“Erkeklik ve kadınlık tarihsel zamana ve yere özgü oluşumlardır. İdeolojiler, toplumsal kurumlar ve pratikler içinde sürekli olarak biçimlendirilen, karşı konulan, yeniden işlenen ve yeniden onaylanan kategorilerdir. Farklı yorumları, genelde bünleşmiş gibi görünen bir ‘sağduyu’ tarafından örtülse bile, bu çelişkili tanımlar üzerinde daima tartışma ve değişikliğe gitme olanağı vardır. Toplumsal cinsiyet sınırlarını ihlâl eden erkekler de kadınlar da alaya alınmaktan şiddete kadar bir dizi yaptırıma maruz kalmıştır ve kalmaktadır.”
Leonore Davidoff ve Catherine Hall
Norman Mailer’den öğrendiğimize göre “Bir erkek olmak kişinin yaşamında sürekli bir mücadele vermesi demektir.” Kral Arthur’un şövalyeleri gibi kendisiyle, kadınlarla, onurla sürekli savaşan gerçek erkekliğin çağdaş koruyucuları hâlâ kişinin bir erkek gibi yaşaması için sertlik, mücadele ve zafer gerektiğine inanır. Yine Mailer’e göre erkek, “hemen hiçbir zaman nihayet bir erkek haline geldiğini varsayamadığı” için sürekli savaş halindedir. Erkeklerin çağımızda erkeklik hakkındaki endişelerini tarihsel olarak saptamak bunları anlamamıza yardımcı olur. İktidar, emek ve arzu arasındaki etkileşimler bizzat tarihsel olarak meydana gelir ve tarihsel olarak değişirler. Yakın zamanlarda, modern “erkeklik” (yiğitlik, mertlik) kavramlarının tarihçesini çıkarma konusuna yeni bir ilgi göstermeye başlayan Batılı tarihçiler 19. yüzyıla “içinde çağdaş erkeklik ve kadınlık anlayışımızın biçimlendirildiği bir pota” olarak bakmışlardır.
18. yüzyılda yükselen burjuva kültürünün 19. yüzyıldaki zaferi beraberinde yeni bir ahlâk ve dinî anlayış getirmiştir. “Hıristiyan erkekliği konusundaki burjuva idealleri ruhani, beyinsel ve ahlâki hükümleri olduğu kadar emeğin değerini ve erkekçe bağımsızlığın ve özerkliğin önemini de ön plana çıkarmıştır. Ancak, 19. yüzyılın başlarındaki Hıristiyan erkekliğine karşılık olarak, yüzyılın sonlarında sporun ve fiziksel uğraşların önem kazanmaya başlamasıyla birlikte daha meşakkatli, atletik ve konformist bir “kas erkekliği” kutsanacaktı (ve bazen de suçlanacaktı).
ERKEKLİĞİ ÖĞRENİRKEN: TARİHî GÖRÜNÜMLER
19. yüzyıl boyunca İngiliz orta sınıfının kültürel yükselişine, aile içi ilişkilerin ve cinsel ilişkilerin sürekli olarak yeniden yapılandığı bir dönem eşlik ediyordu. Leonore Davidoff ve Catherine Hall’ın Family Fortunes’da (Aile Saadeti) başarıyla betimlediği yeni orta sınıf ailesi kendi eviçi uyumunun idilini yaşıyordu: Rahat ve ahlâki açıdan güçlü bir yuva görünümü. Yuva, tekeşli burjuva ailesini istikrarlı, çalışkan bir toplumun temeli yapmak için gerekli ahlâki gücü sağlayacaktı: “Piyasadaki bütün koşuşmaların hedefi, aile için uygun bir ahlâki ve dinî yaşam sağlamaktı.” Bunun yanı sıra bir sıkı çalışma ve tutumluluk ideolojisi benimsenerek (ayrıca aristokratik hazcılık, duyumculuk, tembellik ve efeminelik eleştirilerek) erkeklerle kadınlar arasındaki psikolojik farklılıklar daha da vurgulanmıştı. Böylece evin özel, “kadınsı” ortamıyla piyasanın kamusal, “erkeksi” dünyası arasında durmadan genişleyen bir uçurum doğdu. Aile içinde bu durum, kadın için ekonomik bağımlılığın artması, evlilik-içi cinselliğin -evlilik-dışı cinselliğe karşıt olarak- öneminin daha da vurgulanması (tabii ki, kadının cinselliğine daima kocasının cinsel ihtiyaçları açısından bakılıyordu) ve çocuklara daha çok duygusal yatırım yapılması anlamına geliyordu (bu, aynı zamanda sanayileşmiş kapitalizm dünyası için, genç erkeklerin nüfusunun arttırılması ve bu dünyanın taleplerine uygun bir biçimde eğitilmesine gittikçe daha fazla önem verilmesi demek oluyordu).
Matthew Arnold, düzyazılarında ve şiirlerinde, 19. yüzyılda Rugby’nin müdürü olan babası Dr. Thomas Arnold’un öğretilerinden edindiği, Hıristiyan erkekliğinin yüksek ahlâki, duygusal ve düşünsel ciddiyetini ve duyarlılığını ifade etmiştir. Biraz alaycı olan kızkardeşi onun üslubunu iyi yakalamıştır: “Matt bir sedire uzanıp Bayan Gaskel’den onu gözyaşlarına boğan bir Hıristiyan hikayesi okur ve bu gözyaşlarıyla havaya girerek kendi duyarlığına hayran kalır.” Eski aristokrasi için erkeklik sportmenliği ve askerî şerefi ifade ederken, burjuvaların Hıristiyan erkekliğinde ise, başlangıçta daha çok bir tür hassaslık ve düşünsel ciddiyet dile getiriliyordu. Bu yeni ideal 18. yüzyılın sonlarından itibaren tüm İngiltere taşrasına yayılıp “Viktorya döneminin muzaffer sağduyusu” haline gelirken, o günün yeni erkeği temiz, alçakgönüllü, tertipli, ses tonunu ve fiziksel gücünü kontrol edebilen bir kişi olacak şekilde eğitiliyordu.
Düşünsel ve duygusal ciddiyetin önemini vurgulayan, Samuel Taylor Coleridge gibi erkeklerin yapıtlarından etkilenen bu Arnoldcu yaklaşıma, çok geçmeden 19. yüzyıldaki orta sınıf erkekliğinin çok daha sert çeşitlemeleri, rakip olmaya başladı. İngiliz Edebiyatı’nın Yaşlı Kurt’u Thomas Carlyle, Viktorya dönemi ortalarının İngiltere’sinde “bilek gücü”ne ve “yürekliliğe” dayalı İngiliz erkeklik anlayışının dile getirilmesinde önemli bir rol oynadı. Carlyle “filozofların bilgeliğini” küçümseyerek, “Erkek dövüşmek için yaratılmıştır” diyordu. Dövüşken bir İngiliz erkekliği için düzdüğü övgüler, Vaiz Charles Kingsley tarafından da tekrarlandı ve va’zedildi. Kuvvetli ve meramını anlatmayan kahramanları yücelten Carlyle gibi Kingsley de fiziksel gücü, cesareti ve sağlıklılığı överek “hastalıklı iç gözlem”i ve duyguların dışa vurulmasını reddetmiştir.(…)
Shelley, Keats ve hatta Shakespeare -ve bunun yanında diğer sanatsal ve düşünsel etkinliklerin çoğu- yeni, saldırgan bir erkekliği savunan geç Viktorya dönemi süvarilerince, zayıf, hastalıklı ve kadınsı olmakla suçlanıyordu. Darwin’in yine 19. yüzyıl sonlarında tutulmaya başlayan evrim kuramı zayıfın güçlü tarafından kaçınılmaz olarak safdışı bırakılması için bilimsel temel sağlıyordu. Bu kuram İngiliz erkekliğinin “doğal” üstünlüğünü her fırsatta ortaya koymayı amaçlayan İngiliz ırkçı ve emperyalist ideolojilerini ülke içinde ve dışında güçlendirmeye yaramıştı.
James Waldwin gibi birçok tarihçi, İngiltere ve Amerika’da 19. yüzyıl sonlarının erkeklik ideallerinde koyu bir atletizmin egemen olmasını, emperyalist istilaların yayıldığı ve mevcut sömürgelerin savunulmasına gittikçe daha fazla ihtiyaç duyulduğu bir zamanda erkeklerin fiziksel zayıflığına kamuoyunda yoğun bir ilgi gösterilmesi bağlamında açıklamıştır. Kuzey Amerikalı tarihçi Jeffrey Hantover’ınki gibi bu döneme ait diğer incelemeler tam da İngiltere ve ABD’de burjuvazinin başarısıyla alevlenen bir erkeklik bunalımına -orta sınıf ailesinin hayli kadınsı atmosferine- dikkat çekiyordu. Aynı şekilde, hem İngiltere hem Kuzey Amerika’da (sınıf ve cinsiyet açısından her iki ülke arasında belli farklılıklar bulunmasına rağmen) yeni ve daha sağlıksız şehir kesimlerinde kırsal bölgenin açık hava yaşantısını kurtarmaya yönelik bir eğilim vardı. “Kadın” giderek daha çok fiziksel zayıflık ve duygusallıkla, “erkek” fiziksel güç ve özgüvenle bağdaştırılıyordu; Jeffrey Weeks’in dediği gibi, “Erkekler artık toplum içinde kucaklaşmaya ve ağlamaya cesaret edemiyorlardı.” O günün muhalifleri Edward Carpenter’ın da Love’s Coming Age adlı kitabında şikayet ettiği gibi, 19. yüzyılın sonlarında bir erkek olmak “tüm sevgi veya şefkat belirtilerini gizlemek” ve bunun yerine görünüş itibariyle sert bir erkeklik geliştirmek demekti.
Fiziksel beceriyi, cesarete ve küstahlığa dayalı bu yeni erkeklik ideali özellikle 19. yüzyıl ortalarında, orta sınıftan erkek çocuklara yönelik eğitim sistemindeki büyük atılım sonrasında en doğrudan biçimiyle özel okullarda aşılandı. Christine Heward’ın İngiliz özel okulları hakkında yaptığı incelemesinde betimlediği gibi, zorunlu takım oyunları, militer eğitim, kötü yemekler ve zor koşullarla katı bir uyumculuk ve disiplin sağlanıyordu. Bu acımasız okul rejimi I. Dünya Savaşı öncesinde doruk noktasına ulaştı ve 1920’lerden sonra da -pek ortadan kalkmış sayılamasa bile- inişe geçti. Arnoldcuların ilim ve ahlâkla ilgili önceki fikirlerinin yerini neredeyse her yerde rastlanan, fiziksel beceride, cesarette ve duyguların bastırılmasında direten bir yaklaşım almıştı; bu yüzden erkek çocuğun özel okuldaki yaşantısı “şu ya da bu biçimde açlığa, soğuğa ve acımasızlığa karşı verilen fiziksel ve psikolojik bir hayatta kalma mücadelesine dönüşüyordu.”(…)
Elimizde bu katılaştırıcı rejimin ne derece etkili olduğunu gösteren tasvirlerin yanı sıra getirdiği acıları ve yıkımları ifade eden birçok otobiyografi bulunmaktadır. Örneğin Leonard Woolf, özel okulun onda iç düşünsel ve duygusal hayatını gizleyen bir kabuk oluşturduğunu anlatır: “Erkeklerde bu kabuğun genelde korkaklığı gizlemek için geliştirildiğini sanıyorum… Erkek gerçek düşünce ve duygularını açıklarsa alaya alınmaktan veya onaylanmamaktan, bazen de korkularını açığa çıkarmaktan korkuyordu; işte bu korku onu asıl benliğinin güvencede kalmasını sağlayacak ikinci bir benlik yaratmaya itecekti… Ebeveynlerimizin bizi gönderdiği özel okullarda veya devlet okullarında toplumun karşı konulmaz silindirinin ezip geçtiği şey, bedenlerimizin içinde bu savunmasız kişilikti; ebeveynlerimizin veya efendilerimizin ve sahiplerimizin bize uygun gördüğü erkeklik ve centilmenlik imgelerinin altında dümdüz oldu.”
Yazar Gerald Brennan da benzer düşüncelerini dile getirerek şu sonuca varır: “Okula hakkını vermek lazım. Beni dünyanın içine fırlatıp attığında zihnim başka her yere tahammül edecek haldeydi. Savaşın en kötü anlarında bile hiç değilse artık Radley’de olmadığımı düşünerek kendimi avuttum. Çünkü sesleri havayı çınlatan o şarapneller ve kurşunlar tanımadığım birisinin attığı cansız nesnelerdi; üzerime kötücül bir insan çehresi takınıp gelmiyorlardı”.
Günümüzde İngiliz özel okullarının rekabet-kültü artık bir zamanlarki yüksek statüsüne sahip değil, ancak, Vance’ın da dediği gibi, ortadan kalkması uzun zaman aldı: “Can çekişmesi belki de hâlâ sürüyor.” Özel okul hayatının acımasız yönleri 1920’lerden itibaren inişe geçmiş olabilir, ancak eski Etonlular genç birer öğrenciyken 1970’lere dek katlanmak zorunda kaldıkları müthiş soğuğu, korkunç yiyecekleri, sonu gelmeyen zorbalığı ve korkunç dayakları hatırlıyorlar. Derek Malcolm da bunu doğrular: “Durmadan üşüyordum ve berbat bir durumdaydım, akranlarımın arasında sonsuz bir korku içindeydim.” Aynı zamanda hemen hepsi de Eton’da kazandıkları “Zahmetsiz üstünlük” duygusunu ve özellikle de birçoğunun okuldaki son yıllarında kendilerinden emin ve kibirli bir biçimde diğer çocuklara baskı yaptıklarını ve hayatlarını denetlediklerini ifade ederler: 1970’lerde Eton’da öğrenci olan David Thomas, “Pop grubundaysanız (Eton’un son sınıf öğrencileri arasındaki en saygın grup) tüm hayatınızda bu denli tartışılmaz bir üstünlük ve kontrol sağladığınız bir durumla bir daha asla karşılaşmayacaksınızdır” diye yazar. Kısacası, hiyerarşi ve rekabet bu kurumun başta gelen ethos’u olarak kalmış ve David Thomas’ın da belirttiği gibi “bütün duygusal tepkiler bastırılmış” eskisi gibi sürekli olarak spora önem verilmiştir.
Viktorya döneminde, orta sınıf okul hayatının dışında işçi sınıfında da burjuva erkeklik idealleri benimsetilmeye çalışılıyordu. İşçi sınıfına mensup saygın erkeğin gururu, ailesini geçindirebilecek kadar para kazanmasını sağlayacak nezih bir işe girme olasılığına dayanıyordu. Buluğ çağındaki “delikanlılar”ın, özellikle başlarda kendilerden yaşlı kişilerin çeşitli aşağılamalarına maruz kalacakları, “kulluk” olarak görülen bir çıraklık döneminden geçmeleri gelecekteki ekonomik güvenliklerini garanti altına almaları ve bu nedenle erkekliğe geçmeleri için zorunluydu, ancak yeterli değildi. Çünkü, saygın çalışan erkeğin (19. yüzyıl sonlarında İngiliz işçi sınıfının küçük bir azınlığını oluşturuyor olsalar da) statüsü, kadınların -işverenlerin işgücünü ucuzlatmaya yönelik stratejilerine karşılık vermek için- vasıflı işlerden dışlanmasına ve kadınların evdeki bağımlı konumlarına dayanıyordu. Thomas Highes gibi Hıristiyan sosyalistler 1860’larda ve 1970’lerde sendika mücadeleleri veren, işçi erkeklerin ilk dönemlerde kurduğu örgütlerle işbirliğine girerek Hughes’un özel okul erkekliğinden uyarladığı bir erkeklik biçimini -evrensel bir kardeşlik retoriği çerçevesinde ağır fiziksel çalışmayı ve işbirlikçi takım ruhunu- desteklediler. Bununla birlikte, işçi sınıfından çoğu kimsenin hayatta kalmak için geliştirdiği stratejiler, erkeğin kendi alın teriyle ailesini geçindirebilme becerisine dayandırılamazdı – karılarının ve kızlarının da bulabildikleri işlere girmeleri gerekiyordu. Ancak yine de, geç Viktorya ve Edward dönemlerinden modern çağlara kadar erkek çocuklar için çeşitli kulüpler, izci dernekleri kurularak yoksul emekçiler arasında orta sınıfın erkeklik idealleri yayılmaya çalışıldı. Aşağı orta sınıf ebeveynleri ve gözü yükseklerde olan işçi sınıfı ebeveynleri bu gibi girişimleri desteklemediler ancak, genç işçi sınıfı erkeklerinin çoğuna göre bu tür bir erkeklik sözde eğitimcilerinin “holiganizm” adını verdikleri şeyle eşanlamlıydı: “Erkekliğe kabadayılık, kavgacılık, alkol ve şiddetin ürettiği bir kayıtsızlıkla ulaşılacaktı.” “Holigan” terimi 1890’ların sonunda İngiliz gazetelerinde kullanılmaya başlanmıştı; bununla sokak çeteleri ve serseri gençlik kastediliyordu. “Erkekçe” dövüşkenlikleri yurt dışındaki “barbarlar”a boyun eğdirmeye değil de ülkeye “barbarlık” ruhu getirmeye kanalize edilmiş olan bu genç erkekler aslında İngiliz olarak görülmüyordu. Bader-Powell 1910’da yazdığı gibi hep içteki düşmanı ıslah edecek tek gücün kendi izcilik hareketi olduğuna inanmıştı: İşçi sınıfı “holiganları” imha etmekten başka bir çare olmayan bir çöplük haline gelmektense karakterli kişiler haline getirilecekti. Bu da özel okul düsturları izlenerek -gençleri uygun üniformalarla donatarak, örgütlü talimler ve sportif etkinlikler aracılığıyla disiplin aşılayarak- gerçekleştirilecekti. İşçi sınıfının genç erkekleri pek ikna olmamıştı; bazen izcilere taş atıp üniformalarıyla alay ediyorlardı. Ancak Baden-Powell yüzyılın başında Londra sokaklarında sağ kalmak için gerekli olan kaba, acımasız bir kabadayılıkla o sıralar İngiliz özel okullarında teşvik edilen kaba güce dayalı, militer bir erkeklik veya Amerika’daki eşdeğeri arasında benzer yönler bulmakta tamamiyle haksız değildi.
1870 ile 1914 arasındaki dönem Anglo-Sakson erkeklik ideolojilerinin bir dönüm noktası olarak görülegelmiştir. İngiltere’de Baden-Powell, Kuzey Amerika’da Roosevelt, yeni emperyalist, her zaman galip gelen, beyaz erkekliğin sporculuk, avcılık, yurtseverlik ve uyumculuk “meziyetlerini” örnek olarak göstermişlerdi. Bu, yarım asır boyunca en popüler Batı erkeklik imgesini bilinçli olarak temsil eden Ernest Hemingway’in sonuna kadar kullanacağı bir mirastı.
SERT ERKEKLER: KAHRAMANLIK PEŞİNDE KOŞANLAR
20. yüzyılın ortalarındaki çoğu Amerikalı için olduğu gibi, Norman Mailer için de (aslında savaş sonrası Kuzey Amerika’nın kültür emperyalizmine giderek daha çok boyun eğen tüm dünya için) Hemingway gerçek erkekliği hem somut varlığıyla cisimleştiren hem de romanlaştıran kişiydi. John Updike ’70’lerin başında, “Tüm bir Amerikan erkek nesli (onun) stoacı üslubuyla konuşmayı öğrenmişti” diyordu. Eserleri -her satırı eylemle dolu, somut, veciz düzyazı üslubu- ve hayatı -boks, safari, atıcılık, balık avı, içki, küfür, fuhuş dahil akla gelebilecek bütün erkekçe işler şampiyonu- dünyaya erkekliğin anlamını; sert, yurtsever Kuzey Amerikan erkekliğini öğretmeye adanmıştı. Hayatını ve eserlerini kendi erkeklik efsanesine adayan “Baba” Hemingway (27 yaşından itibaren kendisine böyle denilmesini istemişti) bize bu erkekliğin sınırlarının nereye vardığını da gösterir. Kronik can sıkıntısını, uykusuzluk çektiğini, yalan söylemeyi ve kendi kendini aldatmayı alışkanlık edindiğini, kendi hayatını bir tiyatro oyunu gibi oynadığını, korkunç kıskançlığını, kabadayılığa varan rekabetçiliğini, arkadaşlarını da düşmanlarını da aynı şekilde acımasızca aşağıladığını görmek pek zor değildi. Saf kan erkekliği gitgide tam bir paronoyaya, kendi kendini harap etmeye ve ölüm korkusuna -ve aynı zamanda özlemine- dönüştü; bunu tam bir çöküntü ve intihar izledi.
Çağdaşlarından çok azı, -örneğin Gertrude Stein ve Zelda Fitzgerald- Hemingway türü yaşam ve yazı üslubunun erkekliği çok fazla öne çıkarırken güvensizliği pek gizleyemediğini önceden anlayabilmişlerdi. Hemingway, aynı imajı üstlenen roman yazarlarının oluşturduğu bir ekolün doğmasına yol açmıştı, ancak eleştirmen Max Eastman’e göre bu “Sonuçta çuvallamış bir edebiyat üslubuydu.” Hemingway’in feci ölümünün (Mailer bu ölümü ‘Amerika’da Roosvelt’inkinden bu yana en zor ölüm’ diye tanımlıyordu, çünkü yaşama ‘cesareti’ni sorguluyordu) üzerinden çok geçmeden, “Baba”nın vahşice bastırılmış bir pasifliği ve “kadınsı” özlemleri olduğuna ilişkin kanıtlar tamamiyle ortaya dökülecekti. Ölümünden sonra yayınlanan The Garden of Eden’da (Cennet Bahçesi) cinsel pasiflikten ve cinsel kimlik değişiminden zevk aldığının belirtileri -daha önceki yapıtlarında da rastlanmıyor değildir- açıkça görülüyordu. Yazdığı en erotik metin olan bu yapıtın kahramanı David Bourne güçlü bir iradesi olan ve gitgide hırçınlaşan -hep bir erkek olmayı istemiş olan- genç karısı tarafından arasıra bir kadın gibi davranmaya ikna edilir. Karısı saçlarını erkek gibi keser, erkek olduğunu söyler ve David ile sanki bir kadınmış gibi sevişirken David’in “ içindeki ağırlığın ve garipliğin” bilincine keyifle vararak hissettiği şeyleri söyler: “Değişiyorsun …Oh, evet. İşte, sen benim kadınımsın… Değiş, kadınım ol ve kendini bana bırak”.
Hemingway’in son biyografisinin yazarı Kenneth Lynn’e göre bu sahne Hemingway’in dördüncü karısı Mary ile mutlu bir cinsel birlikteliği hakkında günlüğüne yazdıklarını hatırlatmaktadır. 1948’de günlüğüne şunları kaydetmiştir: “Hep bir erkek olmak istemiştir ve erkek gibi düşünür.. Kadınları olmamı istiyor; ben de tamamen aptal olmadığım için bundan hoşlanıyorum… Mary’nin beni kucaklamasından zevk aldım; bana tamamiyle yeni ve tüm törelerin dışında bir şeymiş gibi geldi. Aralığın on dokuzunda denedik bunları; hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım”.
Ancak, Hemingway’in bu eril pasifliği ve “kadınsı” özdeşleşmesi genelde aniden erotizmden saldırganlığa dönüşüyordu. Küfredip aşağıladığı karılarına, Mary’nin deyişiyle “şamar oğlanı” gibi davranıyordu. Lynn’e göre bu çelişkiler kendine yakıştırdığı katıksız erkekliği tehdit ederek tüm hayatı boyunca ona eziyet vermişti. Hemingway’in ardı arkası kesilmeyen teatral böbürlenmelerinin, attığı -zaman zaman deliliğe varan- yalanların ve bıkıp usanmadan dost düşman gözetmeksizin başkalarına yönelttiği kısırlık, iktidarsızlık ve eşcinsellik suçlamalarının temelinde cinsel hassaslığı ve kendi erkekliğiyle ilgili endişeleri yatmaktaydı. Hemingway’in sürekli olarak aynı karabasanı görmesinin, aslında bir korkaktan başka bir şey olmadığını düşünmesinin ardında gözlenen gerçek de buydu – “insanın sahip olabileceği en kötü şanstı bu.”
Lynn, Hemingway’in çektiği işkencelerin çocukluğuna dayandığını açıklar: “Hemingway annesinin tutumu nedeniyle normal bir çocukluk geçirmemiştir”. Annesi Grace Hemingway oğluna iki yaşına dek kız elbiseleri giydirmişti. Ernest ile ablasını aynı cinsiyetten ikizler gibi -bazen küçük kızlarmış, bazen küçük oğlan çocuklarıymış gibi- giydiriyor ve öyle davranıyordu. Dahası, bu anne sportmen, çok çalışan kocasını da idaresi altına almıştı. İleride, yaşlılık ve hastalıkla yüzyüze gelen babası da onu intihara kalkışacacak kadar “korkak” olmakla suçlayacaktı. Ancak Lynn’in, Hemingway’in kendisini etkisinden hiç kurtaramadığını hissettiği (ve kesinlikle tüm hayatı boyunca nefret ettiğini ileri sürdüğü), otoriter, despot bir anne tarafından cinsel bütünlüğü zedelenen bir erkek olduğu yönündeki ısrarları bana göre abartılıdır. Ayrıca, yüzyılın başlarında annelerin küçük yaşlardaki erkek çocuklarına kız elbiseleri giydirmeleri, hatta kocalarından daha güçlü kişiliklere sahip olmaları da pek alışılmamış bir şey değildi.
Hemingway’in daha pasif, “kadınsı” duygularından korktuğu ve bunları bastırdığı yadsınamaz. Ancak böyle çelişkili, duyguların bu çok sert erkekte ortaya çıkması pek şaşırtıcı değildir; kuramsal açıdan basit bir biyolojik cinsiyet kuramına bağlı olsaydık en azından bir dereceye kadar bunu bekleyebilirdik. Hemingway’in sonunda paronoyaya kapılmasına ve intihar etmesine bakılacak olursa durup dinlenmeden erkekliğini kanıtlama çabalarının ardında belki de alışılmadık derecede aşırı bir psikopatoloji vardı. Ancak bu doğruysa “anormal” olan her zamanki gibi “normal” olanla ilgili gerçekleri ortaya koyacaktır. Hemingway’in bir erkek olarak yaşayış biçiminde benim ilgimi çeken şey, bizim “normal” erkeklik idealimizle ilgili olarak ortaya çıkardığı şeylerdir. Henüz yaşarken bir efsane olmasının getirdiği kültürel baskılar Hemingway’i normal stereotipi oynamaya itmiştir. Bunu harfi harfine ve sonuna dek uygulayan Hemingway’in yaşantısı, böyle bir konumun kaçınılmaz anormalliğini ortaya döker. Erkek kahraman modelinin arkatipi olarak hayatını kendi efsanesinin gerektirdiği gibi yaşamaya karar vermişken (ne de olsa bu ona ün, servet ve güzel kadınların aşkını getirmiştir), bu miti yalansız dolansız gerçekleştirmenin kesinlikle imkansız olması sürekli aklını kurcalamış olabilir. Dorothy Parker 1929’da New Yorker dergisinde onu tarif ederken, “Hayatta görme ayrıcalığına eriştiğim en ihtişamlı kişiydi” diyerek ona karşı bir turistin Büyük Kanyon’da bir günbatımının muhteşem görüntüsüne duyduğu türden bir saygı duyduğunu itiraf etmişti. Kendisinin dediği gibi tamamen aptal olmadığından, bir tiyatro oyunu gibi oynadığı hayatının teatral bir şarlatanlık olduğunun en azından kısmen farkına varmış olabilir. Ancak, yazılarından görebildiğimiz kadarıyla kendisi hakkında uzun boylu düşünmeye alışık olmadığından -zora gelince kurnazlığa başvururken, boks maçlarını hileyle “kazanırken” ve hayatının sonuna dek yalanlarla yaşamışken- temsil ettiği erkekliğin mitolojik niteliğini görememişti. Zelda Fitzgerald, Hemingway’e baktığında hiçbir erkeğin bu kadar erkeksi olamayacağını düşünmüş, ayrıca kendi kocasıyla onun arasındaki ilişkide belirsiz bir şeyler olduğunu hissetmişti – hatta (biyografi yazarlarına göre yanlış yere) birbirlerinin aşığı olabileceklerinden şüphelenmişti.
Hemingway’in eril kimliğiyle mücadelesi gerçek bir ikileme ışık tutar: Karşıtı olarak tanımlanan bir şey olmadığı sürece, “katıksız” bir erkeklik yaşanamaz. Hiç kimse, en temel insani özelliklerinin çoğuna, kendisine ve başkalarına karşı duyarlılık gösterme yeteneğine, yumuşak yürekliliğine, başkalarının duygularını paylaşma yeteneğine, korku ve zayıflığın gerçekliğine, pasifliğin hazlarına -şüphesiz hepsi de özünde “kadınsı”dır- şiddetle karşı çıkmadan “bu kadar erkek olamaz.” “Kadınsılık” erkekçe uğraşların kayıtsız kabadayılığı içinde bastırılabilir bastırılmasına, ama bu zafer kazanan kahramanı daima rahatsız etmeye devam edecektir. Hemingway bu nedenle “orospu” dediği annesinden hayatı boyunca korkmuştur; Norman Mailer bu nedenle romanında “büyük orospu”yu, kadını öldürtür, (kendisi de bir kez böyle bir girişimde bulunmuştur); ve kendisini general ilan eden eşcinsel Japon yazarı, sağcı fanatik Yukio Mişhima bu nedenle delicesine erkeklik peşinde koşmuştur: Bu arayış, tamamıyla erkeksi bir nesne, tam bir erkek olmak için benliğini bütün bilincinden arındırma isteğini doğurmuştur – bunun sadece kendini yok olma anında, ölüm anında mümkün olabileceği sonucuna vararak intihar etmiştir.
“SAVAŞÇI ERKEKLER”: FAŞİZMİN CAZİBESİ
Theodore Adorno 1944’de, “Hem kendimizde hem de başkalarında görülen erkeksi tavırlarda şüphe uyandıran bir şey vardır” demişti. Kültürel çelişkileri tespit etmekte çok başarılı olan Adorno, erkekliğin vurgulanmasında böyle bir çelişkinin varlığının açıkça görüldüğünü söylemiştir: “Sert erkekler sonuçta onlar gibi olduklarını kabul etmemek için güçsüz kurbanlara ihtiyacı olan, asıl efemine kişilerdir… güçlü erkeğin ve uysal gençliğin karşıtları eril egemenlik ilkesini katıksız bir biçimde dışavuran bir düzende biraraya gelir.” Adorno ve Frankfurt Okulu’nun diğer üyeleri, 1930’larda ortaya çıkan otoriter ailelerle ilgili çalışmalarında Almanya’da nazizmin yükselişini ve başarısını ilk analiz edenlerdendir. Faşizmin otoriter kişilik tipine cazip geldiğini ileri sürmüşlerdir: Ebeveynlerinden katı bir disiplin alan insanlar, hem kendi cinsel dürtülerini hem de ebeveynlerine düşmanlıklarını bastırarak zayıf veya güçsüz görülen herkese cinselliklerini yansıtıp, saldırganlıklarını yöneltirler.
Psikanalitik uslamlamadan ve (nicel, hayli saydam, davranışçı anket teknikleriyle garip bir biçimde bir araya getirilen) kapsamlı görüşmelerden yararlanılarak hazırlanan The Authoritian Personality (Otoriter Kişilik) 1950’de ABD’de Soğuk Savaş döneminde yayımlandığında araştırma eskisinden daha az rahatsız edici bir biçim almıştır. Bu kitapta faşizm eğilimine temel oluşturduğu düşünülen otoriter karakterin dokuz özelliği saptanmıştır: Adetlere sıkı sıkıya bağlılık, otoriteye itaat, otoriter saldırganlık, öznel ve yaratıcı düşünceye karşıtlık, batıl inanç ve katı tiplemecilik, iktidar, sertlik/egemenlik ve itaat saplantısı, genel bir yıkıcılık ve kinizm, tehlikeli dürtüleri başkalarına yansıtma ve sekse karşı abartılı bir ilgi.
Adorno ve arkadaşlarının bu çalışmasında cinsiyet konusuna doğrudan doğruya değinilmemiştir, ancak otoriter karakter o zamandan itibaren özünde bir erkek özelliği -güç taslayarak ve (akılla değil, doğası gereği bedenle ilgili görülen) nazik, kendiliğinden, yumuşak, sakin, kaotik her şeyi reddederek zayıf duyguları ve bağımlılık duygularını gizlemeye yönelik bir iktidar maskesi- olarak tanımlanmıştır. Sonuçta, sık sık “Faşizmin aslında erkekçiliğin (masculinism) aşırı ve mükemmel bir ifadesi…kadınlığın doğal düşmanı, temel karşıtı” olduğu ileri sürülmüştür. Buradaki yorumla faşizm, erkekliklerini mümkün olan en uç noktaya kadar yaşayan erkeklerin ürünüdür. Bu türden bir analiz Klaus Theweleit’ın çok büyük yankı uyandıran yoğun Male Fantasies (Erkek Fantezileri) adlı kitabında da yer almaktadır. Kitapta kadınlara, cinselliğe ve bedene karşı duyuyan büyük korku üzerine kurulu bir erkek kimliği üslubu olarak faşizm incelenmiştir.
Theweleit, kitabına, Freikorps’da katılmış olan bir grup erkeğin yazdığı anıların, mektupların ve romanların ayrıntılı metin analiziyle başlar. Bunlar, I. Dünya Savaşı’nın sonunda sivil hayata dönmeyen Alman subayları ve askerleriydi. Almanya İmparatorluğu’nun yıkılıp Weimar Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra farklı otoriteler tarafından işçi ayaklanmalarını bastırmak ve liderlerini öldürmek için kiralanarak (örneğin 1923’deki Spartakist ayaklanması ve Rosa Luxemburg’un öldürülmesi) ülkeyi dolaşmaya başladılar. Birçoğu nasyonal sosyalist hareket katıldı ve başarısında önemli bir rol oynadı. Theweleit’a göre, yazdıkları şeyler sadece proto-faşistlerin gerçek korkularını ve saplantılarını değil, genel olarak erkek kimliğinin iç motivasyonunu da ortaya koyuyordu: “Birçok feministin iddia ettiği gibi, faşizmin tamamiyle kapitalist-ataerkil koşullarda yaşayan erkeklere ilişkin bir norm olduğu doğru mudur?”
Bu erkeklerin anılarında kadınlarla herhangi bir samimiyet kurduklarına ilişkin hiçbir ifadenin yer almaması göze çarpar. Karılarıyla veya sevgilileriyle ilgili olarak neredeyse hiçbir şey yazmamışlardır. Evlilikleri konusunda yazdıklarında bile karılarından ismen bahsetmezler, sanki sadece erkeklerin gölgesi olarak sunulur bu kadınlar. Çoğu satış rekoru kıran bu otobiyografilerde ve romanlarda yer alan kadınlar arasında kesin karşıtlıklar oluşturulur: Katı ve ruhsuz “beyaz” kadınlar (kızkardeşler, hemşireler, bakireler, ölmüş kadınlar) -sofu, aristokrat, meleksi, sıcakkanlı ve seksi “kızıl” kadınlar (komünistler, işçiler, asiler)- şehvet düşkünü, işçi sınıfından, günahkar kadınlar. Freikorps edebiyatı sel ve akıntı imgeleriyle -gerek kan seli, gerek kadınların ve kitlelerin sel gibi akışı- doludur ve bu imgeleri komünist kaostan -Almanya İmparatorluğu’nu çökerttiği ve yıktığı düşünülen “Bolşevik Dalgası”ndan- duyulan korkuyla bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, Bolşevik seli ile kadınlar arasında da bağlantı kurulur, çünkü duyguyu, cinselliği, kaosu dişilik simgeler. Bu nedenle, hastalık bulaştırıcı olduğu düşünülen [ve sürekli olarak “slime” (çamur), “dirt” (pislik), “pulp” (süprüntü), “the mire” (çirkef), “the morass” (balçık) gibi sıfatlarla anılan] kadın vücuduna ilişkin yoğun saplantılar ve korkular komünizm tehdidiyle bağlantılıdır. Bu durum savaştaki askerlerde korkunç bir öfke doğurduğu için, kendi sonlarının gelmesini önlemek için topyekûn, amansız bir temizliğe girişirler.
Freikorps mantığına göre, “dürüst birey” egemen sınıfla, düzenin fallik kültürüyle ve otoriteyle birlikte anarşik işçi sınıfı “çirkefine” karşı durmalıdır. İki arada kalan orta sınıfı erkeği ordu, ulus ve ırkıyla özdeşleşerek yükselmeyi hedeflemelidir. Faşistlerin erkek bedenlerinin sınırlarının olmayışına ve önlerindeki tehditkâr dünyaya ilişkin endişelerini sadece bu özdeşleşmeler dağıtabilir. Theweleit; Elaine Morgan ve Michel Foucault’ya dayanarak su ve akıntı simgeleriyle ilgili saplantının, en azından 15. yüzyıldan beri kadın bedenlerinde olduğu düşünülen taşkın arzunun somut gerçekliğine yönelik bir takıntıyı ve korkuyu açığa çıkardığını ileri sürer. Kendine özgü cevabı soruda bulunan tumturaklı sorularından birini sorar: “Bir kadınla birleşildiğinde, bu birlik içinde eriyip yok olma korkusu gerçekten arzunun nesnesinden kaçmasına ve sonra da bir şiddet temsiline dönüşmesine neden olabilir mi?” Bu korkuyu, o kişilerin “herhangi bir nesne ilişkisi kurmakta genel bir güçlük çekmeleri” açısından açıklar; bu durum sevme arzusunun öldürme arzusuna dönüşmesine yol açar – erkek kadını kendinden uzaklaştırır (hayatını elinden alır) ve ona fazlasıyla yaklaşır (bir kurşunla, bıçak yarasıyla, sopayla vb. onun içine girer). Freikorps askerlerinin bu ölümcül öfkesine de bebekken anneleriyle başarısız bir ilişki kurmalarından kaynaklanıyor diye bakılır.
Theweleit “burjuva ailesi” olarak adlandırdığı ailelerde kadınların bebeklerinden bıkmış olduklarını ve onları gizliden gizliye reddettiklerini, ancak bunu örtmek için bezdirici duygusallık gösterileri sergilediklerini ileri sürer. Böylece (erkek) bebek fiziksel ihtiyaçlarına karşılık olarak peşpeşe nefret ve ilgi dalgalarına maruz kalır. İhtiyaçları karşılanmayan erkek bebek kendi vücudunu “hazla dolu bir çeperi” olan ayrı, bütün bir varlık olarak yaşantılayamaz. (Theweleit’ın yazılarında kız bebeğe hiç değinilmez.) Bebek bu şekilde bedensel sınırlarından yoksun kalınca ve tutarlı bir ego geliştiremeyince, eril kimliği askerî eğitimin zor koşulları altında ve çeşitli cezalandırıcı kurumların aşıladığı disiplin sayesinde kademe kademe ortaya çıkar. Sınır yokluğunun yerini okul, ordu, ulus gibi totaliter “öğütme makineleri”ndeki bütünleşme alır. Beden artık silahlanmış ve güçlenmiştir; engellenmiş cinsel enerjisini ve kimliğini kaybetme korkusunu askerî disiplin altında ve savaşta ölümcül bir biçimde boşaltacağını keşfeder. Theweleit, Wilhelm Reich’ın psikolojik faşizm incelemelerine yaklaşımını örnek alarak, analiz ettiği yazılardaki saplantıları, korkular ve şiddeti anlamak için, insan bedenleri “cinsel ihtiyaçlarıyla ve potansiyeliyle uyumlu bir biçimde” işleyemediğinde neler olduğuna bakmak gerektiği sonucuna varır. Tanımını verdiği faşist, ölümcül ve kadın düşmanı erkekliğin nasıl değişebileceğine ilişkin olarak aynı ölçüde Reichçı -veya yarı yarıya Reichçı- öneriler getirir: “Belki de, zırhlı bütünselliği içinde kapalı kalmış olan savaşçı erkeğin bedeninde dışa açılan kısımlar ve iç organlar da olduğunu kabul etmesi yeterlidir; böylece fiziksel çeperinin haz verecek biçimde uyarılması onu parçalanma korkusu içinde yutulmaktan kurtarır”.
Çok tutulmuş olmasına ve derlenen temel metinlerin ürpertici etkisine rağmen Theweleit’ın bu erkeklerin ne türden olduğunu ve bunun faşizme verilen kitle desteği meselesiyle ne derece bağlantılı olduğunu inceleyen analizi hem yetersiz hem şaşırtıcı görünmektedir. Aslında yazarın (ve çoğu okurunun) çıkartmak istediği içerimleri açısından daha da yetersizdir – Theweleit (bir defaya mahsus olarak) kesin bir biçimde şunları iler sürer: “Bu kitapta konu edilen erkek türleriyle diğer bütün erkekler arasında kategorik bir ayırım yapmak istemiyorum. Benim incelediklerim ataerkillik buzdağının su üstündeki bölümünü oluşturur, ancak gerçekte suyu soğutan suyun altındaki bölümüdür.”
Lutz Nicthammer’ın kısa ve özlü eleştirisinde işaret ettiği gibi daha şaşırtıcısı, Theweleit’ın yazılarını kaydettiği Freikorps erkeklerinin hepsi nazi olmamıştır (en azından bir tanesi nazizme karşı kararlı bir direniş savaşçısı olmuştur) ve en sıradan nazilerin çoğu da Freikorps’tan çıkmamıştır. Ayrıca, Freikorps askerlerinin hiçbirisinde, bu “savaşçı erkeklerin” kendi bedenlerinden haz alma veya nesne ilişkileri kurma yeteneğinin gelişimini engelleyen, duyguları karmakarışık bir annenin ürünü oldukları iddiasını destekleyecek biyografik bir inceleme yapılmamıştır. Barbara Ehrenreich’ın kitabın önsözünde belirttiği gibi -bu görüş metinde rastlanmaz-, yazılanlar çok özel bir zaman ve yerdeki çok özel bir grup “savaşçı” erkekle ilgilidir – ve bu erkekler 1914-45 yılları arasında, neredeyse sürekli ve kesintisiz bir biçimde bir savaş ortamında bulunmuşlardır. Ehrenreich -yine Theweleit’ın aksine- şunları vurgular: “Savaşları erkekler yaratır tamam, ama erkekleri yaratanların da savaşlar olduğunu unutmamak gerekir… her savaş insan ruhunu bozar ve hayatta kalanların -veya onlardan bazılarının- savaşçı olarak kalmalarına yol açar.”
Theweleit’ın faşist erkeklik tipinin psiko-sosyal oluşumu üzerindeki çalışmalarında dikkati çeken diğer bir gedik de gerçek kadınları -incelediği metinlerde olduğu gibi bu metinde de- hiç değinilmemiş olmasıdır. Yazar erkeklere ve kadınlara daima birbirleriyle bağlantılı olarak bakılması gerektiğini ileri sürmüşse de, incelenen dönemde kadınların ne yaptıklarına veya ne düşündüklerine dair hiçbir bilgi verilmez bize. Aslında Theweleit’ın analizinde bir kadın asla tarih içinde bir eyleyen veya kendi arzusunun eyleyeni olmaz. Bunu şöyle açıklar: “Bu kadına (kendi başına eyleme geçmek yerine) başkalarından taleplerde bulunmasını öğretmekle sağlanır; bu talepler topluma veya hayata yönelik değil erkeklere yöneliktir. Erkekten güvenlik, para, bir ev, bir iş, çocuk talep etmeyi yeterli görür”.
Kadın cinsel yönden aktif değildir, çünkü Theweleit’ın söylediği gibi, genç kız, “eğitiminin bir parçası olarak cinselleştirilmez.” Peşine, tuhaf bir biçimde (Gotik ve Romantik edebiyatın, daha genelinde de kitle kültürünün aksi yöndeki birçok örneğine rağmen) şunları ekler “Hiç kimse genç bir kadın için şaşılacak derecede gizemli, ancak korkutucu bir erkek cinselliği görüntüsü çizemez.” (Heathcliff, nerelerdesin?) Kadın bir meta olarak, “sonuçta en yüksek ücreti veren -veya en yüksek ücreti vereceğini vaat eden -müşteriyi sevmeye zorlanır.” Ancak elbette tutsak yaratıklardan, fantezi imgelerinden veya metalardan daha ötede bir şey olan gerçek kadınlar o kadar kolay “eğitilemezler” veya “zorlanamazlar” – Theweleit bile onların karşılaştıkları kültürel baskılar konusunda da daha az saçmalar. Söylemesi acıdır, ama bu trajik dönemde birçok kadın da aktif ve tutkulu birer nazi olmuştur: Faşizmin kökenlerinin özellikle erkek fantezilerinde, erkek bedenlerinde ve erkek eylemlerinde bulunduğuna ilişkin alışılmış varsayımları sorguladığı düşünülen Theweleit’ın kitabında bu gerçek hakkında tek bir kelime bile yoktur.
Faşizmin cazibesi hakkında bir cinsiyet analizi yapılabilir, ama Theweleit’ınkinden daha karmaşıktır. Claudia Koonz, Mothers in the Fatherland (Babavatanın Anaları adlı incelemesinde nazi yaşantısında kadınların rolünü belgelemeye çalışarak özellikle nazi örgütlerinde aktif üyeliğe yöneltilen kadınları -11 milyonun üzerindedir- inceler. Freikorps askerleri gibi Hitler de gençliğini sadece erkekler arasında geçirmişti ve sık sık “nazi devriminin tamamiyle bir erkek olayı olacağını” söyleyerek övünürdü. Bu doğrulanmadı. Kadınlar başlangıcından beri Hitler’in en gayretkeş ve en fanatik destekçisiydiler ve başarısında çok önemli bir rol oynamışlardı. (1932’de Hitler’e verilen oyların yaklaşık yarısı kadınlarındı.)
Koonz bu kadınların erkeklerin basit oyuncakları olmadığını belirtir, postalların cazibesine kapılan mazoşistler de değillerdi. Nazi ideolojisinde kadınların küçük görülmesine ve erkek üstünlükçü hedefler olmasına karşın, bu ideolojinin kadınların ayrı bir dünyası olması hakkında yaptığı vurgu ve onlara -sadece ve sadece- anneler ve yuvayı kuran kişiler olarak yüklediği anlam cazip gelmişti. Bazıları, ayrı bir alan olarak görülen kadın eğitimini ve kadınların “ruhani” gelişimini örgütleyerek kendi iktidar ve nüfuzlarının arttırmayı da başarabilmişti. Kadınlarla erkeklerin ayrı dünyaları olduğuna duyulan inanç, bu nazi kadınların diğer politik partilerdeki kadınlara kıyasla erkeklerden daha özerk olmasını sağlamıştı. Birçoğu Hitler’in koyu milliyetçiliğini ve otoriterciliğini paylaşıyordu. Hitler’in ırksal yenilenme ve askerî zafer hakkındaki söylevlerinden onlar da esinleniyordu: “Kadınların ayrı dünyası içindeki annelik sevgisi kadınlara kötülüğe bağışıklık kazandırmak şöyle dursun, kendilerini Führer’in anlattığı ‘ari’ geleceğe adamaya teşvik etmiş ve kadınların kendi Lebensraum’larında (Yaşam alanı) hüküm sürme olanaklarını arttırmıştır.”
Hitler’in vejeteryan, ağzına sigara-içki sürmeyen en yakın ve en iğrenç yardımcıları da hiçbir anlamda Theweleit’ın sertleşmiş, kadınlardan nefret eden katillerine benzemiyordu. Goering ve Eichmann kan görmeye dayanamıyordu; Himmler iki kadının infazına tanıklık ederken çığlık atmıştı ve neredeyse bayılıyordu. Koonz’a göre Auschwitz, Treblinka ve Dachau kamplarında çocukları, kadınları ve erkekleri düzenli bir biçimde katletme işini denetlemekle görevlendirilen erkeklerin genelde karıları ve çocuklarıyla çok yakın ilişkileri vardı: “Görevlerini” ve karılarıyla çocuklarına duydukları sevgiyi birbirinden ayrı tutabiliyorlardı. Toplumsal cinsiyet kimliklerinin çelişkili doğasına ışık tutan Koonz, körlemesine itaatkâr, hırslı ve zayıf olmaları gereken ve böyle de olan Hitler yandaşlarının ideal modelinin “erkeksi” değil de “kadınsı” olarak gördüğümüz duygular üzerine kurulduğuna işaret eder: “Hitler, erkekleri toplumun duygusal ketlerinden kurtararak onları itaatkârlıkları, hatta dalkavuklukları içinde ‘kadınsı’ hale getirdi.” Dahası, Hitler korkutucu derecede başarılı olan söylev taktiklerinin sırrını eski bir arkadaşına açarken, “kitlelerin doğasındaki kadınsı özellik” dediği şeye seslendiğinin bilincindeydi: “Kalabalığın kadına benzemesi yanında aynı zamanda kadınlar dinleyicinin en önemli bölümünü oluşturur. Genelde kadınlar başı çeker, onları çocuklar izler ve sonunda da…babalar.”
Şu sıralarda Nazi Almanya’sında kadınların rolü konusunda yaygın tartışmalar yapılmaktadır ve diğer kadın tarihçiler kadınların nazi propagandasına karşı erkeklerden daha çok direnmiş olduklarını ve Almanya’da Yahudilere yapılan saldırılarda önemli bir rol oynamadıklarını ileri sürmüşlerdir. Yine de, Theweleit’ın söylediklerinin tersine, faşizmin büyüsüne kapılan “erkekliğin” sadece, temelinde güvensiz, kadın düşmanı, savaşçı bir “erkeklik” olmadığı -ve bu nedenle de faşizmin veya daha genelinde sağ kanat ideolojisinin cazibesinin tatminkâr bir açıklamasını veremeyeceği- açıkça görülür.
Koonz’un da net bir biçimde belirttiği gibi I. Dünya Savaşı’ndan sonra tüm Almanya’da geleneksel cinsiyet düzenlemelerinin erozyona uğramasının büyük endişelere yol açtığı doğrudur; nazizmin yükselişinin ve başarısının temelinde bu yatmaktaydı. Alman kadınları diğer Avrupa ülkelerindeki ve ABD’deki kadınlardan daha önce oy hakkı elde etmişlerdi. Diğer Batı ülkelerine kıyasla daha çok kadın eğitim görüyordu, daha çok kadın işe girmişti ve kriz döneminde erkekler işten çıkarılmaya başlayıncaya kadar bu işlerde kalacaklardı; genel olarak politikada ve kültürel hayatta daha aktif rol alıyorlardı. Ancak kadınların göreceli serbestlikleri askerî yenilginin bir sonucuydu: Ekonomik kaos, (bazen açlık boyutlarına varan) yokluk, toplumun oturmamış olması, utanç ve umutsuzluk tüm Alman halkını etkiliyordu. Erich Fromm’un kriz döneminden hemen önce yapılan bir araştırmadan kalkarak bildirdiği gibi, “kadın sorunu” günün en tartışılan konularından biriydi. Erkekler gibi kadınlar da, kadınların çalışmasını ve “serbestliğini” çoğu toplumsal sorunun, -her yerde doğum oranının düşmesinin, erkeklerde işsizlik oranının hızla yükselmesinin, erkeklerin “kuvvetten düşmelerinin”, kadınların “bencilleşmelerinin” ve her yerde cinsel ahlâksızlığın başgöstermesinin nedeni olarak görüyorlardı. Çoğunluk kötü ücretle çalıştığı ve ailelerini geçindiremediği için, kadınlar da tatmin edici olmayan özgürleşmelerinden “kurtulmak” istiyor, yurtlarında ve yuvalarında güvencede oldukları idealleştirilmiş mitik geçmişlerine geri dönme özlemi duyuyorlardı.
Nazilerin kadınlara evdeki, erkeklere evin dışındaki yerlerini geri verme vaadi her iki cinse de cazip gelmişti. Aşırı yokluk zamanları, geleneksel rollerin erozyona uğraması ve değişmesiyle de birleşince, günümüzde olduğu gibi geçmişte de sık sık tutucu akımlara olan ilginin artmasına yol açmıştır. Aynı şekilde, kadınlar ilerleme yolunda sorunlardan ve aksiliklerden hiç kurtulamamışlardır – kadınlarla erkekler arasındaki gerginlik artarken, kadınlar da kendi aralarında bölünmüşlerdir. Bu cazibeyi özellikle, hatta öncelikle erkeklerin ve kadınların psikolojileri açısından anlayabileceğimizi sanmıyorum. Ruhsal olan ile toplumsal olan arasındaki bağ her zaman önemli ve incelenmesi gereken bir bağ olmuşsa da Theweleit’ınki gibi analizlerde ileri sürüldüğü kadar dolaysız değildir. Militarizme bağlılığı da sadece bir aşırı-erkeklik biçimi olarak anlamamız mümkün değildir. Yuonne Roberts, 1984’de Falkland Adaları’nda herkesten daha fazla uçak düşürerek “kahraman” gibi karşılanan İngiliz avcı uçağı pilotu David Morgan ile eve dönüşünde görüşme yapmadan önce, belirli bir erkeklik fikri sergileyip sergilemediğini veya erkek egemen bir toplumun beğenisini kazanma isteği içinde olup olmadığını merak ediyordu. Kabadayılıktan tamamen uzak, babasına hep yakın olmuş (“daha çok bir kardeş gibi”), alçakgönüllü ve hepsinden önemlisi tekrar eve dönüp karısı ve çocuklarıyla mümkün olduğunca çok zaman geçirmekten çok mutlu olan bir adamla karşılaşmıştı: “Artık arkama yaslanıp aile hayatının tadını çıkarmazsam önemli bir şey kaybedeceğimin bilincindeyim. Burada bunu kesinlikle farkına vardım” diyordu Morgan. Avcı uçağı pilotluğu işini seven ve savaşın “tek bir gününü bile kaçırmak istemeyen” bu adamın sıradan bir hayalgücü yoksunu olduğu anlaşılıyordu: “Ölüm beni rahatsız etmiyor… her şey olacağına varır… (bombaları kullanmaktan dolayı) hiç vicdan azabı duymuyorum” Ölümle karşı karşıya geldiğini düşündüğünde, hayatta kalırsa faturaları daha az dert etmeye karar vermişti yalnızca. Burada ılımlı, ancak hayalgücünden yoksun, kendi sözleriyle “ona ne öğretilmişse onu yapmak” isteyen bir erkekle karşılaştığımız anlaşılmaktadır.