanık suda balık avlanacak ve hızla zenginleşilecek bir karışıklıktan başka bir şey görmüyorlardı. O, bunda, gözde tezini uygulama ve böylece karışıklığı düzene koyma fırsatını gördü. Bu işi, daha önce, Manchester’de, bir fabrikadaki 500 işçinin yöneticisi olarak başarıyla denemişti; 1800 yılından 1829 yılına kadar İskoçya’da büyük New-Lanark pamuk ipliği fabrikasını yönetici ortak olarak yönetti ve bu işi aynı anlayış içinde, ama daha büyük bir davranış özgürlüğü ve ona Avrupa çapında bir ün kazandıran bir başarı ile yaptı. Çoğu son derece bozulmuş, yavaş yavaş 2.500 kişiye yükselen, ve başlangıçta en karışık öğelerden bileşen bir insan topluluğu, onun tarafından, sarhoşluk, polis, ceza yargılaması, duruşma, toplumsal yardım ve yardımseverlik gereksinmesi gibi şeylerin bilinmediği dörtbaşı bayındır örnek bir koloni durumuna dönüştürüldü. Ve bu işi, sadece insanları insana daha yakışır koşullar içine sokarak, ve özellikle yetişen kuşağa özenli bir eğitim verdirerek başardı. Anaokullarının bulucusu ve ilk uygulayıcısı oldu. İki yaşından başlayarak, çocuklar okula gidiyorlar, ve orada öylesine eğleniyorlardi ki, onları eve getirmekte güçlük çekiliyordu. Rakipleri günde onüç-ondört saat çalışırken, New-Lanark’ta sadece onbuçuk saat çalışılıyordu. Bir pamuk bunalımı, işi dört ay boyunca durdurduğu zaman, işsiz kalan işçiler tam ücretlerini almakta devam ettiler. Ve bu durum, fabrikanın, değer olarak, iki katından çok büyümesini ve sahiplerine sonuna kadar büyük kârlar sağlamasını engellemedi.
Ama bütün bunlar Owen’a yetmiyordu. İşçilerine sağladığı yaşam, onun gözünde, henüz insana yakışır olmaktan uzaktı; “insanlar kölelerim idiler”: Onları içine sokmuş bulunduğu, bir dereceye kadar elverişli koşullar, kişilik ve zekanın tam ve ussal bir gelişmesini, hele özgür bir yaşamsal (sayfa: 377) etkinliği sağlamaktan henüz çok uzaktı.
“Ve, bununla birlikte, bu 2.500 insanın çalışan bölümü, toplum için, bundan ancak bir yarım yüzyıl önce 600.000 kişilik bir nüfusun üretebileceği kadar gerçek zenginlik üretiyordu. Kendi kendime soruyordum: 2.500 kişi tarafından tüketilen zenginlik ile 600.000 kişinin tüketimi için gerekecek zenginlik arasındaki fark ne oluyor?”
Yanıt açıktı. Zenginlik, fabrika sahiplerine yatırımlar üzerinden %5 faiz ve ayrıca 300.000 sterlinden çok (6 milyon marktan çok) bir kâr sağlamak için kullanılmıştı. Ve New-Lanark için doğru olan şey, İngiltere’deki tüm fabrikalar için haydi haydi doğruydu.
“Makineler tarafından meydana getirilen bu yeni zenginlik olmasa, Napoléon’u devirmek ve toplumun aristokratik ilkelerini ayakta tutmak için yapılan savaşlar başarılı bir sonuca bağlanamazdı. Ve bununla birlikte, bu yeni güç, işçi sınıfının yapıtı idi”.[10*]
Öyleyse meyveler işçi sınıfının hakkıydı. O zamana kadar sadece birkaç kişinin zenginleşmesine ve yığınların köleleşmesine yarayan yeni ve güçlü üretim güçleri, Owen için toplumsal bir yeniden-örgütlenmenin temelini sunuyor, ve sadece, herkesin ortak mülkiyeti olarak, ortak gönenç işin çalışmaya aday bulunuyorlardı.
Ovıncı komünizm, işte bu arı işadamı düşüncesinden, deyim yerindeyse, tecimsel hesap meyvesi olarak doğdu. Bu komünizm, bu pratiğe dönük niteliğini daima korur. Böylece, 1823’te, İrlanda’nın sefaletine komünist koloniler aracıyla bir çare bulunmasını öneren Owen, tasarısına, kuruluş giderlerinin, yıllık harcamalar ve beklenen kazançların tam bir keşif defterini ekler.[11*] Gene böylece, gelecek üzerindeki kesin planında, ayrıntıların teknik işlenişi öylesine bir yetki ile yapılmıştır ki, Owen’ın toplumsal reform yöntemi bir kez kabul (sayfa: 378) edildikten sonra, örgütlenmenin ayrıntısına karşı, hatta teknik bakımdan bile, söylenecek az şey vardır.
Komünizme geçiş, Owen’ın yaşamının dönüm noktası oldu. İnsansever rolü ile yetindiği sürece, zenginlik, onama, saygınlık ve ünden başka bir ürün devşirmemişti. Avrupa’nin en popüler adamıydı; sadece meslektaşları değil, ama devlet adamları ile prensler de onu dinliyor ve onaylıyorlardı. Ama ortaya komünist teorileri ile çıktığı zaman, her şey değişti. Onun toplumsal reform yolunu keser gibi görünen üç büyük engel vardı: özel mülkiyet, din ve evliliğin güncel biçimi. Eğer onlara saldırırsa, kendisini neyin beklediğini biliyordu: resmi toplumun gözünden düşme, tüm toplumsal durumunu yitirme. Ama onlara amansızca saldırmaktan geri kalmadı, ve düşündüğü başına geldi. Resmi toplumun dışına atılmış, basının susku fesadı altında ortadan yitmiş, bütün servetini adadığı Amerika’daki başarısız komünist deneyleri yüzünden yıkıma uğramış olarak, doğrudan doğruya işçi sınıfına döndü ve onun bağrında daha otuz yıl iş görmekte devam etti. İngiltere’de emekçiler yararına iyiye götürülen her toplumsal hareket, her gerçek ilerleme, Owen’ın adına bağlanır. Böylece, beş yıllık çabadan sonra, fabrikalarda kadınların ve çocukların çalışmasını sınırlandıran yasayı, 1819’da o kabul ettirdi.[12*] Böylece, tüm İngiltere trade-unionlarının (sendikalarının) bir tek büyük sendikal topluluk biçiminde birleştikleri ilk kongreye o başkanlık etti. Böylece, toplumun tamamen komünist bir örgütlenmesine götüren geçiş önlemi olarak, bir yandan, o zamandan beri, hiç değilse satıcının da, fabrikacının da kolayca vazgeçilebilecek kişiler olduklarını, pratik kanıtını vermiş bulunan kooperatif şirketleri (tüketim ve üretim kooperatifleri),[13*] öte yandan da, çalışma (sayfa: 379) ürünlerinin, birimi çalışma saati tarafından oluşturulan bir çalışma kağıt-parası aracıyla değişimini gözeten kurumlar olan çalışma pazarlarını o kurdu; zorunlu olarak başarısızlığa mahkum bu kurumlar Proudhon’un çok daha sonra kuracağı değişim bankasının tam bir öncelemesi (anticipation) idiler, ve ondan, toplumsal kötülüklerin devasını değil, ama sadece toplumun çok daha köklü bir dönüşümüne doğru atılmış bir ilk adımı temsil etmeleri ile ayrılıyorlardı.
Ulu bay Dühring’in, “son çözümlemede kesin doğruluk”unun doruğundan, “Giriş”te birkaç örneğini vermiş bulunduğumuz küçümseme ile baktığı adamlar, işte bunlar. Ve bu küçümseme, bir anlamda, pek o kadar da haksız değil: Gerçekten, bu küçümseme esas olarak üç ütopyacının yapıtlarının gerçekten korkunç bir bilgisizliğine dayanır. Böylece, bize Saint-Simon üzerine, “esas olarak, temel düşüncesinin doğru olduğu, ve birkaç dargörüşlülük dışında, bu düşüncenin, gerçek kuruluşlar oluşturmak için, bugün bile yönetici atılım sağladığı” söylenir.
Ama, bay Dühring’in, Saint-Simon’un yapıtlarından birkaçını gerçekten eline almışa benzemesine karşın, ondan sözettiği tüm 27 sayfa boyunca, Saint-Simon’un “temel düşüncesi”ni, en sonunda şu “imgeleme yetisi ve insansever tutku … düş kurma yeteneğinin bunlara uygun düşen aşırı uyarılganlığı ile birlikte, Saint-Simon’un tüm düşüncesini belirler!” tümcesi ile payımızı alma pahasına, tıpkı Quesnay’nin Tableau économique’inin “Quesnay’nin kendisinde ne anlama geldiği”ni aramış olduğumuz kadar boşuna arıyoruz.
Fourier’den, bay Dühring, sadece, gelecek üzerindeki, betimlemesi romansı bir ayrıntıya kadar inen düşlemleri (fantezileri) bilir ve sadece onları dikkate alır, ki bu, bay Dühring’in Fourier üzerindeki sonsuz üstünlüğünü saptama bakımından, Fourier’nin “gerçek koşulları fırsat çıkarsa nasıl eleştirmeye çalış”tığını araştırmaktan kuşkusuz “çok daha önemli”dir. Fırsat çıkarsa! Gerçekte, Fourier’nin yapıtlarının hemen her sayfasından, onca övülen uygarlığın sefaletleri üzerine yergi ve eleştiri kıvılcımları fışkırır. Bay Dühring, bay Dühring’i, (sayfa: 380) sadece “fırsat çıkarsa” geçmişin ve geleceğin en büyük düşünürü olarak ilân eder demek gibi bir şey. Robert Owen’a ayrılmış oniki sayfaya gelince, bay Dühring’in bu sayfaları yazmak için, Owen’ın en önemli yazılarını —evlilik ve komünist örgütlenme üzerindeki yazılarını—, tıpkı bay Dühring gibi bilmeyen hamkafa Sargant’ın zavalli biyografisinden[14*] başka hiç bir kaynağı yok. Böyle olduğu için bay Dühring, Owen’da “kararlı bir komünizm varsayma”nın doğru olmadığını ileri sürmek gibi cüretli bir savda bulunabilir. Kuşkusuz, eğer bay Dühring, eline, sadece Owen’ın Book of the New Moral World’unu (“Yeni Ahlâk Dünyasının Kitabı”) almış olaydı, orada —Owen’ın her zaman eklediği gibi, yaşa göre— eşit çalışma görevi ve eşit ürün hakkı ile, sadece komünizmlerin en kararlısının dile getirildiğini görmekle kalmaz, ama plan, yükseklik ve kabataslak perspektif ile, geleceğin komünist topluluğuna yönelik mimarlığın eksiksiz bir işlenişini de görürdü. Ama “sosyalist düşünce temsilcilerinin öz yapıtlarının dolaysız irdelenmesi” eğer bay Dühring’in burada yaptığı gibi, bu yapıtlardan birkaçının adının ve olsa olsa, baş taraflarındaki kısa tanıtma yazısının (épigraphe) bilinmesi ile sınırlanırsa, elbette ortaya bu türlü budala ve kafadan atma savlar sürmekten başka bir iş çıkmaz. Owen sadece “kararlı komünizm”i öğütlemekle kalmadı, ama komünizmi “karar” konusunda eksik hiç bir şey bırakmayan Hampshire’deki Harmony Hall kolonisinde, onu, beş yıl boyunca (30 yıllarının sonu ile 40 yıllarının başı) uyguladı da. Ben, bu örnek komünist deneyin eski üyelerinden birçoğunu tanıdım. Ama, genel olarak Owen’ın 1836 ile 1850 arasındaki faaliyeti üzerine olduğu gibi, bütün bunlar üzerine de Sargant hiç bir şey bilmez, ve bay Dühring’in böbürlendiği “büyük üsluplu tarih yazma biçimi” bu yüzden kapkara bir bilgisizlik içinde kalır. Bay Dühring, Owen’ı, “insansever ölçüsüzlüğün, her bakımdan, gerçek bir ucubesi” olarak adlandırır. Ama bay Dühring ancak başlığını ve épigraphe’ini bildiği kitapların (sayfa: 381) içeriği üzerine bize ders verdiği zaman, onun “her bakımdan, bilgisiz ölçüsüzlüğün gerçek bir ucubesi” olduğunu söyleyemeyiz, çünkü bizim ağzımızda, bu bir “sövgü” olur.
Eğer ütopyacılar, görmüş bulunuyoruz, ütopyacı idiyseler, bu, kapitalist üretimin henüz çok az gelişmiş bulunduğu bir dönemde, başka bir şey olamayacakları içindi. Eğer yeni bir toplumun öğelerini kafalarından çıkarmak zorunda kaldılarsa, bunun nedeni, bu öğelerin henüz eski toplumda gözle görülür bir biçimde ortaya çıkmamalarıydı; eğer yeni yapılarının temellerini atmak için usa başvurma durumunda kaldılarsa, bu, henüz çağdaş tarihe başvuramamalarının sonucuydu. Ama, şimdi, onlardan hemen hemen seksen yıl sonra, bay Dühring, tarih içinde oluşan bu sistemi kendi zorunlu sonuçları olarak veren güncel gereçlerden hareketle değil de, onu yüce kafasında, kesin doğruluklara gebe usunda kurarak, yeni toplumsal rejimin “kural hizmeti gören” bir sistemini açıklama savıyla sahneye girerse, o zaman, her yerde artçılar (epigonlar) kokusu alan bu adam, ütopyacıların artçısından, sonuncu ütopyacıdan başka bir şey değildir. O, büyük ütopyacıları “toplumsal simyagerler” olarak adlandırır. Olabilir. İlmi simya, zamanında zorunlu bir şeydi. Ama o zamandan beri, büyük sanayi, kapitalist üretim biçimi içinde uyuklayan çelişkileri öylesine açık karşıtlıklar durumuna getirdi ki, bu üretim biçiminin yakın yıkılışına, deyim yerindeyse, elle dokunulabilir; yeni üretici güçler, ancak onların bugünkü gelişme derecelerine uygun düşen yeni bir üretim biçiminin kurulması ile korunup geliştirilebilirler; iki sınıfın, şimdiye değin egemen olan üretim biçimi tarafından yolaçılan ve durmadan daha keskin bir çelişki içinde üreyen savaşımları bütün uygar ülkelere yayıldı, gün günden daha zorlu bir durum alıyor, ve bu tarihsel bağlantının, bunun zorunlu kıldığı toplumsal dönüşüm koşullarının, son olarak gene bunun koşullandırdığı biçimiyle bu dönüşümün temel çizgilerinin bilgisi, daha şimdiden edinilmiş bulunuyor. Ve eğer şimdi bay Dühring, varolan iktisadi gereçlerden yararlanacak yerde, yüce beyninde yeni bir toplumsal ütopya imal ederse, (sayfa: 382) düpedüz “toplumsal ilmi simya”dan başka ne yapmış olur? Ya da daha doğrusu, modern kimyanın bulunması ve yasalarının saptanmasından sonra, eski ilmi simyayi yeniden kurmak, ve atom ağırlıklarını, molekül formüllerini, atomların birleşme değerini, billurlar bilimini ve tayf analizini sadece… filozof taşının [15*] bulunması için kullandırmak isteyen biri gibi davranmış olmaz mı? (sayfa: 383)

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments