Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Aralık 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkKarl Marx - Friedrich Engels ArşiviK. Marks: Ücretli Emek ve Sermaye (1.Bölüm)

K. Marks: Ücretli Emek ve Sermaye (1.Bölüm)

FRİEDRİCH ENGELS’İN GİRİŞ’İ
Bu yapıt, Neue Rheinische Zeitung’da[76] 4 Nisan 1849 tarihinden başlayarak bir dizi başyazı olarak yayımlandı. Marx’ın 1847’de, Brüksel’de, Alman İşçileri Birliğinde[77] verdiği konferanslar, bu broşürün temelini oluşturur. Bu yapıt, basıldığı kadarıyla, yarım kalmıştı. Gazetenin 269’uncu sayısında, makalenin sonunda, “Devam edecek” notu ile verilen söz, o sırada hızla birbiri üstüne yığılmakta olan olaylar sonucu yerine getirilmedi: Macaristan’ın Ruslar tarafından istilâsı,[78] bizzat gazetenin de kapanmasına (19 Mayıs 1849) yolaçan Dresden’deki, Iserlohn’daki, Elberfeld’deki ayaklanmalar, Pfalz ve Baden ayaklanmaları.[79] Marx’ın ölümünden sonra bulunan yapıtları arasında makalelerin geri kalan bölümlerinin müsveddelerine raslanmadı.[80]
Ücretli Emek ve Sermaye’nin ayrı bir yayın olarak broşür (sayfa 174) biçiminde birkaç baskısı yapılmıştır, sonuncusu, 1884’te Hottingen-Zurich’te, Schweizerische Genossenschafts-Bushruckerei (İsviçre Basın Kooperatifi) tarafından yayınlanmıştır. Şimdiye kadar yayınlananlar, ilk metne harfi harfine uyuyordu. Ama bu yeni baskı, propaganda broşürü olarak, en azından 10.000 adet dağıtılacaktır; bu bakımdan, Marx’ın kendisinin de, bu koşullar altında, asıl metinde değişiklik yapmadan yeni bir baskıya izin verip vermeyeceğini düşünmeden edemezdim.
Kırklarda, Marx ekonomi politiğin eleştirisini henüz tamamlamamıştı. Bu, ancak ellilerin sonuna doğru gerçekleşti. Onun için, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın birinci kısmından (1859) önce yayınlanan yazıları, birçok bakımdan, 1859’dan sonra yazdıklarından farklıdır. Bundan önceki yazılarında öyle deyimler, hatta başlıbaşına öyle tümceler vardır ki, sonraki yapıtları açısından talihsiz, hatta yanlış görünürler. Şurası açıktır ki, geniş okur yığınları için yapılan sıradan yayınlarda, yazarın entelektüel gelişiminin bir parçası olarak bu ilk bakış açısının da bir yeri vardır, ve yazarın olduğu kadar okurların da, bu eski yapıtların değiştirmeden basılmasını istemek hakları vardır ve. benim de bunların tek sözcüğünü olsun değiştirmeyi aklımın köşesinden bile geçirmemiş olmam gerekirdi.
Ama, hemen tümüyle işçiler arasında propagandayı amaçlayan yeni bir baskı sözkonusu olduğunda, iş değişmektedir. Bu durumda, Marx, elbette, 1849 tarihli eski açıklamasını, yeni bakış açısıyla bağdaştırmak isteyecekti. Ve bu baskı için, bellibaşlı bütün noktalarda, bu amaca ulaşmak üzere, bazı gerekli değişiklik ve eklemeleri yapmakla, Marx’ın düşünüşüne uygun bir davranışta bulunduğumdan eminim, Okura şimdiden söylüyorum: bu, Marx’ın 1849’da yazmış olduğu değil, 1891’de yaklaşık olarak yazmış olacağı broşürdür. Dahası, asıl metin öyle çok sayıda dağıtıldı ki, onu, daha ileride tüm yapıtları arasında hiç değiştirmeden yeniden basmama dek, bu, şimdilik, yeterli olacaktır.
Benim yaptığım değişikliklerin tümü, bir tek nokta etrafında toplanıyor. Asıl metne göre, işçi, kapitaliste, ücret karşılığında emeğini satmaktadır; bu metne göre ise, işçi, işgücünü satmaktadır. Bu değişiklik için bir açıklama yapmam (sayfa 175) gerekir. Bu açıklamayı, bu sorunun basit bir sözcük oyunu değil, tersine, bütün ekonomi politiğin en önemli noktalarından biri olduğunu görsünler diye yapmalıyım.
Bu açıklamayı, en güç ekonomik tahlillerin kendilerine kolaylıkla anlatılabildiği eğitim görmemiş işçilerin, böylesine karmaşık sorunları yaşamları boyunca hiç kavrayamamış bizim “kültürlü” ve kendini beğenmiş kişilerimizden ne kadar üstün olduklarına burjuvazi kendisini inandırabilsin diye yapmalıyım.
Klasik ekonomi politik,[81] fabrikatörün satın aldığı ve karşılığını ödediği şeyin, çalıştırdığı işçilerin emekleri olduğu yolundaki mevcut anlayışı sınai uygulamalardan devralmıştır. Bu anlayış, fabrikatörün ticari gereksinmeleri, muhasebe ve fiyat hesaplamaları açısından tamamıyla yeterli olmuştur. Ama bunun ekonomi politiğe safça aktarılmasıyla orada gerçekten de olağanüstü yanılgılar ve kargaşalıklar yaratmıştır.
Ekonomi, bütün metaların, bu arada “emek” diye adlandırdığı metaın da fiyatlarının sürekli değişmekte olduğunu; bunların çoğu kez bizzat metaların üretimleriyle hiç bir ilişkisi bulunmayan ve, dolayısıyla da, fiyatların, kural olarak, salt raslantı sonucu belirleniyorlarmış gibi göründüğü çok çeşitli koşullar sonucu yükselip düştüğü olgusunu gözlemlemektedir. Bundan ötürü, bir bilim olarak ortaya çıkar çıkmaz,[82] ekonomi politiğin ilk işlerin den biri, görünüşte metaların fiyatlarını belirleyen bu raslantının arkasına gizlenen, ama gerçekte, bu raslantının kendisini de belirleyen yasayı araştırmak oldu. Ekonomi politik, çalkanma ve dalgalanmaların etrafında gerçekleştiği sabit merkezi, yükselme ve alçalma arasında gidip gelen sürekli çalkantı halindeki bu meta fiyatlarının sınırları içinde aradı. Fiyatları düzenleyen yasa olarak metaların değerini, bütün fiyat dalgalanmalarının onunla açıklandığı ve bütün bu dalgalanmaların sonuç olarak gelip dayandığı değeri bulmak için, yola, meta fiyatlarından çıktı.
Klasik iktisat, böylece, bir metaın değerinin, bu metaın içerdiği ve üretilmesi için gerekli olan emek ile belirlendiğini buldu; ve bu açıklama ile yetindi. Biz de, bir an için, burada durabiliriz. Ama yanlış anlamlara meydan vermemek (sayfa 176) için, bu açıklamanın, günümüzde artık tamamıyla yetersiz bir hale geldiğini anımsatacağım. Emeğin değer yaratma özelliğini derinlemesine inceleyen ilk kişi Marx’tı ve bu incelemesiyle, bir metaın üretimi için görünürde ya da gerçekte zorunlu olan her emeğin, bu metaya, bütün koşullarda, harcanan emeğin niceliğine tekabül eden büyüklükte bir değer katmadığını buldu. Demek ki, bugün, Ricardo gibi iktisatçılarla birlikte, rasgele, bir metaın değerinin, onun üretimi için gerekli-emekle belirlendiğini söyleyecek olursak, bunu her söylediğimizde, Marx’ın bu konudaki ihtiyat kaydına da dolaylı olarak değinmiş oluruz. Burada bu kadarı yeterlidir; gerisi, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’sında (1859) ve Kapital’inin birinci cildinde bulunabilir.
Ama, iktisatçılar, değerin bu emek ile belirlenişini “emek” metaına uyguladıklarında, çelişkiden çelişkiye düştüler. “Emek”in değeri nasıl belirlenir? İçerdiği gerekli-emekle. Ama bir işçinin, bir günlük, bir haftalık, bir aylık, bir yıllık emeğinde ne kadar emek vardır? Bir günlük, bir haftalık, bir aylık, bir yıllık emek vardır. Eğer emek bütün değerlerin ölçüsü ise, o zaman, “emeğin değeri”ni, gerçekten de, ancak emek ile ifade edebiliriz. Ama eğer bütün bildiğimiz, bir saatlik emeğin bir saatlik emeğe eşit olduğundan ibaretse, bir saatlik emeğin değeri konusunda hiç bir şey bilmiyoruz demektir. Bu ise, bizi, amaca bir kıl payı olsun yaklaştırmıyor; olduğumuz yerde dönüp duruyoruz.
Onun için, klasik iktisat, bir başka yol denedi, ve şöyle dedi: bir metaın değeri, onun üretim maliyetine eşittir. Peki ama, emeğin üretim maliyeti nedir? Bu soruya karşılık verebilmek için, iktisatçılar, mantığa birkaç takla attırmak zorundadırlar. İktisatçılar, bizzat emeğin, ne yazık ki bilinemeyen üretim maliyetini araştıracaklarına, işçinin üretim maliyetini araştırmaya girişmişlerdir. Ve bu bulunabilir. Bu maliyet zamana ve koşullara göre değişiklik gösterir, ama belli toplum koşulları için, belli bir yer, belli bir üretim dalı için, hiç değilse oldukça dar sınırlar içinde, bu maliyet de bellidir. Bugün biz, nüfusun büyük ve durmadan artan bir sınıfının ancak üretim araçları —alet, makine, hammadde ve geçim araçları— sahiplerinin hesabına ücret karşılığında çalışarak yaşayabildiği kapitalist üretimin egemenliği (sayfa 177) altında yaşıyoruz. Bu üretim biçimi temeli üzerinde, işçinin üretim maliyeti, işçinin çalışabilmesi, çalışabilir durumda kalması, ve yaşlılık, hastalık ya da ölüm gibi nedenlerle ayrılmasından sonra yerinin bir başkası tarafından alınması —yani, işçi sınıfının gerekli sayılarda çoğalması— için ortalama olarak gerekli olan geçim araçları miktarından —ya da bunların para olarak fiyatından— ibarettir.
Varsayalım ki, bu geçim araçlarının para olarak fiyatı, günde ortalama üç markı bulmaktadır.
Demek ki, işçimiz, kendisini çalıştıran kapitalistten günde üç marklık bir ücret almaktadır. Buna karşılık, kapitalist, onu, diyelim ki, günde oniki saat çalıştırmaktadır. Bu kapitalist, kabaca şöyle hesap yapar:
İşçimizin —bir tesviyecinin— bir günde tamamlayabileceği bir makine parçasını yapmak zorunda olduğunu varsayalım. Hammadde —daha önceden gerekli biçimde hazırlanmış demir ve pirinç— 20 mark tutuyor. Buharlı makinenin kömür tüketimi, ve bu aynı buharlı makinenin, tornanın ve işçimizin kullandığı öteki aletlerin bu kullanımdan doğan yıpranma payı, bir gün için, bir marklık bir değeri temsil etmektedir. Varsayımımıza göre, bir günlük ücret, 3 marktır. Böylece bizim sözkonusu makine parçası, hepsi içinde, 24 mark etmektedir. Ama kapitalist, buna karşılık, müşterilerinden, ortalama olarak, 27 mark alacağını hesaplamaktadır, ya da yaptığı harcamadan 3 mark daha fazlasını.
Kapitalistin cebine indirdiği bu 3 mark nereden geliyor? Klasik ekonominin iddiasına göre, metalar, ortalama olarak, kendi değerlerinden satılırlar, yani içerdikleri gerekli-emek miktarına tekabül eden fiyatlardan. Bizim makine parçasının ortalama fiyatı —27 mark— demek ki, kendi değerine, yani bu parça içinde cisimleşmiş emeğe eşit olacaktır. Ama bu 27 marktan 21’i, bizim tesviyeci işe koyulmadan önce de zaten var olan bir değerdi. 20 markını hammaddeler, bir markını da iş sırasında tüketilen kömür, ya da [üretim -ç.] sürecinde kullanılmış ve etkinlikleri bu değer tutarınca azalmış olan makineler ve aletler içermekteydi. Geriye kalıyor hammaddenin değerine eklenmiş olan 6 mark. Ama iktisatçılarımızın kendi varsayımlarına göre, bu 6 mark, ancak, işçimizin hammaddeye katmış olduğu emekten ileri gelebilir. İşçinin oniki (sayfa 178) saatlik emeği, böylece, 6 marklık yeni bir değer yaratmıştır. Onun oniki saatlik emeği, demek ki, 6 marka eşit olacaktır. Ve böylece, biz de, en sonunda, “emeğin değeri”nin ne olduğunu bulmuş oluyoruz.
“Dur bakalım!” diye bağırıyor tesviyecimiz. “Altı mark mı? Ama ben ancak üç mark aldım! Benim kapitalist, oniki saatlik emeğimin değerinin ancak üç mark olduğuna yemin billâh ediyor, ve eğer altı mark isteyecek olursam, benimle alay eder. Ne demek oluyor bu?”
Emeğin değeri ile, önceleri kısır bir döngü içine giriyor idiysek, şimdi de, tam anlamıyla içinden çıkılmaz bir çelişki içine düşmüş bulunuyoruz. Emeğin değerini aradık ve bize gerekli olandan fazlasını bulduk. İşçi için, oniki saatlik emeğin değeri üç marktır, kapitalist için ise, altı marktır, ki bunun üçünü ücret olarak işçiye öder, üçünü de kendisi için cebe atar. Şu halde, emeğin, bir değil, iki değeri, üstelik de birbirinden çok farklı iki değeri olmalıydı!
Para olarak ifade edilen değerleri iş zamanına indirgediğimiz anda, çelişki daha da akıl almaz bir hal alıyor. Oniki saatlik çalışma sırasında, altı marklık yeni bir değer yaratılmıştır. Böylece, altı saatte üç mark — işçinin oniki saatlik emek karşılığı aldığı miktar. Oniki saatlik emek karşılığında, işçi, buna eş bir değer olarak, altı saatlik emek ürünü elde etmektedir. Şu halde, ya emeğin biri ötekinin iki katı olan iki değeri vardır, ya da oniki altıya eşittir! Her durumda da tam bir saçmalığa varılmaktadır.
Ne yaparsak yapalım, emeğin alınıp satılmasından ve emeğin değerinden sözettiğimiz sürece, bu çelişkiden hiç bir zaman kurtulamayacağız. İktisatçılarımızın başına gelen de budur. Klasik ekonominin son kolu olan rikardocu okul, esas olarak bu çelişkiyi çözümlememesi yüzünden batmıştır. Klasik iktisat bir çıkmaza girmişti. Çıkış yolunu bulan Marx oldu.
İktisatçıların “emek”in üretim maliyeti olarak gördükleri şey, emeğin değil, bizzat yaşayan işçinin üretim maliyeti idi. Ve bu işçinin kapitaliste sattığı şey, kendi emeği değildi. “İşe fiilen başlar başlamaz”, diyor Marx, “artık, emeği onun olmaktan çıkmıştır ve bunun için de bu emeğin şimdi işçi tarafından satılması sözkonusu olamaz.”[83] İşçi, olsa olsa (sayfa 179) gelecekteki emeğini satabilir, yani belirli bir zaman içinde belirli bir işi yerine getireceği üzerine söz kesebilir. Ama bunu yapmakla emek satmış olmaz (ki bu emeğin önce harcanmış olması gerekirdi), belirli bir zaman için (gündelik iş durumunda) ya da belirli bir üretim için (parça başına iş durumunda), işgücünü kapitalistin emrine verir: kiraya verdiği, ya da sattığı, işgücüdür. Ama bu işgücü işçinin kişiliğine sıkı sıkıya bağlıdır ve ondan ayrılamaz. İşgücünün üretim maliyeti, şu halde, işçinin bizzat kendi üretim maliyeti ile çakışmaktadır; iktisatçıların emeğin üretim maliyeti dedikleri şey, gerçekte, işçinin ve, böylelikle de, onun işgücünün üretim maliyetidir. Ve böylece işgücünün üretim maliyetinden gerisin geriye işgücünün değerine varabiliriz ve, Marx’ın işgücünün alım ve satımı konusundaki bölümde yaptığı gibi (Kapital, Band IV, 3),[84] belirli bir nitelikteki işgücünün üretimi için zorunlu olan toplumsal olarak gerekli-emek miktarını saptayabiliriz.
Peki ama işçi işgücünü kapitaliste sattıktan, yani önceden kararlaştırılan —gündelik ya da parça başına— bir ücret karşılığında işgücünü kapitalistin emrine verdikten sonra ne olur? Kapitalist, işçiyi, iş için gerekli bütün şeylerin —hammaddelerin, yardımcı maddelerin (kömür, boya vb.), aletlerin, makinelerin— hazır olduğu atelyesine ya da fabrikasına götürür. İşçi burada ölesiye çalışmaya başlar. Gündelik ücreti, yukarda varsaydığımız gibi, üç marktır — bu durumda, bu ücreti, gündelik ya da parça başına kazanıyor olması önemli değildir. Burada da, gene, işçinin, kendi emeği ile, tüketilen hammaddelere oniki saatte altı marklık bir yeni değer kattığını varsayıyoruz, ki bu yeni değeri, kapitalist, yapımı tamamlanmış parçayı sattığı zaman paraya dönüştürür. Kapitalist, bununla, işçiye üç markını öder; öteki üç markı da kendisine alıkoyar. Ama eğer işçi, oniki saatte altı marklık bir değer yaratıyorsa, altı saatte de , üç marklık bir değer yaratır. Demek ki, kapitalist için altı saat çalışmakla, işçi, ücret olarak aldığı üç markın eşdeğerini kapitaliste zaten geri ödemiş oluyor. Altı saatlik bir çalışmadan sonra ikisi de ödeşmiş olmaktadırlar, birbirlerine tek fenik bile borçlu değillerdir.
“Dur bakalım!” diye bağırıyor bu kez de kapitalist. “Ben işçiyi bütün bir gün için, oniki saatliğine kiraladım. Oysa (sayfa 180) altı saat ancak yarım gün eder. Haydi bakalım öteki altı saat da doluncaya kadar iş başına — ancak o zaman ödeşmiş olacağız!” Ve işçi, gerçekten de, “kendi isteğiyle” kabul ettiği ve altı iş saatine malolan bir ürün için oniki saatlik bütün bir gün çalışmayı üstlendiği anlaşmaya uymak zorundadır.
Parça başına çalışmada da durum tıpatıp aynıdır. Varsayalım ki, işçimiz, oniki saatte bir metadan oniki parça yapıyor. Bu parçalardan herbiri, hammadde ve yıpranma olarak iki marka malolmakta ve 2,5 marka satılmaktadır. Bundan önceki aynı varsayımlara göre, demek ki, kapitalist, işçiye, parça başına 25 fenik verecektir; bu, oniki parça için üç mark etmektedir ki, bunu kazanılması için de işçinin oniki saate gereksinmesi vardır; oniki parçanın satışından kapitalistin eline 30 mark geçer; bundan hammaddeler ve yıpranma için 24 mark indirildiğinde geriye altı mark kalır ki, kapitalist bunun üç markını ücret olarak işçiye öder, üç markını da cebine atar. Tıpkı yukarıdaki gibi. Burada da işçi, altı saat kendisi için yani ücretini karşılamak için (oniki saatin herbirinde yarımşar saat), ve altı saat da kapitalist için çalışır.
En iyi iktisatçıların, “emek”in değerinden yola çıktıkları sürece üstesinden gelemedikleri güçlük, “emek”in değil de, “işgücü”nün değerinden yola çıktığımızda ortadan kaybolur. Günümüzün kapitalist toplumunda, işgücü bütün öteki metalar gibi bir metadır, ama gene de, tamamıyla özgün bir meta. Yani, değer yaratan bir güç, bir değer kaynağı olmak ve, gerçekten de, uygun bir biçimde kullanıldığında, bizzat kendisinde olandan daha fazlasını yaratan bir değer kaynağı olmak gibi özgün bir niteliği vardır. Üretimin bugünkü durumunda, insanın işgücü, bir günde, bizzat kendisinde bulunandan ve kendisinin malolduğundan daha büyük bir değer üretmekle kalmaz; her yeni bilimsel bulguyla, her yeni teknik buluşla, günlük üretiminin günlük maliyeti aşan bu fazlalığı artar, ve dolayısıyla da işgününün, işçinin günlük ücretini karşılamak için çalıştığı bölümü azalır; öte yandan da, işgününün, işçinin karşılığını almaksızın emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar.
İşte bugünkü toplumumuzun tüm ekonomik yapısı budur: bütün değerleri yaratan tek başına işçi sınıfıdır. Çünkü değer sözü, emek sözünün bir öteki ifadesinden başka bir şey (sayfa 181) değildir ve bugünkü kapitalist toplumumuzda, belirli bir metaın içerdiği toplumsal olarak gerekli-emek miktarını anlatan bir deyimdir. Ne var ki, işçiler tarafından üretilen bu değerler, işçilere ait değildir. Bu değerler, hammaddelerin, makinelerin, aletlerin ve işçi sınıfının işgücünü satın almalarına olanak sağlayan birikmiş paranın sahiplerine aittir. Demek ki, işçi sınıfının yarattığı ürünler yığınından kendisine kalan, bu yığının bir bölümüdür ancak. Ve az önce gördüğümüz gibi, kapitalist sınıfın kendine sağladığı ve olsa olsa toprak sahipleri sınıfı ile bölüşmek zorunda olduğu geri kalan bölüm, her yeni bulgu ve buluşla daha da artar, buna karşılık, işçi sınıfının payına düşen bölüm (adam başına hesaplandığında) ya çok yavaş ve önemsiz bir artış gösterir, ya yerinde sayar, ya da hatta bazı durumlarda azalır.
Ama gitgide artan bir hızla birbirinin yerini alan bu bulgu ve buluşlar, insan emeğinin her gün görülmemiş ölçüde artan bu üretkenliği, nihayet, bugünkü kapitalist ekonomiyi ortadan kaldıracak bir çelişkiye yolaçar. Bir yanda ölçüye gelmez büyüklükte zenginlikler ve alıcıların başa çıkamayacağı ürün bolluğu; öte yanda ise, toplumun proleterleşmiş, ücretli işçiler haline gelmiş ve işte bu yüzden de bu ürün bolluğunu kendilerine maledemez hale sokulmuş geniş yığınları. Toplumun, son derece zengin küçük bir sınıf ile mülkten yoksun büyük bir ücretliler sınıfına bölünmesi, toplumun üyelerinin büyük bir çoğunluğu aşırı bir yoksulluğa karşı hemen hemen korunmamış, giderek hiç korunmamış durumda iken, o toplumun, kendi ürettiği fazlalığın ağırlığı altında ezilip boğulması sonucunu verir. Bu durum, her geçen gün daha saçma, daha gereksiz olmaktadır. Bu duruma son verilmelidir, verilebilir. Bugünkü sınıf farklılıklarının ortadan kalkmış olacağı ve —belki biraz sıkıntılı ama herhalde ahlâk bakımından çok yararlı kısa bir geçiş döneminden sonra— toplumun bütün bireylerinin, daha şimdiden zaten varolan muazzam üretici güçlerinin planlı olarak kullanılması ve genişletilmesi sayesinde, ve herkes için zorunlu ve eşit çalışma ile, yaşamdan zevk alma, gelişme ve bedenin ve usun bütün yeteneklerini işletebilme araç ve olanaklarından herkesin eşit bir biçimde ve durmadan artan bir bolluk içinde yararlanabileceği yeni bir (sayfa 182) toplum düzeni olanaklıdır. Ve işçilerin bu yeni toplumsal düzeni elde etme kararlılıklarının giderek artmakta olduğunu yarınki Bir Mayıs, ve önümüzdeki 3 Mayıs pazar günü,[85] Okyanusun her iki yakasında da, tanıtlayacaktır bize. (sayfa 183)

Londra, 30 Nisan 1891                                                                               FRİEDRİCK ENGELS

Vorwärts, 13 Mayıs 1891,
n° 109’a ek olarak ve
Karl Marx, Lohnarbeit und Kapital,
Berlin 1891, başlıklı broşür olarak yayınlanmıştır

ÜCRETLİ EMEK VE SERMAYE

I

Çeşitli çevreler tarafından, bugünün sınıf savaşımlarının ve ulusal savaşımların maddi temelini oluşturan ekonomik ilişkileri ortaya koymamış olmakla kınandık. Biz bu ilişkilere, kasıtlı olarak, yalnızca siyasal çatışmalarda kendilerini doğrudan ön plana çıkardıkları yerde değindik.
Sorun, her şeyden önce, sınıf savaşımlarını günümüzün tarihi içinde izlemek ve elimizde zaten bulunan ve her gün tazelenen tarihsel malzeme ile işçi sınıfının, Şubat ve Martla[86] gerçekleştirilen bağımlılığının, aynı zamanda işçi sınıfının karşıtlarının da —Fransa’da cumhuriyetçi burjuvaların ve bütün Avrupa kıtası üzerinde feodal mutlakiyete karşı savaşım veren burjuva ve köylü sınıflarının da— yenilgisine yolaçtığını; Fransa’da “hilesiz cumhuriyet”in zaferinin, aynı zamanda, Şubat Devrimine kahramanca bağımsızlık savaşları (sayfa 184) ile yanıt vermiş olan ulusların da düşüşü olduğunu; ve son olarak, Avrupa’nın, devrimci işçilerin yenilgisi ile, yeniden eski çifte köleliğine, İngiliz-Rus köleliğine düştüğünü ampirik olarak tanımlamaktı. Paris’teki Haziran savaşımı, Viyana’nın düşüşü, Berlin’in Kasım 1848 traji-komedisi, Polonya’nın, İtalya’nın ve Macaristan’ın umutsuz çabaları, İrlanda’nın açlıktan kırılması — Avrupa’da burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşımını niteleyen ve bize de, amacı sınıf savaşımından ne kadar uzak görünürse görünsün her devrimci ayaklanmanın devrimci işçi sınıfı zafere ulaşıncaya dek başarısızlıkla sonuçlanmak zorunda olduğunu, her türlü toplumsal reformun, proleter devrimi ile feodal karşı-devrimin bir dünya savaşı içinde silahlarla boy ölçüşecekleri ana kadar bir hamhayal olarak kalacağını göstermek olanağını vermiş olan bellibaşlı etmenler işte bunlardı. Gerçekte olduğu gibi bizim sunuş biçimimizde de, Belçika ile İsviçre, biri burjuva monarşisinin model devleti, öteki burjuva cumhuriyetinin model devleti olarak, kendilerinin Avrupa devriminden olduğu kadar sınıf savaşımından da bağımsız devletler olduklarını sanan, ve büyük tarihsel tabloda karikatüre yakın, traji-komik fresklerdi.
Okurlarımız, 1848 yılında sınıf savaşımının koskoca siyasal biçimler alarak geliştiğini görmüş olduklarına göre, şimdi, artık, burjuvazinin varlığının ve sınıf egemenliğinin olduğu kadar, işçi sınıfının köleliğinin dayandığı ekonomik ilişkilerle de daha yakından ilgilenmenin zamanı gelmiştir.
Üç büyük kesim halinde şu konuları açıklayacağız: 1. Ücretli emek ile sermaye arasındaki ilişki, işçinin köleliği, kapitalistin egemenliği; 2. orta burjuva sınıfların ve köylü denen katmanın bugünkü sistem altındaki kaçınılmaz çöküşleri; 3. çeşitli Avrupa uluslarının burjuva sınıflarının, dünya pazarının zorbası —İngiltere— tarafından ticari boyunduruk altına alınması ve sömürülmesi.
Ekonomi politiğin en ilkel kavramlarının bile önceden bilindiğini varsaymaksızın, mümkün olduğu kadar yalın ve herkesin anlayabileceği bir açıklama yapmaya çalışacağız. İşçiler için anlaşılabilir olmayı istiyoruz. Zaten Almanya’nın her yanında, en basit ekonomik ilişkiler konusunda, bugünkü düzenin patentli savunucularından tutun da Almanya’da (sayfa 185) prenslerden de daha bol olan sosyalist kerametçilere ve bilinmedik siyasal dehalara varıncaya kadar herkeste, bilgisizlik ve en garip fikirlerden meydana gelme bir karışıklık hüküm sürmektedir.
O halde, ilk soruyu ele alalım: Ücret nedir? Nasıl belirlenir?
Eğer işçilere, “ücretiniz ne kadar?” diye bir soru sorulsaydı, kimi, “işverenimden günde bir mark alıyorum”, kimi de, “iki mark alıyorum” vb. diyeceklerdi. Hepsi de, bağlı bulundukları çeşitli işkollarına göre, belirli bir işin yapılması, örneğin bir yardalık bezin dokunması, ya da bir sayfalık bir yazının dizilmesi karşılığında kendi patronlarından aldıkları farklı para tutarları sıralayacaklardı. Bu işçilerin hepsi, bildirdikleri tutarların çeşitliliğine karşın, bir noktada birleşeceklerdir: ücret, kapitalistin belirli bir işzamanı karşılığında ya da belirli bir işin yapılması karşılığında ödediği para tutarıdır.
Kapitalist, bundan ötürü, para ile onların emeklerini satın alıyor görünür. Onlar da, kapitaliste bu para karşılığında emeklerini satarlar. Ama bu, ancak görünüşte böyledir. Oysa gerçekte onların para karşılığında kapitaliste sattıkları işgücüdür. Kapitalist bu işgücünü bir günlüğüne, haftalığına, aylığına vb. satın alır. Ve satın aldıktan sonra da, işçileri baştan şart koşulan süre boyunca çalıştırarak, bu işgücünü kullanır. Kapitalist, işçilerin işgüçlerini satın aldığı bu aynı para, örneğin iki mark karşılığında, iki kilo şeker, ya da belirli bir miktarda herhangi bir başka meta satın alabilirdi. İki kilo şeker satın aldığı bu iki mark, iki kilo şekerin fiyatıdır. İşgücünün oniki saatlik kullanımını satın aldığı bu iki mark, oniki saatlik işin fiyatıdır. Demek ki, işgücü bir metadır, şekerden ne eksik, ne fazla. Birincisi saatle ölçülür, ikincisi ise teraziyle.
İşçiler, metalarını, yani işgüçlerini kapitalistin metaı ile, yani para ile değişirler, ve bu değişim, belirli bir oranda olur. Şu kadar paraya, işgücünün şu kadar süreyle kullanılması. Oniki saatlik dokuma karşılığında 2 mark. Peki bu 2 mark, 2 mark karşılığında satın alabileceğim bütün öteki metaları da temsil etmez mi? Şu halde işçi, kendi metaını, yani işgücünü, her türden öteki metalarla değişmiştir ve bu, belirli bir (sayfa 186) orana göre olmuştur. Kapitalist, işçiye 2 mark vermekle, günlük emeği karşılığında ona şu kadar et, şu kadar giyecek, şu kadar yakacak, ışık vb vermiştir. Buna göre, bu 2 mark, işgücünün öteki metalarla değişilme oranını, yani işgücünün değişim-değerini ifade eder. Bir metaın para olarak hesaplanan değişim-değeri, onun fiyatı denen şeydir. Ücret, genellikle emeğin fiyatı denilen işgücü fiyatına, ancak insanın etinde, kanında saklı bulunan bu özgün metaın fiyatına verilen addan başka bir şey değildir.
Herhangi bir işçiyi, örneğin bir dokumacıyı alalım. Kapitalist ona dokuma tezgâhını ve ipliği sağlar. Dokumacı işe koyulur, ve iplik beze dönüşür. Kapitalist, bezi alır ve onu örneğin 20 marka satar. O halde, dokumacının ücreti, bezin, 20 markın, kendi emeğinin ürününün bir bölümü müdür? Hiç de değil. Dokumacı, bez satılmadan çok önce belki de bezin dokunması bitmeden önce, ücretini almıştır. Şu halde kapitalist, bu ücreti, bezin satışından alacağı paradan değil, önceden biriktirilmiş paradan öder. Nasıl ki, işveren tarafından sağlanan dokuma tezgâhı ve iplik dokumacının ürünü değilse, aynı şey dokumacının kendi metaı, yani kendi işgücü karşılığında aldığı metalar için de geçerlidir. Olabilir ki, kapitalist, bezi için hiç bir alıcı bulamaz. Olabilir ki, bezin satışından elde ettiği miktar, ücreti bile çıkaramaz. Ya da bezini dokumacının ücretine kıyasla çok kârlı bir biçimde satabilir. Bütün bunların dokumacıyla hiç bir ilgisi yoktur. Kapitalist, dokumacının işgücünü, servetinin, sermayesinin bir bölümüyle satın alır, tıpkı servetinin öteki bölümüyle de hammaddeyi —ipliği— ve iş aletini —dokuma tezgâhını— satın aldığı gibi. Bunları satın aldıktan sonra, ki bu satın alınan şeyler arasında bezin üretimi için gerekli olan işgücü de vardır, artık yalnız kendisinin olan hammaddelerle ve iş aletleri ile üretim yapar. Çünkü şimdi iş aletleri, üründe ya da ürünün fiyatında dokuma tezgâhı ne kadar pay sahibiyse o kadar pay sahibi olan bizim dokumacıyı da içermektedir.
Şu halde ücret, işçinin kendi ürettiği meta içinde sahip olduğu pay değildir. Ücret, kapitalistin onlarla kendisi için belirli bir miktarda üretken işgücü satın aldığı daha önceden varolan metaların bir bölümüdür. (sayfa 187)
İşgücü, demek ki, onu elinde bulunduranın, yani ücretli işçinin kapitaliste sattığı bir metadır. Ücretli işçi bunu neden satar? Yaşamak için.
Ama, işgücünün uygulanması, emek, işçinin kendi yaşam faaliyetidir, kendi yaşamının tezahürüdür. Ve işte, işçinin gerekli geçim araçlarını sağlamak için bir başkasına sattığı bu yaşam faaliyetidir. Böylece, yaşam faaliyeti, kendisi için bir varolabilme aracından başka bir şey değildir. O, yaşamak için çalışır. Hatta kendisine göre çalışmak, kendi yaşamının bir bölümü değil, daha çok, yaşamından yapılan bir özveridir. Bir başkasına devrettiği bir metadır. Bundan ötürü, kendi faaliyetinin ürünü de, bu faaliyetinin amacı değildir. Kendisi için ürettiği şey, dokuduğu ipek, madenden çıkardığı altın, yaptığı saray değildir. Kendisi için ürettiği şey, ücrettir, ve ipek, altın, saray onun gözünde belirli bir miktar geçim aracına, belki de pamuklu bir fanilaya, bir miktar bakır paraya ve bir bodrum katına indirgenir. Peki ya bu oniki saat boyunca dokuyan, iplik eğiren, yol açan, tornaya çeken, ev yapan, kürek sallayan, taş kıran, yük taşıyan vb. işçi, bu oniki saatlik dokumacılığa, iplik eğirmeye, yol açmaya, tornacılığa, duvarcılığa, kürek sallamaya, taş kırmaya kendi yaşamının bir belirtisi gibi, kendi yaşamı gibi mi bakar? Tam tersine, onun için yaşam, bu işin bittiği yerde, masada, kahvede, yatakta başlar. Öte yandan, bu oniki saatlik emek, kendisi için dokuma, eğirme, yol açma vb. olarak değil, kendisini masaya, kahveye, yatağa götüren kazanç olarak anlam taşır. Eğer ipekböceği, varlığını bir tırtıl olarak sürdürmek için koza örseydi, tam bir ücretli işçi olurdu.
İşgücü, her zaman bir meta olmamıştır. Emek, her zaman ücretli emek, yani özgür emek olmamıştır. Köle kendi işgücünü köle sahibine satmıyordu, nasıl ki öküz de yaptığı hizmeti köylüye satmazsa. Köle, efendisine işgücü ile birlikte, bir defada ve tümden satılır. Köle, bir efendinin elinden ötekinin eline geçebilen bir metadır. Kendisi bir metadır ama, işgücü onun kendi metaı değildir. Serf, işgücünün yalnız bir bölümünü satar. Toprak sahibinden bir ücret almaz; daha çok o, kendisi, toprak sahibine bir haraç öder.
Serf toprağa aittir ve topraktan elde edilenleri toprağın sahibine teslim eder. Öte yanda, özgür emekçi, kendisini satar (sayfa 188) ve hem de parça parça satar. Yaşamının 8, 10, 12, 15 saatini, gün be gün açık artırmayla, en çok artıranlara, hammaddelerin, iş aletlerinin ve geçim araçlarının sahiplerine, yani kapitalistlere satar. İşçi, ne bir köle sahibine, ne de toprağa aittir, ama günlük yaşamının 8, 10, 12, 15 saati bunu satın alana aittir. İşçi, kendisini kiralayan kapitalisti istediği an terkeder, ve kapitalist de, artık onun sırtından kâr elde etmediği, ya da umduğu kârı elde etmediği anda kendisine yol verir. Ama yaşamının biricik kaynağı kendi işgücünün satımı olan işçi, kendi varlığını reddetmeksizin alıcılar sınıfının tümünü, yani kapitalist sınıfı terkedemez. İşçi şu ya da bu kapitaliste değil, kapitalist sınıfa aittir, ve dahası, kendisini satmak, yani bu kapitalist sınıf içinden bir alıcı bulmak ona düşer.
Sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkilerde daha derinlere dalmadan önce, şimdi kısaca, ücretin belirlenmesinde hesaba katılan en genel ilişkileri açıklayacağız.
Ücret, görmüş olduğumuz gibi, belirli bir metaın, işgücünün fiyatıdır. Demek ki, ücret de bütün öteki metaların fiyatlarını belirleyen aynı yasalarla belirlenir. O halde burada sorulacak soru şudur: bir metaın fiyatı nasıl belirlenir?

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments