Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!

Marks-Engels Mektuplar 1

MARX’TAN PARİS’TEKİ P. V. ANNENKOV’A
Brüksel, 28 Aralık [1846]

Azizim Bay Annenkov,
Kitapçım, Mösyö Proudhon’un kitabı Sefaletin Felsefesi’ni ancak geçen hafta göndermemiş olsaydı, 1 Kasım tarihli mektubunuza yanıtımı çok daha önce almış olacaktınız. Bu konudaki düşüncelerimi size bir an önce ulaştırabilmek için, kitabı iki günde okudum. Kitabı çok acele okuduğumdan ayrıntılara giremem, ancak üzerimde bıraktığı genel izlenimi söyleyebilirim. Arzu ederseniz, bir ikinci mektupta ayrıntılara girebilirim.
İçtenlikle itiraf etmeliyim ki, bir bütün olarak kitabı kötü, çok kötü buldum. M. Proudhon’un bu şekilsiz ve gösterişli yapıtta geçit yaptırdığı “Alman felsefesi yamasına” siz de mektubunuzda gülüyorsunuz ama, ekonomik tartışmalara felsefi zehirin bulaşmadığını düşünüyorsunuz. Ben de (sayfa 624) ekonomik tartışmalardaki yanlışlıkları, M. Proudhon’un felsefesine bağlamaktan çok uzağım. M. Proudhon’un, bize, ekonomi politiğin yanlış bir eleştirisini yapması, saçma bir felsefi teoriye sahip bulunmasından ötürü değildir; bugünün toplumsal sistemini, M. Proudhon’un daha pek çokları gibi Fourier’den aldığı bir sözcüğü kullanayım, engrènement’ı[1] içinde anlayamadığı içindir ki, bize saçma bir felsefi teori veriyor.
M. Proudhon, Tanrıdan, evrensel akıldan, hiç bir zaman yanılmayan, bütün çağlar boyunca hep kendisine eşit olmuş bulunan ve gerçeği bilebilmesi için kişinin doğru bilince sahip olmasını gerektiren insanlığın kişisel olmayan aklından niçin sözediyor? Kendisine gözüpek bir düşünür görünümü verebilmek için, niçin o güçsüz hegelciliğe sığınıyor?
Bu bilmecenin anahtarını da gene kendisi veriyor. M. Proudhon, tarihte bir dizi toplumsal gelişme görmektedir; tarihin içinde gerçekleştirilen bir ilerleme bulmaktadır; nihayet, insanların bireyler olarak yaptıkları şeylerden haberdar olmadıklarını ve kendi hareketlerinde yanıldıklarını söylemektedir, yani bunlann toplumsal gelişmeleri ilk bakışta, kendi bireysel gelişmelerinden başka, ayrı ve bağımsız gibi görünmektedir. Bu olguları açıklayamıyor ve bundan ötürü de evrensel aklın kendi kendisini açıkladığı varsayımını icat ediveriyor. Mistik nedenler, yani sağduyudan yoksun sözler icat etmekten daha kolay bir şey yoktur.
Ama insanlığın tarihsel gelişimi konusunda hiç bir şey anlamadığını kabullenmekle  o, bunu, Evrensel Akıl, Tanrı vb. gibi şatafatlı sözcükler kullanmakla kabul etmiş oluyor  M. Proudhon, ekonomik gelişimi anlama yeteneğinden yoksun bulunduğunu üstü kapalı bir biçimde ve zorunlu olarak kabullenmiş olmuyor mu?
Biçimi ne olursa olsun, toplum nedir? İnsanların karşılıklı eylemlerinin ürünü. İnsanlar kendileri için şu ya da bu biçimde bir toplum seçmekte özgür müdürler? Asla. insanın üretici güçlerinin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, belirli bir ticaret ve tüketim biçimi elde edersiniz. Üretimde, ticarette, ve tüketimde belirli gelişme aşamaları alırsanız, buna tekabül eden bir aile, zümreler veya sınıflar örgütü, tek (sayfa 625) sözcükle, buna tekabül eden bir uygar toplum elde edersiniz. Belirli bir uygar toplum alırsanız, uygar toplumun yalnızca resmi ifadesi olan belirli politik koşullar elde edersiniz. M. Proudhon bunu hiç bir zaman anlayamayacaktır, çünkü devletten topluma  yani toplumun resmi özetinden resmi topluma  seslenmekle büyük bir iş yaptığını sanıyor.
İnsanların kendi üretici güçlerini  ki tüm kendi tarihlerinin temelidir  seçmekte özgür olmadıklarını eklemek gereksiz, çünkü her üretici güc, edinilmiş bir güçtür daha önceki eylemlerin ürünüdür. Üretici güçler, bundan ötürü, pratik insan enerjisinin sonuçlarıdırlar; ama bu enerjinin kendisi insanların kendilerini içinde buldukları koşullarla, o ana dek edinilmiş üretici güçlerle, kendileri varolmazdan önce varolmuş, kendilerinin yaratmadıkları, bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçimle koşullandırılmaktadır. Bu basit olgu nedeniyle, yani birbiri ardından gelen her kuşağın yeni üretime hammadde olarak hizmet eden ve bir önceki kuşak tarafından edinilmiş üretici güçlere kendisini sahip bulması nedeniyle, insanlık tarihinde bir tutarlılık doğar, insanın üretici güçleri ve bundan ötürü de toplumsal ilişkileri daha da geliştikçe, insanlık tarihi, her zamankinden daha çok bir insanlık tarihi biçimine bürünür. Böylece, bunun zorunlu sonucu olarak, insanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde olmasalar da, kendi bireysel girişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir asla. İnsanların maddi ilişkileri, tüm ilişkilerinin temelidir. Bu maddi ilişkiler, maddi ve bireysel eylemlerin içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden ibarettirler.
M. Proudhon, düşünceler ile şeyleri birbirine karıştırıyor. İnsanlar kazanmış oldukları şeylerden hiç bir zaman vazgeçmezler, ama bu demek değildir ki, belirli üretici güçleri içinde edinmiş bulundukları toplumsal biçimden de hiç bir zaman vazgeçmezler. Tersine, ulaşılmış bulunan sonuçlardan yoksun bırakılmamak ve uygarlığın meyvelerini yitirmemek için, ticaret biçimlerinin artık edinilmiş üretici güçlere uygun düşmediği andan sonra, tüm geleneksel toplumsal biçimlerini değiştirmeye zorlanırlar. Burada “ticaret” sözcüğünü geniş anlamında kullanıyorum, Almanca’da Verkehr’i kullandığımız gibi. Örneğin: ayrıcalıklar, loncalar (sayfa 626) ve korporasyonlar kurumu, ortaçağların düzenleyici rejimi, yalnızca edinilmiş üretici güçlere ve daha önce varolmuş bulunan ve bu kurumların içinden çıkmış bulundukları toplumsal koşula tekabül eden toplumsal ilişkilerdi. Korporasyonlar ve düzenlemeler rejiminin koruyuculuğu altında sermaye biriktirilmiş, denizaşırı ticaret geliştirilmiş, sömürgeler kurulmuştu. Ama eğer insanlar, çatısı altında bu meyveleri olgunlaştıran biçimleri alıkoymaya kalkışmış olsalardı, bu meyvelerden yoksun kalmış olacaklardı. İşte o iki fırtına böyle patladı   1640 ve 1688 devrimleri. Bütün eski ekonomik biçimler, bunlara tekabül eden toplumsal ilişkiler, eski uygar toplumun resmi ifadesi olan politik koşullar, İngiltere’de yok edildiler. Demek ki, insanların içinde üretim, tüketim ve değişim yaptıkları ekonomik biçimler, geçici ve tarihseldirler. Yeni üretici yeteneklerin elde edilmesiyle insanlar, üretim biçimlerini ve üretim biçimiyle birlikte bu belirli üretim biçiminin zorunlu ilişkilerinden ibaret olan tüm ekonomik ilişkileri değiştirirler.
M. Proudhon’un anlayamadığı ve hele hiç göremediği işte budur. M. Proudhon, tarihin gerçek hareketini izleme yeteneğinden yoksun olduğundan, diyalektik olduğunu küstahça iddia eden bir hayalet yaratıyor. 17., 18. veya 19. yüzyıllardan sözetmenin gereğini duymuyor, çünkü onun tarihi, hayal dünyasının bulutlan içinde, zaman ve uzayın çok ötesinde yol alıyor. Kısacası bu, tarih değil, o eski hegelci süprüntüdür; layik tarih  insanoğlunun tarihi  değil, kutsal tarihtir   düşünceler tarihidir. Onun bakış açısından insan, düşüncenin ya da ölümsüz aklın kendisini ortaya koymak için kullandığı aletten ibarettir. M. Proudhon’un sözünü ettiği evrimlerin, mutlak düşüncenin mistik rahminde gerçekleştirilen türden evrimler olduğu anlaşılıyor. Bu mistik dilin üstündeki peçeyi yırtacak olursanız, M. Proudhon’un, size ekonomik kategorilerin kendi kafasının içinde kendilerini soktukları düzeni sunduğu çıkar ortaya. Size, bunun, çok düzensiz bir kafanın düzeni olduğunu tanıtlamak benim için hiç de güç olmayacaktır.
M. Proudhon, kitabına, gözde konusu olan değer üzerine bir söylevle başlıyor. Bu söylevin incelenmesine bugün girmeyeceğim. (sayfa 627)
Ölümsüz aklın ekonomik evrimler dizisi, işbölümü ile başlamaktadır. M. Proudhon için, işbölümü, çok basit bir şeydir. Ama kast rejimi de belirli bir işbölümü değil miydi? Korporasyonlar rejimi de bir başka işbölümü değil miydi? Ve İngiltere’de 17. yüzyılın ortalarında başlayıp 18. yüzyılın sonlarında son bulan manüfaktür sistemi altındaki işbölümü de, modern büyük sanayiin işbölümünden tümüyle farklı değil miydi?
M. Proudhon gerçeklerden o denli uzaktır ki, layik iktisatçıların ilgilendikleri şeylere olsun, aldırmıyor. İşbölümünden sözederken, dünya pazarına değinmenin gereğini duymuyor. Güzel. Ama gene de ortada henüz sömürgelerin bulunmadığı, Amerika’nın Avrupa için henüz daha varolmadığı ve Avrupa için Asya’nın ancak Bizans aracılığı ile varolduğu 14. ve 15. yüzyıllardaki işbölümü, sömürgelerin çoktan gelişmiş bulunduğu 17. yüzyıldakinden temelden değişik değil miydi?
Ve hepsi bundan ibaret değil. Ulusların iç örgütlenmesi, bütün uluslararası ilişkiler, belirli bir işbölümünün ifadesinden başka bir şey midirler? Ve işbölümü değiştiğinde, bunların da değişmesi gerekmez mi?
M. Proudhon işbölümü sorununu o denli az anlamıştır ki, örneğin 9. yüzyıldan 12. yüzyıla dek Almanya’da görülen kent ile kırın ayrılmasına değinmiyor bile. Demek ki, M. Proudhon için, bu ayrılma, ölümsüz bir yasadır, çünkü M. Proudhon bunun ne kökeninden ve ne de gelişiminden haberdar. Bütün kitabı boyunca, belirli bir üretim biçiminden, bunun yaratılışından sanki sonuna dek sürecekmiş gibi sözediyor. M. Proudhon’un işbölümü konusunda bütün söylediği bir özetten ibarettir, ve o da, Adam Smith’in ve daha binlercesinin kendisinden önce söyledikleri şeylerin çok yüzeysel ve eksik bir özeti.
İkinci evrim makinedir. İşbölümü ile makine arasındaki bağ, M. Proudhon için tümüyle mistiktir. Her tür işbölümü, kendi özel üretim aletlerine sahipti. Örneğin 17. yüzyılın ortaları ile 18. yüzyılın ortaları arasında insanlar, her şeyi elleriyle yapmıyorlardı. Makineler vardı, hem de dokuma tezgahları, gemiler, kaldıraçlar vb. gibi çok karmaşık olanları.
Demek ki, makineyi, genel olarak işbölümünden (sayfa 628) türetmekten daha saçma bir şey yoktur.
Sırası gelmişken şuna da işaret edebilirim ki, makinenin kökenini kavrayamayan M. Proudhon, gelişimini hiç kavramamıştır. 1825 yılına dek  ilk genel bunalım dönemi  tüketim taleplerindeki artışın üretim artışlarından genellikle daha hızlı olduğu ve makinelerde görülen gelişmenin, pazar gereksinmelerinin kaçınılmaz bir sonucu olduğu söylenebilir. 1825’ten bu yana, makinenin icadı ve uygulanması, işçilerle işverenler arasındaki savaşın sonucu olmuştur yalnızca. Ama bu, ancak İngiltere için doğrudur. Avrupalı uluslara gelince, bunlar, makine kullanmaya hem kendi pazarlarındaki ve hem de dünya pazarındaki İngiliz rekabeti yüzünden itilmişlerdir. Nihayet, Kuzey Amerika’ya makinenin girişi, hem öteki ülkelerle olan rekabet ve hem de el emeğinin kıt oluşu, yani Kuzey Amerika’nın nüfusu ile sınai gereksinmeleri arasındaki oransızlık yüzünden olmuştur. Bu olgulara bakınca, rekabet hayaletini, bir yolunu bulup, üçüncü evrim, makinenin antitezi! diye yutturmakla M. Proudhon’un ne büyük akıllılık ettiği görülebilir.
Son ve genel olarak, işbölümü, rekabet, kredi vb. ile birlikte makineyi de bir ekonomik kategori yapmak, tümüyle saçmadır.
Sabanı çeken öküz ne denli bir ekonomik kategoriyse, makine de o denli bir ekonomik kategoridir. Makinenin uygulanması bugün, mevcut ekonomik sistemimizin ilişkilerinden biridir ama, makineden yararlanma biçimi, makinenin kendisinden apayrı bir şeydir. İster bir adamı yaralamak için, isterse onun yaralarını sarmak için kullanılıyor olsun, barut, aynı baruttur.
M. Proudhon, rekabetin, tekelin, vergilerin ya da güvenliğin, ticaret dengesinin, kredi ve mülkiyetin kendi kafasının içinde bu söylediğim sırayla gelişmesine olanak vermekle, kendi kendisini de aşmaktadır.
18.yüzyılın başlarına gelindiğinde İngiltere’de, hemen bütün kredi kurumları, makinenin keşfinden önce gelişmiş bulunuyorlardı. Kamu kredisi, vergilendirmeyi artırmanın ve burjuvazinin iktidara gelmesiyle yaratılmış olan yeni talepleri karşılamanın taze bir yönteminden ibaretti. Nihayet, M.Proudhon’un sistemindeki son kategoriyi mülkiyet (sayfa 629) oluşturmaktadır. Oysa, gerçek hayatta, işbölümü ve M. Proudhon’un bütün öteki kategorileri, bütünlükleri içinde bugün mülkiyet olarak bilinen şeyi oluşturan toplumsal ilişkilerdir, bu ilişkiler dışında, burjuva mülkiyeti, metafizik ya da hukuki kuruntudan başka bir şey değildir. Değişik bir çağın mülkiyeti, feodal mülkiyet, bütünüyle değişik bir toplumsal ilişkiler dizisi içinde gelişir. Mülkiyeti bağımsız bir ilişki olarak koymakla, M. Proudhon, yöntem hatası yapmanın da ötesine geçmektedir: burjuva üretiminin bütün biçimlerini birarada tutan bağı kavramamış olduğunu, belirli bir çağın üretim biçimlerinin tarihsel ve geçici niteliğini anlamamış olduğunu apaçık göstermektedir. Toplumsal kurumlarımızı tarihsel ürünler olarak görmeyen, bunların kökenlerini ve gelişmelerini anlamayan M. Proudhon, bunların ancak doğmatik bir eleştirisini yapabilir.
Bundan ötürü, M. Proudhon, gelişmeyi açıklayabilmek için bir uydurmaya sığınmak zorunda kalıyor. İşbölümünün, kredinin, makinenin vb. hep o kendi sabit düşüncesine, eşitlik düşüncesine hizmet etmek için icat edilmiş olduklarını sanıyor. Açıklaması son derece safçadır. Bu şeyler hep eşitlik için icat olunmuşlardır ama, ne yazık ki, eşitliğe karşı dönmüşlerdir. Tüm tezini oluşturan, işte budur. Başka bir deyişle, asılsız bir varsayım yapıyor, sonra gerçek gelişme, her adımda, kendi uydurduklarıyla çelişince de, ortada bir çelişki olduğu sonucuna varıyor. Çelişkinin yalnız kendi sabit düşünceleriyle gerçek hareket arasında varolduğu olgusunu saklıyor.
Demek ki, M. Proudhon, esas olarak gerekli tarihsel bilgilerden yoksun bulunduğundan ötürü, insanların, üretici güçlerini geliştirdikçe, yani yaşadıkça, birbirleriyle belirli ilişkiler geliştirdiklerini ve üretici güçlerin değişmesi ve büyümesiyle birlikte bu ilişkilerin doğal özelliklerinin de zorunlu olarak değişmesi gerektiğini kavramamıştır. Ekonomik kategorilerin bu gerçek ilişkilerin soyut ifadelerinden ibaret olduklarını ve ancak ilişkiler varoldukça geçerli kalacaklarını kavramamıştır. M.Proudhon, bundan ötürü, bu ekonomik kategorileri yalnızca belirli bir tarihsel gelişmenin, üretici güçlerdeki belirli bir gelişmenin tarihsel yasaları olarak değil de, ölümsüz yasalar olarak gören burjuva iktisatçılarının (sayfa 630) yanılgısına düşmektedir. Böylelikle politik ekonomik kategorileri gerçek, geçici, tarihsel, toplumsal ilişkilerin soyut ifadeleri olarak göreceğine, Mösyö Proudhon mistik bir tersyüzlük sayesinde, gerçek ilişkilerin içinde yalnızca bu soyutlamalann ürünlerini görmektedir. Bu soyutlamalar, dünyanın kuruluşundan beri Tanrı Babanın yüreğinde uyuklayan formüllerdir.
Ama bizim M. Proudhon’umuz burada şiddetli entelektüel karışıklıklar içine düşüyor. Eğer bütün bu ekonomik kategoriler, Tanrının yüreğinden çıkma şeylerse, insanın gizli ve ölümsüz yaşamı iseler, birincisi, nasıl oluyor da ortada gelişme diye bir şey olabiliyor; ve ikincisi, nasıl oluyor da M. Proudhon bir muhafazakar olmuyor? 0, bu apaçık çelişkileri, bütün bir uzlaşmaz karşıtlıklar sistemi ile açıklıyor.
Bu uzlaşmaz karşıtlıklar sistemine ışık tutmak için bir örnek alalım.
Tekel iyi bir şeydir, çünkü bir ekonomik kategoridir ve bundan ötürü de Tanrıdan çıkmadır. Rekabet iyi bir şeydir, çünkü o da ekonomik bir kategoridir. Ama iyi olmayan şey, rekabetle tekelin birbirlerini yiyip yutuyor olmalarıdır. Ne yapmalı? Tanrının bu iki ölümsüz düşüncesi birbirleriyle çeliştiklerine göre, Tanrının bağrında tekelin kötülüklerinin rekabetle dengelendiği ve vice versa bir sentezin bulunması, M. Proudhon’a çok açık bir şey olarak görünüyor. İki düşünce arasındaki savaşımın sonucu olarak ortaya bunların yalnızca iyi yanları çıkacaktır. Kişi bu gizli düşünceyi Tanrıdan kapmalı ve uygulamalıdır, o zaman her şey yoluna girecektir; kişisel olmayan insan aklının karanlıklarında saklı duran sentetik formül açığa çıkartılmalıdır. Bu açığa çıkartma işini yapacak kişi olarak öne fırlamakta, M. Proudhon bir an bile duraksama göstermiyor.
Ama bir an için gerçek hayata bakın. Zamanımızın ekonomik yaşamında yalnızca rekabet ile tekeli değil, onların sentezini de bulursunuz ki, bu sentez bir formül değil bir harekettir. Tekel rekabet üretir, rekabet de tekel. Ama bu denklem, burjuva iktisatçılarının sandıklarının tersine, içinde bulunduğumuz durumun güçlüklerini kaldırmak bir yana, çok daha güç ve karışık bir duruma yolaçmaktadır. Bundan ötürü, eğer mevcut ekonomik ilişkilerin üzerine dayanmakta (sayfa 631) olduğu temeli değiştirecek olursanız, mevcut üretim biçimini yok edecek olursanız, yalnızca rekabeti, tekeli ve bunların uzlaşmaz karşıtlığını yok etmekle kalmaz, bunların birliğini, sentezlerini, rekabet ile tekelin gerçek dengesi olan hareketi de yok edersiniz.
Şimdi size Mösyö Proudhon’un diyalektiğinden bir örnek vereceğim.
Özgürlük ile kölelik bir uzlaşmaz karşıtlık oluştururlar. Ne özgürlüğün iyi ve kötü yanlarından sözetmenin ve ne de, kölelik sözkonusu olduğunda, bunun kötü yanları üzerinde durmamın gereği var. Açıklanması gereken tek şey, onun iyi yanıdır. Konumuz, dolaylı kölelik, proletaryanın köleliği değil, dolaysız kölelik, Surinam’daki, Brezilya’daki, Kuzey Amerika’nın güney devletlerindeki kara ırklann köleliğidir.
Makine, kredi vb. kadar, doğrudan kölelik de, bugün, sanayileşmemizin eksenidir. Kölelik yoksa, pamuk da yok; pamuk yoksa, modern sanayi de yok. Kölelik, sömürgeciliğe değer kazandırdı; sömürgeler de dünya ticaretini yarattılar; dünya ticareti büyük makineli sanayiin zorunlu koşuludur. Demek ki, zenci alışverişi başlamadan önce, sömürgeler, Eski Dünya’ya ancak birkaç ürün arzediyorlar ve yeryüzünde hiç bir görünür değişiklik yaratmıyorlardı. Öyleyse kölelik, en büyük öneme sahip bir ekonomik kategoridir. Kölelik olmasaydı, Kuzey Amerika, bu en ilerici ülke, ataerkil bir diyar durumuna gelirdi. Anarşi yaratmak için, ticaretin ve modern uygarlığın toptan çöküşü için yapmamız gereken tek şey, Kuzey Amerika’yı uluslar haritasından silmekten ibarettir. Ama köleliğin yokolması demek, zaten Kuzey Amerika’nın uluslar haritasından silinmesi demektir. İşte, ekonomik bir kategori olduğundan ötürü, köleliği dünya varolduğundan beri her ulusta görüyoruz. Modern uluslar köleliği, çoktan açığa Yeni Dünya’ya ithal ederken, kendi ülkelerindeki köleliği nasıl gizleyeceklerini bilmişlerdir. Bizim değerli M. Proudhon’umuz kölelik üzerindeki bu gözlemlerden sonra yoluna nasıl devam edecek? Özgürlük ile kölelik arasındaki sentezi, kölelik ile özgürlük arasındaki ılımlılığı veya dengeyi bulmaya çalışacaktır.
Mösyö Proudhon, insanların, kumaş, keten bezi, iplikli üretmeleri olgusunu çok iyi kavramıştır ve buncacık bir şeyi (sayfa 632) kavramış olmak onun payına büyük bir hünerdir! Onun kavrayamadığı şey, bu insanların, yeteneklerine göre, kumaş ve keten bezi üretirken, bu arada, toplumsal ilişkiler de üretmeleridir. Toplumsal ilişkilerini maddi üretkenliklerine uygun olarak üreten insanların, düşünceler, kategoriler, yani bu aynı toplumsal ilişkilerin soyut ideal ifadelerini de üretmelerini hele hiç anlannyor. Demek ki, kategoriler, ifade ettikleri ilişkilerden daha ölümsüz değillerdir. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir. M. Proudhon için ise, soyutlamalar, kategoriler, tersine, ilk nedenlerdir. Ona göre, tarihi yapan bunlardır, insanlar değil. Soyutlama, bu biçimdeki kategori, yani insanlardan ve onların maddi eylemlerinden ayrı olarak kategori, elbette ki ölümsüz, değişmez, hareketsizdir; bu, saf aklın varlığının yalnızca bir biçimidir; bu, bu biçimdeki soyutlamanın bir soyutlama olduğunu söylemenin başka bir yoludur ancak çok güzel bir totoloji!
Demek ki, ekonomik ilişkiler, kategoriler olarak alındıklarında, M. Proudhon için kökenden ve ilerlemeden yoksun ölümsüz formüllerdir.
Bir başka biçimde söyleyelim: M. Proudhon, burjuva yaşamın kendisi için ölümsüz bir gerçeklik olduğunu doğrudan söylemiyor; burjuva ilişkilerini düşünce şeklinde ifade eden kategorileri tanrılaştırarak, bunu dolaylı yoldan yapıyor. Burjuva toplumunun ürünleri M. Proudhon’un kafasında kategoriler biçiminde, düşünce biçiminde canlanır canlanmaz, onları, kendilerine ait bir hayata sahip, kendiliklerinden ortaya çıkmış ölümsüz varlıklar olarak alıyor. Böylece burjuva ufkunun ötesine geçemiyor. Ölümsüz gerçekliklerini önceden varsaydığı burjuva düşünceleriyle uğraşmakta olduğundan, bu düşüncelerin bir sentezini, bir dengesini bulmaya çalışıyor ve onları dengeye ulaştıran mevcut yöntemin mümkün olan biricik yöntem olduğunu görmüyor.
Aslında, o da, bütün iyi burjuvalann yaptıklarını yapıyor. Bunların hepsi, rekabetin, tekelin, vb., ilke olarak, yani soyut düşünceler olarak alındıklarında, yaşamın biricik temelini oluşturduklarını, ama pratikte ise kişiye bundan çok daha fazlasını arzulattıklarını söylerler. Bunların hepsi, rekabeti rekabetin öldürücü etkileri olmaksızın isterler. Bunların hepsi de olanaksızı, yani burjuva varlığının koşullarını, bu (sayfa 633) koşulların zorunlu sonuçları olmaksızın isterler. Bunlardan hiç biri, burjuva üretim biçiminin, tıpkı feodal üretim biçimi gibi, tarihsel ve geçici olduğunu anlamaz. Bu yanılgıyı doğuran şey, burjuva insanı, her toplumun mümkün biricik temeli olarak görmeleridir; bunlar, insanların artık burjuva olmayacakları bir toplum düşünemezler.
Bundan ötürü, M. Proudhon, zorunlu olarak doktrinerdir. Bugünkü dünyanın altını üstüne getirmekte olan tarihsel hareket, ona göre, kendisini iki burjuva düşüncesinin doğru dengesini, sentezini bulma sorununa indirger. Ve böylelikle, akıllı olan kimse, kurnazlığı sayesinde, Tanrının saklı düşüncesini, tecrit olunmuş iki düşüncenin birliğini keşfedebilir   ki bunlar, pratik yaşamdan, bugünün üretiminden, yani ifade ettikleri gerçeklerin birliğinden, sırf M. Proudhon onları tecrit etmiş olduğu için tecrit olunmuşlardır. .
İnsanlar tarafından şimdiye dek edinilmiş üretici güçler ile bunların bu üretici güçlere artık tekabül etmeyen toplumsal ilişkileri arasındaki çelişkiden doğan büyük tarihsel hareketin yerine; her ulusun değişik sınıfları arasında hazırlanmakta olan korkunç savaşların yerine; bu çelişkileri çözebilecek biricik şey olan kitlelerin pratik ve zorlu eylemi yerine   bu engin, uzun ve karmaşık hareket yerine, Mösyö Proudhon, kendi kafasının içindeki saçma devinmeyi koyuyor. Böylece tarihi yapanlar, bilgili kimselerdir, Tanrının gizli düşüncelerinin nasıl aşırılacağını bilenlerdir. Sıradan insanların yapacakları şey, bunların ortaya çıkardıklarını uygulamaktan ibarettir. M. Proudhon’un her politik akımı düşman ilan etmesinin nedenini şimdi anlamış olmalısınız. Ona göre, mevcut sorunların çözümü, halk eyleminde değil, kendi kafasının diyalektik devranında yatmaktadır. M. Proudhon’a göre, itici güç kategorilerden oluştuğuna göre, kategorileri değiştirmek için pratik yaşamı değiştirmek gerekmez. Tam tersine, değiştirilmesi gereken kategorilerdir ve mevcut toplumdaki değişiklik bunun sonucu olacaktır.
Mösyö Proudhon, çelişkileri uzlaştırma hevesi içinde, bu çelişkilerin dayandığı temellerin yıkılması gerekip gerekmediğini bile sormaz. 0 tıpı tıpına kralın, avam kamarasının ve lordlar kamarasının toplumsal yaşamın kopmaz (sayfa 634) parçaları, ölümsüz kategorileri olmalarını arzulayan politik doktrinere benzemektedir. Onun bütün aradığı, bu güçler arasında denge kurabilecek yeni bir formüldür, ki bu denge, şu anda fatih olan gücü az sonra köle haline getiren fiili hareketin ta kendisidir. Böylece, birtakım orta zekalı kimseler, 18. yüzyılda, toplumsal sınıfları, asilleri, kralı, parlamentoyu vb. dengeye getirecek doğru formülü aramakla uğraşırlarken, bir sabah uyanıp bir de baktılar ki, gerçekte ortada artık ne bir kral, ne parlamento ve ne de asiller var. Bu uzlaşmaz karşıtlık içindeki doğru denge, bu feodal varlıklar ve bu feodal varlıkların uzlaşmaz karşıtlıklarına temel olan tüm toplumsal ilişkileri yıkmaktı.
M. Proudhon, ölümsüz düşünceleri, saf akıl kategorilerini bir yana, insanoğlunu ve onun pratik yaşamını, ki bu yaşam M: Proudhon’a göre bu kategorilerin uygulanmasıdır, öteki yana koyduğundan, kişi onda, daha baştan, yaşam ile düşünceler arasında, ruh ile beden arasında bir ikicilik bulur, birçok biçimlerde tekrar tekrar ortaya çıkan bir ikicilik. şimdi artık bu uzlaşmaz karşıtlığın, kendi tanrılaştırdığı kategorilerin layik kökenini ve layik tarihini anlamakta M. Proudhon’un gösterdiği yeteneksizlikten başka bir şey olmadığını görebilirsiniz.
Mektubum, daha şimdiden, M. Proudhon’un, komünizme karşı çıkardığı tezlerden sözetmeme olanak vermeyecek kadar uzadı. Şu an için siz de kabul edersiniz ki, toplumun bugünkü durumunu anlamamış bir kişiden, bu toplumu yıkmaya yönelen hareketi ve bu devrimci hareketin sözlü ifadelerini anlaması hiç beklenemez.
Mösyö Proudhon’a bütünüyle katıldığım biricik nokta, duygusal sosyalizan hayalcilikten hoşlanmayışıdır. Kendisinden önce, ben de, bu duygusal, ütopyacı, ahmak sosyalizmle alay etmekten ötürü üzerime hayli düşmanlık çekmiştim. Ama, Örneğin Fourier’nin, bizim değerli Proudhon’umuzun gösterişli yavanlıklarından çok daha ötelere varan sosyalist duygusallığına karşı, kendi küçük burjuva duygusallığını  onun yuva, karı koca sevgisi ve bütün bu gibi baya ğılıklar üstüne ettiği şatafatlı laflardan sözediyorum  koymakla M. Proudhon, kendisini garip bir biçimde aldatmış olmuyor mu? Kendi tezlerinin boş şeyler olduğunun, bu konulardan (sayfa 635) sözetmekteki kesin yeteneksizliğinin o denli tam bilincindedir ki, şiddetli öfke, bağırıp çağırma ve haklı hiddet krizlerine kapılıyor, ağzı köpük köpük küfrediyor, suçluyor, rezalet, cinayet diye bağırıyor, Tanrının ve insanların önünde göğsüne vura vura sosyalist kepazeliklere bulaşmamış olmakla övünüyor! Sosyalist duygusallıkları, ya da kendisinin öyle kabul ettiği şeyleri ciddi bir biçimde eleştirmiyor. Kutsal bir kişiymiş, bir papaymış gibi zavallı günahkarları aforoz ediyor ve küçük burjuvazinin ve aile ocağının o zavallı ataerkil ve aşikane kuruntularının zafer türkülerini çağırıyor. Ve bu, bir raslantı degildir. M. Proudhon, tepeden tırnağa, küçük burjuvazinin filozofu ve iktisatçısıdır. İlerlemiş bir toplumda küçük burjuvazi, kendi durumu gereği, bir yandan bir sosyalist, öte yandan ise bir iktisatçıdır; yani büyük burjuvazinin görkemi karşısında gözleri kamaşırken, halkın çektiklerine karşı da sempati besler. Aynı anda hem burjuva ve hem de halk adamıdır. Tarafsız kalmış olmaktan ve bayağılıktan başka bir şey olduğunu öne süren doğru dengeyi bulmuş olmaktan ötürü, yüreğinin derinliklerinde, kendi kendisiyle övünmektedir. Bu türden bir küçük burjuva çelişkiyi yüceltir, çünkü kendi varlığının temeli çelişkidir. Bizzat kendisi, eylem içindeki toplumsal çelişkiden başka bir şey değildir zaten. Pratikte içinde bulunduğu durumu, teorik olarak da savunmalı ve haklı çıkarmalıdır, ve M. Proudhon da, Fransız küçük burjuvazisinin bilimsel yorumcusu olma erdemine sahiptir   gerçek bir erdem, çünkü küçük burjuvazi, yaklaşmakta olan tüm toplumsal devrimlerin kopmaz bir parçası olacaktır.
Bu mektupla birlikte, size, ekonomi politik konusundaki kitabımı[337] da gönderebilmeyi isterdim, ama bu yapıtın ve size Brüksel’de sözünü etmiş olduğum Alman filozoflarının ve sosyalistlerinin eleştirisini[2] bastırmak şu ana dek benim için mümkün olmadı. Bu tür bir yayın, Almanya’da, bir yanda polisin, öte yanda da saldırmakta olduğum bütün eğilimlerin bizzat ilgili temsilcileri olan kitapçıların çıkardığı ne büyük zorluklarla karşılaşıyor, inanmazsınız. Bizim kendi partimize gelince, yalnızca zayıf olmakla kalmıyor, Alman (sayfa 636) Komünist Partisinin büyük bir kesimi de, ütopyalarına ve şatafatlı sözlerine karşı çıktığım için bana kızıyor. …

İlk kez özgün Fransızcasıyla,Yazışmalarıyla M. M. Stasyuleviç ve Çağdaşları(c. III, St. Petersburg 1912) adlı kitapta yayınlanmıştır

****

MARX’TAN NEW YORK’TAKİ J. WEYDEMEYER’E
Londra, 5 Mart 1852

… Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamılşlardır. Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfıiz bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.

Tamamı ilk kez Jungsozialistische Blätter’de (1930) yayınlanmıştır

****

MARX’TAN MANCHESTER’DEKİ ENGELS’E
Londra, 16 Nisan 1856

… Önceki gün People’s Paper’in[323] yıldönümünü kutlamak üzere küçük bir ziyafet vardı. Şu sıra gerektiği için ve özellikle (Gazetede de duyurulduğu gibi) bütün mülteciler içinde yalnızca ben çağrılmış olduğum ve bütün ülkelerdeki proletaryanın egemenliğini selamlamak üzere ilk kadehi kaldırmak bana düştüğü için, bu kez çağrıyı kabul ettim. Böylece, küçük bir İngilizce konuşma yaptım, ama bana kalsa bastırmazdım.[3] Aklımdan geçirdiğim amaç gerçekleşti. (sayfa 637) Toplantı biletini 2s. 6d.’ye almak zorunda kalmış olan M. Talandier ve geri kalan Fransız ve öteki mülteciler avanesi, bizim çartistlerin yegane “içten” müttefikleri olduğumuza, ve açık gösterilerden kaçınıyor ve çartizmle açıkça flört etmeyi Fransızlara bırakıyor olmamıza karşın, tarihsel olarak zaten bize düşen konumu herhangi bir anda tekrar elde etme gücüne sahip olduğumuza kendilerini inandırmışlardı. Bu daha da zorunlu bir hale gelmişti, çünkü Pyat’ın başkanlığı altındaki 25 Şubat toplantısında o cahil Scherzer (eski dost) öne çıkıp, gerçekten berbat Straubinger üslubuyla, kendilerini (cahilleri) güç bir durumdayken terketmiş bulunan ve böylece öteki ulusların önünde kendilerini itibardan düşürmeye zorlamış olan Alman “bilginlerini” “entelektüel işçileri” suçladı. Bu Scherzer’i Paris günlerinden bilirsin. Dost Schapper ile daha başka görüşmeler yaptım ve kendisinin çok tövbekâr bir günahkâr olduğunu gördüm. Son iki yıldaki inziva yaşamı, zihni melekelerini bilemiş gibi görünüyor. Her durumda bu adamı elde bulundurmakta, ve daha çok Willich’in ellerinden uzak tutmakta her zaman için yarar olabileceğini takdir edersin. Schapper şimdi Windmill Street’teki cahillere[338] çok kızgın.
Steffen’e gönderdiğin mektupla ilgileneceğim. Levy’nin mektubunu da kendi elinde tutmalıydın. Bana geri göndermeni istemediğim bütün mektuplara ilişkin olarak genellikle böyle davran. Ne kadar az postaya verilirlerse o kadar iyi. Rhine eyaleti konusunda seninle tamamıyla aynı görüşteyim. Bizim için talihsizlik olan şey, “anayurda ihanet” kokan bir şeyi uzaktan hayal-meyal seçiyor olmam. Bu, Berlin’deki olayların akışına, Mayence Clubbistlerin[339] eski devrimdeki durumlarına benzer bir durum içine itilip itilmeyeceğimize çok bağlı olacaktır. Bu çok zor bir durum yaratır. Biz ki, Rhine’in öteki yakasındaki değerli kardeşlerimiz konusunda çok şey biliriz! Almanya’da her şey, proleter devrimin Köylü Savaşının bir ikinci baskısıyla desteklenmesi olanağına bağlı olacaktır. O zaman durum son derece güzel olacaktır. …(sayfa 638)

Tamamı, ilk kez, Rusca olarak K. Marx ve F. Engels Yapıtlar’da(Birinci Baskı, c. XXII, 1929)yayınlanmıştır

****

MARX’TAN RYDE’Kİ ENGELS’E
[Londra,] 25 Eylül 1857

… “Army”nin[4] çok güzel olmuş; ancak hacmini görünce kafama bir şeyle vurulmuş gibi oldum, çünkü bu kadar çok çalışmak sana epey zarar vermiş olmalı. Çok geç saatlere kadar çalışacağını bilseydim, bütün bunlara boş vermeyi yeğlerdim.
Army’nin tarihi, bizim üretici güçlerle toplumsal ilişkiler arasındaki bağ konusundaki anlayışımızın doğruluğunu herhangi başka bir şeyden daha açık bir biçimde ortaya koyuyor. Genel olarak, ordu, iktisadi gelişme için önemlidir. Örneğin, eskilerin ilk kez eksiksiz bir ücret sistemi geliştirmeleri ordu içinde olmuştur. Buna benzer bir biçimde, Romalılar arasında da peculium castrense,[5] aile babalarının dışında kalan kimselerin taşınabilir mülk üzerindeki haklarının tanındığı ilk yasal biçim olmuştur. Fabri korporasyonundaki lonca sistemi de öyle. İlk kez büyük ölçekte makine kullanımı da burada. Madenlerin özel değerleri ve bunların para olarak kullanılması bile  Grimm’in taşdevri sona erer ermez  başlangıçta bunların askeri önemine dayandırılmış gözükmektedir. Bir dal içersindeki işbölümü de ilk kez ordular içinde gerçekleştirilmişti. Burjuva toplumunun aldığı biçimlerin tüm tarihi burada çok çarpıcı bir biçimde özetlenmiştir. Eğer bir gün zaman bulabilirsen, sorunu bu açıdan işlemelisin.
Kanımca, anlatımında, gözden kaçmış noktalar yalnızca şunlardır: 1) Büyük çapta ve derhal kullanılmaya hazır ücretli askerlerin ilk kez Kartacalılarda görülmesi (kendi özel kullanımımız için, ancak daha sonradan tanıdığım bir Berlinli tarafından yazılmış Kartacalı ordulara ilişkin bir kitap arayacağım). 2) Ordu sisteminin 15. ve 16. yüzyıllarda İtalya’daki gelişmesi. Herhalde taktiksel oyunlar burada geliştirilmişti. Makyavelli’nin, Floransa’nıin tarihinde Condottieri’nin[340] birbirleriyle nasıl savaştıklanna ilişkin anlatılı (sayfa 639) (senin için bir kopyasını çıkartacağım) son derece mizahi. (Hayır, Brighton’da seni görmeye geldiğimde  ne zaman? , Makyavelli’nin cildini beraberimde getirmeyi yeğlerim. Onun Floransa tarihi bir şaheser.) Ve, son olarak, 3) ilk kez Persliler arasında, sonradan çok çeşitli biçimlerde tadilata uğramış olsa bile, Moğollar, Türkler, vb. arasında görüldüğü biçimiyle asyatik askeri sistem. … (sayfa 640)

İlk kez Der Briefwechsel zwischen F. Engels und K. Marx’ta (Bd. II, Stuttgart 1913) yayınlanmıştır

****

MARX’TAN HANOVER’DEKİ L. KUGELMANN’A
[Londra], 23 Şubat 1865

Sevgili dost,
Bana çok ilginç gelen mektubunu dün aldım ve ortaya attığın ayrı ayrı noktaları şimdi yanıtlayacağım.
İlkin Lassalle’a karşı olan tavrımı kısaca anlatayım. Ajitasyonda bulunduğu sıralar: 1) üzerine bir de benim yazılarımdan ve başkalarınınkinden yaptığı en utanmazca çalıntıları eklediği kendi kendini öven palavracılığı yüzünden; 2) siyasal taktiklerini mahkum ettiğim için; 3) kendisine, ajitasyonuna başlamazdan önce bile, burada, Londra’da, bir “Prusya devleti”nin yapacağı doğrudan sosyalist müdahalenin saçma olduğunu açıkça açıklamış ve “tanıtlamış” olmam yüzünden, aramızdaki ilişkiler kesildi. Yüzyüze geldiğimizde olduğu kadar, bana yazmış olduğu mektuplarda da (1848’den 1863’e kadar), hep, kendisinin benim temsil ettiğim partinin (sayfa 493) bir yandaşı olduğunu açıklamıştır. Londra’da (1862’nin sonunda) beni kandıramayacağından emin olur olmaz, benim ve eski partinin karşısına “işçi diktatörü” olarak çıkmaya karar verdi. Bütün bunlara karşın, kısa süren kariyerinin sonlarına doğru, yaptığı ajitasyon bana gittikçe daha çok belirsiz bir nitelik alıyor gibi geldiyse de, bir ajitatör olarak yaptığı hizmeti teslim etmişimdir. Ani ölümü, eski dostluğumuz, Kontes Hatzfeldt’in acıklı mektupları, burjuva basınının sağlığı sırasında o denli korktukları bu kişi karşısındaki alçakça küstahlığına duyulan öfke – bütün bunlar beni, sefil köre karşı kısa, ama Lassalle’ın yaptığı şeylerin özüne dokunmayan bir açıklama yayınlamaya itti[6] (Hatzfeldt bu açıklamayı Nordstern’e[284] gönderdi.) Aynı nedenlerle ve bana tehlikeli görünen unsurları temizleyebilmek umuduyla, Engels ve ben, Soc[ial]-Demok[rat]’a12 yazı yazmaya söz verdik (bu gazete Çağrı’nın çevirisini yayınladı, ve gazeteden gelen istek üzerine, Proudhon’un ölümü dolayısıyla kendisi hakkında bir makale yazdım) ve Schweitzer’in bize kendi yazıkurulunun tatminkar bir programını göndermesinden sonra, adlarımızın yazarlar arasında gösterilmesine izin verdik. Yazıkurulunun resmi olmayan bir üyesi bulunan W. Liebknecht’in varlığı bizim için bir başka güvenceydi. Ne var ki, Lassalle’ın aslında partiye ihanet ettiği çok geçmeden açığa çıktı – bunun kanıtları elimize geçti. Bismarck ile düzenli bir ilişki kurmuştu (elbette ki elinde hiç bir güvence olmaksızın). 1864 Eylülünün sonunda Hamburg’a giderek ve orada (deli Schramm ve Prusya polis ajanı Marr ile birlikte) Bismarck’ı Schleswig-Holstein’i ilhak etmeye, yani buranın “işçiler” adına ilhak olunduğunu ilan etmeye, vb. “zorlayacak”tı, bunun karşılığında da Bismarck genel oy hakkı ve birkaç sosyalist şarlatanlık için söz vermişti. Yazık ki, Lassalle bu komediyi sonuna kadar oynayamadı! Bu onu çok komik ve aptalca bir duruma sokacaktı! Ve bütün bu türden girişimlere kesin bir son verecekti! Lassalle, işte böyle yoldan çıktı, çünkü kendisi Herr Miquel tipi, ama ondan daha bol biçilmiş ve daha büyük amaçlara (sayfa 494) sahip bir “Realpolitiker”di. (By the by,[7] Miquel’i bir zamanlar öylesine her yönüyle tanıdım ki, ortalıkta boy göstermesi olgusunu, Ulusal Birliğin[285] Hanoverli küçük bir avukat için sesini kendi dört duvarının ötesinde, Almanya’da duyurabilmesi için, ve böylelikle “Prusya’nın” himayesi altında “Hanoverli” Mirabeau rolünü oynayarak kendi şişirilmiş “gerçekliğini” memleketi Hanover’de, geçmişi de kapsar bir biçimde geçerli kılmak için mükemmel bir araç sağlıyor oluşuyla açıklayabilirim.) Miquel ve onun bugünkü dostları Prusya Prensi Regent’in Ulusal Birliği birleştirmek ve “Prusya’nın tepesi”ne perçinlenmek üzere başlattığı “yeni çağ”a[286] nasıl sarıldılarsa, kendi “burjuva onurlarını” genel olarak nasıl Prusya’nın himayesi altında geliştirdilerse, Lassalle da, Uckermark’lı Philip II ile birlikte proletaryanın Marquis Posa’sı[287] rolünü oynamak istedi; Bismarck da onunla Prusya Krallığı arasında aracılık yapacaktı. Lassalle yalnızca Ulusal Birlikteki bayları taklit etti. Ama bunların, orta sınıfların çıkarları gereği; Prusya “gericiliği”ne başvurmalarına karşılık, Lassalle, proletaryanın çıkarları gereği, Bismarck’la el sıkışıyordu. Burjuvazinin ancak burnunun dibindeki çıkarları “gerçek” diye kabul etmeye alışmış olması ve aslında bu sınıfın her yerde, feodalizmle bile, bir uzlaşmaya varmış olması bakımından, bu baylar, Lassalle’dan daha sağlam dayanaklara sahiptiler, oysa eşyanın doğası gereği, işçi sınıfı, içtenlikle “devrimci” olmak zorundadır.
Lassalle gibi sahnedeymişçesine gösterişçi (ama makam, belediye başkanlığı vb. gibi beş para etmez değersiz şeylerle satınalınamayan) bir tip için, bu çok çekici bir düşünceydi: Ferdinand Lassalle’ın doğrudan doğruya proletarya adına girişeceği bir eylem! Lassalle, aslında, böyle bir eylemin kendi kendisini eleştirici olması için gerekli gerçek iktisadi koşullar konusunda çok bilisizdi. Öte yandan, Alman işçiler, 1849-59 gericiliğine göz yummasına ve halkın uyuşturulmasına seyirci kalmasına yolaçmış bulunan alçakça “pratik siyaset”ten, kendilerini, bir sıçrayışta, vaadedilmiş ülkeye götürmekten sözeden böyle şarlatan bir kurtarıcıyı, Alman burjuvazisini, selamlamayacak kadar “perişan” durumdaydılar. (sayfa 495)
Yukarda ucunu kaçırdığımız ipi gene tutalım. Hatzfeldt’in Lassalle’ın “vasiyetini” nihayet yerine getirmeyi arzuladığı açığa çıktığında, Social-Demokrat henüz kurulmuştu. Kendisi Bismarck’la, (Kreuz-Zeitung’dan[288]) Wagner aracılığıyla ilişki kuruyordu. “İşçi Derneğini” (Genel Alman İşçi Derneği[289]), Social-Demokrat’ı, vb. ele geçirdi. Schleswig-Holstein’ın ilhakı Social-Demokrat’ta ilan edilecekti, Bismarck’ın genel planda hami olduğu kabul edilecekti, vb.. Bu güzel planın tamamı bozuldu, çünkü Berlin’de ve Soc[ial]-Demok[rat]’ın yazıkurulunda Liebknecht vardı. Lassalle’ın putu karşısında yaltaklanması, zaman zaman Bismarck’la flört etmesi, vb. yüzünden, Engels ve ben gazetenin yazıkurulundan hoşnut değildiysek de, Hatzfeldt’in çevirdiği entrikaları bozmak ve işçi partisinin bütün bütün bir uzlaşma içine girmesine engel olmak için, kamuoyu önünde bu gazeteden yana tavır alınması elbette daha önemliydi, Böylece, kişi olarak, Social- Demokrat’a, İlericiler’e[290] olduğu kadar Bismarck’a karşı da çıkması gerektiğini durmadan yazıyor olmamıza karşın, bonne mine a mauvais jeu yaptık.[8] Lassalle’ın vasiyeti ile kendisine miras kalan önemli kişi olmayı çok ciddiye alan o yapmacıklı züppe Bernhard Becker’in İnternational Workingmen’s Association’a karşı çevirdiği entrikalara bile katlandık.
Bu arada Herr Schweitzer’in Soc[iol]-Demok[rot]’taki makaleleri gittikçe bismarkçılaşmaya başladı. İlericilerin “dayanışma sorunu”nda[291] sindirilebileceklerini, ama Dayanışma Yasalarının bütün bütün kaldırılmasına Prusya hükümetinin hiç bir zaman, hiç bir koşul altında, rıza göstermeyeceğini, çünkü bunun bürokraside bir gedik açılması anlamına geleceğini, işçileri yasal olarak reşit kılacağını, hizmetçiler nizamnamesini[292] paramparça edeceğini, soyluların kırsal bölgelerde uyguladıkları dayak cezalarını kaldıracağını, vb, vb. ve buna da Bismarck’ın hiç bir zaman izin veremeyeceğini, bunun bürokratik Prusya devletine tümüyle ters düşeceğini kendisine daha önce yazmıştım. Meclisin Dayanışma Yasalarını reddetmesi halinde, hükümetin bu yasaları muhafaza etmek için safsataya (örneğin toplumsal (sayfa 496) sorunun “daha köklü” önlemler gerektirdiği, vb. yollu safsatalara) başvuracağını da ekledim. Bütün bunlar doğru çıktı. Ama Herr von Schweitzer ne yaptı? Gidip Bismarck için bir makale yazdı ve bütün kahramanlığını Schulze, Faucer, vb. gibi son derece küçük insanlara sakladı.
Schweitzer’in ve ötekilerin iyi niyet sahibi olduklarına inanıyorum, ama bunlar “pratik politikacılar”dır. Bunlar mevcut koşulları gözönüne almayı istiyorlar ve “pratik politika”nın bu ayrıcalığını yalnızca Miquel et Comp. baylar terketmeye yanaşmıyorlar. (Bunlardan ikincisi, Prusya Hükümetiyle intermixture[9] hakkını kendileri için saklı tutmak ister görünüyor.) Bunlar, Prusya’daki (ve dolayısıyla Almanya’nın geri kalan yerlerindeki) işçi basınının ve işçi hareketinin salt par la grace de la police[10] varolduğunu biliyorlar. Bundan ötürü de, tıpkı bir Hohenzollern kayzeri de “beraberlerinde götürmek” isteyen bizim “cumhuriyetçi” pratik politikacılarımız gibi her şeyi olduğu gibi kabullenmeyi ve hükümeti kışkırtmamayı vb. istiyorlar. Ama ben “pratik politikacı” olmadığımdan, Engels ile birlikte, (herhalde şu yakınlarda gazetelerden birinde göreceğin) açık bir duyuruyla, Social-Demokrat’a, ayrılmak niyetinde olduğumuzu bildirmeyi gerekli buldum.
Aynı zamanda, benim şu anda Prusya’da neden hiç bir şey yapamayacağımı da anlamışsındır. Oradaki hükümet beni tekrar yurttaşlığa kabul etmeyi apaçık reddetti.[293] Orada ancak Herr V. Bismarck’ın kabul edebileceği bir biçimde ajitasyon yapmama izin verilir.
Burada İnternational Association yoluyla yaptığım ajitasyonu yüz kat yeğlerim. Bunun İngiliz proletaryası üzerindeki etkisi doğrudan oluyor ve önemi de pek büyük. Burada general suffrage question[11] konusunda harekete geçtik,44 ki bunun buradaki anlamı, elbette, Prusya’dakinden bambaşka.
Bir bütün olarak bu “Birliğin” burada, Paris’te, Belçika’da, İsviçre’de ve İtalya’da gösterdiği ilerleme, beklenenin çok üstünde. Lassalle’ın izleyicileri, buna doğal olarak (sayfa 497) yalnızca Almanya’da karşı duruyorlar, bunlar: 1) sahip oldukları önemi yitirmekten delicesine korkuyorlar; 2) Almanların “pratik politika” dedikleri şeye benim kesinlikle karşı olduğumun farkındalar. (Almanya’yı bütün uygar ülkelerin gerisinde bıraktıran şey işte bu “pratiklik”tir.)
Üyelik kartı için bir şilin ödeyen herkes member of the Association olabildiğinden; yasa onların bir “dernek” olarak bize bağlanmalarını önlediği için Fransızların bu individual membership[12] yolunu seçtiklerinden (ditto Belçikalılar);[13] durum Almanya için de buna benzer olduğundan buradaki ve Almanya’daki dostlarımdan küçük Societes[14] kurmalarını -kuruldukları yerlerdeki üye sayıları önemli değil- ve her üyenin an English card of membership[15] almasını istemeye karar verdim. İngiltere’deki dernek açık olduğundan, böyle bir yöntemin Fransa’da bile izlenmesine engel olacak hiç bir şey yoktur. Sen ve sana yakın olanlar, Londra ile bu şekilde bağlantı kurarsanız sevinirim…

İlk kez 1918’de,Sozialistische Auslandpolitik, n° 18’de yayımlanmıştır

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments