Açıkça söyleyelim şunu: Bugün, Freud’un gerçekleştirmiş olduğu devrimci buluşu kavramak; yalnızca varlığını kabul etmek değil de, anlamını da bilmek isteyen kimse, bizi Freud’dan ayıran ideolojik önyargıların uçsuz bucaksız alanını aşıp geçmek için eleştirel ve kuramsal büyük çabalar harcamak zorundadır. Çünkü, ilerde görüleceği gibi Freud’un buluşu, özleri bakımından kendisine yabancı bilgi dallarına (biyoloji, ruhbilim, toplumbilim, felsefe) indirgenmekle yetinilmemiş; birçok psikanalizci (özellikle Amerikan okuluna bağlı olanlar), bu revizyonizmin suçortağı olmakla kalmamış; dahası, bu revizyonizmin kendisi, psikanalizi konu edinen ve ona gadreden olağanüstü sömürüye nesnel olarak hizmet de etmiştir. Bundan ötürü, bir zamanlar (1948’de) Fransız Markacıları, bu sömürünün, ideolojik mücadelede, Marksçılığa karşı bir kanıt; bilinçleri yıldırmak ve şaşırtmak için pratik bir araç olarak kullanıldığını boşuna söylememişlerdi.
Ne var ki bugün, sözü geçen Markacıların, iç yüzünü açığa çıkardıkları bu ideolojinin, dolaylı ya da dolaysız olarak özel bir biçimde kurbanı olduklarını söyleyebiliriz. Bunun nedeni, Fransız Marksçılarının, bu ideolojiyi, Freud’un devrimci buluşu’ ile karıştırmaları ve böylece pratikte, düşmanın dayanak noktalarını olduğu gibi kabullenmeleri, onun özel durumunu benimsemeleri ve düşmanın kendilerine kabul ettirdiği imgede, psikanalizin kalp gerçekliğini algılamalarıdır. Marksçılık ile psikanaliz arasındaki ilişkilerin bütün tarihi, özü bakımından, bu karışıklığa ve sahteciliğe dayanır.
Bu durumdan sıyrılmanın çok güç olduğunu, bu ideolojinin yerine getirdiği işlevden anlayabiliriz. Gerçekten de bu durumda, «egemen» fikirler, «egemenlik altına alma» rolünü kusursuz bir biçimde oynamışlar, bu fikirlerle savaşmak isteyenlere, onlar farkına varmaksızın kendilerini kabul ettirmişlerdi. Aynı güçlüğü, bu sömürüyü olanaklı kılan psikanalitik revizyonizmin varlığıyla da açıklıyoruz: Gerçekten de, ideoloji derekesine düşüş, psikanalizin, biyolojiciliğe, ruhbilimciliğe ve toplumbilimciliğe1 düşmesiyle başlamıştır.
Bu revizyonizmin, yetkesini (otoritesini), yeni bir buluş yapan herkes gibi bu buluşunu, o gün el altında bulunan ve bundan ötürü başka amaçlar için kurulmuş olan kuramsal kavramlar içinde düşünmek zorunda kalan Freud’un (Marx da, buluşunu, belli birtakım Hegelci kavramlar içinde düşünmek zorunda kalmamış mıydı?) bazı karanlık kavramlarına dayandırdığını da kolayca görüyoruz. Yeni bilimlerin tarihinden biraz haberi olan ve bir buluşu, ilk ortaya çıktığında dile getiren, ama bilgilerin ilerleyişiyle battallaşarak daha sonra maskeleyen kavramlarda, bu bulusun ve nesnesinin indirgenmez yanını saptayıp ayırt etme kaygısında olan bir kimseyi şaşırtacak bir şey yoktur burada.
Demek ki bugün, Freud’a dönüş, şunların yapılmasını gerekli kılıyor:
1. Freud’un, gericiliğin elinde sömürülmesinin ideolojik kabuğunu kaba bir şaşırtmaca olarak bir yana atmakla yetinmemek;
2. Psikanalitik revizyonizmin şu ya da bu ölçüde bilimsel bilgi dallarının büyüleyici etkisiyle desteklenen daha ince anlam karışıklıklarına düşmekten de kaçınmak;
3. Ve nihayet, Freud’un kullandığı kavramlarda, bu kavramlar ile taşıdıkları düşünce içeriği arasındaki gerçek epistemolojik ilişki’yi bulup tanımak ve tanımlamak için ciddi bir tarihsel-kuramsal eleştiri çabasına girişmek.
Fransa’da, Lacan’ın pratikte başlattığı bu üç katlı ideolojik eleştiri (1., 2.) ve epistemolojik aydınlatma çalışması (3.) yapılmaksızın, Freud’un buluşu, özgüllüğü içinde, ulaşamadığımız bir şey olarak kalacaktır. Freud’un gerici ideolojik sömürülüşünü reddetsek de; biyolojik-ruhbilimsel-toplumbilimsel revizyonizmin çeşitli türlerini, şu ya da bu ölçüde bilinçsizce benimsesek de, bize sunulmuş olanı Freud’un kendisi sanarak kabul etmek zorunda kalışımız, daha da sakıncalı olacaktır. Her iki durumda da, ideolojik sömürünün ve kuramsal revizyonizmin belirtik ya da örtük kategorilerinin, farklı düzeylerde tutsağı olmaktan kurtulamayacağız. Marx’ın düşüncesinin, düşmanları tarafından nasıl çarpıtıldığını bilen Marksçılar, Freud’un da kendi bakımından, basına benzer şeylerin geldiğini ve gerçek bir «Freud’a dönüş» ün kuramsal önemini kavrayabilirler.
Böylesine önemli bir sorunu irdelemek isteyen bu denli kısa bir yazının, ele aldığı soruna hıyanet etmek istemiyorsa, esasla yetinmek; bu nesneyi aydınlatmanın kaçınılmaz önkoşulu olan şeyi yaparak, yani bir ilk tanımını vermek için psikanalizin nesnesini, bu nesnenin saptanmasını sağlayan kavramların içine oturtmakla sınırlı kalmak zorunda olduğunu da kabul edeceklerdir sanırım. Bundan ötürü, bu kavramları, kaba bir vülgarizasyon açımlamasıyla bayağılaştırmayarak ve çok daha uzun bir yazıyı gerektirecek gerçek bir çözümlemeden geçirerek geliştirmeye de kalkışmayarak, her bilimsel bilgi dalında olduğu gibi elden geldiğince şaşmaz bir biçimde ortaya koymak gerektiğini de kabul edeceklerdir.
Herkesin yapabileceği bir ciddi Freud ve Lacan incelemesi, bu kavramların değerini doğru olarak saptayabilecek ve şimdiden zengin sonuçlar ve vaatlerle yüklü bu kuramsal düşünüm [réflexion] alanında askıda kalmış sorunların tanımlanması olanağını yaratacaktır.
*
Dostlarım, Lacan’dan üç satırla söz ettiğim için haklı olarak sitem ettiler bana2: Hakkında söylediklerime oranla onun üzerinde çok fazla konuştuğumu, çıkardığım sonuçlar bakımından da çok az şey söylediğimi ileri sürdüler. Hem yaptığım anıştırmayı (telmihi) hem de nesnesini haklı çıkarmam için birkaç söz söylememi istediler. İşte, bir kitabın yazılmasını gerektiren konuda birkaç söz.
Batı Aklı’nın tarihinde, doğumlar söz konusu olunca, büyük titizlik gösterilmiş, öngörüyle davranılmış, bütün önlemler alınmış ve uyarılar yapılmıştır. Doğumöncesi tedavi kurumlaşmıştır. Bir yeni bilim doğduğunda, aile çevresi, şaşkınlığa kapılmak, sevinip kutlamak ve vaftiz etmek için hazır ve nazırdır. Terk edilmiş bile olsa her çocuk, bir babanın oğlu sayılmıştır eskiden beri ve bir harika çocuk söz konusu olduğunda, babalar, anneden ve ona duyulması gereken saygıdan ötürü birbirinin boğazına sarılmamışlardır. Ağzına kadar dolu dünyamızda, doğum için bir yer ayrılmıştır, doğum tahmininin bile ayrılmış bir yeri vardır: «beklentiler» .
Benim bildiğim kadarıyla, XIX. yüzyılda, beklenmeyen iki ya da üç çocuk doğdu: Marx, Nietzsche ve Freud. Bunlar, törelere, ilkelere, ahlaka ve terbiyeye aykırı düşme anlamında «doğal» [gayri meşru! çocuklardı; çünkü doğa, ayak altına alınmış kural, evlenmemiş-anne ve meşru babanın yokluğuydu. Babasız bir çocuğa, bunu çok ağır ödetirdi Batı Aklı. Marx, Nietzsche ve Freud, ayakta kalabilmenin kimi zaman çok korkunç olan ceremesini çektiler: karşılığını, her şeyin dışına atılmakla, mahkum edilmekle, aşağılanmakla, sefalet çekmekle, açlıkla ve ölümle.ya da çıldırarak ödediler. Yalnızca onlardan söz ediyorum ben (ölüm kararlarını renkler, sesler ya da şiir dünyasında tadan ve yaşayan öteki lanetlenmişlerden de söz edilebilir). Yalnızca onlardan söz ediyorum çünkü onlar, bilimlerin ve eleştirinin doğuşu oldular.
Freud’un, yoksulluğu, karaçalmaları ve eza cefayı tatmış; yüzyılın bütün aşağılamalarına, onları yorumlamaktan da geri kalmayıp dayanacak kadar sağlam yürekli bir kimse olması; evet işte bu, dehasının belli birtakım sınırları ve çıkmazları ile ilişkisiz değildir belki de. Ama, irdelenmesinin henüz zamanı gelmemiş olduğundan kuşku duyamayacağımız bu konuyu bir yana bırakalım. Freud’un, çağı içindeki yalnızlığını ele alalım yalnızca. İnsan olarak yalnızlığından söz etmiyorum Freud’un (yoksulluğu tattığı halde hocaları ve dostları vardı onun), kuramsal yalnızlığından söz ediyorum. Gerçekten de, pratiğinde her gün karşısına çıkan olağanüstü buluşu, bir tutarlı soyut kavramlar sistemi olarak düşünmek, yani dile getirmek istediğinde, kuramsal öncüler ve kuranı alanında ustalar bulmak için ne kadar didinse, çabası boşa çıkıyordu. Freud şu kuramsal durumun acısını çekmek ve bu durumu yoluna koymak zorundaydı: Kendisinin babası olmak; buluşlarını koyacağı kuramsal alanı kendi zanaatkar elleriyle açmak, sağdan soldan ödünç alınan ipliklerle, insanların, uyudukları zaman bile konuştuğu için dilsiz dedikleri bilinçdışının bereketli balığını kör deneyimin [tecrübenin) derinliklerinde yakalamayı sağlayacak büyük ağı örmek.
Kant’ın terimleriyle şöyle diyebiliriz: Freud buluşunu ve pratiğini, ithal edilmiş kavramlarla; o çağda egemen olan termodinamik fiziğinden, çağının ekonomi-politiğinden ve biyolojisinden ödünç aldığı kavramlarla düşünmek zorunda kalmıştı. Arkasında yasal bir miras yoktu: Elinin altında ise, kısıtlandığı yerde bile kendini gösteren bir bilinç sorunsalının damgasını taşıdıkları için belki de verimli değil köstekleyici olan bir kavramlar (bilinç, önbilinç, bilinçdışı, vs.) yığını vardı yalnızca. Öncü diye birkaç yazarı sayabilirdi ancak: Sophokles, Shakespeare, Moliere, Goethe.. ya da atasözleri, vs. Kuramsal olarak Freud, işini tek başına kurup yürüttü; o günkü bilimlerden ödünç alınan, ithal edilen kavramların koruyuculuğu altında ve bu kavramların devindiği ideolojik dünyanın sınırları içinde kendi kavramlarını; «yerli mamulâtı» kavramlarını üretti. Bize işte böyle geldi Freud. Yani, kimi zaman açık anlamlı, kimi zaman karanlık, çoğunlukla bilmece gibi ve çelişik, sorunlu ve çoğu ilk bakışta bize battal, içeriğine aykırı, aşılmış gibi görünen kavramlarla donatılmış bir yığın metin olarak. Gerçekten de bugün, şu içeriğin varlığından; yani, psikanaliz pratiğinden, verdiği sonuçtan kuşku duymuyoruz.
Freud’un bizim için ne tür bir nesne olduğunu özetleyelim öyleyse:
1. Bir pratik (psikanaliz tedavisi). 2. Kuramsal görünümlü soyut bir açıklamaya yol açan bir teknik (tedavinin yöntemi). 3. Pratik ve teknik ile ilişkili olan bir kuram. Bu pratik (1), teknik (2) ve kuramsal organik bütün, her çeşit bilimsel bilgi dalının yapısını hatırlatıyor bize. Biçimsel olarak Freud’un bize verdiği, bir bilimin yapısını kendinde taşımaktadır. Ama yalnızca biçimsel olarak sahiptir bu yapıya. Çünkü, Freud’un kavramsal terminolojisinin güçlükleri, kavramlar ile içerikleri arasında kimi zaman elle tutulurcasına fark edilen oransızlık, şu soruyu sormamıza yol açıyor: Bu pratik-teknik-kuramsal organik öbek, bilimsel düzeyde, gerçekten yerine oturmuş ve temellenmiş midir? Başka bir deyişle, kuram, bilimsel anlamda bir kuram mıdır gerçekten? Yoksa tam tersine, pratiğin (tedavinin) basit bir yer değiştirmesinden başka şey değil midir? Kuramsal dış görünüşünün (bunu, Freud’un saygıdeğer, ama beyhude iddialarına borçluyuz) altında psikanalizin, her zaman değil de kimi zaman sonuç veren basit bir pratik; teknik (psikanaliz yönteminin kuralları) olarak genişletilmiş, ama kuramdan yoksun ya da en azından gerçek kuramdan yoksun basit bir pratik olduğu; kuram dediği şeyin, pratiğinin kurallarını yansıtan kör teknik kavramlardan; kuramsız basit bir teknikten başka şey olmadığı ve yine psikanalizin belki de düpedüz bir büyü olduğu; ve bütün büyüler gibi, yaydığı etki ve hayranlık sayesinde; bir toplumsal gereksinime ya da talebe hizmet eden ve böylece, varlığını haklı çıkarabilecek biricik temeli, gerçek temeli oluşturan kendi etkileri .ve duyurduğu saygılar sayesinde başarıya ulaştığı hakkındaki yaygın düşünce, işte buradan kaynaklanmaktadır. Öyle ki, Levi-Strauss, psikanaliz olarak görülebilecek bu büyünün, bu toplumsal pratiğin kuramını, Freud’un atası olarak şaman’ı göstererek ortaya koyabilirdi. Psikanaliz, yarı suskun bir kurama gebe bir pratik midir? Modern zamanların toplumsal büyüsünden başka şey olmadığı için gurur duyan ya da utanan bir pratik midir? Evet, nedir psikanaliz? Lacan’ın ilk söylediği şu: Freud, ilke olarak, bir bilim kurdu. Bu yeni bilim, yeni bir nesnenin yani bilinçdışının bilimidir.
Kesin ve açık bir ileri sürüş söz konusu burada. Öz nesnesinin bilimi olduğuna göre, psikanaliz gerçekten bir bilimdir ve aynı zamanda, bütün öteki bilimlerin yapısı uyarınca da bir bilimdir (olmalıdır]. Yani özgül bir pratik içinde, nesnesinin bilgisini ve dönüşüme uğratılmasını olanaklı kılan bir kurama ve tekniğe (yönteme) sahip olmalıdır. Her kurulmuş gerçek bilimde görüldüğü gibi pratik, bilimin mutlak bir öğesi değil, kuramsal olarak bağımlı bir uğrağıdır ve bu uğrakta, yöntem haline gelmiş kuram (teknik), kendi öz nesnesiyle (bilinçdışı), kuramsal (bilgi) ya da pratik (tedavi) ilişki içine girer.
Bu tez doğruysa, itiraf edilen hastalık ile profesyonel gizliliğin öznellikler-arasına ilişkin karşılıklı kutsal vaatlerde bulundukları zemini oluşturan ve güven duygusuyla donanmış olan çiftin [hasta ve psikanalizci] mahremiyetine girmek için can atan yorumcuların ve filozofların bütün dikkatlerini çevirdikleri psikanaliz pratiği (tedavi), psikanalizin sırlarını değil; gerçekliğinin ancak bir bölümünü, pratikte var olan bölümünü elinde tutuyor demektir; yani, kuramsal sırlarını elinde tutmuyor demektir. Bu tez doğruysa, teknik ve yöntem de, psikanalizin sırlarını elinde tutmuyor ya da ancak, her yöntem gibi pratikten değil ama kuramdan aldığı yetkiyle [kuramı temsil ettiği ölçüde! elinde tutuyor demektir. Her bilimsel bilgi dalında olduğu gibi, bu sırları elinde tutan yalnızca kuramdır.
Freud, bir kuramcı olduğunu kitaplarında belki yüz kere söylemiş; bilimsellik bakımından, psikanalizi Galileo’dan kaynaklanan fizikle karşılaştırmış; psikanaliz pratiğinin (tedavi) ve tekniğinin (psikanaliz yöntemi), yalnızca, bilimsel bir kuram üzerinde temellenmesinden ötürü haslık taşıdıklarını tekrarlayıp durmuştur. Hatta, verimli bir pratiğin ve tekniğin bile, bilimsel sıfatını hak edebilmesi için, bir kuramın, pratik ve tekniğe, yalnızca lafta değil kesin bir temellendirmeyle bu hakkı vermesinin gerektiğini her zaman söylemiştir.
Lacan’ın ilk sözü, Freud’un bu söylediklerini harfi harfine kabullenmekten ve onlardan sonuç çıkarmaktan başka şey değildir. Yani, teknik ve pratik gibi bütün öteki uğrakların da yasal bir biçimde içinden türedikleri kuramı aramak, ayırt etmek ve saptamak için Freud’a dönmek söz konusudur burada.
Freud’a dönmek! Kaynaklara yönelen bu yeni dönüşün gereği ne? Lacan, Husserl’in Galileo ya da Thales’e döndüğü gibi bir doğuşu, tam doğum anında yakalamak için dönmüyor Freud’a. Yani, toprak yüzüne fışkıran her kaynak gibi, ancak doğum anında, doğuşunun katışıksız anında; bilim-olmayandan bilime götüren katışıksız geçişte aranan felsefi-dinsel katışıksızlık önyargısını gerçekleştirmek [yerine getirmek, gerçeklemek) için dönmüyor Freud’a. Lacan için bu geçiş, katışıksız değildir; henüz katı-şıklıdır: katışıksızlık, bu geçişten sonra gerçekleşir ve henüz «çamurlu» olan geçişte bulunmaz (saydammış, yani masummuş gibi görünmeye çalışan yeni doğmuş suda, geçmişinin çamuru, asıltı halindedir). Freud’a dönmek, Freud’un kendisinde iyice yerine oturmuş, temellenmiş, pekişmiş kurama, olgunlaşmış, düşünülmüş, dayandırılmış, doğrulanmış kurama, yuvasını kurmak, yöntemini ortaya koymak pratiğini türetmek için yaşamın içine yerleşmiş (pratik yaşam da dahil olmak üzere) ve hayli gelişmiş kurama dönmek demektir. Freud’a dönüş, Freud’un doğumuna bir dönüş değildir; olgunluğuna bir dönüştür. Freud’un gençliği, henüz-bilim-olmayandan bilime ulaştıran o heyecan verici geçiş (İsteri Üzerine İncelemeler’e —1895— kadar süren ve Charcot, Bernheim, Breuer’le olan ilişkilerini kapsayan dönem), bizi ilgilendirebilir kuşkusuz; ama tamamen başka bir açıdan; yani, bir bilimin arkeolojisinin bir örneği ya da olgunluğun kendisinin ve ortaya çıkışının zamanını iyice saptamayı sağlayan bir belirti, yani olgunlaşmamışlığın olumsuz belirtisi olarak ilgimizi çekebilir. Bir bilimin gençliği, olgunluk çağıdır onun; yaşadığı Önyargıların yaşını edindiğinden bu çağdan önce yaşlanmıştır ve tıpkı, önyargıları ve bundan ötürü ana-babasının yaşını yaşayan çocuğa benzer.
Genç ve dolayısıyla olgun bir kuramın, çocukluğa, yani büyüklerinin ve onların çocuklarının önyargılarına düşebileceğini [dönebileceğini] tüm psikanaliz tarihi kanıtlamaktadır. Lacan’ın ilan ettiği Freud’a dönüşün derin anlamı buradadır işte. Freud’ un kuramının olgunluğuna; çocukluğuna değil de, gerçek gençliği olan olgunluk çağına, dönebilmemiz için, Freud’a dönmemiz gereklidir. Kuramsal çocukçalığı; çağdaş psikanalizin büyük bir bölümüne ve özellikle Amerikan psikanalizine iyice yararlandıkları avantajlar sağlayan terk edişlere yol açan çocukluğa düşmeyi aşıp geçerek Freud’a dönmemiz gereklidir.
Bu çocukluğa düşüşün, fenomenologların hemen anlayacağa bir adı vardır: ruhbilimcilik; ya da Marksçıların çok kolayca anlayacağı bir başka adı vardır: pragmacılık. Psikanalizin çağdaş tarihi, Lacan’ın yargısını doğrulamaktadır. Batı aklı (bilimsel akıl kadar, hukuksal, dinsel, ahlaksal ve siyasal akıl da), yıllarca süren küçümseme ve aşağılamadan (başarı sağlanamayınca her zaman el altında olan araçlardır bunlar) sonra, psikanaliz ile barış içinde yanyana yaşama anlaşmasına, psikanalizi, kendi bilimlerine ve mitoslarına; davranışçı (Dalbiez) ya da fenomonolojik (Merleau-Ponty) ya da varoluşçu (Sartre) ruhbilime; şu ya da bu ölçüde Jackson’cu bionörolojiye (Ey); «kültüralist» ya da «antropolojik» tipten «sosyoloji»ye (ABD’de egemendir: Kardiner, M. Mead, vs.) ve felsefeye (bkz. Sartre’ın «varoluşsal psikanalizi», Binswanger!in «Daseinsanalyse»i. vs.) katmak koşuluyla rıza gösterdi ancak. Kuramsal ghetto’larından nihayet dışarı çıkabildikleri; ruhbilimin, nörolojinin, psikiyatrinin, tıbbın, sosyolojinin, antropolojinin ve felsefenin oluşturduğu büyük ailenin tüm haklara sahip bir üyesi olarak «benimsendikleri» için çok sevinçli ve mutlu olan psikanalistler, bu karman çormanlığı; hayali bağlara dayanan ama aslında gerçek iktidarlarla kurulmuş olan uyuşma ittifakları pahasına resmen bir bilgi dalı olarak kabul edilen psikanalizin bu mitoslaştırılmasını onaylamaktan geri kalmadılar. Bu psikanalistler pratik başarılarının üzerine, onyıllar süren aşağılanmalardan ve sürgünlerden sonra nihayet, adam yerine konma; bilim, tıp ve felsefe dünyasında adlarını geçirebilme hakkını sağlayan bu «kuramsal» kabullenilmenin etiketini yapıştırarak büyük mutluluk duydular. Bu psikanalistler, bu dünyanın şan ve şerefini, aşağılamalarına yeğ tutarak, en sonunda, kendi söylediklerine geldiğine inanmışlar (oysa şan ve şerefe kapılarak bu dünyanın söylediklerine, en sonunda, psikanalistlerin kendileri geliyorlardı) ve böylece bu ittifakın kuşkulu yanından işkillenmemişlerdi.
Bu psikanalistler, bir bilimin bilim olabilmesi için kendisinin öz nesnesine (kendisinin ve yalnızca kendisinin olan bir nesneye) sahip olma konusunda tam anlamıyla hak iddia edebilmesi gerektiğini; bir başka bilimin, ödünç verdiği, elden çıkardığı, terk ettiği bir nesnenin zar zor yeten bir parçasına; patron karnını doyurduktan sonra geri kalanla mutfakta keyfince yiyecek bir şeyler hazırlar gibi nesne artıklarına, bu nesnenin «yanları»ndan birine, sahip olma konusunda hak iddia etmenin yetmeyeceğini unutuyorlardı. Gerçekten de, psikanalizin tümü, çocukluğun ilk yıllarının davranışçı ya da Pavlovcu «koşullanmaları» ndan başka bir şey değilse; Freud tarafından oral, anal ve jenital, örtüklük ve ergenlik terimleri ile belirtilen aşamaların diyalektiğine indirgenebiliyorsa; ve nihayet Hegelci çatışmanın, fenomenolojik öteki-için’in ya da Heideggerci varlığın «uçurumu»nun köksel deneyinden [yaşanmasından] başka şey değilse; eğer bütün psikanaliz, nörolojinin, biyolojinin, ruhbilimin, antropolojinin ve felsefenin artıklarının hale yola sokulmasıysa, psikanalizi bu bilgi dallarından gerektiği gibi ayıran ve onu tam anlamıyla bir bilim haline getiren kendi özgül nesnesi olarak ne kalmaktadır geriye?3 Lacan, işte burada, psikanalizin kuramsal yorumlarının büyük bir bölümünü bugün egemenliğinde tutan bu «indirgemelere» ve sapmalara karşı yine psikanalizin indirgenmezliğini, onun, nesnesinin indirgenmezliği’nden başka şey olmayan indirgenmezliğini savunmak için işe karışır. Bu savunmayı yapabilmek için, yukarda saydığım bilgi dallarının doymak bilmez konukseverliğinin bütün saldırılarını püskürtecek olağanüstü bir külyutmazlık ve ayakdiremenin gerekli olduğundan kuşku duyamayız. Yeni ve özel bir bilimin ortaya çıkmasının yarattığı güvenlik (kuramsal, ahlaksal, toplumsal ekonomik) gereksinimini, yani dengelerini ve huzurlarını kaybetme tehdidi altında kalan meslek kuruluşlarının (ki bunların statüsü kaynaşmış biçimde bilimsel-mesleki-hukuksal-ekonomiktir) tedirginliğini; bu yeni bilimin, herkesi, yalnızca kendi bilgi dalı üzerinde değil, bu dala inanmasına yol açan nedenler üzerinde de düşünmeye, yani onlardan kuşku duymaya zorladığını; pek inanılmasa bile böyle bir bilimin ortaya çıkışının mevcut sınırları bozma ve bundan ötürü de çeşitli bilim dallarının statu-quo’sunu değişikliğe uğratma tehlikesini yarattığını bir kez bile görmüş olan bir kimse, kuşku duyamaz bundan. Gözünü dört açmaksızın ve suçlamaksızın yaşayamayan ve ayakta kalamayan Lacan’ın dilindeki gemlenmiş tutku ve tutkulu gerilim, buradan kaynaklanmaktadır. Tehdit altındaki yapıların ve meslek kuruluşlarının ezici gücü dolayısıyla, daha önce vurmak ve en azından, vuruşlara maruz kalmadan önce vuruyor gibi görünerek düşmanı, vuruşlarıyla kendisini ezmekten caydıran bir kuşatılmış öncünün dilidir bu. Lacan’ın, bilimsel girişimine tepeden tırnağa yabancı filozofların (Hegel, Heidegger) sağladığı güvenliğe, saygılı davranmaları için bazılarının suratlarına fırlatılan korkutucu tanıklar ya da bazılarına güven vermek ve hocalık etmek için, düşüncesinin doğal bir müttefiki olabilecek bir nesnelliğin tanıkları olarak çoğunlukla paradoksal bir biçimde baş vurması da bundan ötürüdür. Bu baş vurmanın, yalnızca doktorlara yönelik olan içerden bir söylemi temellendirmek için gerekli olduğu aşağı yukarı kesindir ve bunu kökten suçlamak için genellikle tıp öğreniminin kuramsal zayıflığından da, en iyi hekimlerin kuram bakımından çektikleri yoksunluktan da habersiz olmak gerekir. Bazılarının gözünde Lacan’ın (tepeden tırnağa «Parizyen» bir büyülenmeyi olduğu kadar bir gerçek iletişimin törensel yanını da oluşturabilecek davranışların; susmanın ve ağır başlılığın yer aldığı içrek bir tapınışın baş rahibi, «Obabaşı», «Psikanaliz’in Gongorası»4 olan Lacan’ın) bütün etkisini ve büyüsünü; bazılarının gözünde ise, (bunlar, özellikle bilginler ve filozoflardır), «göz boyamacı» yanını, acayipliğini ve «içrekliği»ni oluşturan dilinden söz ettiğime göre, bu dilin, Lacan’ın pedagojik görevi ile ilişkili olduğunu belirtmeliyim. Gerçekten de, bilinçdışı kuramını, psikanaliz yapan ya da psikanalizden geçen hekimlere öğretmek durumunda olan Lacan, konuşmasındaki ustalıklarla, herkesin bildiği gibi en derin özünde «witz», cinas, başarılı ya da başarısız eğretilemeden başka şey olmayan bilinçdışı dilinin pandomime dayanan eşdeğerlisini, yani ister psikanalizci ister psikanalizden geçen olsunlar, onlara, yaşamış oldukları deneyin eşdeğerlisini vermektedir.
Bu dilin ideolojik ve eğitsel koşullarını kavramak (yani, tarihsel ve kuramsal dışsallıktan onun pedagojik «içselliğini» ayıran mesafeyi görebilmek), nesnel anlamını ve kapsamını ayırt edebilmek ve benimsediği amacı bilip tanımak için yeterlidir. Bu amaç, tüm nesnesini oluşturan bilinçdışını ve onun «yasaları» m bugün elden geldiğince sağlam ve tutarlı bir biçimde tanımlayarak Freud’un buluşuna, layık olduğu kuramsal kavramları sağlamaktır.
II
Psikanalizin nesnesi nedir? Bu nesne, psikanaliz tekniğinin tedavi pratiğinde ele aldığı şeydir; yani, tedavinin kendisi değildir; önüne gelen fenornenolojinin ya da ahlakın, aradığını kolayca bulduğu o sözde ikili durum da değildir. Bu nesne, doğumdan Oidipus’un ortadan kaldırılmasına kadar süren ve bir kadın ile bir erkekten türeyen hayvan yavrusunu, bir insan yavrusuna dönüştüren olağanüstü serüvenin, canlı kalmış yetişkinde süregiden “etkileri” dir.
İnsanın yavrulamasının dünyaya getirdiği küçük biyolojik varlığın insanlaşmasının «etkileri»nden biri: psikanalizin, bildiğimiz bilinçdışı adını taşıyan nesnesi, işte burada, tam yerindedir.
Bu küçük biyolojik varlığın canlı kalması [yaşayakalması] ve hem de, kurt ya da ayı yavrusu haline gelmiş bir «kurt-çocuk» (XVIII. yüzyılda prens saraylarında gösteriliyordu bunlar) olarak değil de, insan yavrusu olarak (yani çoğu insansal nitelik taşıyan; insanlaşmadaki başarısızlığın cezası olan bütün çocukluk ölümlerinin hepsini atlatarak) ayakta kalması, bütün yetişkin insanların geçirmek zorunda kaldıkları bir sınavdır ve bu insanlar, hiçbir zaman bellekyitimine uğramadan ve varlıklarının derinliklerinde, yani en bağırıp çağıran kesiminde, insan dişinden başka bir ötedünyası bulunmayan çifte ama yine de tek, bilinçdışı ama yine de sözsel bir söylemle, yani «İmleyen Zincir» in alanıyla karşılaşırız. De Saussure’ün ve ondan kaynaklanan dilbilimin en önemli edinçleri de işte böylece, öznenin sözsel söyleminin olduğu kadar bilinçdışının söyleminin sürecini ve bunların arasındaki ilişkiyi, yani ilişkilerine özdeş olan ilişki yokluğunu; kısacası çift kat edilmelerini ve yerlerinden oynatılmalarını kavramada, hak ettiği yeri almağa başladı. Ayrıca, bilinçdışının, bütün felsefi-idealist yorumlanımları; bilinçdışının ikincil bilinç, kötü niyet [bilmezlenme] (Sartre), geçerliği olmayan bir yapının kanserli kalıntısı ya da anlam-olmayan olarak yorumlanması (Merleau-Ponty); yine bilinçdışının biyolojik temelli bir en ilk «İd» (Jung) olarak yapılmış bütün yorumlarının gerçek yüzü ortaya çıkıyordu; yani bunların bir kuram başlangıcı değil de hükümsüz «kuramlar», ideolojik yanlış anlamalar olduğu görülüyordu.
Bundan sonra yapılması gereken (kaba bir şemacılık yapmaya mecburum; bu kadar kısa bir yazıda nasıl kaçınabilirim bundan?), psikanaliz yorumu pratiğinde karşılaşılan Dilin biçimsel [formel] yapısının ve «mekanizmaları»nın bu önceliği’nin taşıdığı anlamı, bu pratiğin temeline olan ilişkisinde tanımlamaktı; nesnesini, yani insanın hayvan yavrusunu, erkek ya da kadına dönüştüren mecburi «insanlaştırmadan» geçip de sağ kalanlarda hâlâ görülen «etkileri» tanımlamaktı. Bu soruna cevap vermek için psikanaliz pratiğinin biricik nesnesi ve aracı olan Dil olgusunun önceliğinden söz etmek yetmez. Tedavide ortaya çıkan her şey (susma, ritimleri ve duraklamaları da dahil), Dilde ve Dille ortaya çıkar. Ama tedavide, psikanaliz pratiğinin hem ilk maddesi hem de etkilerinin üretilmesinin aracı (Lacan buna, «boş sözden», «dolu söze» geçiş der) olarak Dilin olgusal rolünün, niçin ve nasıl, ancak nesnesinde (ki bu nesne son kertede hem bu pratiği hem de tekniği temellendirir) ilkece temellenmiş olduğu içindir ki, somut olarak (fiilen) psikanaliz pratiğinde de temellenebildiğini ve burada bir bilim söz konusu olduğuna göre de, nesnesinin kuramında temellenebildiğini ilkece göstermek gerekir.
Lacan’ın yapıtının en özgün yanı, buluşu; hiç kuşkusuz burada yatar. En sınır durumunda tam anlamıyla katışıksız biyolojik olan varlıktan insansal varlığa (insan çocuğu) geçişin, Kültür Yasası diye adlandıracağım Düzen Yasası içinde gerçekleştiğini ve bu Düzen Yasasının, biçimsel [formel] özü bakımından Dilin düzeni ile karıştığını gösterdi Lacan. İlk bakışta bilmece gibi gelen bu formülden ne anlamamız gerekir? İlkin şunu anlamalıyız: Bu geçişin bütünü, geri dönüşlü ve yinelemeli bir Dil biçimi içinde, tedavi durumundaki yetişkinin ya da çocuğun Dilinde belirtilmiş olarak; bütün insan düzeninin, yani her insan rolünün içine yerleştiği ve sunulduğu [verildiği] Dil yasasında belirtilmiş, belirlenmiş, yeri saptanmış olarak kavranabilir ancak. Daha sonra da şunu anlamalıyız: Tedavi dilinin bu belirlemesinde, düzenin, bu geçişteki; Kültür Yasasının insanlaştırmadaki mutlak etkililiğinin hâlâ yinelenen, sürüp giden varlığı [bulunuşu] kendini göstermektedir.
Bunu birkaç sözcükle açıklamak için, sözünü ettiğimiz geçisin iki büyük uğrağına değineceğim. 1) Oidipus öncesi, ikili bağıntı uğrağı. Bu uğrakta çocuk, yalnızca bir ikinci-benlikle; yaşamını ortaya çıkışı (da!) ve ortada bulunmayışı (fort!)5 ile kesintilere uğratan annesiyle ilgilendiği için bu ikili bağıntıyı, benliğin imgelemsel büyülenişi kipi içinde yaşar ve bu durumda çocuk kendisi, ilk narkisçe [narcissique] özdeşleşme içinde şu başkası, herhangi bir başkası, her başkası, bütün başkalardır; ve ne başkası ne de kendisi karşısında, üçüncü kişinin nesnelleştirici mesafesini alamaz; 2) Oidipus uğrağı. Bu uğrakta, üçüncü kişi (baba) ortaya çıktığı, bütünü altüst edip büyülenmeleri bozarak ikili büyülenmenin sağladığı imgelemsel doyumun içine bir yabancı gibi girdiğinde, ikili yapı üzerinde bir üçlü yapı oluşur ve bu, çocuğu, Lacan’ın Simgesel Düzen dediği şeyin içine sokar; yani, ben, sen o demesini sağlayacak ve böylece bu küçük yavruya, yetişkin üçüncü kişilerin dünyasında kendini bir insan çocuğu olarak konumlama olanağım yerecek olan nesnelleştirici Dilin düzeni içine sokar.
Demek ki iki büyük uğrak söz konusu: 1) (Oidipus-öncesi) İmgeselin uğrağı; 2) Simgeselin uğrağı (Oidipus çözüme ulaşmıştır) ya da başka bir deyişle, simgesel kullanılışı içinde tanınmış ama henüz bilgisi edinilmemiş nesnelliğin uğrağı (nesnelliğin bilgisi bambaşka bir «dönem»de ve başka bir pratikte ortaya çıkar). Lacan’ın aydınlattığı çok önemli nokta da şudur: Bu iki uğrak, bir tek Yasanın, Simgeselin Yasası’nın egemenliğindedir. Biraz yukarda, daha kolay anlaşılsın diye, simgeselden önce geldiğini, ondan ayrı olduğunu söylediğim imgelemsel uğrak (yani küçük çocuğun, simgesel bağıntı olduğunu; bir insan yavrusunun bir insan annesi ile bağıntısı olarak tanımadığı ve yalnızca bir insanla -anne- dolayımsız bağıntısını yaşadığı bu ilk an) da kendi diyalektiğinde, Simgesel Düzenin diyalektiği tarafından; yani insansal Düzenin, insansal normun (kuralın) diyalektiği tarafından damgalanmış, yapılaştırılmıştır (beslenme ve temiz tutmanın zamansal ritimlerinin; davranışların, somut tanıma tavırlarının normları; kabullenmeler, reddetmeler, çocuğa evet ya da hayır demeler, verici ya da yoksun bırakıcı belirlemeler yapan Yasanın ve Hak Düzeninin kullandığı bozuk paradan, ampirik kipliklerden başka şey değildir) ve bu, imleyenin Düzeni altında, yani Dilin düzenine biçimsel olarak özdeş bir Düzen içinde gerçekleşmektedir6.
Lacan, Freud’un yüzeysel ya da güdümlendirilmiş biçimde okunmasının bize, mutlu ve yasasız çocukluk, «çok şekilli sapıklık» m cenneti, insan vücudunun belli bölümlerine, hayati önem taşıyan yerlere (oral, anal, jenital)7 bağlı ve yalnızca biyolojik yanı ağır basan dönemlerle vurgulanmış bir tür doğa durumu gibi kavram ve bilgilerden başka bir şey vermediği yerde; doğacak her insan yavrusunu daha doğumundan önce bekleyen ve ilk ağlayışıyla birlikte onu ele geçiren ve böylece ona hem yerini hem rolünü veren, yani belirlenmiş yazgısını yükleyen Düzenin, Yasanın etkililiğinin bulunduğunu ileri sürer ve gösterir. İnsan yavrusunun aşıp geçtiği bütün dönemler, insansal verme [atfetme], iletişim ve iletişimsizlik kuralının, Yasanın yönetimi altındadır; bu yavrunun «doyumları» da, herkes tarafından ve özellikle bilmeyenler tarafından bilinmesi zorunlu olan, ama herkes tarafından ve özellikle kendisine en fazla bağlı olanlar tarafından yolundan saptırılabilen ya da çiğnenebilen Yasanın, yani insansal Yasanın silinmez ve kurucu damgasını taşır. Bundan ötürü, çocukluk çağının bütün örselenmelerini (traumatisme’lerini) yalnızca biyolojik «boşa çıkmalarsın [duyumsuzluğa uğramaların] dengesine indirgemek ilkece yanlıştır; çünkü, onlara ilişkin olan Yasa, bir Yasa olarak bütün içerikleri soyutlar; Yasa olarak yalnızca, bu soyutlamada ve bu soyutlamayla varoluşur ve insan yavrusu bu kurala, ilk soluk alışında boyun eğer ve edinir onu8. Bu, yaşayan bir baba olmadığı zaman bile Babanın (ki Yasadır) resmi varlığının [bulunmaklığının] ve bundan ötürü de insansal imleyenin Düzeninin, yani Kültür Yasasının başlangıcıdır ve her zaman başlangıcı olmuştur; her söylemin mutlak önkoşulu olan söylemdir bu; her sözsel söylemde yukarda var olan [bulunan], yani derinlerde bulunmayan söylemdir; Başkasının (Ötekinin) söylemidir, bu Düzenin ta kendisi olan büyük Üçüncükişinin söylemidir; bilinçdışının söylemidir. Her insan varlığında, bu varlığın özel söyleminin kendi öz yerini aradığı, arayıp ıskaladığı, ıskalarken, kendi imgelemsel büyülenmelerinin zorlayışında, sahteciliğinde suç-ortaklığında ve yadsıyışında, kendi öz yerini; demirleme yerine kendini bağlayan öz demirini bulduğu mutlak yerdir.
Öyle ki, Oidipus döneminde, belli bir cinsiyet taşıyan çocuk, imgelemsel fantasmalarını, Simgeselin sınavından geçirerek cinsiyet taşıyan insan çocuğu (erkek, kadın) haline gelir ve her şey «yolunda giderse» ne ise o olur ve o olmayı kabullenir en sonunda; yetişkinler dünyasında çocuk haklarına sahip olan ve her çocuk gibi günün birinde tıpkı «babası gibi», yani bir karısı (yalnızca bir annesi değil) olan bir erkek insan kişisi ya da tıpkı «annesi gibi», yani bir kocası (yalnızca bir babası değil) olan bir dişi insan kişisi olmanın bütün hakkını edinen oğlan ya da kız çocuğu haline gelir ve bunu öylece kabullenir. İnsan çocukluğuna yönelen uzun cebri yürüyüşün hedefinden başka şey değildir bu.
Bu en son dramın daha önceden biçimlenmiş bir dil malzemesi içinde oynanması ve bu dilin, Oidipus evresinde, Babanın simgesi [remzi], hakkın simgesi, Yasanın simgesi, her tür Hakkın fantasmasal imgesi olan phallus imlemi çevresinde merkezlenmesi ve düzenlenmesi; evet bu düzenlenme, şaşırtıcı ve keyfi bir şey olarak görünebilir, ama bütün psikanalizciler, bir deney olgusu olduğuna tanıklık ederler bunun.
Oidipus’un son aşaması, yani «iğdiş edilme», bu konuda bir fikir verebilir bize. Oğlan çocuğu, iğdiş edilmenin trajik ve yararlı durumunu yaşayıp çözüme ulaştırarak babası gibi aynı Hakka (phallus’a) ve özellikle babasının annesi üzerindeki Hakkına (ki annesinin, hem oğlan çocuk için anne hem de baba için karı olarak bir çifte kullanımın hoşgörülrnez durumu içinde bulunduğu ortaya çıkmıştır) sahip olmamayı kabullenir; ama, babasıyla aynı hakka sahip olmadığını kabullenerek de, daha sonraları, yetişkin olduğu zaman günün birinde, gerekli «araçlar»dan yoksun olduğu için o gün kendisine verilmemiş olan hakka sahip olma güvencesini kazanmış olur. Oğlan çocuğunun, çok «uslu», davranıp büyümesini bilirse, büyüyecek olan bir ufak hakkı vardır yalnızca. Öte yandan, küçük kız çocuğu da, iğdiş edilmenin trajik ve yararlı durumunu yaşayıp yüklenerek annesinin sahip olduğu aynı hakka sahip olmamayı kabullenir; demek ki, kadın olduğu halde ve kadın olmasından ötürü annesinde o (phallus) olmadığı için babasının sahip olduğu aynı hakka (phallus) sahip olmadığını ve aynı zamanda annesinin sahip olduğu hakka da sahip olmadığını, yani henüz annesi gibi bir kadın olmadığını katmerli olarak kabullenir. Ama buna karşılık ufak hakkını elde eder. Yani küçük kız hakkını ve Düzen Yasasını kabullenerek; yani gerektiğinde yasayı saptırmak için çok uslu davranmaksızın ama bu yasaya yine de boyun eğerek büyümesini bilirse, büyük bir hakkın kendisine tanınacağı vaadini almış [kazanmış] olur.
İster İmgelemselin ikili büyülenme uğrağı (1), ister simgesel Düzenin (2) içine yerleştirilmenin yaşanan tanınması (Oidipus) uğrağı olsun, her iki durumda da, geçişin bütün diyalektiği, enderin özünde, biçimsel [formel] yasalarını, yani biçimsel kavramını dilbilimin verdiği insansal Düzenin, Simgeselin mührüyle damgalanmıştır.
Böylece, psikanaliz kuramı, her bilimi, katışıksız bir soyut kurgu [spekülasyon] değil de bir bilim yapan şeyi sunuyor bize; yani nesnesinin biçimsel özünün tanımını, somut nesnelerine yönelik herhangi bir pratik ve teknik uygulamanın olanağının koşulunu veriyor. Böylece, psikanaliz kuramı, Politzer’in, bu bilimden, «somutun» bilimi; gerçek «somut ruhbilim» olmasını isteyip (psikanalizin devrimci kapsamını Fransa’da ilk kavrayan Politzer’dir), bilinçdışı, Oidipus kompleksi, iğdiş edilme kompleksi, vs., gibi soyutlamalarından dolayı sitemlerde bulunurken bir örneğini verdiği klasik idealist çatışkılardan [antinomilerden] sıyrılabilir. Politzer, psikanaliz, soyut ve metafizik bir ruhbilimde yabancılaşmış «somut» tan başka şey olmayan bu soyutlamalara takılıp kalırsa, nasıl olur da, olmak istediği ve olabileceği somutun bilimi olduğunu iddia edebilir? diyordu. Oysa gerçekte, hiçbir bilim soyutlamadan vazgeçemez; hiçbir bilim, «pratik»inde (dikkat edelim: bilimin kuramsal pratiği değil, ama somut uygulanımının pratiğidir bu) bireysel «dramlar»dan yani tekil ve benzeri olmayan çeşitlenmelerden başka şeyle uğraşmasa bile vazgeçmez soyutlamadan. Lacan’ın Freud’dan geçerek düşündüğü (Lacan, bilimselliğimizin; var olabilecek biricik bilimselliğin biçimini kazandırdığı Freud’un kavramlarından başka şey düşünmez) psikanaliz «soyutlamaları», nesnelerinin kavramları olarak kendilerinde soyutlanmalarının zorunluğunun belirtisini, ölçüsünü ve temelini taşıdıkları; yani «somut»a olan ilişkilerinin (oranlarının) ölçüsünü ve dolayısıyla yaygın olarak psikanaliz pratiği (tedavi) diye adlandırılan uygulananlarının somutuna olan öz ilişkilerinin (oranlarının) ölçüsünü taşıdıkları ölçüde nesnelerinin halis bilimsel kavramlarıdırlar.
Demek ki Oidipus evresi, yalnızca bilinçten ve sözden (konuşmadan) yoksun gizli bir «anlam» taşımaz; bu evre, «anlamı ters tepkilendirilerek» yeniden yapılaştırılabilen ya da aşılabilen ve geçmişin derinliklerine gömülü olan bir yapı değildir; Oidipus [kompleksi], insanlığa, istemeden ve zorla her aday olana, Kültür Yasası tarafından zorla kabul ettirilen dramatik yapıdır, «tiyatro mekanizmasıdır»9. Eşiğine ulaşıp kendisini yaşayan ve daha sonra canlı kalabilen her birey için, üzerinde varoluştuğu somut çeşitlenmelerin yalnızca olabilirliğini değil, zorunluluğunu da kendinde içeren [taşıyan] bir yapıdır. Bu somut çeşitlemelerde varoluşan bir yapıdır. Psikanaliz, uygulanımında, pratiği diye adlandırılan şeyde (tedavide), bu çeşitlenmelerin somut «etkileri»10 üzerinde çalışır; yani Oidipus geçişinin daha önceden varoluşundaki, şu ya da bu birey tarafından yaklaşılışındaki, aşılışındaki, kısmen ıskalanışındaki ya da sıyrılınışındaki özgül ve mutlak olarak tekil bağsallığın [düğümselliğin] kipliğini ele alır. Bu çeşitlenmeler, değişmez Oidipus yapısından kalkılarak özce düşünülebilir ve belirlenebilirler; bunun nedeni, sözünü ettiğimiz bu geçişin tümünün, ilk başlangıçlardaki büyülenmeden bu yana, en «normal» biçimlerinde olduğu gibi en aşırı «sapınç» biçimlerinde de, Simgeselin Yasası altında, Simgesele ulaşmanın en son biçimi olan bu yapının Yasası tarafından damgalanmış olmasıdır. Bu kısa irdelemelerin, bir özet ve şema olarak görünmekle kalmayıp öyle de olduklarını; bu yazıda sözü edilen ve ileri sürülen birçok kavramın, haklı çıkarılmak ve temellendirilmek için enine boyuna geliştirilmesi gerektiğini biliyorum. Bu kavramlar, temelleri ve onlara dayanaklık eden kavramlar öbeği ile olan ilişkileri [oranlan] bakımından aydınlatılıp açıklansalar; Freud’un çözümlemelerinin kesin ve açık anlamıyla ilişki haline getirilseler bile, sorunlar ortaya koymaktan geri kalmazlar ve bunlar yalnızca kavramsal oluşturmaların, tanımların ve aydınlatmaların sorunları değil, irdelediğimiz kuramsallaştırma çabasının gelişmesinden zorunlu olarak doğmuş gerçek yeni sorunlardır. Örneğin, bilinçdışının varolmaklığının ve kavranabilirliğinin mutlak önkoşulu olan Dilin biçimsel yapısı ile, akrabalığın somut yapıları ve nihayet akrabalık yapılarında içerilmiş özgül işlevlerin yaşandığı [algılandığı] ideolojik somut oluşumlar (babalık, analık, çocukluk), arasındaki ilişki, tutarlı ve mantıksal olarak nasıl düşünülebilir? Bu sonuncu yapıların (akrabalık, ideoloji), tarihsel çeşitlenmelerinin, Freud’un bir başına ele aldığı [yalıttığı] örneklerin şu ya da bu yanını, elle tutulur biçimde değişikliğe uğratabileceği düşünülebilir mi? Bir başka soru daha: Akılsallığı içinde düşünülen Freud’un buluşu, nesnesinin ve bulunduğu yerin tanımlanmasıyla, kendisini ayırt ettiği bilgi dallarında (ruhbilim, ruhbilimseltoplumbilim ve toplumbilim gibi) yankılar [etkiler] uyandırabilir ve bu bilimlerin nesnelerinin statüsü (ki bu kimi zaman sorunsal bir statüdür) konusunda sorular ortaya atılmasına yol açabilir mi? Birçok soru arasından sonuncu olarak şunu seçelim: Psikanaliz kuramı ile, l’inci olarak bu kuramın ortaya çıkışının tarihsel koşulları ve 2’nci olarak da, uygulananının toplumsal koşulları arasında bulunan ilişkiler nelerdir?
l’inci olarak: Psikanaliz kuramının hem kurucusu, hem de bir numaralı Psikanaliz uygulayıcısı, Psikanalizden geçmiş kişi, babaların babası olarak, kendisine dayandıklarını söyleyen Psikanaliz uygulamacılarının uzun soy zincirinin başlatıcısı niteliklerini taşıyabilen Freud kimdi? 2’nci olarak; Hem Freudçu kuramı ve Freud’a dayanan didaktik geleneği dünyanın en doğal şeyiymiş gibi benimseyiveren, hem de mesleklerini icra ettikleri ekonomik ve toplumsal koşulları (tıp meslek kuruluşuna —loncasına— sıkı sıkıya bağlı «dernekleri»nin toplumsal statüsünü) kabulleniveren psikanalizciler kimlerdir? Psikanalizin yapılmasının (icra edilmesinin) tarihsel kökenleri ve ekonomik-toplum-sal koşulları, psikanaliz kuramı ve tekniği üzerinde ne ölçüde yankılanmakta ve etkili olmaktadır? Gerçeklerin çok açık bir biçimde ortaya koyduklarına göre, Psikanalizcilerin bu sorunlar konusundaki kuramsal susuşları, psikanaliz dünyasında bu sorunlara yönelmiş bastırma; içerikleri bakımından hem psikanaliz kuramını hem de tekniğini özellikle ne ölçüde etkilemektedir? Öncesizsonrasız «psikanalizin sonu» sorusu, başka nedenlerin yanı sıra, bu bastırma ile; yani, psikanalizin epistemolojik tarihinden ve psikanaliz dünyasının toplumsal ve (ideolojik) tarihinden kaynaklanan bu sorunların düşünülmemiş-olmaklığı’ ndan kaynaklanmamakta mıdır?
Şu anda bir yığın araştırma alanı oluşturan bir yığın gerçekten çözülmemiş sorun var ortada. Yakın bir gelecekte, bazı kavramların, bu sınavdan, dönüşüme uğrayarak çıkacaklarını söyleyebiliriz.
Derine inersek, bu sınavın, Freud’un, kendi alanında; «insanoğlu» nün, insan «öznesi»nin belli bir geleneksel, hukuksal, ahlaksal, felsefi, yani sözün kısası ideolojik imgesini tâbi tuttuğu sınav olduğunu görürüz. Freud, buluşunun eleştiriyle karşılanmasını, Copernicus’un gerçekleştirdiği devrimle boşuna karşılaştırmamıştı kimi zaman. Copernicus’tan beri, yeryuvarlağı-mn, evrenin «merkezi» olmadığını biliyoruz. Marx’tan beri, insan öznesinin, ekonomik, siyasal ya da felsefi ben’in, tarihin «merkezi» olmadığını biliyoruz. Hatta, Aydınlanma Felsefesi’ne ve Hegel’e karşı, tarihin bir «merkezi» olmadığını; ama tarihin yalnızca ideolojik yanlış-bilişten başka hiçbir şeyden kaynaklanmayan zorunlu «merkez» den yoksun bir yapı olduğunu da biliyoruz. Freud ise bize, gerçek öznenin, tekil özünde bireyin; «ben» de, «bilinç»te ya da «varoluş»ta (ister kendisi içinin, ister öz bedenin ya da ister «davranış»in varoluşu olsun) merkezini bulan bir ego biçimine bürünmüş olmadığını; insan öznesinin, «ben» in imgelemsel yanlışbilisinden, yani, içinde kendisini «tanıdığı» ideolojik oluşumlardan başka bir şeyden kaynaklanmayan «merkez» den yoksun bir yapı tarafından merkezsizleştirildiğiııi ve kurulduğunu açıklıyor ve gösteriyor.
Böylece, ideoloji üzerinde yapılacak her araştırmayı temelden ilgilendiren şeyi, yani yanlışbilişin (tanımayışın) yapısını’ı daha iyi biçimde kavramamızı belki de bir gün sağlayacak olan yollardan biri önümüzde açılmış bulunuyor kuşkusuz.
Notlar
(1) Gerçekleri, yalnızca biyolojiye, ruhbilime, toplumbilime indirgeyerek
tek yanlı bir biçimde açıklamaya kalkışan anlayışlar söz konusu burada. (Ç.N.)
(2) Revue de l’Enseignement philosopiqe, Haziran – Temmuz 1963, «Philosophie et Sciences Humaines», s. 7 ve 11, not 14: «Marx, kuramını, “homo economicus’ mitosunu bir yana atarak kurdu, Freud, kuramını ‘homo psychologicus’ mitosunu bir yana atarak kurdu. Lacan, Freud’un özgürleştirici kopuşunu gördü ve kavradı. Onu harfi harfine alarak ve ödün vermeden öz vargılarına ulaşması konusunda zorlayarak tam anlamıyla kavradı. Herkes gibi, Lacan da ayrıntılarda, hatta felsefi kerterizlerinde yanılabilir: Ama esası borçluyuz ona.
(3) En tehlikeli girişimler, felsefe (ki bütün psikanalizi, tedavinin ikili deneyimine hemencecik indirger ve orada, fenomenolojik öznelliklerarasının, tasarı-varoluşun ve daha genel olarak kişilikçiliğin temalarını “doğrulayacak” şeyler bulur); başına iş açmıyormuş gibi görünen psikanaliz kategorilerinden çoğunu bir “özne”nin öznitelikleri gibi görerek kendine katan ruhbilim ve nihayet ruhbilimin yardımına koşarak, “özne”nin bir “üstben”le ona tekabül eden kategorileri edinebilmesi için “içleştirilmesi” yeterli olan nesnel içeriği, yani “gerçeklik ilkesi” için gerekli olan nesnel içeriği (toplumsal ve ailesel buyruklar) veren sosyoloji tarafından yapılmıştır. Böylece, ruhbilime ya da toplumbilime boyun eğen psikanaliz, çoğunlukla “heyecanlar” ya da “duygunluk” bakımından çevreye yeniden uymayı sağlayan bir teknik; “bağıntısal işlev”in bir yeniden eğitimden geçirilmesi durumuna düşmüştür ve bütün bunların, psikanalizin gerçek nesnesiyle hiçbir ilgisi yoktur; ama bütün bunlar, çağdaş dünyada güçlü ve üstelik tam anlamıyla yönlendirilmiş bir talebe cevap vermektedir. Psikanaliz, işte bu yola saptırılarak kültürde, yani modern ideolojide günlük bir tüketim metası haline getirilmiştir.
(4) Yapmacık ve süslü bir üslupla yazan ünlü İspanyol şairi (XVI. yüzyıl). (ç.n.)
(5) Bunlar, Freud’un ün kazandırdığı Almanca iki deyimdir. Freud’un gözlemlediği bir küçük çocuk, annesini “temsil” eden herhangi bir nesneyle oynarken bu deyimlerle (“geldi!”, “gitti!”) onun ortaya çıkışını ve gözden kayboluşunu belirtiyordu. Nesne bir makaraydı.
(6) Biçimsel olarak: Çünkü ilk biçimini ve ilk sunuluşunu Dilin sağladığı Kültür Yasası, dilden daha fazla bir şeydir; bu Yasanın içeriği gerçek akrabalık yapıları ve belirli ideolojik oluşumlardır.; bu yapılara bağlı kimseler işlevlerini yine bu yapılar içinde yerine getirirler. Batı ailesinin babaerkil ve dıştanevlenmeli (akrabalık yapısı) olduğunu bilmek yetmez; karı-kocalığı, babalığı, anneliği, çocukluğu yöneten ideolojik oluşumları da aydınlatmak; bugünkü dünyamızda, “karı-koca olmak”, “baba olmak”, “anne olmak”, “çocuk olmak” nedir sorularına cevap getirmek gerekir. Bu özgül ideolojik oluşumlar üzerinde daha birçok araştırma yapılması gerekir. Tarihsel maddeciliğe düşen bir iştir bu.
(7) Belli bir nöro-biyoloji ve belli bir ruhbilim, Fredu’da, bir “aşamalar” kuramı bularak çok memnun oldu ve bunu, hiç duraksamadan doğrudan doğruya ve tüketici biçimde nöro-biyolojik ya da biyo-nöro-ruhbilimsel bir “aşamasal olgunlaşma” kuramı haline getirdi ve bunu da nöro-biyolojik olgunlaşmaya, mekanik bir biçimde bir “öz” rolü yükleyerek ve Freudcu “aşamalar”ı da onun düpedüz “fenomenleri” olarak ele alıp gerçekleştirdi. Bu perspektif, eski mekanist paralelizmin bir tekrarından başka bir şey değildi. Özellikle Wallon’un izleyicilerine yöneltilmişti bu; çünkü Wallon’un kendisi, Freud’un hiç farkına varmamıştı.
(8) Bu biçimsel koşulun karşısına, Freud’un, bilinçdışının “içeriği”ni düşünürken kullandığı kavramların (libido, içtepiler, istek) biyolojik görünüşü çıkarılacak olursa, aynı biçimsel koşulun kuramsal önemini ve kapsayıcılığını kavrayamama ve bu konuda yanılma tehlikesi doğar. Örnek olarak Freud’un rüya, “dilekgerçekleşimidir” (Wünscherfüllung) sözünü verelim. Lacan da bu anlamda, insanı, bilinçdışı “isteğinin Diline” yeniden yöneltmeyi ister. Ne var ki biyolojik gibi görünen bu kavramlar, gerçek anlamlarını bu biçimsel koşuldan alırlar; bu anlam, ancak bu koşul sayesinde, verilebilir (atfedilebilir) ve düşünülebilir; bir tedavi tekniği belirlenebilir ve uygulanabilir. Bilinçdışının temel kategorisi olan istek, kendi özgüllüğü içinde, ancak insan öznesinin bilinçdışının söyleminin tekil [benzersiz] anlamı olarak kavranabilir. Bu anlam ise bilinçdışının söylemini oluşturan imleyici zincirin “oynunda” [işleyişinde, deviniminde] ve “oynuyla” ortaya çıkar. Böylece “istek”, insansal oluşu [gelişmeyi] yöneten yapıyla damgalanmıştır. Böyle olması bakımından istek, biyolojik öz taşıyan organik “gereksinim”den kökçe ayrılır. Organik gereksinim ile bilinçdışı istek arasında, öz sürekliliği yoktur. İstek, çok yanlı varlığında (“var olamayışında” diyor Lacan), ona damgasını vuran ve onu çarelerinde olduğu gibi hayal kırıklıklarında da yersiz yurtsuzluğa, bastırmanın varoluşuna (yaşamına) mecbur eden Düzenin yapısı tarafından belirlenmiştir. Organik gereksinimden hareket ederek isteğin özgül gerçekliğine ulaşılmadığı gibi; biyolojik varlıktan [yaşamdan] kalkarak da tarihsel varlığın özgül varlığına ulaşılamaz. Bunun tersine, tarihsel varlığını, bir katışıksız biyolojik varlıktan ayırt ederek insanın tarihsel varlığının özgüllüğünü (bunun içinde insanın “gereksinimleri” ve demografik olaylar gibi katışıksız biyolojik belirlenimler de vardır) tanımlamamızı nasıl tarihin kategorileri olanaklı kılıyorsa; aynı biçimde, isteğin gerçek anlamını kavrayıp belirlememizi de onu taşıyan (bu tıplı, biyolojik varlığın tarihsel varlığı taşıması, ona temellik etmesi gibidir), ama ne kuran ne de belirleyen biyolojik gerçekliklerden ayırt ederek bilinçdışının temel kategorileri olanaklı kılar.
(9) Freud’u (“ein anderes Schauspiel… Schauplatz”) yineleyen Lacan’ın kullandığı deyim (“machine”) [dilimizde mekanizma daha uygun düştüğünü düşündük]. “Dram”dan söz eden Politzer’den, tiyatrodan, sahneden , sahneye koymadan, sahne araçlarından, tiyatro türünden, sahneye koyandan, vs., söz eden Freud ve Lacan arasında kendisini tiyatro sanan seyirci ile tiyatro arasındaki kadar mesafe vardır.
(10) “Etki” terimi, klasik bir nedensellik kuramı bağlamında anlaşılırsa [düşümülürse], bu terimle nedenin etkideki (sonuçtaki) somut varlığı [bulunuşu] kavranmış [düşünülmüş] olur (bkz. Spinoza)
(*) Köşeli ayraç içindekiler bizim eklemelerimizdir. (Ç.N.)
Çeviren: Selâhattin Hilâv